19 Şubat 2025 Çarşamba

Z.T.KOR: HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE İZLENİMLERİM

 

HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE İZLENİMLERİM (26-30 Ocak 2025)

Zahide Tuba Kor


NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


26-30 Ocak’ta Türkiye’den Ürdün sınırına kadar kuzeyden güneye Halep, Hama, Humus, Şam Kırsalı, Şam, Deraa ve Süveyda vilayetlerini vakit el verdiği ölçüde gezdim. Bu uzun gezi-gözlem yazısında 13 yıllık kanlı ve yıkıcı bir mücadelenin ardından yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra Baas rejiminden ve Esed hanedanından kurtulan Suriye’nin ve Suriye halkının durumunu anlatacağım.  

(Yazımın ara başlıkları şöyle: Vilayet vilayet savaşta alınan yıkımın boyutları ve ekonomik krizin etkisi; Sednaya hapishanesi ile Azez’deki hapishanenin mukayesesi; Şam’da hayat; Şam ve Halep trafiği; Suriyeliler memleketine geri dönebilecek mi?; Esed hanedanın devrilmesinin yol açtığı mutluluk ve meydan okumalar; sahanın hatırlattıkları…)

İzlenimlerimi paylaşmaya başlamadan evvel Suriye’ye gidebilmemi sağlayan Göç ve Diaspora Vakfı’na ve İHH’ya, bilhassa Göç ve Diaspora Vakfı Kadın Diaspora İletişim Başkanı Müzeyyen Taşçı’ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Keza yoğun mesaisine rağmen Şam’da bizi ağırlayan Türkiye’nin Şam Büyükelçiliği Geçici Maslahatgüzarı kıymetli hocam Burhan Köroğlu’na ve Suriye’nin Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’e de müteşekkirim. 


Vilayet vilayet savaşta alınan yıkımın boyutları ve ekonomik krizin etkisi

8 Aralık’tan sonra Suriye’ye her kim gittiyse yıkımın boyutu karşısında dehşete düşmüştür. Çünkü bir dönem muhaliflerin eline geçmiş her yer (bilhassa ilçeler ve kırsallar) ağır bombardımanlardan nasibini almış. Tabii ki karada yıkıcı topçu ateşleri, intihar saldırıları vs. vardı ve muhalifler de yıkıma yol açtı; ama onların kullandığı silahların tahrip gücü son derece sınırlıydı. Suriye’yi gezenleri şok eden mahalleler ve ilçeler boyu yıkımlar, havadan yağdırılan varil bombalarının ve füzelerin eseri olup bunları kullananlar rejim ve Rusya’ydı. Henüz gidemediğim Fırat’ın doğusundaki ağır yıkımın müsebbibi de Amerikan hava bombardımanıydı. 

İlk gezdiğimiz yer, 2016’da rejim (Halep) ile muhalifler (Fırat Kalkanı harekat bölgesi) arasında bir tampon bölge olması için Rusya tarafından YPG’ye bırakılan ve şiddetli hava bombardımanlarıyla nüfusun Azez’e, çadırlara sürüldüğü Halep kırsalındaki Tel Rıfat’tı. (8 yıldır Azez’de çadırlarda yaşayanların %80’inin Tel Rıfatlı olduğu söyleniyor.) İlçe hasarlıydı ama Tel Rıfatlılardan dinlediğimde zihnimde canlanan kadar yoğun değil. İlçe bir-iki katlı evlerden oluştuğu için hasarlı binaların tamiri daha kolay. Sonraki duraklara kıyasla buranın farkı, YPG’nin ilçenin altında tünellerden adeta ikinci bir şehir kurması, bazı evleri tuzaklaması ve tarım alanlarını mayınlarla doldurması. İlçede elektrik, su ve internet yok. Ama Azez’e komşu olduğundan altyapının yeniden inşası ve patlayıcıların temizliği diğer yerlere kıyasla daha kolay. 

Azez’de çalışan bir Tel Rıfatlıyla ilçesi YPG’den temizlendikten sonra 6 Aralık’ta yaptığım görüşme önemliydi. Linkten okuyabilirsiniz: https://www.instagram.com/p/DD1YIThiRs2/ 

Şehirler arası M5 otoyolu boyunca ilerlerken bu güzergahtaki Halep ve İdlib ilçeleri ve köylerinin çoğunun ya kısmen ya da tamamen yıkık olup bazılarının “hayalet yerleşim”e dönüştüğüne şahit olduk (mesela Serakib, Maaratu’n-Numan, Han Şeyhun gibi). Ulaşım yollarını elde etmek kritik önemde olduğundan savaşın adeta bir “otoyollar savaşı” mahiyetini kazandığı dönemler olmuştu. Bu güzergahta elektrik direklerinde ve yüksek gerilim hatlarında elektrik kabloları bile yok. 

Halep kırsalında kilometrelerce ilerlerken gördüğümüz tüm yerleşimler yıkıkken ve elektriksizken tek istisna, dimdik ayakta duran ve elektrik hattının uzandığı Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldeleri. Buralar yıllarca muhaliflerce kuşatılsa da rejim gıda, silah ve diğer ihtiyaç malzemelerini hava köprüsüyle sağlamıştı. İran, Hizbullah ve rejim On İki İmam Şiiliğine bağlı bu beldeleri kurtarmak için elinden gelen bütün çabayı gösterdi; çevre belde ve ilçeleri yıkıp insanları tehcir etmekten çekinmedi. 

Tam da bu yüzden 29 Kasım’da Halep düşerken Nubbul ve Zehra sakinlerini korku salmış, kaçmaya başlamışlardı. HTŞ orayı koruma altına aldı; giriş-çıkışları engelleyip içerinin bütün ihtiyaçlarını bizzat temin ederek Şiilere yönelik katliam korkularını dindirdi; bu da daha güneydeki diğer azınlıklarla anlaşarak hızla Şam’ı ele geçirmesini kolaylaştırdı. M5 karayolunda ilerlerken bu ilçelere giden yolun girişini gördük. Üzerinden iki ay geçmesine rağmen giriş-çıkışlar hala kontrol altında; askerî kontrol noktası, yola engeller konmak suretiyle diğer yerlere kıyasla daha fazla tahkim edilmiş. 

Muhaliflerden geri alınmış bazı yerler enkaz yığını, bazı yerlerse ağır veya hafif hasarlı binalarla dolu. Bombaların isabet etmediği sağlam binalar bile muhalifler geri çekilince rejimin silahlı çetesi şebbihaların yağmasından kurtulamamış. Yağma, sadece boşaltılmış binaların içindeki değerli-değersiz bütün eşyaların çalınması demek değil, aynı zamanda geriye sadece dört duvar kalacak şekilde kapı-pencere, hatta duvarlar içindeki elektrik kabloları dahil her ne varsa hepsinin alınması demek. Başkent Şam hariç ülkenin her yerinde yıkılmış ve/ya yağmalanmış binalarla karşılaştık. Halep’te insanların yaşadığı koskoca sağlam binalarda belli katlarda bütün pencereler söküktü; belli ki sahipleri daireyi terk etmek zorunda kalınca içerisi yağmalanmış. Milyonlarca kapı-pencere, kilometrelerce elektrik kablosu ne mi oldu? Bütün diğer yağmalanan ev eşyaları gibi şebbihaların kurduğu “Sünni pazarları”nda satıldı. Birçok Suriyeli, 8 Aralık’tan sonra evlerine geri döndüğünde karşısında beton duvarlardan başka bir şey bulamadı. İnsanlar, sadece kendi alınteri veya baba/dede yadigarı evini değil, aynı zamanda bütün hatıralarını da yitirdiler ve hafızalar silindi. 

Şebbihalar kim ve Sünni pazarı ne derseniz, rejimin gazetesi Tişrin’de yıllarca çalışmış İsmaili bir gazeteci 2022’de yaptığım röportajda şöyle anlatmıştı: “Suriye toplumunun bildiği, gördüğü en kirli sınıftır. Şebbihaların baskı ve zulmü diğer birimlerde çalışanlardan katbekat fazladır; üstelik sadece protestoculara değil, her türlü muhalif sese karşı. Gösteriler ilk başladığında bunları finanse eden Esed’in akrabası Rami Mahluf’tu. Resmî adı ‘Milli Savunma Kuvvetleri’ olan milis yapısı aslen şebbihalardan müteşekkildir. Bunlar işlerinden atılmış, suç işleyen, yol kesen, Suriye halkının deyimiyle ‘serseri’ olan, hapiste olması gerekirken rejimin silah verdiği, gösterileri bastırmasını istediği Suriye toplumunun en kirli kesimidir. Bunlar ülkenin her yerine dağılmış vaziyette. Bunlara İran tarafından silah eğitimi verildi ve finanse edildi. Şebbihalar hem gösterileri dağıtmakta hem de evleri yağmalamakta kullanıldı. Rejim, isyan eden bir bölgeyi sürekli bombalayarak muhalifleri geri çekilmeye zorladığında ve çatışmalar bittiğinde şebbihanın bölgeye girip her şeyi çalmasına izin veriyordu. Evlerdeki mobilyaları ve her türlü eşyayı çaldıkları yetmezmiş gibi, duvarların içindeki elektrik kablolarını bile söküp alıyorlardı. O dönem –Suriye halkının Sünni kesiminin rejime ihanetinin nişanesi olarak– ‘Sünni pazarı’ dedikleri yerlerde bu çalıntı eşyaları satıyorlardı.” (Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, sf. 335-336)

Suriye’de en çok merak ettiğim yer, ülkenin ticari başkenti sayılan en kalabalık şehri Halep’ti. Çünkü ilk kez 2006’da turistik gezi vesilesiyle gittiğimde mimari estetiğiyle ve tarihî eserleriyle beni büyülemişti. En çok Osmanlı eserinin bulunduğu şehirdi. Aynı zamanda Osmanlı’nın Kahire’den sonraki ikinci en büyük vilayetiydi (Kilis, Antep, Urfa, Hatay ve Maraş’a kadar geniş bir coğrafya Halep’e bağlıydı). Tıpkı Şam gibi şehir hüviyetini 6000 yıldır kesintisiz koruyan çok-kültürlü bir merkez, adeta küçük Osmanlı’ydı. 

Halep’in savaşın yaşanmadığı, rejimin kontrolünden hiç çıkmamış kesiminde binalar ayakta, daha nezih ve hayat normal akıyor. Halep Kalesi’ne ve tarihî eserlerle dolu merkeze yaklaştıkça yıkım manzaraları başlıyor. Savaşta bombalanan Halep Emevi Camii hala restorasyonda, giremedik. Halep Kalesi ve çevresi özgürleşmeden sonra herkesin ana uğrak noktası. Kutlamaların merkezi; davullar eşliğinde halay çekenler, oynayanlar, gezip tozanlar, süslü atlara ve develere binenler, kale önünde fotoğraf çektirenlerle dolu. İnsanlar öyle mutlu ki... Ama aynı zamanda buralar geçmişte şiddetli çatışmaların ve yıkımların yaşandığı yerler. Kale çevresindeki birçok Osmanlı ve Memluk eseri tamamen veya kısmen yıkılmış. Kale çevresinin eski haliyle yenisi arasındaki fark çok büyük. Özellikle savaşta harap olan dünyanın en büyüklerinden tarihî Halep Kapalıçarşısı’nın son halini görmeyi çok isterdim, ama vakit bulamadık. Halep’in merkezi gibi muhaliflerin eline geçip rejimin ve Rusların bombardımanıyla yıkıma uğrayan tarafını çok dar bir vakitte gezdik. Tamamen yıkılan mahallelerine gidemedik, ama gezdiğimiz yerlerde de yıkık veya metruk binalar çoktu. Halep, savaş ve ekonomik kriz yüzünden eski nezihliğini ve güzelliğini yitirmiş. Hava kirliliğinin ve bakımsızlığın da etkisiyle kararmış, çirkinleşmiş ve kaotikleşmiş. Bu şartlar altında Halep’in mimari estetiğini fark etmek zorlaşırken tarihî eserlerin en çok yıkıldığı veya tahrip edildiği şehir haline gelmiş. Ağlanası bir durum bu. Şehrin savaşın girdiği ve girmediği semtleri arasındaki fark sosyoekonomik açıdan da bariz. Savaşı yaşamış yerler fazlaca kaotik ve sefalet içinde. Kaosun müsebbibi sadece araç trafiği değil, yol kıyıları da seyyar satıcılarla dolu. Devletin ucuz ekmek satılan fırınlarının önünde çok uzun kuyruklar var; yolun karşı kaldırımında ise fazladan ekmek almayı başaranlar sıraya girmek istemeyenlere daha pahalıya satmak için bekliyorlar.

Halep’in kaotik trafiğinde bir ana cadde bomboştu. Burası, PYD hakimiyetinde kalan Eşrefiye mahallesine giden yolmuş. Yolu karıştırıp yanlışlıkla Kürt nüfuslu Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerine girenlerin ya kaçırıldığını ya da öldürüldüğünü okumuştum. Şehrin bütün caddelerinde trafik sıkışıkken o caddenin bomboş olması bu haberlerin gerçekliğinin kanıtı. 

Halep’te muhalifler ile rejimin kontrolündeki kısımları birbirinden ayıran, tehlikeli Bostanu’l-Kasr geçiş noktasını da gördük. Röportajlarda ebeveynlerin keskin nişancıların kurşunlarından koruyabilmek için çocuklarını kucaklarında nasıl koşarak geçmeye çalıştıklarını dinlemiştim. Sanıyordum ki rejimin adamları bu kontrol noktasının hemen yakınındalar; meğer kuşbakışı en az 500 küsur metre ötede Halep’in en yüksek binalarından birinin çatısından gelişigüzel yağdırılıyormuş kurşunlar. Birçok insanın can verdiği bir noktaydı burası. Öte yandan bu mahalle savaşta bombardımanlarla büyük yıkım alsa da gezdiğimiz cephe hattı olan ana caddesi sağlamdı. Çünkü rejim, silahlı gruplarla doğrudan savaşmak yerine kaçak güreşiyor, kasıtlı olarak sivil bölgelere bomba yağdırıp çoluk çocuk öldürerek muhalifleri dize getirmeye çalışıyordu. For Sama belgeselinin yönetmeni Vaad el-Hatib bu konuda bakın ne demişti: “‘Halep’te hayatta kalmak istiyorsan cephe hattına olabildiğince yaklaşmalısın’ diyorduk birbirimize. Çünkü cephe hattı rejimin savaş vermek istediği en son yerdi. (…) öldürülenlerin hep siviller, çocuklar olduğunu görürsünüz. Evet, bir savaş vardı ama öldürülen savaşçılar asgari düzeydeydi. Bu, Suriye rejiminin kasıtlı bir taktiğiydi.” (Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, sf.155) Burası, gezip görmenin önemini bir kez daha anladığım yer oldu.

Halep’in ardından Hama ve Humus’a gittik. Yine kırsalları yıkılmış. Hama’nın Asi Nehri üzerindeki meşhur su değirmenleri mola verdiğimiz yerlerdendi. Burada Hamalılar özgürleşmeyi kutluyor. Her kalabalık yerin girişi gibi buranın da kaldırımları seyyar satıcılarla dolu. En ilginci, kaldırıma bir küçük masa ve iki sandalye atmış seyyar dövizciydi. Döviz kurları şehirden şehre değiştiği için şoförümüz buranın Şam merkeze kıyasla doları Suriye lirasına (SL) daha iyi fiyattan bozacağını söyledi. Üç arkadaş her birimiz 100’er dolar bozdurduk, karşılığında bir torba dolusu para aldık. (En büyük banknot 5000 SL olup 100 dolar bozdurulduğunda elinize 280 tane 5000 SL banknot veriliyor; 2000 veya 1000’lik banknotlardan verildiğinde para destesi iyice büyüyor.) Bu arada kuzeyde TL, rejim bölgesinde SL kullanılıyor. Geçmişte rejim bölgesinde dolar veya herhangi bir yabancı para bulundurmak suçtu, üzerinden 5 dolar çıkmanın cezası 2 yıl hapisti; resmî ve gayriresmî dolar kuru da birbirinden çok farklı olup dövizciler bu işi gizli gizli yürütürdü. Yeni dönemde Asi Nehri kıyısında sokak ortasında bile yapılıyor bu işler. 

Hama’nın merkezinde binalar sağlam. 1982 tecrübesini yaşamış merkezin isyan etmesi mümkün değildi. Hama Katliamı meşhur olmakla birlikte 1982 İdlib’den Halep’e birçok şehirde insanlar cezalandırıldı, küçük çapta başka katliamlar da oldu. Tam da bu yüzden 2011’de ülke genelinde orta yaş ve üstü Suriyeliler, -rejimin tokadını yememiş ve neler yapabileceğinden habersiz- gençleri sokağa çıkmamaları konusunda uyardı, hatta engellemeye çalıştı ama işe yaramadı Bu arada Hama’nın nüfus yapısı da 1982’den günümüze değişime uğradı. Dolayısıyla savaşın girmediği merkezlerden biri oldu. 

Hama’nın dikkatimi çeken özelliği, en geniş caddelere sahip şehir olması. 1982’de yerle bir edilen şehir yeniden inşa edilirken kontrolün daha kolay olması için caddeleri genişletilmiş. 43 yıl evvelki yıkım yüzünden özgün kimliğini yitirmiş, tarihî eserleri en az olan şehir. Korkum, yeni Suriye inşa edilirken benzer şekilde şehirlerin özgün kimliğinin ve mimarisinin yok sayılması. Böyle bir yeniden inşa, kültürel katliam olur. Suriye’de iş yapacak müteahhitlerimizi uyarmış olalım. 

Humus, Suriye’nin üçüncü büyük şehri olup ülkenin ortasında, diğer bir deyişle tam kalbinde yer alıyor. Muhaliflerin eline geçen ilk büyük şehir olduğundan bir zamanlar “devrimin başkenti” diye anılıyordu. Ancak rejim, 2014-2015’te İran ve Hizbullah sayesinde burayı geri aldı. Diğer bir özelliği, şehrin önemli bir Alevi/Nusayri nüfus da barındırması nedeniyle geçmişten beri mezhep gerilimlerinin merkezi olması. Hem şehrin dışındaki ilçeler hem de şehir merkezi çok büyük bir yıkım almış. Rejimin on sene evvel şehri geri aldığı halde tek bir çivi bile çakmadığını, insanların kendi birikimleriyle evlerini tamir etmeye çalıştığını hep duyardım, yerinde görmek de nasip oldu. Bombardıman yüzünden içinde tek bir apartmanın bile sağlam kalmadığı koca mahalleler var. Böyle mahallelerde bütün duvarları yıkılmış, geriye sadece iskeleti kalmış koskoca binaların bir-iki dairesine duvarlar örülmüş, içinde yaşanıyor. Veya bütün bina hasarlı ve içi boşken en alttaki dükkân tamir edilmiş kullanılıyor. Balkona asılmış çamaşırlardan içeride insanların yaşadığının anlaşıldığı ağır hasarlı binalar mevcut. Şehrin bombalanmamış sağlam kısımları bile bakımsızlıktan dökülüyor. 

Geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin “teröristler”den kurtulup savaşın bittiği, her şeyin ne denli yolunda gittiği ve yine göçmeyip de ülkesinde kalanlarının ne kadar çağdaş olduğunun bir kanıtı mahiyetinde türlü türlü videolar sosyal medyada gezdi. Bunların bir kısmı savaşın hiç girmediği Lazkiye sahillerinden ve başkenttendi, bir kısmı ise savaşın şiddetli yaşandığı Humus’tandı. Dekolte kıyafetleriyle festivallerde eğlenen Humuslular manzarası ve propagandası, acaba şehrin yıkık semtlerine kaç sokak uzaktaydı?

Şunu da ekleyeyim. 2006’daki ilk Suriye ziyaretimde dört büyük şehri gezmiştim ve başı açıkların çok az olduğunu görmüştüm. Savaşla geçen yıllarda hem IŞİD’in İslam adı altında insanlara yaptığı zulümler hem de rejim bölgesinde dini eğitimin azalması ve dinden korkulur hale gelmesi yüzünden halkın daha fazla sekülerleştiğini ve hatta bazılarının inancını yitirdiğini düşünüyordum. Dürzilerin yaşadığı Süveyda dışında sokaklarda başı açık Suriyeli sayısı beklediğimden çok daha azdı. 

Humus’un en acı yıkımlarından birini alan semt, içinde büyük Arap komutan Halid bin Velid’in kabrinin bulunduğu cami ve çevresi. Cami de, içindeki kabir de bombalanıp yıkılmıştı. Restorasyondan geçmiş ama eski güzelliği kalmamış. Avluda yıkık kısımlar hala var. Caminin bütün çevresi savaş alanı olmuştu; koskoca binalar metruk halde, savaşın tahribatını gözler önüne seriyor. Cami önü yine her türlü eşya satan seyyar satıcılarla dolu. 

Gezimizin sürprizi, en güneydeki vilayetler Deraa ve Süveyda’ya gidişimizdi. Şoförümüz de merak ediyor olmalıydı ki programda olmadığı halde bu iki vilayete bizi götürmeyi kabul etti. Deraa vilayet sınırına girerken beni ilk şaşırtan, Türk Telekom’un cep telefonuma yolladığı “İsrail’e hoş geldiniz” mesajıydı. Dört günlük ziyaretin en şok edici ânı da yüzde 70’i yıkık olan Deraa vilayetini görmekti. Şehir merkezinde bomba ve kurşunların isabet etmediği sağlam bina yoktu. Merkezi bundan daha fazla yıkım almış tek şehrin, -bütün silahlı örgütlerin eline geçmiş ve Türkiye hariç Suriye sahasında aktif bütün dış güçlerin bombardımanına maruz kalmış, petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip- Deyrezzor olduğu söyleniyor (yüzde 90’ı yıkılmış). 

Deraa, Ürdün sınırında bir tarım şehri ve rejimin geçmişte ana destek depolarından olup birçok Baas yetkilisinin çıktığı bir vilayet. Ama 2011 Mart’ında Suriye Devrimi’nin kıvılcımının da ateşlendiği yer olup rejim buradan tam bir intikam almış. Öyle ki bu denli yıkılmış bir şehri yeniden inşa etmektense yeni bir yere kurmak daha mantıklı görünüyor. Halep ve Humus şehir merkezlerinde hasarlı veya yıkık binalar dolu olmasına rağmen hayat bir şekilde normal devam ediyor. Deraa sokaklarında ise hem insan hem dükkân sayısı az. Hasarlı binaların bir katını veya birkaç odasını tamir edebilenler, çok zor şartlarda, fakruzaruret içinde yaşıyor. Nasıl ki kuzeydeki Halep vilayetinde yaşayanların birçoğu Türkiye’ye veya TSK himayesindeki güvenli bölgeye sığındıysa güneydeki Deraalıların birçoğu de Ürdün’e sığındı. Şehir, 2018’de rejimin eline geçti, ama sonrasında da hiçbir zaman tam anlamıyla durulmadı; rejimle uzlaşan unsurların daha sonraki süreçte neden sık sık ayaklandıklarını Deraa’nın halini görünce daha iyi anladım. 

İsrail ile Deraa arasında sadece daracık bir şerit olan Kuneytra vilayeti var; rejimin düşüşü akabinde İsrail burayı 1974 anlaşmasını geçersiz sayarak işgal etti. Deraa’daki yıkımı gördüğümde, İsrail’in -daha evvel hiç ciddiye almadığım- “Davut Koridoru” veya bir başka planını hayata geçirmeye kalkarsa fazla zorlanmayacağını anladım. Esed rejimi halkından intikam alırken aslında ülkeyi İsrail’in (ve başka dış güçlerin) müstakbel işgallerini kolaylaştıracak hale getirmiş. Tıpkı rejimin ve müttefiklerinin ülkedeki Filistin mülteci kamplarının ekseriyetini her türlü silahı kullanarak tamamen veya kısmen yıkması, Filistinli mültecileri tehcir etmesi ve mülksüzleştirmesi gibi. Şam’ın hemen güneydoğusunda koskoca bir ilçe hüviyetindeki Yermük Kampı’nın hali, sözde “Direniş Ekseni”nin Filistin muhabbetinin canlı bir şahidi ve simgesi!

Gönül isterdi ki Deraa’da daha uzun kalıp insanlarla görüşeyim, yaşadıkları evleri gezeyim. Ama vaktimiz yoktu. Yolda gördüğüm iki hanımla ayaküstü sohbet ettik. Biri artık içinde yaşamadığı bombalanmış evini gezdirdi. Sokak kapısı olarak girişe alüminyum bir sac koymuşlar. Bahçede düşen bombanın açtığı bir çukur vardı. Duvarların bir kısmı hiç yok, kalan duvarlar da kurşun izleriyle dolu. Ev, ayet yazan bir tablo dışında, kapı-pencere dahil tamamen yağmalanmış. 

Hanımların anlattıklarını özetleyeyim: Hayat Deraa’da yıkımlar arasında çok zor. Elektrik ve su yok. Temel ihtiyaç malzemeleri yok. Gıda yetersiz, ekmek pahalı. Kuzeyde Türkiye’nin kontrolündeki alanların aksine güneyde insani yardım yok. Maaşlar çok çok düşük. Çocukları tutuklu veya kayıp aileler çok. Sednaya ve diğer hapishaneler boşaltılırken büyük bir ümitle ve sabırsızlıkla sabah-akşam haber beklemişler, ama gelmemiş. Çok büyük hayal kırıklığı ve acıya gark olmuşlar. Psikolojik olarak çok yorgunlar. Gençler tutuklanır veya kaybolurken onların eşi ve evladı nine-dedelerinin himayesine kalmış. Çalışacak işi olmayan yaşlılar da parasızlıktan torunları büyütmekte zorlanmış, okula yollayamamışlar bile… Bu anlattıkları aslında ülkenin dört bir yanında birçok Suriyelinin hikayesi.

Deraa’nın ardından komşu vilayet Süveyda’ya gittik. Burası Dürzilerin hayat alanı. Dürzi/Arap Dağı’nda yaşıyorlar. Dağlar Ortadoğu’da azınlıkların çoğunluğa karışmadan ve asimile olmadan yaşadığı yerlerdendir. Bu teorik bilgiden hareketle Süveyda’yı erişimi zor bir coğrafya olarak hayal ediyordum.  Beni şaşırtan, şehrin dağın eteklerine yakın, erişimi kolay bir bölgeye kurulu olması. Deraa’daki yıkımı gördükten sonra Süveyda’ya gidince düzgün asfaltlı yolları, ayakta ve sağlam evleriyle buranın önceden zannettiğim kadar bakımsız ve ihmal edilmiş bir bölge olmadığı kanaatine vardım. Belki de Dürzilerin iddia ettiği gibi rejim gerçekten burayı hep ihmal etti, ama savaş yaşamadığından ve yıkıma uğramadığından artık diğer şehirlere kıyasla daha iyi bir görüntü veriyor. Burada tesettürlü sayısı diğer şehirlere kıyasla çok daha az; Dürzi dindarlar geleneksel siyah kıyafet giyip başlarına kadınsa beyaz başörtü, erkekse beyaz takke takıyorlar. Pazaryeri oldukça kaotik. Onun dışında şehir her şeyiyle normal görünüyor.

Gelelim başkent Şam’a. Başkentin çoğu yeri sapasağlamken ve hayat gayet normal bir şekilde akarken şehrin doğusunda bir dönem muhaliflerin eline geçmiş iki bölge yerle bir olmuş vaziyette. Şam Eski Şehre en yakın ilçe olan, hatta kuzeydoğuda tarihî surların bittiği yerde başlayan Cobar, molozlar ve yarı yıkık binalarla dolu, öyle ki yıkımın oranı %90’larda. Kasyun Dağı eteklerindeki, askerî bölgelerin de bulunduğu Kabun ilçesinin ise önemli bir kısmı, ayakta tek bir bina bırakılmayarak un ufak moloz yığınına dönüştürülmüş. Öyle ki şoförümüz M5 otoyolunda ilerlerken “burası Kabun ilçesi” demese bir zamanlar çok katlı binalarla dolu koca bir ilçe olduğunu hiç fark etmeyecek, bomboş bir arazi zannedecektim. Bu nasıl bir intikam diye düşündüm. Ama İstanbul’a gelince nedenini öğrendim. Meğer rejimle iltisaklı işadamlarından Muhammad Hamşu, bombalanan binaların demirlerini çalmak için ilçeyi moloz yığınına dönüştürmüş; tamir edilebilecek hiçbir yapı bırakmamış. (Geçmişte Mahir Esed’le yakın iş ilişkileri olan bu işadamı, Muhammed Sabancı adıyla Türk vatandaşlığı almış ve daha sonra Suriye’de milletvekili olmuş; Türk vatandaşlığı ortaya çıkınca rejim düşmeden iki ay evvel vekilliği düşürülmüş.) Rejimin 2022’de ilçeyi yıkma kararı aldığını da belirteyim. Savaş sırasında yer üstünde yürümenin mümkün olmadığı bu ilçelerde insanlar tünellerde yer değiştirerek hayatta kalabilmişti.

Şam’ın güneybatısında, içinde en büyük Filistin mülteci kampının bulunduğu Yermük de başkentin yıkılan ilçelerinden biri. 150.000 kadar Filistinlinin yanı sıra yüz binlerce Suriyeliye ve ayrıca Iraklı mültecilerden tutun farklı ülkelerden gelen göçmenlere kadar karmaşık bir nüfusa ev sahipliği yapan ilçe üç defa kuşatılmıştı. Kedi-köpek yenebilir fetvalarının verildiği ve açlıktan-susuzluktan ölümlerin yaşandığı en sonuncusu, şiddetli rejim ve Rus bombardımanı altında nüfusun tehciriyle sonuçlanmıştı. Bir zamanlar Şam’ın kültürel faaliyetlerinin merkezi olan ve iyi eğitimli bolca Filistinliye ev sahipliği yapan kamp, artık ağır hasarlı veya yıkık binalarla dolu. Evini tamir imkanını bulan veya bulamayan az sayıda Filistinli kampa geri dönmüş, bazıları dükkanlarını açmış. Ancak Şamlılarla görüştüğümde Yermük ilçesinin yıllarca girişi yasak bölge olarak kaldığını anlattılar. Burada da hasarlı binaların içindeki kapı-pencere, banyo-mutfak dahil her şey ganimet olarak çalınmış. Rastgele girip gezdiğim bir binadaki evin tavanı ve duvarları kartonpiyerlerle süslüydü; içi tamamen boşaltılırken yerlerde sadece bir-iki kıyafet atılı kalmış. Tuz ve Taş Üstünde kitabımda Filistinli Suriyelilerle yaptığım röportajlarda Yermük Kampı’nın geçmişini ve savaş sonrası halini uzun uzun anlattırmıştım. Okumanızı tavsiye ederim. 

Gelelim Şam’ın çevresini saran devasa bir vilayet olan Şam Kırsalı’na; burada özellikle içinde çeşitli ilçeleri barındıran, verimli toprakları ve sanayi tesisleriyle Doğu Ğuta, Şam Kırsalı’nın büyük yıkım alan bölgelerinden. Şam-Humus yolu üzerinde kilometrelerce yıkım görüyorsunuz. Güney kesimler de savaşla yıkıma uğrayan yerlerindendi, ancak oralara gidemedik. 

Rejim, bırakın buralara geri dönmeyi, gezmek için bile girişi yasaklamıştı. Her ne hikmetse Suriyeli sıradan halkın girişine yasak olan bölgelerde bizim vlogerlar çekim yapabiliyordu, hem de Suriye bir istihbarat devleti olmasına rağmen! 

Şam Kırsalı’nda savaşın hiç girmediği yerler de var. Mesela el-Tell ilçesinde nüfusunun %80’i Hristiyan olan Sednaya beldesi sapasağlam ayakta. İsmi “Kutsal Yer” anlamında gelen belde, koskoca bir Meryem Ana heykeliyle gelenleri karşılıyor. Hristiyanlarca kutsal sayılan bu beldede hem Rum Ortodokslar hem de Rum Katoliklerin tarihî önemdeki kiliseleri var. Vaktimiz sadece Rum Katolik kilisesini gezmeye yetti. 500’lerde inşa edilmiş kilisenin adı Ayasofya. Meğer İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’nin mimarı burayı da yapmış. Rahibin ilk Hristiyanların gizlice ibadet ettiği kilise dediği yerin altındaki mağarayı da ziyaret ettik. Ve ardından Sednaya hapishanesinin yolunu tuttuk. 


Sednaya hapishanesi ile Azez’deki hapishanenin mukayesesi

Suriye’de 1980’lerden beri hapse girip çıkmış çokça Suriyeliyle geçmişte görüşmeler yapmış ve Sednaya hapishanesinde yaşananları dinlemiştim. Rejim devrildikten sonra ziyaret edenlerin yazdıklarını da okumuştum; mesela gördükleri manzara karşısında kendini tutamayıp istifra edenler vardı. Ancak beklediğim kadar feci bir ortamla karşılaşmadım ve bu yüzden fazla etkilenmedim. Şoförümüz ve içeriyi gezdiren HTŞ’li genç, bunun geç gelmemden kaynaklandığını, ilk günlerde gitseydim daha feci bir manzarayla karşılaşmış olacağımı söylediler. İlk günler hapishanede çok ağır bir koku ve ürkütücü bir ortam varmış; zamanla bu dağılmış. 

Hapishane koğuşlarının içinde yatak da dahil hiçbir demirbaş eşya yoktu. Mahkumlar muhtemelen beton zemine yatıyordu, tabii ki hücreler aşırı kalabalık değilse. Birçok eski mahkûmdan bırakın yatmayı, oturacak yer bile olmadığını geçmişte dinlemiştim. Mahkumlar kaçarken sahip oldukları her şeyi bırakıp çıkmışlar. Bütün koğuşların yerleri kıyafetlerle doluydu ve aralarında bir-iki battaniye ile bir-iki plastik kap vardı, o kadar. Yanlış hatırlamıyorsam her koğuş içinde bulunan tuvaletin kapısı da yoktu. Hücrelerin duvarlarından kapılarına her şey ne kadar sağlıksız bir ortam olduğunu ortaya koyuyor; zaten çok fazla mahkûm burada hastalanıp hayatını kaybetti. Hapishanenin ayrı bir yerinde mahkumların duş alması için yan yana yapılmış küçük odacıklar vardı ve onların da hiçbirinin kapısı yoktu. Mahkumlar duş almaya girdiğinde gardiyanlar 1’den 10’a kadar sayar, ardından mahkumları kırbaçlamaya başlarmış. Bu duş alanının zemininde de kıyafetler atılıydı, ama bunlar mahkumlarınki değil, alelacele kıyafet değiştirip kaçan gardiyan askerlerin üniformalarıydı. Bir büyük salonun etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Ailelerle görüşme olacağında mahkumları, duvar ile parmaklık arasında yarım metre kadar boşluk olan bu alana yan yana dolduruyorlarmış. Bir kat aşağıdaki karanlık bodruma inip mahkumların kapatıldığı küçük hücreleri de gördük, muhtemelen buralara daha fazla kişi de konmuştur. Bodrumda bir yerde idama mahkum edilenlere giydirilen turuncu kıyafetler vardı. Pres makinesini ve önündeki çukuru da gördük; ancak şoförümüz de, HTŞ’li görevli de makinenin hiçbir yerinde insan dokusuna veya kanına ait iz bulunmadığından bunun başka bir amaçla kullanılmış olabileceğini söylediler. 

Geçen sene Azez’de başında Mardinli bir müdürün bulunduğu hapishaneyi ziyaret etmiştim. O kadar nezihti ki. Mahkumlara dikişten bakır işine ve ahşap oymaya kadar türlü türlü meslek öğretiliyordu. Hatta Suudi Arabistan’daki ilkokulların önlükleri burada mahkumlara diktiriliyordu. Mahkumlar yaptıkları her işin karşılığında para kazanıyor, hatta ailelerine yolluyordu ki mağdur olmasınlar. Havalandırmaya çıktıklarında spor yapabilecekleri çok güzel alanları vardı. Kadınların koğuşuna girmiştim; ranzaları, dolaplarıyla hakikaten insani bir ortamdı. Mahkumların el ürünü olan şahane bir bastonu babama hediye olarak almıştım. Türkiye’ye döndükten sonra mahkumların üretimleri için hapishaneye bir ahşap oyma makinesi bağışlamıştık. Sadece bu iki hapishanenin mukayesesi bile rejimin kendi halkına muamelesi ile Türkiye’nin kuzeyde yaşayan Suriyelilere muamelesi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Tabii burada Mardinli hapishane müdürünün idealizmini, azmini ve gayretini de unutmamak gerekir. Rejimin hapishanesindeki mahkumlar bütün bilgi ve becerilerini yitirmiş, kalıcı fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklarla çıkarken Azez’deki hapishanedekiler meslek edinmiş, üretime katkı vermiş ve sağlıklı bir halde çıkıyorlar. 

Yeni Suriye’nin Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’le görüşmemizde iki erkek kardeşinin Sednaya mahkûmu olduğunu, birisinin hapishanede işkenceler sonucu hayatını kaybettiğini, diğerinin serbest kaldığını anlattı. Tam da bu yüzden birincil görev olarak mahkumların ve ailelerinin rehabilitasyonu ve maddi-manevi güçlendirilmesine odaklandığını anlattı. Bu konuda kapsamlı bir eylem planı hazırlıyorlar ve bizden destek de bekliyorlar. Bu arada Ayşe Hanım uzun yıllar Türkiye’de yaşamış ama Suriye’yi de ihmal etmemiş biri. İdlib’e sık sık gidip gelmiş ve orada birçok sosyal faaliyet yürütmüş. Türkiye’ye geliş sebebi, birçok Suriyeli aileninkiyle aynı: rejimin yaptığı ev baskınları ve genç kızlara yaptığı tecavüzler. Üç kızım vardı, onları korumak için gelmek zorundaydım diye anlattı.


Şam’da hayat

Şam diğer şehirlere kıyasla çok daha nezih; özellikle de devlet kurumlarının, yabancı elçiliklerin ve zenginlerin yaşadığı mahalleler. Suriye’nin mimari güzelliğini hala Şam’da görmek mümkün. Hem tarihî Şam evleri hem de meydanların çevresindeki binaların tarzı mimari estetiğin zirvesi. 

Şam’a akşam geç saatte vardık; güneş enerjisi ve jeneratörü olanlarda elektrik bulunmakla birlikte, şehrin bazı yerleri karanlık. (Jeneratörler de mazotla çalışıyor ve mazot pahalı olduğundan her an istedikleri gibi elektrik kullanamıyorlar.) Ama bu karanlık kesimler bile insanlarla dolu. Başkentin insanlarını ne savaş ne ekonomik kriz ne de elektrik kesintileri yüzünden karanlık geceler gezmekten alıkoydu. Geçmişte Suriye’nin büyük şehirleri, geceleri kadınlar için gayet güvenli olup her saat çok rahat sokağa çıkıp gezerlerdi. Hayat dışarıda capcanlı ve cıvıl cıvıldı. Artık eskisi kadar canlı olmamakla birlikte hala akşamları karanlıkta kadınlar cep telefonlarının ışığını açıp rahatça geziyorlar. (Kırsal kesimler tabii ki böyle değil.)

Suriye’nin yemekleri hala çok lezzetli. Ne yediysek tadı damağımızda kaldı. Yemek porsiyonları bizdekine kıyasla çok daha büyük. Hayatımda yediğim en güzel (sulu ve mis gibi kokulu) mandalinayı Yermük mülteci kampındaki bir seyyar satıcıdan aldığımıza inanır mısınız? Şam’ın restoranları ve kafeleri tıka basa dolu; yani ülkenin bir kısmı temel gıdasını teminde bile zorlanırken diğer kısmı sokakta gönlünce yeme alışkanlığını sürdürüyor, dünyanın savaş ve ekonomik kriz görmüş her yerinde olduğu gibi. 


Şam Emevi Camii’nin yanındaki ilk Türk hava şehitlerini ve Selahaddin-i Eyyubi’nin türbesini 19 yıl sonra yeniden ziyaret edebilmek inanılmaz bir duyguydu. Keza Rükneddin mahallesindeki Muhyiddin İbni Arabi’nin türbesini ziyaret etmek de. 

Kasyun Dağı’na girişler yakın zamanda birinin öldürülmesi nedeniyle kapatılmış. Yakınındaki Meçhul Asker Anıtına uğradık. Hem anıt hem Kasyun Dağı karşı tepedeki cumhurbaşkanlığı sarayına baktığı için savaş boyunca halkın girişine kapatılmıştı. Artık Suriyeliler burada eğleniyor, piknik yapıyor, top oynuyorlar. 

 

2006 ziyaretimde unutamadığım mekanlardan biri tarihî Hamidiye Çarşısı’ydı. Şam’ın ahşap oyma, sedef kakma, gümüş-bakır işleri ve diğer muhteşem el işçiliği eserlerinin satıldığı, geleneksel ürünleriyle ve tatlarıyla göz dolduran çarşının ve çevresindeki diğer çarşıların artık eski özelliğini ve güzelliğini yitirdiğini görmek üzücüydü. Çarşı neredeyse tamamen kıyafet dükkânlarıyla dolmuş, el sanatlarının satıldığı dükkânlardaki ürünler vasatlaşmış. Yine de savaşın girmediği başkent Şam, diğer şehirlere göre çok daha canlı ve mazisini sürdürüyor; tarihî eserler ayakta. Çarşıda en hoşuma giden, seyyar satıcı tezgahlarında gördüğüm Beşşar Esedli çoraplardı; geçmişte böyle bir çorap üretmek düşünülemezdi bile. Başken ayağa düşmek böyle bir şey olsa gerek:)

Tarihte 4. Harem olarak bilinen Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak, Suriye’ye gidenlerin en popüler hedefi. Çok şükür ki biz de orada sabah namazını kıldık, güneşin doğuşunu iç avlunun muhteşem mimarisi altında izledik. Ama benim açımdan bundan daha önemlisi ve değerlisi, fetihten sonra 636’da inşa edilen Suriye’nin en eski camisi olan ve devrimin de sembol mekânı olup defalarca bombalanan Deraa’daki 1400 yıllık Ömeri Camii’nde öğlen namazımı kılabilmekti. Bunu hayal bile edemezdim. Keza Şam’da Seyyide Zeynep Camii ve yine devrimin sembollerinden olan Humus’ta Halid bin Velid Camii’nde ikindi namazlarımı kılabilmek de benim için birer şükür vesilesi. 

Şam’daki Seyyide Zeynep Camii, Filistinlilerin ve Şiilerin yaşadığı sefalet içindeki mahallede altın yaldızlı kubbesi, muhteşem çinileri ve kristalleriyle insanın aklını başından alan güzellikte. Bir caminin içi ile dışı ancak bu kadar birbirine tezat olur. İran’ın jeopolitik çıkarlarının üzerini örtüp dünyanın dört bir yanından Şiileri Suriye’de savaşa “Lebbeyk ya Zeynep” nidalarıyla seferber etmesinin dinî kılıfı, Hz. Ali’nin kızı ve Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep’in metfun olduğu bu türbeyi korumaktı. Tabii bunun somut bir nedeni de vardı: 2006’da Irak’ta Şiilerin kutsal mekanlarından, 12 imamdan 10. ve 11.’sinin metfun olduğu Askeriye Türbesi'ne düzenlenen bombalı saldırılarla türbe tahrip olup bir sürü Şii hayatını kaybederken ülke mezhep temelli iç savaşın eşiğine getirilmişti. Sadece bu değil, başka Şii cami ve türbelerine de saldırılar gerçekleştirilmişti. O dönem el-Kaide’den kopan ve IŞİD’in nüvesini oluşturan Zerkavi ekolünün zihniyetinde türbeler şirk mekanları ve Şiiler de müşrikti… Irak’ta yaşanmış senaryonun Suriye’de tekrar etmemesi ana hedef gibi sunulsa da Suriyelilerin kimlikleri aşan hürriyet ve onur talebini mezhepçi çatışmalara dönüştüren İran’ın kendisiydi. 

Biz saha gözlemine geri dönelim. 2011’den sonra İran’a bağlı Devrim Muhafızlarının koruması ve kontrolü altında olan Seyyide Zeynep mahallesi, rejimin düşmesi ve yabancıların ülkeden kovulmasıyla artık el değiştirmiş durumda. Ama mahallede İran etkisi sürüyor. Türbe girişindeki Şii korumaların Türk olduğumuzu bildikleri halde bize ayrıcalıklı muamele yapmasına ve şirin davranmaya çalışmasına açıkçası şaşırdım. 2006’da İran’dan gelen hacıların türbe avlusunda toplu matemlerini izlemiştim; bu sefer türbe içinde de, avlusunda da yüksek sesli ve toplu hiçbir şey yoktu. Yeni yönetim altında matemlere izin verilme ihtimali şimdilik düşük görünüyor. Mahalle o kadar dökük ki İran’ın -uğruna canlarını veren- dindaşlarının durumunu azıcık iyileştirmek için bile sivil alanda hiçbir şey yapmadığı görülüyor. Suriye’de en çok tuk-tuk gördüğüm mahalle burasıydı. Civarda Suriye’de hayatını kaybedenler için koca bir Şii mezarlığı vardı. 

Şam’da rejim düşmeden evvel bilgi ve belgeleri yok etmek için şebbiha tarafından yakılan bazı binaları da gördük. Bundan biri Göç ve Pasaport Dairesi’ydi. Burası Suriye kurumlarının en modern, en temizlerindenmiş. Nüfus ve tapu dairelerinin yakılması anlaşılabilir; ama göç idaresi neden yakılır bir türlü aklım almadı. Mahir Esed’le ilgili gizli bilgiler olduğu söylendi, kim bilir? 


Şam ve Halep trafiği

Şam ve Halep’te trafik öyle kaotikti ki İstanbul trafiği o kadar da fena değilmiş diye düşündürttü (ama en azından kuralsız ve yavaş da olsa Suriye’de trafik ilerliyor, İstanbul trafiği kurallı olsa da tamamen kilitlendiği vakitler oluyor). Rejim döneminde trafik daha iyiymiş. Peki ne değişti? Rejim düşünce hem kuzeyden hem de yurtdışından yuvaya dönenler veya memleketinin halini keşfe çıkanlar olduğu gibi, aynı zamanda askerî güvenlik noktalarının korkusuyla rejim bölgesinde yıllarca yaşadığı mahalleden dışarı çıkamayanlar da artık şehir merkezlerine gitmeye başladı. İkincisi, İdlib’deki askeri ve sivil görevliler aileleriyle birlikte yeni yönetimde yer almak üzere Şam’a aktı ve bu durum Şamlı elitin pek de hoşuna gitmedi. (Kırsalın Şam’a doluşarak başkenti mahvettiğini düşünenler var.) Üçüncüsü, rejim döneminde benzine kota vardı, parası olan bile aylık kotanın (2 haftada bir 25 litre) üstünde benzin satın alamazdı; dolayısıyla keyfi gezmeler sınırlıydı. Artık kotalar kalkmış durumda. Bu durum benzin fiyatlarını artırsa da insanlar rahatça hareket edebilmenin huzuru içinde. Şehir içi ve şehirler arası yolların kıyısı, Lübnan’dan getirilen mazotu bidonlarda satan seyyar satıcılarla dolu ve bunların sayısı, (Suriye üretimini satan) benzin istasyonlarından kat kat fazla. Bunun en kazançlı iş olduğu söyleniyor. Ama mazotlar oldukça kalitesiz. Bu arada mutfak tüpleri de yollarda seyyar araçlarda dolduruluyor. 

Kaotik yaya ve araç trafiğinde kavga çıkmaması hayret verici. Trafik kazası olduğunda şoförlerin birbirinden özür dileyip, helalleşip yola devam etmesi, Suriyelilerin savaşa rağmen sakin tabiatını ve insani etkileşimi yitirmediğinin kanıtı. Bunda geçmişten beri ülkede doğru düzgün bir hukuk sisteminin, haklının hakkını arayabileceği bir mercinin olmaması da etkili bir faktör. 8 Aralık’tan bu yana trafikte yeterince polis yok; bazı yerlerde bu işi siviller gönüllü yürütüyor, hatta Şam’da trafik polisliğine soyunan küçük bir çocukla bile karşılaştık.

Suriye’de geçmişte halkın ekseriyetinin kendi evi vardı ve ev değil, araba sahibi olmak bir zenginlik alameti olup arabaların birçoğu eski modeldi. Ama artık milyonlar evsiz. Trafik, iyice külüstür araba, otobüs, minibüs ve kamyonlarla dolu; yolların kötü ve mazotun kötü kalite olmasının da etkisiyle en sık rastlanan dükkanlardan biri tamirhaneler. (Suriyeliler geçmişten beri hem araba hem diğer eşyaların tamirinde çok iyidirler.) Yine yollarda -Gazze’yi andırırcasına- bolca at arabası, motosiklet ve tuk-tuk gördük; bunlar da savaşın bir ürünü. Bu manzara karşısında Esed’in saraylarının otoparkından çıkan ultra-lüks 1000 küsur arabayı hatırlayınca öfkelenmemek elde değil. 


Suriyeliler memleketine geri dönebilecek mi?

Şehirler arası yollarda sınırlı miktarda eşyayla yüklü kamyonlarla memleketlerine dönenlere şahit olduk. Ama bu trafik yoğun muydu derseniz, hayır. Bu da yıkımın ve yağmanın büyüklüğünden kaynaklanıyor. En kalitesiz kapı-pencere fiyatının 40-50 dolar olduğu bir ortamda, bombalanmayıp sadece yağmalanmış en küçük evin bile tamir masrafını -mülteci akrabalardan veya yardım kuruluşlarından desteksiz- karşılayabilecek aile sayısı az. (Esed rejiminin memur maaşı 20 dolardı; kuzeyde ise -en yüksek maaşlardan birini alan meslek grubu olan- öğretmenlerin eline geçen aylık 80 ila 100 dolardı. Oysa Suriye’de lüks değil, normal bir hayat sürmek için gerekli asgari maaş 400 dolardı.) Tam da bu yüzden rejim düştüğünde memleketine koşanlar evinin halini görünce çarnaçar kuzeydeki çadırlarına veya konteynerlerine geri döndüler. Suriye’de fakirlik sınırında yaşayanların oranı yüzde 90’larda. Orta hasarlı bir binanın tamir masrafını on yıllarca çalışsalar biriktiremezler. Tam da bu yüzden bazıları “Bizi bu çadırlardan ancak Allah’ın bir mucizesi kurtarabilir” diyorlar. (Azez’den Şam’a küçük bir kamyonla taşınma masrafı da 300 dolarmış.)

Geri dönüş önünde tek engel evlerin durumu değil; memleketinde elektrik, su, internet, sağlık ocağı, okul, bakkal gibi yaşayabilmek için gerekli asgari şartlar bile bulunmayanlar var. Bir de rejim bölgesinde hayat kuzeye kıyasla çok daha pahalıydı, hâlâ öyle; geçimini sağlayabilmek için kuzeyde kalışlar sürecektir. Kimisi içinse geri dönüş, savaşın acı hatıralarının ve travmaların nüksetmesi demek; sevdiklerinin öldürüldüğü veya tecavüze uğradığı eve kim dönmek ister? Evi tamamen moloz yığınına dönmüşlerin zaten hiç geri dönme şansı yok. Her şeye rağmen geri dönmeye kararlı olanlar az değil; çoğu, okulların kapanmasını bekliyor.

Köyler bir-iki katlı evlerden oluşuyor. Bunların tamiri veya yeniden inşası, ilçelerde ve şehir merkezlerindeki çok katlı hasarlı binalara kıyasla daha kolay görünüyor. STK’larımız köylerden başlayarak yeniden inşa sürecine katkı sağlayabilir. Aynı zamanda tarım ve hayvancılığa destek verilirse bu alanda iktisadi toparlanma imkânı doğar. Tabii bunun için bir de tarlalardan ve evlerden mayınların, tuzakların ve patlamamış mühimmatın temizlenmesi gibi zorlu bir görev var. Bazı bölgelerde geri dönenleri bekleyen en büyük tehlikelerden biri patlamamış bombalar olacak. Bu arada savaşın yıllar evvel bittiği yerlerde bile patlamamış bombalar yüzünden her hafta onlarca Suriyelinin öldüğünü veya yaralandığını biliyor musunuz? Bütün savaş bölgelerinde silahlar sustuğunda bile pusuda bekleyen mayınlar, tuzaklar, misket bombaları vs. yıllar boyunca can almaya devam eder. 1980’lerde Afganistan’da Rusların gömdüğü kara mayınları hala can alıyor biliyor musunuz?

Evi yıkılmayanlardan geri dönenlerin bazılarının karşılaşacağı önemli bir problem, onların yokluğunda rejimin evleri kendi adamlarına vermesi/satması veya evsiz kalıp göç edemeyenlerin sağlam evlere yerleşmeleri. (İran’a bağlı yabancı milisler de Suriyelilerin evlerine konanlardandı; ama rejimin değişmesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.) Aynı ev üzerinde hak iddiası, bazı tapu dairelerinin yakıldığı ve dijital kayıtların zaten olmadığı bir ortamda ciddi problemlere gebe. 

Kuzeyde çadır ve konteynerde yaşayanların bir kısmı evlerine kısa sürede dönemeyecekleri gerçeğiyle yüzleşseler bile rejimin devrilmesinden çok mutlular, adeta bir şok-terapi olan hızlı bozgun karşısında psikolojik olarak rahatladılar. En azından artık kuzeyde daracık bir alana kıstırılmış halde değiller, Türkiye rejimle barışırsa başımıza neler gelir, nasıl katlediliriz korkusuyla yaşamaktan kurtuldular ve serbestçe ülkelerinde hareket etme özgürlüğüne kavuştular. Gayriinsani şartlarda yaşasalar bile en azından mallara ve hizmetlere Suriye’nin geneline kıyasla çok daha düşük fiyatlara ve sürekli ulaşabiliyorlar. 


Esed hanedanın devrilmesinin yol açtığı mutluluk ve meydan okumalar

Suriyeliler, rejim bölgesinin her yerini dolduran Esed fotoğrafları ve heykellerinden kurtuldular; yarım yüzyıl sonra Esedlerden arındırılmış bir Suriye silüeti inanılır gibi değil. Keza 2011’den sonra ülkenin her yerinde kurulan ve insanların kaybedildiği, tutuklandığı veya en hafifinden rüşvet kapanı olan askerî kontrol noktalarından kurtulup hareket serbestisine kavuşmaktan da çok mutlular. Savaş yıllarında ve sonrasında girişi yasaklanmış bölgelerde artık gezebilmenin tadını çıkarıyorlar. Halep Kalesi ve Hama’daki meşhur su değirmeni gibi merkezler, üzerinden iki ay geçmesine rağmen hala özgürleşmeyi kutlayanların uğrak yeri. Şoförümüzün deyimiyle, insanlar her gün ama her gün rejimden kurtulmanın şerefine kutlamalar yapmaya doyamadılar.

Halkın mutluluğu ve kutlamalar Suriye’de işlerin yolunda gittiği manasına gelmiyor. Çünkü Esed rejimi çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ve toparlanma on yıllar alacaktır. İnsanlar temkinli bir iyimserlik içinde. Problemlerin hızla çözülmesini beklemiyorlar. Hemen herkesin uzlaştığı görüş şu: Biz Esed rejimiyle yeryüzünde cehennemi yaşadık; yerine kim gelirse gelsin ondan beter olamaz… Halk, öylesine savaştan ve iktisadi krizden bıkmış, bedenen ve ruhen yorgun düşmüş durumda ki temel talep, bir an evvel istikrara ve güvenliğe kavuşmak ve hayat şartlarının biraz olsun düzelmesi (maaşların artması, daha fazla elektrik ve su verilmesi vs.). Ahmed eş-Şera’yı kimisi kurtarıcı kahraman sayıyor, kimisi ideolojisinden hoşlanmasa ve ürkse bile ülkenin kurtuluşu için tek şans olarak görüyor. Azınlıklar bile ona mühlet veriyor. Rejimin devrilmesinden bu yana elektrik verilme süresinin azalması, ısınamama, maaş alamama gibi problemlere rağmen insanların çoğu gelecekten umutlu. İktisadi toparlanma için yazın diasporanın ülkeye dönüşünü bekliyorlar. 

29 Kasım’da Halep’in düşmesinden itibaren rejimle işbirliği içindeki tüccarların tekelciliği ve karaborsacılığının bitmesiyle gıda fiyatları düşmüş. Şam’da ise artmış. Suriye lirası dolar karşısında değerlenmeye başlamış; öyle ki rejim düşmeden evvel tarihî zirvesindeki dolar kuru, Ahmed eş-Şera’nın Türkiye ziyareti sırasında yarıya düştü, ama sonra yeniden tırmanışa geçti. Dövizin oynaklığı ve şehirden şehre, hatta döviz bozandan bozana değişmesi büyük bir problem kaynağı. Türk malları dahil kaliteli yabancı ürünlerin piyasaya girmesinden insanlar memnunlar (geçmişte rejim bölgesinde de vardı ama tezgâh altında gizli satılıyordu). Ancak uluslararası yaptırımlar kalkmadan ekonominin toparlanamayacağını ve çökmüş altyapının tamirine başlanamayacağını biliyorlar. Batı da aslında Esed rejimine karşı koyduğu bu yaptırımları yeni yönetimi istediği hizaya getirmek için bir koz olarak kullanıyor.

En büyük problem, savaşta altyapının çökmesi ve tamir için gerekli edevatın yaptırımlara takılması nedeniyle elektrik ve su gibi en temel ihtiyaçların temin edilememesi. Rejim döneminde zengin mahalleler hariç diğer yerlere günde sadece iki saat elektrik, haftada bir-iki defa su verilebiliyordu. Yaptırımlar kalksa ve altyapının düzeltilmesi için canla başla çalışılsa bile yıl sonuna kadar günde en fazla 8 saat elektrik verilebilir hale gelineceği uzmanların tespiti. 7 gün 24 saat elektrik verilmesi ise yıllar alacaktır. İkinci temel problem maaşların çok düşük olması. Yeni yönetim, rejim döneminde ortalama 20 dolar olan memur maaşlarını dört kat artırma sözü verdi. Ülke, sadece maaş alan hayali memurlarla dolu; yeni yönetim kim ne görev yapıyor bunun envanterini çıkarmaya çalışıyor. 

Gelelim emniyete. Ordu, polis ve istihbarat teşkilatlarının lağvedildiği veya yeniden şekillendirilmekte olduğu bir süreçte ülkede emniyet boşluğu var. HTŞ’nin her yerde emniyeti sağlayacak kadar adamı yok; bir yandan eski rejimin adamlarından suç işlememiş askeri ve sivil personeli görevinde tutuyor, diğer yandan yeni asker ve polis adaylarını seçiyor. Şehir içlerinde kontrol noktaları artık neredeyse yok, vilayet girişlerinde var ama sembolik. Aracımıza ilk bomba araması yapılan yer, yanlışlıkla gittiğimiz Ürdün sınır kapısıydı. Hal böyleyken şimdiye kadar merkezlerde büyük bir bombalı saldırı gerçekleşmemiş olması hem bir mucize hem de Suriye halkının artık savaş istememesinin bir yansıması. IŞİD’in Şiilerin Suriye’deki en kutsal mekânı Seyyide Zeynep Türbesi’ne bombalı saldırı girişimi istihbarat sayesinde engellendi; engellenemeseydi bir Sünni-Şii çatışması tetiklenebilirdi. YPG de geri çekildiği yerlerde bombalı saldırılar düzenliyor. Mevcut emniyet boşluğunda dış güçlerin ortalığı karıştırmak için casuslarını ve terör örgütlerini harekete geçirmesi hiç zor değil. Ayrıca Rusya’nın çekilmesiyle hava savunma sisteminden mahrum kaldığı bir ortamda Suriye İsrail’in hava saldırılarından kendini koruyamaz durumda. Hoş, Rusya varken de İsrail yıllardır Suriye’de İran ve Hizbullah hedeflerini çok rahat bombalıyor, hatta rejimin silah üretim merkezlerine havadan asker indirerek operasyonlar düzenliyordu. 

Rejimin adamları buharlaşıp gitmedi. Kimisi af fırsatını değerlendirip silahlarını teslim etti, kimisi -özellikle sahil kesimi ve Humus kırsalında- silahlı direniş hazırlıkları yapıyor ve zaman zaman çatışmalar yaşanıyor. Yeni yönetimin güvenlik birimleri, hala silahlarını bırakmayanların, uyuşturucu çetelerinin ve geçmişte suç sicili kabarıkların peşinde olup sık sık güvenlik operasyonları yürütüyor. Şam’da giderken hem -gövde gösterisi mahiyeti de taşıyan- upuzun araç konvoyuyla operasyona giden bir ekibe rast geldik hem de bir şebbihanın güvenlik güçlerince zorla bir kamyonete bindirilmeye çalışılırken ailesinin direnme anına şahit olduk. Güvenlik güçlerinin kontrolü dışında sokaklarda intikam amaçlı bireysel infazlar oluyor. Sevdiklerinin katili, işkencecisi veya tecavüzcüsüyle karşılaşanları intikam eylemlerinden caydırmak hiç kolay değil. Bir yanda insanlarda intikam ateşi yanarken diğer yanda iç barışı, bütünlüğü ve istikrarı temin etmek zor bir iş. Tam da bu yüzden bir an evvel geçiş süreci adaletini tesis için şeffaf ve güvenilir mahkemeler kurulması elzem.

Fırat’ın doğusunun hala SDG kontrolünde olması da diğer bir problem. Şam’ın egemenliğini kabul etmesi ve YPG’nin lağvedilip silahlı grupların milli ordu çatısı altına girmesi konusunda SDG ile müzakereler sürüyor. PYD-YPG’nin fazla şansı olduğunu düşünmüyorum; önünde sonunda yeni yönetime boyun eğecektir. Suriye’nin kaynakları SDG kontrolündeki bölgede olduğundan Fırat’ın iki yakası birleşmeden Şam’da herhangi bir yönetimin iktisaden ayakta kalması mümkün değil. 


Sahanın hatırlattıkları…

Deraa’nın komşusu Dürzi vilayeti Süveyda’yı, Şam Kırsalı’nda Hristiyan nüfuslu Sednaya’yı, Halep’in ve Şam’ın Hristiyan bölgelerini, Şam’ın Şii bölgesi Seyyide Zeynep mahallesini de gezdim. Hepsinin ortak özelliği, azınlıkların yaşadığı bu bölgelerde binaların ve yolların sapasağlam oluşu (sadece Seyyide Zeynep mahallesi çok bakımsız). İçeri girip gezemesem de elektrik kablolarının uzandığı Halep Kırsalı’ndaki Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldelerini de uzaktan gördük. Zihninizde hiçbir mezhepçi algı olmasa bile kuzeyden güneye ülkeyi gezerken bombalanan, nüfustan arındırılan, tamamen veya kısmen yerle bir edilen bölgelerin hep Sünni yerleşimler olması, etnik ve dini azınlık bölgelerinin sağlam olması manzarası karşısında öfke hissetmemek mümkün değil. Rejim tarafından gayet bilinçli ve planlı bir yıkım ve tehcir politikası izlendiği o kadar aşikâr ki; tıpkı İsrail’in Gazze’de yaptığı gibi…

Söylemler ile sahadaki gerçekler arasında en büyük tezatlardan biri, “Direniş Ekseni” adı altında Filistin davasının en büyük savunucusu olduğunu iddia eden Esed rejimi, Hizbullah, İran ve ona bağlı milisler, sözümona İsrail’e karşı kurulmuş ama amacından sapmış Filistin Kurtuluş Ordusu, FHKC-GK gibi Filistinli sol örgütlerin her türlü silahı hiç çekinmeden kullanıp kısmen veya tamamen yıktığı Filistin mülteci kampları. Şam’daki Yermük Kampı’ndan zaten bahsettim. Suriye’deki Filistinli mültecilerin kahir ekseriyeti savaştan evvelki evlerinde yaşamıyor ve üçte biri ikinci defa mülteci konumuna düşüp Türkiye, Avrupa vd. ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Komşu ülkelerdeki geri dönüş hayalinden hiç vazgeçmemiş bu Filistinli mültecilerden kurtulmak, İsrail’in on yıllarca yapmak isteyip de yapamadığı şeydi. Ürdün’den sonra en iyi şartlarda yaşamış Suriye’deki Filistinliler, iç savaştan Suriyeliler kadar etkilendiler; Gazzelilerden çok daha evvel katledildiler, tutuklandılar, yersiz yurtsuzlaştılar, mülksüzleştiler. Beşşar Esed’in kendi halkına ve yandaşı olmayan Filistinlilere karşı kullandığı yöntemler ile 7 Ekim’den sonra İsrail’in Gazzelilere karşı yöntemleri arasında hiçbir fark yoktu. Tam da bu yüzden Suriyelilerin bir kısmı Filistin davası, direniş vs. dene dene kendilerinin katledilmesi, tehcir edilmesi, mülksüzleştirilmesi, işkence ve tecavüz edilmesi karşısında bu davadan soğudular.

Geçtiğimiz 14 yılda sahayı bilmeden, görmeden masa başından ahkam kesenler, Suriye konusunda kamuoyunu çokça yanlış bilgilendirdiler. Ama bir de sahadan kasıtlı yalan bilgi yayanlar vardı. Suriye’de her şey normalmiş gibi yayınlar yapan vlogerların ne kadar ahlaktan, vicdandan ve insanlıktan yoksun etki ajanları olduğunu anlamak için illa Sednaya hapishanesini gezmeye gerek yok. Gerek Türkiye’den Ürdün sınırına uzanan 526 kilometrelik otoyol boyunca ilerlerken gerekse başkent Şam dahil bütün büyük şehirleri çevresiyle birlikte gezerken de şahit olunan manzara, Suriye halkının on dört yıldır neler çektiğini ve rejimin neler yaptığını çok net ele veriyor. Gazzeliler ne yaşıyorsa, Suriyeliler de onu yaşadı; biri işgalci dış düşman, diğeri kendi devleti ve ordusu eliyle… Ama Suriye’de yaşananlar görülmek/gösterilmek ve bilinmek istenmedi, bilinçli bir tercihle. Bilgilerimizi ve bilgi kaynaklarımızı sorgulamak için ilk fırsatta Suriye’ye gitmeli ve yaşananları yerinde görmeliyiz. 

Benim açımdan en şaşırtıcı şeylerden biri, 2012’de köyünde eline ilk silah alanlardan biri olup 2014’e kadar rejimle ve IŞİD’le savaşmış, ardından sivil savunma birimine katılıp enkazlardan sivilleri kurtarmış, gencecikken 2003 Irak işgalinde Suriye’den Irak’a cihatçı taşımış eski bir ÖSO savaşçısının dilinden Allah yolunda cihat kelimesini hiç düşürmediği halde tek bir vakit bile namaz kılmamasıydı. Rejimi deviren HTŞ’ye tam destek verirken Ahmet eş-Şera hayranıydı; ama İslami bir yönetim kurulmasına karşıydı. Türkiye’ye dönünce, sürekli cihat deyip namaz kılmayan başkaları da var mı diye Azez’deki Suriyeli bir tanıdığıma sorduğumda böylelerinin olduğunu anlattı. Namazsız cihat bizim pek akıl erdiremeyeceğimiz bir husus. Bu vaka, sahanın masadan bakıldığı gibi olmadığını, sahada araştırma yapmanın ne denli önemli olduğunun çarpıcı bir örneği. 

Şam’da kalışımız Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’le randevumuzun son anda ayarlanabilmesi nedeniyle bir gün uzayınca yeni bir otel bulmak zorunda kaldık. Ancak rejim devrildikten sonra yurtdışından ve yurtiçinden başkent Şam’a akın olduğundan önceden rezervasyon yapmadan düzgün bir otel bulmak imkânsızdı. Son geceyi geçirdiğimiz otelde Suriyelilerin hayatını biraz olsun tattık: emniyetsizlik hissi, oda içinde eşyaların asgari düzeyde ve oldukça eski olması, elektrik duylarının çalışmaması, geceden sabaha kadar elektrik kesintisi, camların kenarından içeri giren soğuk hava, çalışmayan klima, ısınma imkanı olmaması yüzünden üşüme… Oteli ve odayı gördüğüm an “Biz burada kalmayız” dedim, ama ardından söylediğimden utandım. Bir geceyi geçirmeye razı gelmediğim halin kat kat beteri şartlarda Suriyeliler yıllardır yaşamaya çalışıyor. Dahası, başını sokabileceği böyle bir odası dahi olmayıp yıllardır çadır içinde ailecek yaşamaya mahkûm kalan yüz binler var. Biz en azından bu otel sayesinde başımızı sokabilecek bir oda bulabildik, ama şoförümüz arabanın içinde sabahladı. (Suriye’de otellerin geçmişte de bizim standartlarımızın çok altında olduğunu belirteyim.)


Bu Suriye ziyaretimde kuzeyden güneye bir güzergâh izleyerek en önemli şehirleri gezdim; bir dahaki ziyarette batıdan doğuya bir güzergahla yeni yönetimin henüz tam veya hiç kontrolüne alamadığı vilayetleri gezmek ve sahada gördüklerimi size aktarmak istiyorum. Dua edelim, Suriye doğrusuyla batısıyla yeni Suriye yönetimi altında birleşsin ve paramparça olan Suriye halkının acıları son bulabilsin.



6 Şubat 2025 Perşembe

Z.T.KOR: 2. YILDÖNÜMÜNDE 6 ŞUBAT DEPREMLERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

2. YILDÖNÜMÜNDE 6 ŞUBAT DEPREMLERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Zahide Tuba Kor

6 Şubat 2025


Asrın felaketinin üzerinden iki sene geçti. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabırlar diliyorum.

Kahramanmaraş merkezli 11 şehrimizi etkileyen felaket, ülkemizin bir başka yerinde de meydana gelebilirdi. Sizce sonuç değişir miydi? 

Öncelikle şunu belirteyim: Hepimiz her an her yerde türlü şekillerde büyük imtihanlarla yüzleşebiliriz, yüzleşeceğiz. Çünkü insanoğlunun yeryüzüne geliş gayesi imtihan olmaktır. Ahiret notumuz, iyi gün hallerimizden ziyade, dünya imtihanlarında takındığımız tutumlara göre verilir, tıpkı okullardaki karne notları gibi… 

Sizce 6 Şubat 2023 imtihanından aldığımız notlar ne olmuştur? Yıldönümleri en iyi muhasebe vaktidir. Buyurunuz...

İbretlik sahnelere ve unutulmaz acılara sahne olan o depremden bu yana hayatımızda neleri değiştirdik? Hangi hatamızla yüzleştik, bir daha yapmamaya ahdettik? Hangi iyi davranışımızı artırma noktasında titizlik gösterdik?

Dünyevi ve uhrevi hayatımızı düzenlemek için konmuş hem devletin hem de Allah’ın kanunlarına ve kurallarına uyma noktasında gayretimiz arttı mı? Peki bu kanunları ve kuralları gerçekten biliyor muyuz, bilmiyorsak öğrenip uygulamak istiyor muyuz? Kanun ve kurallarla, helal ve haramla ilişki biçimimiz nedir? Mesela öğrenci olduğum 1990’lı yıllarda sıklıkla duyduğum gibi, kanunlar çiğnenmek için midir?

Zihnimiz hâlâ kanunların bir boşluğunu bulup şahsi menfaat devşirmek için mi çalışıyor? Kanunlar ve kamu menfaati şahsi menfaatimizle çeliştiğinde hangisini önceliyoruz? Peki ya kendi görev ve sorumluluklarımızı layıkıyla ve daha önemlisi emanet bilinciyle yapıyor muyuz? İşini doğru yapan ve kurallara uyanlardan, uyulmasını bekleyenlerden, uymayanlara hesap soran ve cezalandıranlardan (hele de cezalandırılan kendimizsek) hoşlanıyor muyuz, yoksa aleyhlerine türlü tezviratlar mı yapıyoruz? 

Eğer ki bu sorularla -o vakitler bir milat sayılan- 1999 Büyük Marmara Depremi’nde yeterince yüzleşsek ve kanunlara uyarak yaşamayı ve iş yapmayı kabullenebilseydik çeyrek yüzyıl sonra bu denli korkunç bir darbe almaz, bu kadar çok insanımızı yitirmezdik.

7 Ekim Aksa Tufanı’ndan bu yana Filistin’le ilgili konuşmak üzere şehir şehir gezdim; bu vesileyle Kahramanmaraş, Adana, Mersin, Gaziantep, Malatya, Şanlıurfa, Diyarbakır’a gittim. Sohbet imkânı bulduğum herkese, depremle birlikte insanların hayatında olumlu-olumsuz ne tür değişimler yaşandığını sordum. Hepsinden aldığım cevap aynıydı: “İyiler daha iyi, kötüler daha kötü oldu.” Yani tövbe edip kötülükten iyiliğe geçiş yapan yok denecek kadar azdı, hem de ölümü enselerinde hissettikleri halde... Üç ay evvel gittiğim bu şehirlerden birinde ise aynı soruyu sorduğumda aldığım cevap şu oldu: “Herkes daha kötüye gitti. Olumlu hiçbir şey yok.” Düşündürücü ve üzücü bir cevaptı... İlahî bir ikaz olan yıkıcı bir depremle bile iyileşemiyorsak acaba bizi ne ıslah edebilir? 

2023 depremi -süresi, kapsamı, mevsimi, beraberinde getirdiği ilave felaketler bakımından- 1999’dakinden katbekat beterdi. Bir sonraki depremin veya başka türlü afetlerin 2023’tekinden beter olmaması için geçmiş tecrübelerden ibret alarak devletiyle, halkıyla hep birlikte kendimizi sorgulamalı ve zihniyetimizi, iş yapma tarzımızı, hayatımızı düzeltmeye çalışmalıyız. 

Deprem, binalarımızın birçoğunun ne kadar kuralsız ve çürük inşa edildiğini gösterdi. Veya bir kısmı kuralına uygun ve sağlam inşa edildiği halde esnafın dükkanını, daire sahibinin evini “daha güzel” veya “daha kullanışlı” kılmak için yaptığı tadilatlar (kolon kesimi vs.) yüzünden çöktü gitti.

Bu depremle 11 ilin müteahhitleri, mimarları, mühendisleri, inşaat işçileri, kontrol memurları, imar izni veren belediye çalışanları, belediye başkanları, ayrıca bakanlar ve belediye seçimleri öncesi halkın talebi diye imar affı getiren hükümetlerin işini ne denli layıkıyla ve emanet bilinciyle yapıp yapmadığını ispatladı. İşin ilginci, tek bir yetkili bile sorumluluğunu yeterince yerine getir(e)memenin utancı içinde görevinden istifa etme cesareti ve yiğitliği gösteremedi. 

Bütün mesele, inşaat sektöründen ve belediyecilikten mi kaynaklı? Peki ya diğer meslek sahipleri? Sizce diğer işlerimiz, ürünlerimiz, kurumlarımız, sistemlerimiz binalarımızdan daha mı sağlam? Yoksa onlar, 7-8 şiddetinde deprem gibi bir büyük imtihanla sarsılmadığı için mi sağlam görünüyor? Mesela yediğimiz-içtiğimiz gıda ürünleri yaşadığımız evlerimizden daha mı iyi ve sağlıklı? Peki eğitim sistemimiz veya aile kurumumuz, çocuk yetiştirme tarzımız? Peki ya bilgimiz? Her konuda özgüvenle(!) konuşma cesaretimiz sağlam bilgi sahibi olmamızdan ve uzmanlığımızdan mı kaynaklı? Kadın programları, dizileri, yarışmaları, haber içerikleriyle medyamız şiddetle sarsılabilseydi acaba sonuç ne olurdu?

Peki ya dünyada yaptığımız ve yapmadığımız, söylediğimiz ve söylemediğimiz her şeyden hesaba çekileceğimiz kıyamet günü için hazırlıklarımız sağlam mı? Yoksa dünyada yanlış yaptığımızda hesap sorulmaktan kurtulmak için çevirdiğimiz dolapların benzerini ahirette de yapabileceğimizi mi zannediyoruz?

6 Şubat ve müteakip depremler, sadece dünyamıza değil, ahiretimize de tutulmuş bir aynaydı. Dünyada işini hileyle hurdayla yapıp sonra da ahirette cennete konacağını zannetmek ancak bir vehimden ve kendini kandırmaktan ibarettir. Çünkü Bakara suresinde buyurulduğu gibi, "Yaptığınız işleri güzel yapın, Allah işini güzel yapanları sever". İster cehaletten isterse kasten işini dosdoğru yapmayanların, şahsi menfaatlerini kamu menfaatine önceleyenlerin on binlerce insanımızın ölümü ve sakatlanmasının vebalini taşıdığını, milli serveti de tükettiğini unutmayın. 

İbret alanlardan, hatasından ders çıkaranlardan, tövbe edenlerden, âyette (Hud, 112) buyurulduğu üzere “emrolunduğu gibi dosdoğru olanlar”dan olabilmeyi Allah hepimize nasip etsin.

Son olarak, bizi yok etmeye çalışan dış güçler diye sayıklamayı bırakıp kendi kendimizi yok etmedeki payımızla yüzleşme zamanı; işimizi düzgün yapmayarak, kanunları ve kuralları çiğneyerek, hurdaya hileye başvurarak, bilgisizlikte ısrar ederek, nefislerimizi ve menfaatlerimizi önceleyerek, hesap günü unutarak…

Allah bir daha ülkemize benzer acılar yaşatmasın; bizleri işlerimiz ve  eylemlerimizle böyle acıların yaşanmasının müsebbibi kılmasın.


10 Ocak 2025 Cuma

Z.T.KOR İLE GÖÇ VE GÖÇMENLİK MESELESİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE GÖÇ VE GÖÇMENLİK MESELESİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

Vefa dergisi, Kış 2025, sayı 25, sf. 4-11

Söyleşiyi yapan: Melih Sâdık Küçüker


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Son haftalarda Filistin’den Lübnan’a da sıçrayan İsrail soykırım ve vahşeti olası göç dalgalarını da gündeme getirirken ülkemiz Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları adına başarılı bir tahliye operasyonuna imza attı. Anadolu topraklarında göçmenliğin nasıl bir tarihi tecrübesi var?

Anadolu, tarih boyunca göç yolları üzerindedir; hem göç almış hem göç vermiş hem de geçiş ülkesi olmuştur ve bu vasfı, coğrafya kader olduğundan değişmeyecektir. 

Rusların 1783’te Kırım’ı ilhakıyla coğrafyamıza göç dalgası başlar. Daha sonra Boşnaklar, Pomaklar; Girit, Mora, Epir, Sakız, Teselya Müslümanları; Romanya, Bulgaristan ve Karadağ Müslümanları gelirler. Bunların hepsi Türk değil, bir kısmı Balkanların Müslümanlaşmış Slav halklarıdır. Ayrıca Macar ve Polonyalı mülteciler de gelir. Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Gürcüler, Çerkezler, Dağıstanlılar, Azeriler göç eder. 1880’lerden itibaren Rus Çarlığı’ndaki pogromdan kaçan Aşkenaz Yahudiler gelir. 1912-1913 Balkan Savaşlarında Arnavut, Makedon ve Bulgar Müslümanlar göçer. Daha ilginci, 1917 Bolşevik Devrimi sonrası devrik Çar ailesinden hayatta kalanların İstanbul’a sığınmasıdır. Lozan’dan sonra nüfus mübadelesiyle Batı Trakya dışındaki Müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye gelir; İstanbul dışındaki Rum nüfus da Yunanistan’a göçer. 

Kısaca Osmanlı’nın toprak kayıplarıyla içeri 5 milyon Müslüman akarken Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle 2 milyon Hristiyan nüfus (Ermeniler, Rumlar) dışarı çıkar. Öyle ki tarihte ilk defa Anadolu dini bakımdan bu kadar Müslüman, etnik bakımdan da bu kadar Türk ve Kürt olur. Bu arada Osmanlı, Balkanlar ve Kafkaslardan göçenlerin bir kısmını Suriye coğrafyasına yerleştirir. Anadolu’da kalanlara biz bugün Türk diyor, Suriye’ye yerleştirilenleri Arap sayıyoruz; halbuki kökenler aynıdır. 

20. yüzyıl boyunca Balkan ülkelerinden göçler devam eder. Almanya’da Nazilerin yükselişiyle Almanlar ve Yahudilerden İstanbul’a göç olur. Doğu Türkistan komünist Çin’in kontrolüne geçtikten sonra 1950’lerde bugüne kadar süren Uygur göçleri başlar. İran’da 1979 Devrimi sonrası Humeyni rejiminde yaşamak istemeyenler gelir. Sovyet işgali nedeniyle 1980’lerde Afganlar ülkemize sığınır. 1990’larda Bosna ve Kosova savaşları sırasında Boşnak ve Arnavut göçü yaşanır. 1991 Körfez Savaşı akabinde Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde çıkan isyanı Saddam Hüseyin’in ordusu bastırmaya kalktığında büyük bir Iraklı Kürt nüfus sınırımıza gelir. Kısaca, çevre coğrafyalarda her ne zaman savaş ve istikrarsızlık yaşansa İstanbul ve Anadolu ana göç istikametlerinden biri olur. Kimisi savaştan sonra ülkesine geri döner, kimisi Avrupa’ya veya başka ülkelere gider; kimisi de ülkemizde kalır.

Ayrıntılı bilgi için bkz. Bekir Berat Özipek ve Faik Tanrıkulu’nun Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler (Nobel, 2021)

 

Peki savaşlardan kaçıp ülkemize sığınan bu göçmenlere yerel halkın tepkisi nasıl olmuş?

Kapılarını açıp her türlü yardımı yapanlar olduğu gibi, onları devletin ve halkın sırtında bir yük görüp çekip gitmeleri için eziyet çektirenler de olmuş. Aslında tepki türleri her devirde ve her coğrafyada benzerdir. Durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan Samiha Ayverdi’nin Hey Gidi Günler Hey (sf.83) kitabından bir alıntıyı paylaşayım. “Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akın eden muhacir kafileleri onların neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmesine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlerse’ diyorlardı.” Balkan göçmenlerinin Türkiye’de doğmuş sonraki nesillerinden bile okulda veya mahallesinde dışlamayı tadanlar olmuş. Ama nihayetinde bu ülkenin bir parçası haline gelmişler. Daha ilginç olan, İstiklal Harbi’nde kendi babaannemin yaşadığı Aydın’a Yunan ordusu girerken ve etrafı ateşe verirken Menderes Nehri’nin bir tarafındaki ahali öbür tarafına kaçmış. Dul kalan ninem de iki küçük çocuğuyla kaçanlardanmış. Nehrin öte tarafındaki varlıkları beklenenden uzun sürdüğü ve sokaklarda kaldıkları için yerel ahali şöyle sayıklar olmuş: “On günler yetmedi, bitli muhacirler gitmedi.” Hâlbuki ikisi de Aydın’ın kendi ahalisi. 

Yani şunu görüyoruz: Göçmenin sadece yabancısı değil, yerlisi de -eğer kalış süresi uzarsa- rahatsızlık uyandırıyor. Bu sürenin on yıl olması gerekmiyor, babaannemin örneğinde on günler bile yetiyor. Kahramanmaraş depremlerinden sonra da bazıları depremzedeleri bağrına basıp kendi evini, eşyasını, her şeyini paylaştı; bazısı ise doğrudan veya dolaylı metotlarla geri dönmeye zorladı, kaçırttı. Böyle acı hikayeleri depremzedelerden dinledim. Kısaca, misafirliğin kısası makbul sayılıyor, uzadıkça huzursuzlukları tetikliyor. 

Yüzyılın başından itibaren ulus devletlerin çoğalması ile birlikte zihinlerde Suriyeli, Ürdünlü, Lübnanlı gibi kimlik kalıpları oluştu. Halbuki bu ülkelerde birçok mülteci kampları ve göçmenler de bulunuyor. Arap coğrafyasındaki göçmen hareketlilikleri ulus devletler için bir kimlik çatışmasına sebep oluyor mu? 

Aslında ulus-devlet dense de Ortadoğu uluslaşmamış bir devletler sistemidir. Çizilen sınırların içine farklı kimlikler dayatılsa da bunların çoğu sunidir. Ama devletler sistemi kalıcılaşırken suni kimlikler de yerleşti tabii ki. Ortadoğu, -tıpkı Anadolu gibi- mültecilerin ve göçmenlerin hem kaynağı hem geçiş yolu hem de nihai varış noktasıdır. Bu göç hareketliliği, bölgenin siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısını/kaderini etkiler. 20. ve 21. yüzyılda en çok mülteci alan ülkeler Suriye, Ürdün ve Lübnan; en çok ekonomik göçmen alan ise Körfez’dir. Mesela Ürdün’de nüfusun yarıdan fazlası mültecidir (Filistinli, Iraklı, Suriyeli); ama Filistinlilerin çoğuna Ürdün vatandaşlığı verilir. Lübnan nüfusunun 2023 itibarıyla dörtte biri mültecidir (Filistinli, Suriyeli) ve mülteciler istenmediğinden çekip gitmeleri için gayriinsani şartlarda yaşamaya mahkûm edilir. Suriye de 20. yüzyılın başından itibaren Ermeni, Asuri, Çerkez, Kürt, Filistinli, Iraklı vd. mültecilere sığınak olur; öyle ki savaştan evvel 2007’de dünyada en çok mülteci barındıran ikinci ülke konumundaydı. 

Aynı zamanda bölgede sadece savaşlar değil, baskıcı rejimlerin varlığı ve zulümleri yüzünden de Ortadoğu ülkeleri birbirine veya dışarıya bolca göç verir. Mesela Baas rejiminden kaçan muhalif Suriyeliler 1960’lardan itibaren Lübnan, Ürdün, Mısır, Körfez ve Batı’ya göçer. Veya Mısır’da Müslüman Kardeşler mensupları 1950’lerden itibaren Körfez ülkelerinde kendilerine hayat alanı bulur. Özellikle akademisyen ve profesyonel meslek sahibi bu göçmenler, gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller oynadıkları gibi, siyasi fikirlerini de taşıyarak siyasetin yasak olduğu kraliyet rejimlerinde yerli muhalif unsurların doğuşuna zemin hazırlarlar ve bu bağlamda kimlik çatışmasından ziyade fikri uyanışa vesile olduklarından zaman içinde bir kısmı, rejimler tarafından tehdit olarak algılanır. 

Göçmen hareketliliğinin kimlik çatışmasına yol açtığı en çarpıcı örnek Lübnan’dır; bu da siyasi sistemin 1932 nüfus sayımı esas alınarak mezhepler temelinde şekillenmesinden, yani kimlik siyasetinden kaynaklanır. Filistinli mültecilerin varlığı nüfus dengelerini Sünni Lübnanlılar lehine değiştirdiği ve mülteci kampları İsrail’e karşı direnişin merkezine dönüştüğü, bu da İsrail’in saldırılarını tetiklediği için özellikle Hristiyanların öfkesini çeker. Mültecilerin varlığı ve direnişi -Lübnan içi çözümsüz meselelerin ve Lübnanlı aktörlerin kendi kimlik mücadelelerinin de etkisiyle- 1975’te iç savaşı, 1982’de İsrail işgalini tetikler. Lübnan’ın kendi özgün şartları ve bölünmüşlüğü, mültecilerin varlığını bir tehdit kaynağına dönüştürür.

Buna mukabil kurulduğunda oldukça geri haldeki Ürdün’ü ve Körfez ülkelerini modern devletlere dönüştürenler, başta Filistinli mülteciler olmak üzere göçmenlerdir. Filistinliler Arapların en eğitimli ve çalışkan kesimi olup gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller icra etmişti. Önemli bir not da düşmek isterim: Mülteciler, genellikle bir güvenlik tehdidi, bir çatışma kaynağı olarak sunulur. Oysa can tehlikesi altında her şeylerini geride bırakıp zorunlu olarak göçtükleri için yabancı ortamlarda hayata tutunabilmek ve kendilerini kabullendirebilmek, aynı zamanda kurtuluş için çareler aramak amacıyla -yerli halklara kıyasla- çok daha fazla çalışıp çabalamak, düşünmek ve üretken olmak zorundadırlar. Tam da bu yüzden dünya tarihinde çığır açıcı işler, fikirler ve icatlar çoğu zaman göçmenlerden çıkmıştır. 

 

Bir göçmenin yeni muhitinde sosyal olarak karşılaştığı en temel problemler nelerdir?

Göçmenlik birkaç türlüdür. Gönüllü veya ekonomik sebeplerle göçenler vardır; bunların gittikleri yere uyum sağlaması daha kolaydır. Can havliyle vatanından ayrılanların, hele de savaştan kaçanların problemleri diğer türlerle kıyaslanamaz. Çünkü onlar, tek bir sırt çantasıyla veya şanslıysa en fazla bir araba eşyayla kaçarlar; sahip oldukları tüm malı-mülkü, aile-akraba-arkadaşları, hatıraları, hatta sevdiklerinin kabirlerini geride bırakarak bilinmez bir yolculuğa çıkarlar. Göç yolları da çoğu zaman tehlikelerle doludur. 

Mülteci/sığınmacı, kökünden kopan, vatanını -yani aidiyetini ve onurunu- yitirendir. Gittiği muhite -hele de dili, kültürü farklıysa- ayak uydurmakta zorlanır, yabancılık hisseder. Hangi ülkeye giderse gitsin, isterse aynı dil ve kültürden olsun fark etmez, dışlamacı zihniyettekilerin aynı klişelerine ve aşağılamalarına maruz kalır, değersizleştirilir. Bana en ilginç gelen, Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarına sığınmış Suriye’den gelen bazı Filistinli mültecilerin kamptaki bazı Lübnanlı Filistinlilerce benzer klişelerle dışlanmalarıydı. Yabancı olduklarından muhitinde gözler hep onların üzerindedir. Her hal ve davranışları farklı bir kesimde rahatsızlık uyandırır, eleştirilere konu olur. Sürekli kendini savunma pozisyonunda bırakılır. Mültecinin hep bir mülteci olarak kalması beklenir; normalleşmesi ve daha iyi bir hayata kavuşması yadırganır. 

Bulundukları ülkelerin vatandaşları neden muzdaripse mülteciler de aynısından, daha fazlasıyla muzdariptirler. Buna rağmen yaşanan iktisadi, sosyal ve siyasi gelişmelerin günah keçisi ilan edilirler. Güvenlik tehlikeye girdiği veya iç siyasi dengeler değiştiği anda ilk bedel ödeyen gruptur. Tam da bu yüzden kolay kolay istikrara kavuşamazlar; kavuşsalar bile gün gelir yeniden göç yollarına düşmek zorunda kalırlar. Resmen mülteci statüsünde değillerse hukuki korumadan mahrum kalırlar. Tam da bu yüzden sığındıkları ülkelerdeki suçluların cazip hedefine dönüşürler. Hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, şantajla para koparma, taciz-tecavüz, kaçakçıların eline düşme, ırkçıların saldırıları gibi suçlara maruz kalma riskleri, eğer haklarını arama imkânı yoksa, yerli halktan çok daha yüksektir. Sağlık problemleri diğer insanlara kıyasla daha fazladır. Ülkelerinde yaşadıkları, göç yollarında karşılaştıkları, gittikleri ülkelerde maruz kaldıkları travma ve üzüntüler, belirsiz bir gelecekten ve/ya ailenin geri kalanından haber alamamaktan duyulan sürekli kaygı, sığındıkları yerlerde sağlıksız evlerde/ortamlarda yaşamaya/çalışmaya mahkûmiyet gibi nedenler, bağışıklık sistemlerini zayıflatır, bu da psikolojik ve fizyolojik sağlıklarını olumsuz etkiler. 

İyi bir eğitim almak bütün göçmen çocuklar için en temel, hatta varoluşsal bir meseledir. Ancak bazı çocuklar savaşın ve göçün etkisiyle eğitim fırsatını kaçırır, bazıları hem çalışıp para kazanması hem de okuması gerektiği için okulda başarılı olamaz, bazıları dil farklılığı yüzünden dersleri anlamakta zorlanır, bazıları da derslerinde başarılı olsa bile akran zorbalığı ve ırkçılık nedeniyle sosyalliğini yitirip içe kapanır ve okula gitmek istemez. Ne kadar kalifiye ve profesyonel meslek sahibi olurlarsa olsunlar her işte çalışamazlar. Mesela Lübnan’da Filistinli mültecilerin 70 küsur alanda çalışması yasaktır. Çalışma izni almak kolay olmadığından çoğunlukla kaçak ve ucuz iş gücüdürler, bazen düşük ücretlerini bile tam alamazlar. Ama yerli halk göçmenlerin iş alanında yaşadığı mağduriyetleri bilmediğinden onları kendi işlerini gasp edenler olarak görür. Hayat tarzları, değerler sistemi, aile yapısı ve aile içi ilişkiler, bireysel alışkanlıklar değişir. Çocuklar ve gençler okullarda dil öğrenip yeni ortama daha kolay uyum sağlarken ebeveynler -yaşlarına ve eğitim seviyelerine bağlı olarak- bu noktada geride kalırlar. Bu da ebeveyn-çocuk ilişkisini değiştirir. En büyük zorluğu, uyum imkânı olmayan ve vatan hasreti çeken yaşlılar yaşar. Göçmenlerin üçüncü nesil, tamamen asimile olup yaşadığı ülkenin kültürü, dili ve dinini benimser. 

 


Suriye’de savaş sonrası farklı mezhep ve ideolojilere sahip birçok kişinin savaş ve göçe dair tanıklıklarını “Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç” kitabınızda derlediniz. Kitabınıza isim olarak seçtiğiniz Nizar Kabbani’nin bir şiirinde geçen “Tuz ve Taş Üstünde Uyuyan Kentler” ifadeleri sizde neleri çağrıştırdı?

Aslında kitaba bu ismi veren yayıneviydi, editörlerden Nermin Tenekeci’nin teklifiydi. Sebebi, Suriye’yle ilgili kitapların çok az okunmasıydı. Benim istediğim Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç başlığı tek başına konsa satılmayabilirdi. Biraz gizemli bir başlık olsun, merak uyandırsın istediler. Tuzun halkın çektiği acıyı ifade etmesinden ve savaşta Suriye yerleşimlerinin bombardımanlarla yerle bir edilmesinden, bazı yerlerde taş taş üstünde kalmamasından hareketle, çok önemli bir Suriyeli şair, yazar ve diplomat olan Nizar Kabbani’nin 1984’te Beyrut’ta iç savaş yaşanırken kaleme aldığı “Yasaklanmış Şiirler”inden bu dizeyi üst başlık yaptılar. Düşünebiliyor musunuz, 2011’den beri sınır komşumuzda savaş var ve ülkemize 4 milyona yakın Suriyeli sığınıyor, birlikte yaşıyoruz; ama Suriye ve Suriyelilerle ilgili kitaplar okunmuyor! Tam da bu yüzden sosyal medyada yalan yanlış her türlü bilgi yayılıyor, halkımızın zihnini manipülatörler dolduruyor, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor. Bu üzücü bir durum… Öte yandan kitabım büyük ilgi gördü, 6. ayında 2. baskıyı yaparak bizi şaşırttı. Bu, muhtemelen hem piyasaya çıkışının 7 Ekim Aksa Tufanı’nın akabine denk düşmesiyle, hem de sözü Suriyelilere verip onlara kendilerini anlattırmamla alakalı. Suriye’yi yılladır yakından takip edip bu konuda yazıp çizenler bile kitabımı okuyunca “hiç bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki”, “ne kadar çok şeyin farkında değilmişiz” diye geri dönüş yaptılar.


Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Senelerden beri bu sahada araştırmaları olan birisi olarak birçok mülteci kampı gördünüz ve göçmenlerle de görüşmeleriniz oldu. Son olarak göçmenlik ve göç konusuna dair unutamadığınız hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz? 

Türkiye, Suriye, Lübnan ve Avrupa’dan yüzlerce Suriyeli mülteciyle online veya yüz yüze görüştüm. Suriye ve Lübnan’daki kampları gezdim. Unutamadığım o kadar çok hikâye ve hatıra var ki... Rejime karşı savaşırken felç düşmüş veya sakat kalmış hayatının baharında yatağa bağımlı gencecik erkekler… Bütün oğulları ve damatları savaşta şehit düşmüş anneler… Kanser olup yatağa düşene kadar Suriye’de savaşmış babalar… Rejimin kuşattığı Şam Kırsalı’ndaki ilçesine, tünel kazarak rejim bölgesinden yiyecek kaçırma operasyonuna katılan 300 arkadaşından dörtte üçünü bu süreçte şehit veren bir bacağı kesilmiş savaşçı…

Rejimin hapishanesine düşen aile bireylerinden yıllarca haber alamayıp sabır içinde bekleyenler… (En ilginci, 1982’de rejim tarafından kaybedilen nişanlısını hala ya bir gün gelirse ümidiyle bekleyen 50’li yaşlarında Halepli bir hanımdı.)

Bütün ailesini savaşta yitirip tek başına veya birkaç kardeş kalan, bir anda büyümek zorunda kalan çocuklar…

Halep’te müdirelik yaptığı ortaokulda öğrencilerinin hafızlık icazet töreninin Rus savaş uçaklarınca bombalanması sonucu 70 öğrencisiyle birlikte yeni evlendiği eşini, işini, emniyetini, sağlığını, görme yetisini ve nihayet diğer bir bombalamada evini yitiren, Kilis’te felçli halde yatağa bağımlı yaşayan gencecik öğretmen…

İdlib’de rejimin bombaladığı ilkokuldan battaniyeler dolusu çocuk ceset parçaları topladığını anlatan üniversite öğrencisi genç kız… Doğu Guta’da rejimin bombaladığı alana yaralıları kurtarmak için koştuğunda aynı yerin yeniden bombalanması sonucu bir bacağını kaybeden adam…

Bir ağabeyini rejimin zorla askere aldığı, diğer ağabeyi de gönüllü olarak muhaliflere katılan ve her ikisi de savaşırken hayatını kaybeden, bu acılara dayanamayan annesi ve babasından biri kansere, diğeri kalp hastalığına yakalanıp ölen, kendisi de üzüntüden hastalanan Azez’de bir kreşte öğretmenlik yapan 20’li yaşlarında genç hanım…

Rejimin aylar veya yıllar süren kuşatması altında hayvan yemi arpa, ağaç yaprakları, otlar, kaktüsler, hatta karton, pul biber yiyerek hayatta kaldığını anlatanlar… Şam’daki Yermük Kampı’nın kuşatmasında hastalıktan annesi ve susuzluktan babası ölen, kaçarken göç yolunda 13 yaşında kardeşini kaybeden, kuzeyde Azez’deki çadır kampa iki kardeşiyle sağ salim ulaşan Filistinli mülteci gencecik kız…

Ziyaret ettiğim bazı evlerdeki yoksulluk değil, kelimenin tam anlamıyla yokluk … Suriye’nin kuzeyinde parasızlıktan günde tek bir öğün yiyebilenler, hatta bu yüzden günlerini oruçlu geçirenler…

Azez’de yaşadığı çadırda çıkan yangın sonucu bütün vücudu yanmış, Türkiye’de tam 25 ameliyat olması gereken küçücük çocuk…

Bütün fertleri türlü türlü hastalıklarla boğuşan aileler… Kendisi de hasta olup evdeki hastalara bakmaktan bitap düşen ev hanımları…

IŞİD’in çarşıda herkesin gözü önünde kafa kesmelerine şahit olan çocuklar…

Afrin’de bitmemiş inşaatlara sığınıp kapısız (kapı namına battaniye asılı) dairelerde yaşamaya mahkûm kalanlar…

Suriye’de yerinden edilenlerin ve Lübnan’da mültecilerin kaldığı, en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı, elektriksiz-susuz, kışın çamur deryası olan sefil çadır kamplar...

Ziyaret ettiğim kliniğin fizik tedavi bölümünde yetersiz beslenme yüzünden kas ve iskelet sistemi gelişemediğinden yürüyemeyen kız çocuk... (Görüştüğüm doktorlar, çocuklarda açlığın fizyolojik, psikolojik ve zihinsel problemlere, hatta hasarlara yol açtığını anlattı.)

Azez’deki psikososyal destek uzmanından dinlediğim, kadınlar arasında dahi intiharların ve intihar eğilimlerinin çok arttığına dair bilgi…

Suriye’de maddi durumu iyiyken Türkiye’de beş parasız hayata tutunmaya çalışanlar… Okula giden çocuğu, 2019’da günde sadece 1 TL istediği halde onu bile veremeyen anne…

Emniyet arayışıyla bombardımanlardan kaçıp Türkiye’nin güneyine veya Suriye’nin kuzeyine sığınan ama 2023’teki depremlerde ailesini yitirenler, evleri bir kez daha mezarlarına dönüşenler…

İki dakikalık depremle hem şehirlerimizin aldığı yıkımın görüntüsünün on yıllık savaşta Suriye’nin aldığı yıkıma hem de depremzedelerimizin değişen hayatının ve duygu-düşüncelerinin Suriyelilerinkine benzemesinin şoku… Öyle ki Türk depremzedelerle görüşmelerimde bana söyledikleri bazı cümleler, Tuz ve Taş Üstünde kitabımda geçen Suriyelilerin savaş ve göçle değişen hayatlarına ve duygu durumlarına dair kurdukları cümlelerle birebir aynıydı. 

Bütün acılarını anlatıp sonunda “her halimize hamdolsun” diyebilen sefalet içindeki Suriyelilere karşılık, nimetler içinde yüzdüğünün farkında bile olmayan, sürekli şikâyet eden ve şükretmeyi bilmeyen bizler…