5 Mayıs 2010 Çarşamba

YAKIN ÇEVRESİNİN GÖZÜYLE MUSTAFA KEMAL

ANLAYIŞ DERGİSİ, Aralık 2008, Sayı: 67, sf. 48-49.
Metin: Z. Tuba Kor, Grafik: Salih Pulcu

NOT: Görseli büyük boyutta görebilmek için önce üzerini tıklayınız, ardından sağ alt köşedeki butona basınız.
Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.





YAKIN ÇEVRESİNİN GÖZÜYLE MUSTAFA KEMAL

 

Can Dündar, çok ses getiren belgeselinde statükonun gerektirdiği, statükocuların ise kızdığı bir Mustafa portresi ortaya koydu: İlahlaştırılmamış, daha insani ve hataları sevimlileştirilmiş bir Mustafa... Biz de Dündar’ın bıraktığı yerden devam etmek istedik ve Mustafa Kemal’in yakın çevresinden, silah ve siyaset arkadaşlarının kaleminden methü senalar ile resmî tarihin üstünü örttüğü unsurları derledik, işte size yakın çevresinin gözünden Mustafa Kemal Atatürk!

 

Yürekten Sesler

Atatürk’ün tapkınıyız. Her şey (O)’dur. Her yerde (O) var.

Her gökte (O) eser. Her enginde (O) çağlar. Biz (O)yuz. (O) biz.

Görünmezi görür! Bilinmezi bilir. Duyulmazı duyar! Sezilmesi sezer, ezilmesi ezer!

Hep, her (O) dur!

Her şeyde Atatürk!

Ah! Atatürk! Atatürk! En büyüksün, en büyük!

Bir dizginsiz at gibi, bırak beni koşayım!

Gösterdiğin kırana coşayım, ulaşayım!

Varsın! Teksin! Yaratansın!

Sana bağlanmayanlar utansın!

Beni sen yaratmadın balçıktan kerpiçten!

Beni benden yarattın, kendini bana kattın Atam.

Atam, Atatürk! 

En büyüksün, en büyük!

Aka Gündüz, Ulus, 4 Ocak 1934


Bizim Mevlut

Gök kubbenin altında birden dize gelerek...

Gel ey 19 Mayıs, eşsiz sabah, merhaba!

Ey Samsun’da karaya çıkan ilâh, merhaba!

Doğuran bu gün, bir gün: doğuracak muttasıl.

Her Türkün tevellüdü 19 Mayıs asıl...

Gün geldi, güneş battı, yıldızlar söndü, yandı:

Ne bahtımız ağardı ne şevkimiz uyandı;

Neden sonra... Ne yıldız ne gün ne hilâl gibi

“İlk çamurdan beden! üflenen ruh” dediler...

“Son tufanda Türklüğü kurtaran Nuh” dediler...

Ne ilk ruhu anarım, ne de Nuh’u tanırım:

Neyin eşi deseler “Gazi”yi kıskanırım:

Mikyas tanımıyorum efsane mazi gibi.

Behçet Kemal Çağlar

 

Atatürk’e Tekbir

Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var: Atatürk!

Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk.

Talihe hâkim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk.

Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk!

Atatürk ekber! Atatürk ekber. Bizde O var: Atatürk!

Ne evliya, ne de peygamber... Halkına yar Atatürk!

Betin, 1950

 

Çankaya

...

Ne örümcek ne yosun
Ne mucize, ne füsun

Kâbe arabın olsun

Bize Çankaya yeter

Kemalettin Kamu

 

“Atatürk, seni sevmek milli bir ibadettir!”

Celal Bayar (1953, Atatürk’ün naşı Anıtkabir’e nakledilirken söylenmiştir.)


“Sohbetinin tatlılığı benzersiz denilebilecek bir şef’ti ve onun yanında daima bilimsel, toplumsal ve yararlı bir konu üzerinde konuşulurdu. Kendisi cisimleşmiş bir bilgelik ve incelikti. Toplumsal davranışlarda terbiyenin Atatürk’teki kadar soylusunu başka ölümlülerde gördüğümü hatırlamıyorum...

…Atatürk’ün askerlik işlerindeki çalışması biçimi, her ölümlünün akıl erdiremeyeceği bir güç ve büyüklük ölçüsü gösterirdi. Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, hatta gerekirse yetmiş ve daha fazla saat aynı masanın başında oturarak, asla uyku belirtisi göstermeksizin çalışır ve yanındakileri de çalıştırırdı. Bu olağanüstü, insanüstü denebilecek bir çalışma biçimidir ki Atatürk’ten başkasında hatta yarı derecesinde eşiyle karşılaşılabileceğini tasarlayamıyoruz.”

Yunus Nadi, “Atatürk’ün nitelikleri”, Cumhuriyet gazetesi, 14-21 Kasım 1938.

 

“Mustafa Kemal kendi çoğunluğunu, yavaş yavaş ve yerine göre, ya sevilmesine, ya sayılmasına, ya korkulmasına, inanılmasına veya arkasından gidilmekten başka çare olmıyacağı kaderciliğine dayanarak yaratacaktı. Bu çoğunluk yine de çok uzun yıllar sun’î ve eğreti olmaktan çıkmıyacaktı.”

Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları (1. Cilt), Dünya Yayınları, 1958, s.256.


“Türk’e ait herşeyin içinde O vardı: O’nun gölgesi meydanları dolduruyor. O’nun karaltısı dağbaşlarını tutuyor. O’nun bakışı en uzak dalların ucuna, en geniş ovaların sonuna, içimiz kadar kapalı ve kuytu köşe bucaklara uzanıyordu. Kımıldıyan, fırlıyan, sıçrayan herşeyde O’nun şimşeğinden bir çizgi vardı. Her ev, her gün, kendi aile reisinden bir haber bekler gibi O’ndan bir işaret almaya alışmıştı. Kara haberden sonra, hem de nasıl, her şey birdenbire söndü: nasıl, nasıl... Sanki O’nsuz dağlar karardı. O’nsuz dallar kurudu. O’nsuz mesafe bomboş kaldı.”

Peyami Safa, “Atatürk’ümüz”, Cumhuriyet gazetesi, 11 Kasım 1938.

 

“...o, yiğitlerin en yiğidi, dâhilerin en dâhisi, inkılâpçıların en inkılâpçısı ve devlet adamlarının en mükemmeli idi. Harp dehâlarından bahsedilirken daima, en belirli bir örnek olarak ileriye sürülen Napoleon Bonaparte’ın askerî hayatının birçok zaferlerle dolu olduğu kadar, bir sürü mağlûbiyetlerle de yüklü bulunduğunu bilmeyen kimse yoktur. Buna karşı tarih Mustafa Kemal’in tek bir mağlûbiyetini, tek bir hatasını kaydetmemektedir.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul: Birikim Yayınları, 1981, s.37-38.

 

“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı, Tanrılar Tanrısı Zeus’ün altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun; daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz, Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat, Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatin “âyin”inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul: Birikim Yayınları, 1981, s 121-122.



“Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu âdet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeğe başladı. Sıhhatında ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.

 Son seneler hükümet azasının ayrı ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için iptidai usuller kullanmak istedi. Hulasa, Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü.”

İsmet İnönü, Hatıralar-II, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987. s.321.


“Sükûn ve istikrar Gazi için yabancı bir âlemdir. Onun hep coşkun, kendi içine sığmayan, taşan ruhu durmadan hareket ister. Kendisiyle geceleri gündüz yapmış olanlar bilirler ki o durmaksızın yer, durmaksızın içer, durmaksızın söyler ve durmaksızın kavga arar... Pek kısa süren bu dinlenme zamanı geçer geçmez ve henüz yatakta iken bile fışkırma ve taşma hareketleri başlar. Nasıl ki tam bu sırada kadınlara seçme ve seçilme selâhiyetinin verilmesi de böyle oldu ve derhal etrafta kasideler, medihnameler (övmeler), şarkılar yazıldı. Hakikatte ve memleketin şartlarına göre bu hareket veren ve alan için sadece bir gösterişten ibaret sayılabilir. Nasıl ki birisi verilmiş olan hakların hepsinin hava olduğunu biliyor, diğeri halk denilen şeyin sabun köpüğünden başka bir şey olmadığını pekâlâ biliyor!”

Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları (3. baskı), İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s.46-47.

 

“Kendisini hilâfet ve saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi:

- Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.”

Kazım Karabettir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), İstanbul: Tekin Yayınevi, 1990, s.83-84.


“İstiklâl Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazi’nin teveccühünü kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmekte idi...

İstiklâl Harbinin fedakâr ve feragatli arkadaşlarıyla Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklâl Harbi’ndeki gibi fikir sahipleri ile iş birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye roller verilmeye hazırlık görünüyordu.”

Kazım Karabettir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), İstanbul: Tekin Yayınevi, 1990, s.83.

 

“Bu reformların ilki ve en gösterişlisi 1925’te yasalaşan “Şapka Kanunu” denilenidir. Kanun onu izleyen diğerlerine kıyasla da ayrıca en abes ve en sathi olanıdır. Fakat dış görünüşte bile olsa, bir gecede bir değişimi gerçekleştiren sadece o’dur. Gerçekleştirilme tarzı tamamıyla anti-batılı olmakla birlikte, kanun Türklere bir haftada (...) Avrupai şapkaları giydirmiş ve onları batılılara benzetmiştir... Türk’e muayyen bir başlık giyip “medenileşme”sini yahut asılarak idam edileceğini ya da hapsedileceğini söylemek, en azından saçmalıktır... bireylerin muhalefeti, şapka giymeye itirazdan ziyade yaralanmış bir izzeti nefse işaret ediyordu.”

Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar”, (çev. Mehmet Özden) Türkiye Günlüğü, no. 37, Kasım-Aralık 1995, s.19-120.

 

“Atatürk babamı Dolmabahçe’ye sofrasına dâvet etti... Bir aralık Akın Gazeteleri’ni çıkarın diye emir verdi. Gelen gazetelerden makalelerimi birer birer okuttu, her makalede ne demek istediğimi sordu. Bütün bu yazıların içtimaî tenkitler olduğunu, cemiyetimizin kusurlarını ve iyi taraflarını göstermekten ibaret bulunduğunu anlattım... Atatürk birdenbire, “anlaşılıyor, diye bağırdı... hem Darülfünun’da hocalık, hem muhaliflik olmaz.”...

Bir kaç hafta sonra Akın gazetesi kapandı. Bir müddet daha geçince Darülfünun ıslahatı sırasında babamın kürsüsünü de elinden aldılar.”

Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İstanbul: Nebioğlu Yayınevi, s.136-138.

 

“Atatürk’ün vefat ettiği gün Dolmabahçe Sarayının içi adeta bir ibret manzarası gösteriyordu. Bizler üzüntümüzden kahrolurken, aziz arkadaşımız Salih Bozok kanlar içinde yatarken, Saray aniden boşalıvermiş, birkaç arkadaş acımızla ve derdimizle baş başa kalmıştık...

Aziz Atatürk ölüm döşeğinde, sakin ve hareketsiz, çenesi bağlanmış yatıyordu. O’nu böylece bırakıp Saray’ı terk edenler, açılacak olan yeni döneme göre durumlarını sağlamlaştırmaya koşuyor ve bununla uğraşıyorlardı.

Ankara’da Cumhurbaşkanı seçimi, yeni Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun atanması telaşı vardı. Bütün Cumhurbaşkanlığı memurları hemen Ankara’ya çağrılmışlar, zavallı Hasan Rıza Soyak yapayalnız bırakılmıştı. Saray’ı ne arayan, ne soran kalmıştı.

Bu acı manzara karşısında isyan etmemek mümkün değildi.”

Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları (6. baskı), (yayına hazırlayan Hulusi Turgut), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2005, s.661.

 






 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder