23 Mayıs 2025 Cuma

Z.T.KOR: “GENİŞ ORTADOĞU” COĞRAFYASI VE JEOPOLİTİĞİ

 

“GENİŞ ORTADOĞU” COĞRAFYASI VE JEOPOLİTİĞİ semineri

Zahide Tuba Kor

Bilim ve Sanat Vakfı, 12 Nisan-3 Mayıs 2025


Türkiye, İran ve Afganistan: https://www.instagram.com/p/DIVtuHBCkYs/

Irak ve Suriye: https://www.instagram.com/p/DInvQAkivjj/

Lübnan, Ürdün ve İsrail: https://www.instagram.com/p/DJLylHaCYVO/

Filistin, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez ülkeleri: https://www.instagram.com/p/DJMbompiRke/


12 Mayıs 2025 Pazartesi

A.SHLAIM: ÜÇ DÜNYA: BİR ARAP-YAHUDİ’NİN ANILARI

 

ÜÇ DÜNYA: BİR ARAP-YAHUDİ’NİN ANILARI

Yazar: Avi Shlaim

Çeviri: Zahide Tuba Kor

Küre Yayınları, Mart 2025

 


Çevirmenin Önsözü

Siyonist tarih yazımını eleştiren revizyonist tarihçilerden Avi Şleym’in (Avi Shlaim)[1] hayatının Irak, İsrail ve İngiltere’de geçen ilk on sekiz yılını kitaplaştırdığını duyduğumda Türkçeye tercüme etmekte gönüllü oldum. Bunun birçok sebebi vardı.

Öncelikle, 1000 sayfalık dev eseri Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası (Küre Yayınları, 2022) kitabının girişinde yazan şu cümleler nedeniyle hem kendisinin hem de babasının hayat hikâyesini ve psikolojisini çok merak ediyordum:

Bizler mülteci değildik, kötü muamele görmedik ve göçe zor lanmadık, ancak Arap-İsrail anlaşmazlığının kurbanı olduğu muz bir gerçekti. (…) Bizler Arap Yahudileriydik, evde Arapça konuşur ve Müslüman komşularımızla daima uyum içinde yaşardık. Ebeveynimin Siyonizm ve Siyonizm ülküsü hakkında çok az bilgisi ve sempatisi vardı. (…) Babam, asıl vatanından sürgün edildiği bu zorlu deneyimi asla atlatamamıştı. Irak’ta yüksek statülü varlıklı bir tüccar, İsrail’de ise iflas etmiş ve yıkılmış bir adamdı. Derin bir iç geçirmeyle, “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme denk gelmek zorunda mıydı?!” demeyi âdet edinmişti. Bu kitap, babamın hatırasına adanmıştır.

İkincisi, aynı kitapta Şleym, Irak Yahudilerinin İsrail’e göçünü teşvik için 1950’lerin başında Siyonist casusların Bağdat’taki sabotaj eylemlerinden bahsediyordu. Keza Mısır’da Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ı zayıflatmak ve mümkünse devirmek amacıyla giriştikleri sabotajları da anlatıyordu. Siyonistlerin zihniyetini, iş tutuş biçimini ve dış ülkelerdeki operasyonlarını daha iyi anlamak amacıyla bu kitabı tercüme etme gereği duydum. Zira İsrail, kuruldu kurulalı Ortadoğu’da bu tür politikalardan hiç vazgeçmediği gibi, çok daha gelişmiş taktiklerle sabotajlarını bugün de hâlâ sürdürüyor.

Arap ülkelerinden Yahudilerin İsrail’e göçle değişen hayat şartlarına ve İsrail’in ana fay hatlarından biri olan Aşkenazi Yahudiler ile Sefarad ve Mizrahi (Doğulu) Yahudiler arasındaki b güne kadar devam eden gerilime merakım üçüncü faktördü.

Dördüncüsü, yıllardır savaş ve göç çalışan biri olarak, Irak Yahudilerinin göç tecrübesini öğrenme ve bunu Filistinli ve Suriyelilerinkiyle mukayese etme imkânı doğması benim için önemli bir motivasyon kaynağıydı. Kitapta mukayese için beklediğimden kat kat fazla malzeme buldum.

Beşincisi, ideolojik saiklerle değil, hakikat arayışı ve fikir namusuyla hareket eden ve eserleriyle Siyonist anlatıyı altüst eden Avi Şleym’i cesur bir revizyonist tarihçi kılan faktörleri de haya tını daha yakından tanımak suretiyle öğrenmek istedim. Zira İslam dünyasının da çalışkan, üretken, eserleriyle ezberleri bozan şahsiyetlere ihtiyacı var.

Altıncısı, her azınlık, farklı coğrafyalarda yaşayan çoğunluk soydaş veya dindaşlarının değil, –herkes gibi– doğduğu ve yetiştiği toprakların bir ürünüdür; bu minvalde 1924 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslüman Türklerin burada gavur veya Rum, Anadolu’dan Yunanistan’a yerleştirilen Hıristiyan Rumların da orada Müslüman Türk gibi görülüp dışlanmasına benzer bir tecrübeyi, farklı coğrafyalardan göçmüş Yahudilerin İsrail’de yaşayıp yaşamadığını merak etmekteydim. Arap coğrafyasından Yahudilerin, hem Arap-Müslüman kültüründen ne ölçüde etkilendiklerini hem de İsrail’de ne ölçüde kabullenildikleri veya dışlandıklarını, günlük hayattaki somut yansımaları ve yaşanmışlıklar üzerinden keşfetmek istiyordum.

Son olarak, ülkemizde dedeleri/nineleri Balkan veya Kafkas göçmeni olanların azımsanmayacak bir kısmının bugün sığınmacılara ve göçmenlere yönelik ırkçı tutumlarını gördükçe bunun psikolojik arka planını merak ediyordum. Normal şartlarda savaşı, göçü ve dışlanmayı yaşamışların neslinin birbirini daha iyi anlaması beklenir. Ama aksi bolca örnek mevcut. Benzer şekilde İsrail’de Arapları ve Filistinlileri yok etmek gerektiğini alenen savunan sağcı milliyetçi partilerin –lider kadrolarındaki Aşkenazi hakimiyetine rağmen– seçmen tabanının önemli bir kısmının Arap ve İslam dünyasından göçen Yahudiler olması dikkatimi çekmekteydi. İsrail’de kendileri dışlandıkları ve alt toplumsal tabaka olarak görüldükleri halde, konu Filistinliler ve Araplar olduğunda, nasıl Siyonist-Aşkenazi propagandanın yılmaz savunucularına dönüştüklerini anlamakta zorlanıyordum; üstelik kendileri Arap dünyasında yaşamış ve bölge halklarını tanımış oldukları, arkadaşlık-komşuluk yaptıkları halde…

İşte bütün bu konulara merakım, bana Avi Şleym’in otobiyografisini tercüme ettiren temel motivasyon kaynaklarımdı. İyi ki de vakit ayırıp tercüme etmişim. Zira bir çocuğun hayat hikâyesinden çok daha fazlasını içeren bu eserde aradıklarımı fazlasıyla buldum. Tabii ki kitap, şahsımın aradıklarıyla sınırlı değil; çok daha fazlası var. Neler mi?

Bir İngiliz icadı olan Irak devletinin ortaya çıkışı, sorunlu siyasi yapının sürdürülüşü, İngilizlerin manda döneminde uyguladığı siyaset ve bu siyasetin azınlıkların kaderine etkisi, İngiliz-Alman rekabeti ve pan-Arabizmin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı sırasında iç siyasi karışıklıklar, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi… Kısaca kitap, modern Irak tarihinin erken dönemlerini öğrenmek isteyenler için önemli bilgiler sunuyor.

Yazar, bir zamanlar “barış şehri (medinetü’s-selam)” olarak anılan, –Avi Şleym’in ninelerinin ifadesiyle “Cennet Bahçesi”– kozmopolit Bağdat’ı ve Yahudilerin buradaki etkinliğini, Irak ekonomisinde Yahudilerin rolünü ve Hindistan’la bağlantısını, Irak kralları ve siyasetçileriyle yakın ilişkilerini kendi geniş ailesi üzerinden örneklerle anlatıyor. Osmanlı’da en kalabalık Yahudi cemaatinin Bağdat’ta yaşadığını ve bunun kökenlerinin Babil Sürgünü’ne kadar geri gittiğini hatırlatayım. Yazar ayrıca Irak’ta ki Arap-Yahudi kültürünü kendi aile hikâyesi üzerinden bize sunuyor. Zengin orta-üst sınıf tüccar ve seküler bir aile olarak hayatlarını, kökenlerini, ilişki biçimlerini, çalışma ve zenginleşme yollarını, eğlence kültürlerini, hayatlarının Müslüman kültürle benzeşen yönlerini ortaya koyuyor. Yahudilerin aile, eğitim ve iş hayatına, örf ve âdetlerine, mutfak kültürüne dair dikkat çekici bilgiler veriyor.

Kitap Siyonizmin, pan-Arabizmin ve İngiliz askerî müdahalesinin etkisiyle Irak’ta 1941’de yaşanan pogromu (ferhud), İsrail’in kuruluşu ve 1948 Savaşı’nda Arap ordularının yenilgisinin ardından hem Irak hem de İsrail’de yükselen milliyetçi dalgayla Yahudilerin hayat alanının daralışını, Irak hükümeti onaylı bezdirmeleri, 1950-1951 Bağdat bombalamalarını ve 1948-1953 arasında 135.000 Irak Yahudi’sinden 125.000’inin İsrail’e –çoğu gönülsüz– toplu göçünü (Ezra ve Nehemya Operasyonu), Irak’taki 2500 yıllık Yahudi varlığının bir anda sona erişinde Siyonist yeraltı örgütünün rolünü anlatırken aynı zamanda Ortadoğu’nun çalkantılı bir dönemine ışık tutuyor. Siyonist tarih yazımının bu göçle ilgili hakikati tersyüz eden anlatısını sunarken tarihin yeni bir ulus-devlet ve kimlik üretiminde nasıl çarpıtıldığını da ortaya döküyor. İsrail güvenlik servislerinin düşman hatlarının gerisinde nasıl faaliyet yürüttüklerine ve adam devşirdiklerine ayna tutuyor.

Kitabın en çarpıcı ayrıntılarından biri, göçe zorlanan Doğulu Yahudilere yapılan aşağılayıcı muameleler: Ülkeye girerken havalimanında üzerlerine DDT böcek ilacı sıkılması (bunu Holokost mağdurlarına da yapıyorlar), –tıpkı Filistinli ve Suriyeli yerinden edilmişler gibi– çadırlar ve oluklu sac barakalardan oluşan sefil ve sağlıksız –kimisinin etrafı dikenli tellerle çevrili– geçici göçmen kamplarına yerleştirilmeleri, daha sonra birçoğunun kurak bölgelere veya tehlikeli sınır boylarına yerleştirilmeleri, tüccarların ve profesyonel meslek sahiplerinin dahi merkezden uzak kolektif tarım çiftliklerinde çiftçilik ve hayvancılıkla veya sıradan işlerle uğraşmaya zorlanmaları, yeni hayata uyum sağlayamayıp şehirlere göçmeye çalışanların yaptırımlara maruz kalmaları, ileriki yıllarda eğitim politikasının da bir sonucu olarak Aşkenaziler yükseköğretime ve kariyere teşvik edilirken Doğulu Yahudi çocuklarının ilköğretimin ardından lise çağında iş piyasasına yönlendirilip ucuz ve vasıfsız işgücüne dönüştürülmeleri…

Yazar dinî boyuttan bahsetmese de Yahudilikteki seçilmiş millet olma anlayışının, modern dönemde Batı menşeli seküler milliyetçi Siyonizm ideolojisi altında Avrupa’nın etnik üstünlükçü ve sömürgeci anlayışı ve politikalarıyla birleşerek son derece dışlamacı bir formata büründüğünü iddia edebiliriz. Bunun sonucu, kitapta da keşfedeceğiniz üzere, İsrail müesses nizamının sadece Filistinlilere ve Araplara değil, Arap dünyasından gelmiş Yahudilere karşı da dışlamacı ve hasmane politikalara başvurması olmuş. Arap-Yahudi kültürünün ve dilinin ilkel ve aşağı görülmesi, hatta kurucu başbakanın kendi vatandaşlarını “vahşi sürüler” olarak niteleyip asimilasyon politikasıyla Doğulu Yahudilerin kimliğini silmeye ve Batılılaşmaya zorlaması çarpıcı. Kitap, hem Irak Yahudileri ile Avrupa Yahudileri arasındaki farklılıklara hem de Arap-Yahudi olmanın İsrail kurulmadan önce ve sonra değişip dönüşen manasına ve statüsüne ışık tutuyor.

Yazar, dünyanın farklı ülkelerinden bambaşka dilleri, hayat tarzları, beklentileri, özlemleri, hatta din anlayışları olan Yahudilerin göçtüğü İsrail’de Batılı temelde yeni ulus kimlik ve türdeş toplum inşasının ana mekânları olarak okulların ve askeriyenin dönüştürücü etkisine de odaklanıyor. Zaten bunlar, bütün dünyada 20. yüzyılda milli kimlik inşasının en kritik kurumlarıydı. Batılı Siyonist değerlerin ve düşüncelerin aşılandığı ve Diaspora mirasının reddedildiği eğitim sistemi, ordu ve medya üzerinden genç nesillerin nasıl kadim kültüründen ve anadilinden koparılmaya çalışıldığını, bunun yol açtığı kimlik çatışmalarını küçük Avi ve ablasının şahsi tecrübesi üzerinden okumak öğretici.

Yazarın ailesinin İsrail’e gönülsüz göç hikâyesi ise oldukça çarpıcı. Bağdat’ta çok zengin, tanınmış ve itibarlı bir tüccar aileyken İsrail’e göçle birlikte geniş ailesinin çoğunun, bilhassa babasının nasıl hiçe dönüştüğünü ve bunun psikolojileri ve gündelik hayatları üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor. Göçmenliğin zorluğunu ve vatanı terkin acısını hissettiriyor. Mal-mülklerini Irak’ta bırakıp göçmek zorunda kalarak İsrail’de sadece sosyoekonomik bakımdan gerilemediklerini, aynı zamanda özgüvenlerini, toplumsal statülerini ve Iraklı Yahudiler olarak gurur kaynağı kimlik duygularını da yitirdiklerini vurguluyor. Bağdat’ta çok-kültürlülüğü tatmış bir aile olarak, İsrail’de homojen bir milli kimlik üretimi bağlamında zorla Aşkenazi kültüründe eritilmenin yıkıcılığına da dikkat çekiyor. Bu eser, kendi halkımızın da zihnine yerleşik “çok-kültürlü, çoğulcu Batı” ve “dışlamacı, geri kalmış, bedevi, zekâsı düşük Arap dünyası” algısını yıkıyor. Tarih boyunca çok-kültürlü, çok-etnili ve çok-dinli imparatorlukların Batı’nın değil, bu coğrafyanın bir ürünü olduğunu bu vesileyle hatırlatalım. Aynı zamanda kitap, türdeş bir toplum üretmeyi hedefleyen milliyetçi ideolojilerin Ortadoğu’da yüzyıllardır var olan yerel özgün kimlikleri zayıflatıcı veya bitirici işlevini ve İsrail’in birkaç bin yıllık geleneksel Yahudi cemaatlerini yok edişini de ortaya koyuyor.

 Kitapta sadece Irak Yahudilerinin hikâyesi yok; aynı zamanda yersiz yurtsuzlaşan Filistinlilerin hikâyesi ve İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı politikaların eleştirisi de mevcut. Yazarın kitaptaki temel argümanı şu: Sadece Filistinliler değil, Arap topraklarından göçmüş Yahudiler de Siyonist projenin kurbanları oldular. Yazar, aslen Avrupa’da yüzyıllardır var olan Yahudi sorununu çözmek üzere üretilen Siyonizmin, kin ve nefret tohumları ekmek suretiyle böyle bir sorunun yaşanmadığı Doğu’da Müslüman-Yahudi ve Arap-Yahudi ilişkilerini baltalayıcı rolüne de dikkat çekiyor.

Yazar, göçün –diğer bir deyişle doğal çevreden kopartılıp dili, kültürü, dünya görüşü ve değerler sistemi bambaşka bir ortama savruluşun– fiziksel, duygusal ve psikolojik tüm ağırlıklarını ve zorluklarını ailecek tatmış. İsrail toplumuna intibak sorunları, bütün mültecilerin sığındıkları ülkelerde karşılaştıkları türden. Küçük bir çocuk olan Avi ve kız kardeşlerinden tutun gencecik bir hanım olan annesine, ellili yaşlarındaki babasından yetmişlerindeki ninelerine ve diğer tüm akraba ve tanıdıklarına kadar her birinin göçle birlikte savruluşları ve yaşamaya mahkûm kaldıkları değişimler, yıllardır hikâyesini okuduğum veya yaptığım röportajlarda dinlediğim birçok Suriyeli ve Filistinli mültecininkiyle tamamen örtüşüyor. Halbuki göçle, Araplar vatansız kalırken, Yahudilere ise 1880 yıl sonra “anavatanlarına kavuşma” ve “kurtuluş” vadedilmişti… 

Avi Şleym ve ailesinin hikâyesi ile özellikle Suriyeli mültecilerden dinlediğim hikâyeler hangi noktalarda birbiriyle örtüşüyor? Yasadışı göçün zorlukları ve tehlikesi (yollarda ölme veya öldürülme, soyulma ve büyük korku yaşama); kötü şartlardaki çadır/konteyner kamplarda veya vasat evlerde yaşamaya mahkûmiyet; yeni ülkeye intibak problemleri; büyüklerin (orta yaş ve özellikle yaşlıların) ev sahibi ülkenin dilini öğrenememeleri ve toplumdan soyutlanmaları, çocukların ise yeni dili kolayca öğrenirken Arapçanın “ilkel dil” ve “düşmanın dili” sayılması yüzünden anadilinden utanç duymaları, evde konuştukları bu dili sokakta konuşmaktan kaçınmaları; yeni dili bildikleri için çocukların ve gençlerin ailevi sorumluluklarının bir anda artması; çocukların kökenlerine duyulan saygısızlık, tarihlerine ilişkin cehalet, kültürlerinin hor görülmesi, dillerinin aşağılaması ve onları yeni Avrupalı-Siyonist-İsrailli kalıbına uydurmak için yürütülen sosyal mühendislik karşısında kaba önyargıları içselleştirip kendilerini ezik hissetmeleri, Arap mirasına ve kültürüne sırtlarını dönmeleri, aşağılanmadan kurtulmak için kimliğini saklama gereği durmaları; toplumsal baskı, ötekileştirilme ve dışlanma karşısında kendilerini savunamamaları, içe kapanmaları ve öğrenilmiş çaresizliğe saplanmaları; ailelerin servetlerini yitirip mülksüzleşmeleri ve fakirleşmeleri; geldikleri ülkedeki statüleri ve meslekleri ne olursa olsun yeni ortamda ucuz işgücüne dönüşmeleri ve kötü işlerde çalışır hale gelmeleri; orta yaş ve üstü erkekler (aile reisleri) –ne kadar kalifiye olursa olsun– iş bulamayıp âtıl bireylere dönüşürken ev hanımlarının ve çocukların iş hayatına girmek zorunda kalmasıyla aile içi rollerin değişmesi, bunun yol açtığı aile içi travmalar ve bir noktadan sonra boşanmalar; öğrencilerin bir kısmı başarılarıyla öne çıksa da birçoğunun dili yeterince bilmeme, ailede derslere yardımcı olacak birinin bulunmaması, istikrarsız aile ortamı, düşük özsaygı ve öğrenilmiş çaresizlik yüzünden başarısızlığa mahkûmiyeti; okulda haksız yere öğret menlerinin veya akranlarının hedefi olduklarında kendilerini savunamamaları ve her kötü muameleyi içlerine atıp sessizce gözyaşı dökmeleri; yaşlıların yeni ortama intibak edememeleri ve her daim anavatanın hasretiyle yanıp tutuşmaları; yabancı ortamda dolandırılmalarının kolay oluşu, eşyaları çalındığında veya türlü suçlarla karşılaştıklarında haklarını arayamamaları; aile içinde nesiller arası kopuşun daha belirgin yaşanması… Kısaca yazarın ve ailesinin göçünü ve İsrail’deki hayatını konu alan bölümleri tercüme ederken zihnim hayatını, duygu ve düşüncelerini benimle paylaşmış mültecilere ister istemez gitti geldi.

İsrail’de Iraklı olduğu için aşağılanan, lise eğitimi için gittiği İngiltere’de ise İsrailli olduğu için el üstünde tutulan küçük Avi, ilk kez bu ülkede gördüğü düzgün muamele ve doğru yönlendirme sayesinde aşağılık kompleksinden kurtulup özgüven kazanmış. İsrail’de tembel, hayalci, uyuşuk, ezik ve içe kapanık bir öğrenciyken İngiltere’de son derece azimli, çalışkan ve başarılı bir öğrenciye dönüşmüş. İlk kez kendisinin de özel yeteneklere ve zekâya sahip olduğunu fark etmiş. İsrail’deki öğretmenlerinin kanaatleri ile İngiltere’dekilerin kanaatleri birbirine tam zıtmış. Bu da göçmen/mülteci bir öğrencinin hayatında doğru yönlendiren öğretmenlerin rolünün ve ırkçı olmayan bir ortamın varlığının ne denli hayati olduğunun bir delili. Eğer annesinin gayretleri olmasa ve İsrail’de kalsaydı diğer Doğulu Yahudi akranlarının birçoğu gibi sıradan bir insan olacak ve biz onun önemli eserlerinden İsrail’in gerçek yüzünü delillere dayalı bir şekilde öğrenemeyecektik. Şunu da not düşeyim: Yersiz yurtsuzlaşmayı, mülksüzleşmeyi, dışlanmayı ve hayata tutunmanın zorluklarını tadan göçmenler ve mülteciler, –eğer uygun fırsatlar sunulursa ve azimle çalışırlarsa– tarih boyunca çığır açıcı işlere ve icatlara imza atmışlar, yeni fikirler üretmişlerdir. İngiltere, Avi Şleym için tam da bunun kapılarını açmış.

Kitaptaki en trajik hikâye; Irak’ta büyük hürmet gösterilen, çevresi çok geniş, Bağdat’ın en görkemli evlerinden birinin sahibi, cömert ve zengin bir tüccar ve aynı zamanda tipik bir Arap-Yahudi aristokratken İsrail’de tamamen iflas etmiş, yıllarca işsiz güçsüz kalıp hanımının kazancıyla geçinmiş, boşanmaya razı olmuş, belli etmese de içten içe yıkılmış ve ömrünün son altı yılını tek odalı bir bungalovda geçirip yapayalnız ölmüş baba Yusef Şleym’e ait. Kitap, Avi Şleym’in babasının neden “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme denk gelmek zorunda mıydı?!” dediğini sadece anlamakla kalmayıp derinden hissetmemizi de sağlıyor.

Kısaca bu otobiyografi, her bakımdan ibretle ve dikkatle okunmayı hak ediyor.

Son olarak kitabın tercümesi esnasında en zorlu iş Arapça, İbranice ve Irak-Yahudi Arapçasında insan ve mekân isimleri ile çeşitli tabirlerin veya cümlelerin Türkçeye belli kurallar çerçevesinde aktarımı meselesiydi. İbranice özel isimlerin ve kelimelerin/tabirlerin Türkçeye aktarımında sık sık danıştığım kıymetli hocam Prof. Dr. Salime Leyla Gürkan’ın yanı sıra Özgür Dikmen’e, Latin alfabesiyle yazılı Bağdat’taki mekân isimlerinin Arapça orijinalini bulmakta ve Irak Yahudilerinin kullandığı yerel Arapça (ammice) kelime ve cümlelerin Türkçe transliterasyonunda danıştığım öğrencilerim Rukiye Aydemir ve Elif Dığıroğlu’nun yanı sıra Iraklı akademisyen Dr. Abdulcabbar Kâzım’a teşekkürlerimi sunarım. Özel isimlerin Türkçeye aktarımında nihai noktayı Avi Şleym’le birlikte koyduk; talebim üzerine vakit ayırıp kitaptaki Arapça ve İbranice özel isimleri tek tek telaffuz etme nezaketi gösterdi. Kendisine müteşekkirim.

Eserleriyle hem Siyonist tarih yazımına meydan okuyan hem de modern dönem Ortadoğu tarihine ışık tutan Avi Şleym’in bu otobiyografisinin ezberlerimizi bozması temennisiyle…

Zahide Tuba Kor

5 Ocak 2025



[1] Bu kitapta Arapça, İbranice, İngilizce ve Irak-Yahudi Arapçasında bolca insan ve mekân ismi ile çeşitli tabirler veya cümleler yer almaktadır. Bunları İngilizce fonetiğe uygun Latinize edilmiş şekilleriyle değil, Arapça ve İbranice ses değerlerini karşılayan Türkçe harflerle yazmayı tercih ettim. Yazar da İngilizce kaleme aldığı otobiyografisinde Arapça ve İbranice isimlerin ve kelimelerin yazımında benzer bir yöntem takip etmiş.

Kitapta özel isimleri Arapça veya İbranicedeki telaffuzlarını esas alarak Türkçeye aktardım; ama her ismin ilk geçtiği yerde kitaptaki İngilizce veya Latinize edilmiş yazımlarını da parantez içinde verdim. Kapak, jenerik, dipnot, kaynakça ve teşekkür kısmında ise özel isimlerin İngilizce kitaptaki yazımlarını korudum. Dolayısıyla yazarın soyadını, –kendisinin de izniyle– kapakta ve jenerikte kimliğinde yazılı şekliyle Shlaim, kitap içinde ise telaffuza göre Şleym olarak yazdım.

Öte yandan orijinali zaten İngilizce veya Latin alfabesiyle olan özel isimleri ve kelimeleri, eğer Türkçeleşmiş haliyle dilimize yerleşmemişse değiştirmedim. Keza Avrupa’da yaşayanların isimlerini (mesela İngiltere’de yaşayan dayısının ve Irak’ta dönemin İngiliz imparatorluğuyla bağlantılı olan akrabalarının ismi olan Isaac [Ayzek]’i) İngilizce kitaptaki yazımıyla korudum.


21 Nisan 2025 Pazartesi

Z.T.KOR: SAVAŞ, YIKIM VE UMUT: HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE’NİN HİKÂYESİ

 

SAVAŞ, YIKIM VE UMUT: HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE’NİN HİKÂYESİ

Zahide Tuba Kor

Fokus+, 14.2.2025

https://www.fokusplus.com/odak/savas-yikim-ve-umut-halepten-deraaya-suriyenin-hikayesi


NOT: Blogda yer alan 950 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak gösterme şartıyla kullanabilirsiniz.


Özet: Zahide Tuba Kor, Suriye seyahatine ilişkin gözlemlerini, harap edilmiş sokaklarda şahit olduğu manzaraları savaşın sosyopolitik yönleriyle Fokus+ için kaleme aldı.


27-30 Ocak tarihlerinde Türkiye’den Ürdün sınırına kadar Halep, Hama, Humus, Şam Kırsalı, Şam, Deraa ve Süveyda vilayetlerini gezdim. Hem ülkenin ve halkın durumunu hem de 8 Aralık’ta -Suriyelilerin deyimiyle- özgürleştikten sonra gelinen aşamayı yerinde gözlemledim.  

Suriye’ye giden herkesi dehşete düşüren ilk şey ülkenin savaşta aldığı yıkımın boyutu. Bir dönem muhaliflerin eline geçmiş her yer ağır bombardımanlardan nasibini almış. Şehirler arası otoyol boyunca Halep ve İdlib ilçeleri ve köylerinin birçoğu kısmen veya tamamen yıkılmış, hatta bazıları “hayalet yerleşim”lere dönüşmüş. Şam’ın merkezi sapasağlam ayaktayken Şam Kırsalı’nda birçok ilçe büyük yıkımı almış. Özellikle Kasyun Dağı eteklerindeki, askerî bölgelerin bulunduğu Kabun ilçesi, ayakta tek bir bina bırakılmayarak un ufak moloz yığınına dönüştürülmüş. Şam Eski Şehre en yakın ilçe olan Cobar da molozlar ve yarı yıkık binalarla dolu. Rejim, bırakın buralara geri dönmeyi, gezmek için girişi bile yasaklamıştı. Filistin mülteci kampının bulunduğu Yermük ilçesi de benzer durumda.   

Beni en çok şaşırtan, yüzde 70’i yıkık olan Deraa vilayetiydi. Şehir merkezine girdiğimizde bomba ve kurşunların isabet etmediği sağlam bina görmedik. Deraa, Ürdün sınırında bir tarım bölgesi ve rejimin geçmişte ana destekçilerinden olup birçok Baas yetkilisinin çıktığı vilayetti. Ama 2011’de Suriye Devrimi’nin kıvılcımının da ateşlendiği yer olup rejim buradan tam bir intikam almış. Öyle ki bu şehri yeniden inşa etmektense yeni bir yere kurmak daha mantıklı görünüyor. Halep ve Humus şehir merkezlerinde hasarlı veya yıkık binalara rağmen hayat normal akıyor. Deraa sokaklarında ise hem insan hem dükkân sayısı az olup şehirde kalanlar yıkıntılar arasında fakruzaruret içinde yaşıyor. Evladı tutuklu veya kayıp aile de çok; nine-dedeler gelinlerini ve torunlarını himaye ediyor. Hapishaneler boşalırken ümitlenen nice ebeveyn, evladının dönmemesiyle büyük acıya gark olmuş durumda.  

İsrail ile Deraa arasında sadece daracık bir şerit olan Kuneytra vilayeti var; rejimin düşüşü akabinde İsrail burayı işgal etti. Deraa’daki yıkımı gördüğümde, İsrail’in -daha evvel ciddiye almadığım- “Davut Koridoru” veya bir başka planını hayata geçirmeye kalkarsa fazla zorlanmayacağını anladım. Esed rejimi, halkından intikam alırken aslında ülkeyi İsrail’in müstakbel işgallerini kolaylaştıracak hale getirmiş. Tıpkı rejimin ve müttefiklerinin ülkedeki Filistin mülteci kamplarının ekseriyetini her türlü silahı kullanarak tamamen veya kısmen yıkması, Filistinli mültecileri tehcir etmesi ve mülksüzleştirmesi gibi. Şam’ın hemen güneydoğusunda koskoca bir ilçe hüviyetindeki Yermük Kampı’nın hali, “Direniş Cephesi”nin Filistin muhabbetinin canlı bir şahidi ve simgesi! 

Muhaliflerden geri alınmış bazı yerler enkaz yığını, bazı yerlerse hasarlı binalarla dolu. Bombaların isabet etmediği sağlam binalar bile muhalifler geri çekilince rejimin silahlı çetesi şebbihaların yağmasından kurtulamamış. Yağma, sadece boşaltılmış binaların içindeki değerli-değersiz bütün eşyaların değil, aynı zamanda geriye sadece dört duvar kalacak şekilde kapı-pencere, hatta duvarlar içindeki elektrik kabloları dahil her ne varsa hepsinin çalınması demek. Milyonlarca kapı-pencere, kilometrelerce elektrik kablosu ne mi oldu? Bütün diğer yağmalanan ev eşyaları gibi şebbihaların kurduğu “Sünni pazarları”nda satıldı.   

Şehirler arası yollarda sınırlı miktarda eşyayla yüklü kamyonlarla memleketlerine dönenlere şahit olduk. Ama bu trafik yoğun muydu derseniz, hayır. Bu da yıkımın ve yağmanın büyüklüğünden kaynaklanıyor. En kalitesiz kapı-pencere fiyatının 40-50 dolar olduğu bir ortamda, bombalanmayıp sadece yağmalanmış en küçük evin bile tamir masrafını karşılayabilecek aile sayısı az. (Esed rejiminin memur maaşı 20 dolardı; kuzeyde ise -en yüksek maaşlardan birini alan meslek grubu olan- öğretmenlerin eline geçen aylık 80 ila 100 dolardı.) Tam da bu yüzden rejim düştüğünde memleketine koşanlar evinin halini görünce çarnaçar kuzeydeki çadırlarına geri döndüler. Suriye’de fakirlik sınırında yaşayanların oranı yüzde 90’larda. Orta hasarlı bir binanın tamir masrafını on yıllarca çalışsalar biriktiremezler. Tam da bu yüzden bazıları “Bizi bu çadırlardan ancak Allah’ın bir mucizesi kurtarabilir” diyorlar.   

Geri dönüş önünde tek engel evlerin durumu değil; memleketinde elektrik, su, internet, sağlık ocağı, okul, bakkal gibi yaşayabilmek için gerekli asgari şartlar bile bulunmayanlar var. Bir de rejim bölgesinde hayat kuzeye kıyasla çok daha pahalıydı, hâlâ öyle; geçim için kuzeyde kalış sürecek. Kimisi içinse geri dönüş, savaşın acı hatıralarının ve travmaların nüksetmesi demek; sevdiklerinin öldürüldüğü veya tecavüze uğradığı eve kim dönmek ister? Her şeye rağmen geri dönmeye kararlı olanlar az değil; çoğu okulların kapanmasını bekliyor.  

Köyler bir-iki katlı evlerden oluştuğundan tamiri ilçelere kıyasla daha kolay. STK’larımız köylerden başlayarak yeniden inşa sürecine katkı sağlayabilir. Aynı zamanda tarım ve hayvancılığa destek verilirse kırsalda iktisadi toparlanma imkânı doğar. Tabii bunun için öncelikle mayınların ve patlamamış mühimmatın temizlenmesi gerekiyor.   

Çadır ve konteynerde yaşayanlar, memleketlerine kısa sürede dönemeyecekleri gerçeğiyle yüzleşseler bile rejimin devrilmesinden mutlular; adeta bir şok-terapi olan hızlı bozgun karşısında psikolojik olarak rahatladılar. En azından artık kuzeyde daracık bir alana kıstırılmış halde yaşamaktan kurtuldular ve serbestçe ülkelerinde hareket edebiliyorlar.   

Rejim bölgesi Esed fotoğrafları ve heykellerinden arındırıldı; yarım yüzyıl sonra Esedsiz bir Suriye silüeti inanılır gibi değil. Keza 2011’den sonra ülkenin her yerinde kurulan ve insanların kaybedildiği, tutuklandığı veya en hafifinden rüşvet kapanı olan askerî kontrol noktalarından kurtulup hareket serbestisine kavuşmaktan da mutlular. Hâlâ şehirlerin tarihî merkezlerinde özgürleşmeyi kutlayanlar var. Şoförümüzün deyimiyle, insanlar rejimden kurtulmanın şerefine her gün kutlama yapmaya doyamadılar.  

Kutlamalar Suriye’de işlerin yolunda gittiği manasına gelmiyor. Çünkü Esed rejimi çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ve toparlanma on yıllar alacak. İnsanlar temkinli bir iyimserlik içinde. Hemen herkesin uzlaştığı görüş şu: Biz Esed rejimiyle yeryüzünde cehennemi yaşadık; yerine kim gelirse gelsin ondan beter olamaz. Savaştan ve iktisadi krizden öylesine bıkılmış, yorgun düşülmüş ki temel talep, bir an evvel istikrara ve güvenliğe kavuşmak ve hayat şartlarının biraz olsun düzelmesi (maaşların artması, daha fazla elektrik ve su verilmesi). Ahmed eş-Şara’yı kimisi kurtarıcı kahraman sayıyor, kimisi ideolojisinden hoşlanmasa ve ürkse de ülkenin kurtuluşu için tek şans olarak görüyor. Azınlıklar bile ona mühlet veriyor. Rejimin devrilmesinden bu yana elektrik verilme süresinin azalması, ısınamama, maaş alamama gibi problemlere rağmen insanların birçoğu gelecekten umutlu, iktisadi toparlanma için yazın diasporanın dönüşü bekleniyor.  

Rejimle iş birliği içindeki tüccarların karaborsacılığının bitmesiyle gıda fiyatları düşmüş. Suriye lirası dolar karşısında değerlenmeye başlamış; ama dövizin aşırı oynaklığı ve şehirden şehre, hatta döviz bozandan bozana değişmesi büyük bir problem. Türk malları dahil kaliteli yabancı ürünlerin piyasaya girmesinden memnunlar. Ancak uluslararası yaptırımlar kalkmadan ekonominin toparlanamayacağının ve çökmüş altyapının tamirine başlanamayacağının farkındalar. 

Gelelim emniyete. Ordu, polis ve istihbarat teşkilatlarının lağvedildiği veya yeniden şekillendirildiği bir süreçte ülkede emniyet boşluğu var. HTŞ’nin her yerde emniyeti sağlayacak kadar adamı yok; eski rejimin adamlarından suça bulaşmayanlar görevde tutuluyor. Şehir içlerinde kontrol noktaları neredeyse yok, vilayet girişlerinde var ama sembolik. Aracımıza ilk bomba araması yapılan yer, yanlışlıkla gittiğimiz Ürdün sınır kapısıydı. Hal böyleyken merkezlerde bombalı saldırı gerçekleşmemiş olması hem bir mucize hem de Suriye halkının artık savaş istememesinin yansıması. Ancak dış güçlerin ortalığı karıştırmak için casuslarını ve terör örgütlerini harekete geçirmesi mevcut emniyet boşluğunda zor değil. 

Rejimin adamları buharlaşıp gitmedi; kimisi af fırsatını değerlendirip silahını teslim etti, kimisi silahlı direniş hazırlığı yapıyor. Yeni yönetimin güvenlik birimleri, hâlâ silahlarını bırakmayanların, uyuşturucu çetelerinin ve geçmişte suç sicili kabarıkların peşinde olup sık sık güvenlik operasyonları yürütüyor. Şam’da giderken hem -gövde gösterisi mahiyeti de taşıyan- upuzun araç konvoyuyla operasyona giden bir ekibe rast geldik hem de bir şebbihanın güvenlik güçlerince zorla kamyonete bindirilmeye çalışılırken ailesinin direnme anına şahit olduk.  

Şam ve Halep’te trafik öyle berbattı ki bize İstanbul trafiği aslında iyiymiş dedirtti. Rejim döneminde trafik daha azmış. Bunda evine dönenler veya yıllar sonra ilk kez memleketini keşfe çıkanlar kadar, İdlib’deki askerî ve sivil görevlilerin aileleriyle birlikte yeni yönetimde yer almak üzere Şam’a akması etkili. Üçüncü neden, rejim döneminde konan benzin kotalarının kalkması; geçmişte 2 haftada bir sadece 25 litre benzin alma hakkı olduğundan keyfi gezmeler sınırlıydı. Artık şehir içi ve şehirler arası yolların kıyısı, Lübnan’dan getirilen benzini bidonda satan seyyar satıcılarla dolu.  

Kaotik yaya ve araç trafiğinde kavga çıkmaması hayret verici. Trafik kazalarında şoförlerin özür dileyip, helalleşip yola devam etmesi, Suriyelilerin savaşa rağmen sakin tabiatını ve insani etkileşimi yitirmediğinin kanıtı. Trafikte yeterince polis yok; bazı yerlerde bu işi siviller gönüllü yürütüyor, hatta Şam’da trafik polisliğine soyunan küçük bir çocukla bile karşılaştık.  

Halep’in kaotik trafiğinde bir ana cadde bomboştu. Burası, PYD hakimiyetinde kalan Eşrefiye mahallesine giden yolmuş. Yolu karıştırıp yanlışlıkla Kürt nüfuslu Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerine girenlerin ya kaçırıldığı ya da öldürüldüğü söylendi.  

Suriye’de geçmişte halkın ekseriyetinin kendi evi vardı ve ev değil, araba sahibi olmak bir zenginlik alameti olup arabaların birçoğu eski modeldi. Ama artık milyonlar evsiz. Trafik, iyice külüstür araba, otobüs, minibüs ve kamyonlarla dolu olup en sık rastlanan dükkanlardan biri tamirhaneler. Yine yollarda -Gazze’yi andırırcasına- bolca at arabası, motosiklet ve tuk-tuk gördük; bunlar da savaşın bir ürünü. Bu manzara karşısında Esed’in saraylarının otoparkından çıkan ultra-lüks 1000 küsur arabayı hatırlayınca öfkelenmemek elde değil.  

Suriye’ye ilk kez 2006’da turistik bir gezi vesilesiyle gitmiştim. Ülkenin ticari başkenti sayılan en kalabalık şehri Halep, mimari estetiğiyle ve tarihî eserleriyle beni büyülemişti. Savaş ve ekonomik krizle birlikte eski nezihliğini ve güzelliğini koruyan sadece birkaç mahallesi kalmış. Şehrin kalanı hava kirliliğinin ve bakımsızlığın da etkisiyle kararmış, çirkinleşmiş ve kaotikleşmiş. Mimari estetiği fark etmek zorlaşırken tarihî eserlerin en çok yıkıldığı veya tahrip edildiği şehir haline gelmiş. Şehrin batısı rejimin kontrolünden hiç çıkmamıştı, muhaliflerin eline geçen doğusu ise şiddetli Rus hava bombardımanıyla yıkıma uğramıştı. 2017’den bu yana Halep merkezin tümü rejimin elinde olsa da şehir için hiçbir şey yapılmamış. Yıkımın olduğu doğu kesimi batısından daha kaotik ama hayat devam ediyor.   

Şam’da tarihî Hamidiye Çarşısı’nın eski özelliğini ve güzelliğini yitirdiğini görmek üzücüydü. Şam’ın ahşap oyma, sedef kakma muhteşem el işçiliği eserlerinin satıldığı, geleneksel ürünleriyle ve tatlarıyla göz dolduran çarşı artık kıyafet dükkânlarıyla dolu. El sanatlarının satıldığı tek tük dükkânlardaki ürünler vasatlaşmış. Yine de savaşın girmediği başkent Şam, diğer şehirlere göre çok daha canlı ve mazisini sürdürüyor. 

Deraa’nın komşusu Dürzi vilayeti Süveyda’yı, Şam Kırsalı’nda Hristiyan nüfuslu Sednaya’yı, Halep’in ve Şam’ın Hristiyan bölgelerini, Şam’ın Şii bölgesi Seyyide Zeynep mahallesini de gezdim. Hepsinin ortak özelliği, azınlıkların yaşadığı bu bölgelerde binaların ve yolların sapasağlam oluşu. Sadece Seyyide Zeynep mahallesi çok bakımsız. En çarpıcısı, Halep kırsalında kilometrelerce ilerlerken gördüğümüz tüm yerleşimler yıkıkken ve elektrik direklerinde kablo bile yokken, dimdik ayakta görünen ve elektrik hattının uzandığı tek yerin Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldeleri olmasıydı. Zihninizde hiçbir mezhepçi algı olmasa bile ülkeyi gezerken bombalanan, nüfustan arındırılan, yıkılan bölgelerin hep Sünni yerleşimler olması, buna mukabil etnik ve dinî azınlık bölgelerinin ayakta kalması manzarası karşısında öfkelenmemek mümkün değil. Rejim tarafından gayet bilinçli ve planlı bir yıkım ve tehcir politikası izlendiği o kadar aşikâr ki; tıpkı İsrail’in Gazze’de yaptığı gibi…  

Geçtiğimiz 14 yılda sahayı bilmeden, görmeden masa başından ahkam kesenler, Suriye konusunda kamuoyunu çokça yanlış bilgilendirdiler. Ama bir de sahadan kasıtlı yalan bilgi yayanlar vardı. Suriye’de her şey normalmiş gibi yayınlar yapan vlogerların ne kadar ahlaktan, vicdandan ve insanlıktan yoksun etki ajanları olduğunu anlamak için illa Sednaya hapishanesini gezmeye gerek yok. Türkiye’den Ürdün sınırına uzanan 526 kilometrelik otoyol boyunca ilerlerken de başkent Şam dahil bütün büyük şehirleri çevresiyle birlikte gezerken de şahit olunan manzara, Suriye halkının on dört yıldır neler çektiğini ve rejimin neler yaptığını çok net ele veriyor. Gazzeliler ne yaşıyorsa, Suriyeliler de onu yaşadı; biri işgalci dış düşman, diğeri kendi devleti ve ordusu eliyle… Ama Suriye’de yaşananlar görülmek/gösterilmek ve bilinmek istenmedi, bilinçli bir tercihle. Bilgilerimizi ve bilgi kaynaklarımızı sorgulamak için ilk fırsatta Suriye’ye gitmeli ve yaşananları yerinde görmeliyiz.

Son olarak, Orta Doğu diktatörlüklerini ve on yıllardır halklarına uyguladıkları devlet terörünü anlatırken sık sık Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü hatırlatırdım. Suriye, bu hikmetli sözün en canlı ispatı. 



19 Şubat 2025 Çarşamba

Z.T.KOR: HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE İZLENİMLERİM

 

HALEP’TEN DERAA’YA SURİYE İZLENİMLERİM (26-30 Ocak 2025)

Zahide Tuba Kor


NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

NOT: Fotoğraflar sonraki paragrafta paylaştığım bilgilere/bölgelere aittir, öncekilere değil.


26-30 Ocak’ta Türkiye’den Ürdün sınırına kadar kuzeyden güneye Halep, Hama, Humus, Şam Kırsalı, Şam, Deraa ve Süveyda vilayetlerini vakit el verdiği ölçüde gezdim. Bu uzun gezi-gözlem yazısında 13 yıllık kanlı ve yıkıcı bir mücadelenin ardından yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra Baas rejiminden ve Esed hanedanından kurtulan Suriye’nin ve Suriye halkının durumunu anlatacağım.  

(Yazımın ara başlıkları şöyle: Vilayet vilayet savaşta alınan yıkımın boyutları ve ekonomik krizin etkisi; Sednaya hapishanesi ile Azez’deki hapishanenin mukayesesi; Şam’da hayat; Şam ve Halep trafiği; Suriyeliler memleketine geri dönebilecek mi?; Esed hanedanın devrilmesinin yol açtığı mutluluk ve meydan okumalar; sahanın hatırlattıkları…)

İzlenimlerimi paylaşmaya başlamadan evvel Suriye’ye gidebilmemi sağlayan Göç ve Diaspora Vakfı’na ve İHH’ya, bilhassa Göç ve Diaspora Vakfı Kadın Diaspora İletişim Başkanı Müzeyyen Taşçı’ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Keza yoğun mesaisine rağmen Şam’da bizi ağırlayan Türkiye’nin Şam Büyükelçiliği Geçici Maslahatgüzarı kıymetli hocam Burhan Köroğlu’na ve Suriye’nin Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’e de müteşekkirim. 

(Hicaz Demiryolu Şam istasyon binası)

Vilayet vilayet savaşta alınan yıkımın boyutları ve ekonomik krizin etkisi

8 Aralık’tan sonra Suriye’ye her kim gittiyse yıkımın boyutu karşısında dehşete düşmüştür. Çünkü bir dönem muhaliflerin eline geçmiş her yer (bilhassa ilçeler ve kırsallar) ağır bombardımanlardan nasibini aldı. Tabii ki karada yıkıcı topçu ateşleri, intihar saldırıları vs. vardı ve muhalifler de yıkıma yol açtı; ama onların kullandığı silahların tahrip gücü son derece sınırlıydı. Suriye’yi gezenleri şok eden mahalleler ve ilçeler boyu yıkımlar, havadan yağdırılan varil bombalarının ve füzelerin eseri olup bunları kullananlar rejim ve Rusya’ydı. Henüz gidemediğim Fırat’ın doğusundaki ağır yıkımın müsebbibi de Amerikan savaş uçaklarıydı. 


İlk gezdiğimiz yer, 2016’da rejim (Halep) ile muhalifler (Fırat Kalkanı harekat bölgesi) arasında bir tampon bölge olması için Rusya tarafından YPG’ye bırakılan ve şiddetli hava bombardımanlarıyla nüfusun Azez’e, çadırlara sürüldüğü Halep kırsalındaki Tel Rıfat’tı. (8 yıldır Azez’de çadırlarda yaşayanların %80’inin Tel Rıfatlı olduğu söyleniyor.) İlçe hasarlıydı ama Tel Rıfatlılardan dinlediğimde zihnimde canlanan kadar yoğun değil. İlçe bir-iki katlı evlerden oluştuğu için hasarlı binaların tamiri daha kolay. Sonraki duraklara kıyasla buranın farkı, YPG’nin ilçenin altında tünellerden adeta ikinci bir şehir kurması, bazı evleri tuzaklaması ve tarım alanlarını mayınlarla doldurması. İlçede elektrik, su ve internet yok. Ama Azez’e komşu olduğundan altyapının yeniden inşası ve patlayıcıların temizliği diğer yerlere kıyasla daha kolay. 

Azez’de çalışan bir Tel Rıfatlıyla ilçesi YPG’den temizlendikten sonra 6 Aralık’ta yaptığım görüşme önemliydi. Linkten okuyabilirsiniz: https://www.instagram.com/p/DD1YIThiRs2/ 


Şehirler arası M5 otoyolu boyunca ilerlerken bu güzergahtaki Halep ve İdlib ilçeleri ve köylerinin çoğunun ya kısmen ya da tamamen yıkık olup bazılarının “hayalet yerleşim”e dönüştüğüne şahit olduk (mesela Serakib, Maaratu’n-Numan, Han Şeyhun gibi). Ulaşım yollarını elde etmek kritik önemde olduğundan savaşın adeta bir “otoyollar savaşı” mahiyetini kazandığı dönemler olmuştu. 

Bu güzergahta elektrik direklerinde ve yüksek gerilim hatlarında elektrik kabloları bile yok. 


Halep kırsalında kilometrelerce ilerlerken gördüğümüz tüm yerleşimler yıkıkken ve elektriksizken tek istisna, dimdik ayakta duran ve elektrik hattının uzandığı Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldeleri. Buralar yıllarca muhaliflerce kuşatılsa da rejim gıda, silah ve diğer ihtiyaç malzemelerini hava köprüsüyle sağlamıştı. İran, Hizbullah ve rejim On İki İmam Şiiliğine bağlı bu beldeleri kurtarmak için elinden gelen bütün çabayı gösterdi; çevre belde ve ilçeleri yıkıp insanları tehcir etmekten çekinmedi. 

Tam da bu yüzden 29 Kasım’da Halep düşerken Nubbul ve Zehra sakinlerini korku saldı, kaçmaya başladılar. HTŞ orayı koruma altına aldı; giriş-çıkışları engelleyip içerinin bütün ihtiyaçlarını bizzat temin ederek Şiilere yönelik katliam korkularını dindirdi; bu da daha güneydeki diğer azınlıklarla anlaşarak hızla Şam’ı ele geçirmesini kolaylaştırdı. M5 karayolunda ilerlerken bu ilçelere giden yolun girişini gördük. Üzerinden iki ay geçmesine rağmen giriş-çıkışlar hala kontrol altında; askerî kontrol noktası, yola engeller konmak suretiyle diğer yerlere kıyasla daha fazla tahkim edilmiş. 


Muhaliflerden geri alınmış bazı yerler enkaz yığını, bazı yerlerse ağır veya hafif hasarlı binalarla dolu. Bombaların isabet etmediği sağlam binalar bile muhalifler geri çekilince rejimin silahlı çetesi şebbihaların yağmasından kurtulamamış. Yağma, sadece boşaltılmış binaların içindeki değerli-değersiz bütün eşyaların çalınması demek değil, aynı zamanda geriye sadece dört duvar kalacak şekilde kapı-pencere, hatta duvarlar içindeki elektrik kabloları dahil her ne varsa hepsinin alınması demek. Başkent Şam hariç ülkenin her yerinde yıkılmış ve/ya yağmalanmış binalarla karşılaştık. Halep’te insanların yaşadığı koskoca sağlam binalarda belli katlarda bütün pencereler söküktü; belli ki sahipleri daireyi terk etmek zorunda kalınca içerisi yağmalanmış. Milyonlarca kapı-pencere, kilometrelerce elektrik kablosu ne mi oldu? Bütün diğer yağmalanan ev eşyaları gibi şebbihaların kurduğu “Sünni pazarları”nda satıldı. Birçok Suriyeli, 8 Aralık’tan sonra evlerine geri döndüğünde karşısında beton duvarlardan başka bir şey bulamadı. İnsanlar, sadece kendi alınteri veya baba/dede yadigarı evini değil, aynı zamanda bütün hatıralarını da yitirdiler ve hafızalar silindi. 

Şebbihalar kim ve Sünni pazarı ne derseniz, rejimin gazetesi Tişrin’de yıllarca çalışmış İsmaili bir gazeteci 2022’de yaptığım röportajda şöyle anlatmıştı: “Suriye toplumunun bildiği, gördüğü en kirli sınıftır. Şebbihaların baskı ve zulmü diğer birimlerde çalışanlardan katbekat fazladır; üstelik sadece protestoculara değil, her türlü muhalif sese karşı. Gösteriler ilk başladığında bunları finanse eden Esed’in akrabası Rami Mahluf’tu. Resmî adı ‘Milli Savunma Kuvvetleri’ olan milis yapısı aslen şebbihalardan müteşekkildir. Bunlar işlerinden atılmış, suç işleyen, yol kesen, Suriye halkının deyimiyle ‘serseri’ olan, hapiste olması gerekirken rejimin silah verdiği, gösterileri bastırmasını istediği Suriye toplumunun en kirli kesimidir. Bunlar ülkenin her yerine dağılmış vaziyette. Bunlara İran tarafından silah eğitimi verildi ve finanse edildi. Şebbihalar hem gösterileri dağıtmakta hem de evleri yağmalamakta kullanıldı. Rejim, isyan eden bir bölgeyi sürekli bombalayarak muhalifleri geri çekilmeye zorladığında ve çatışmalar bittiğinde şebbihanın bölgeye girip her şeyi çalmasına izin veriyordu. Evlerdeki mobilyaları ve her türlü eşyayı çaldıkları yetmezmiş gibi, duvarların içindeki elektrik kablolarını bile söküp alıyorlardı. O dönem –Suriye halkının Sünni kesiminin rejime ihanetinin nişanesi olarak– ‘Sünni pazarı’ dedikleri yerlerde bu çalıntı eşyaları satıyorlardı.” (Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, sf. 335-336)


Suriye’de en çok merak ettiğim yer, ülkenin ticari başkenti sayılan en kalabalık şehri Halep’ti. Çünkü ilk kez 2006’da turistik gezi vesilesiyle gittiğimde mimari estetiğiyle ve tarihî eserleriyle beni büyülemişti. En çok Osmanlı eserinin bulunduğu şehirdi. Aynı zamanda Osmanlı’nın Kahire’den sonraki ikinci en büyük vilayetiydi (Kilis, Antep, Urfa, Hatay ve Maraş’a kadar geniş bir coğrafya Halep’e bağlıydı). Tıpkı Şam gibi şehir hüviyetini 6000 yıldır kesintisiz koruyan çok-kültürlü bir merkez, adeta küçük Osmanlı’ydı. 


Halep’in savaşın yaşanmadığı, rejimin kontrolünden hiç çıkmamış kesiminde binalar ayakta, daha nezih ve hayat normal akıyor. Halep Kalesi’ne ve tarihî eserlerle dolu merkeze yaklaştıkça yıkım manzaraları başlıyor. 





Savaşta bombalanan Halep Emevi Camii hala restorasyonda, giremedik. Halep Kalesi ve çevresi özgürleşmeden sonra herkesin ana uğrak noktası. Kutlamaların merkezi; davullar eşliğinde halay çekenler, oynayanlar, gezip tozanlar, süslü atlara ve develere binenler, kale önünde fotoğraf çektirenlerle dolu. İnsanlar öyle mutlu ki... Ama aynı zamanda buralar geçmişte şiddetli çatışmaların ve yıkımların yaşandığı yerler. Kale çevresindeki birçok Osmanlı ve Memluk eseri, yukarıdaki fotoğraflarda da gördüğünüz üzere tamamen veya kısmen yıkılmış. Kale çevresinin eski haliyle yenisi arasındaki fark çok büyük. Özellikle savaşta harap olan dünyanın en büyüklerinden tarihî Halep Kapalıçarşısı’nın son halini görmeyi çok isterdim, ama vakit bulamadık. 







Halep’in merkezi gibi muhaliflerin eline geçip rejimin ve Rusların bombardımanıyla yıkıma uğrayan tarafını çok dar bir vakitte gezdik. Tamamen yıkılan mahallelerine gidemedik, ama gezdiğimiz yerlerde de yıkık veya metruk binalar çoktu. Halep, savaş ve ekonomik kriz yüzünden eski nezihliğini ve güzelliğini yitirmiş. Hava kirliliğinin ve bakımsızlığın da etkisiyle kararmış, çirkinleşmiş ve kaotikleşmiş. Bu şartlar altında Halep’in mimari estetiğini fark etmek zorlaşırken tarihî eserlerin en çok yıkıldığı veya tahrip edildiği şehir haline gelmiş. Ağlanası bir durum bu. 




Şehrin savaşın girdiği ve girmediği semtleri arasındaki fark sosyoekonomik açıdan da bariz. Savaşı yaşamış yerler fazlaca kaotik ve sefalet içinde. Kaosun müsebbibi sadece araç trafiği değil, yol kıyıları da seyyar satıcılarla dolu. Devletin ucuz ekmek satılan fırınlarının önünde çok uzun kuyruklar var; yolun karşı kaldırımında ise fazladan ekmek almayı başaranlar sıraya girmek istemeyenlere daha pahalıya satmak için bekliyorlar. (Halep'te rejim devrildikten sonra HTŞ halka bedava ekmek dağıtmaya başladığında Halepliler yıllar sonra ilk kez ekmeğe doyduk demişlerdi; çünkü ekmek almak geçmişte karneye bağlıydı.)

Halep’in kaotik trafiğinde bir ana cadde bomboştu. Burası, PYD hakimiyetinde kalan Eşrefiye mahallesine giden yolmuş. Yolu karıştırıp yanlışlıkla Kürt nüfuslu Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerine girenlerin ya kaçırıldığını ya da öldürüldüğünü okumuştum. Şehrin bütün caddelerinde trafik sıkışıkken o caddenin bomboş olması bu haberlerin gerçekliğinin kanıtı. 

Halep’te muhalifler ile rejimin kontrolündeki kısımları birbirinden ayıran, tehlikeli Bostanu’l-Kasr geçiş noktasını da gördük. Röportajlarda ebeveynlerin keskin nişancıların kurşunlarından koruyabilmek için çocuklarını kucaklarında nasıl koşarak geçmeye çalıştıklarını dinlemiştim. Sanıyordum ki rejimin adamları bu kontrol noktasının hemen yakınındalar; meğer kuşbakışı en az 500 küsur metre ötede Halep’in en yüksek binalarından birinin çatısından gelişigüzel yağdırılıyormuş kurşunlar. Birçok insanın can verdiği bir noktaydı burası. Öte yandan bu mahalle savaşta bombardımanlarla büyük yıkım alsa da gezdiğimiz cephe hattı olan ana caddesi sağlamdı. Çünkü rejim, silahlı gruplarla doğrudan savaşmak yerine kaçak güreşiyor, kasıtlı olarak sivil bölgelere bomba yağdırıp çoluk çocuk öldürerek muhalifleri dize getirmeye çalışıyordu. For Sama belgeselinin yönetmeni Vaad el-Hatib bu konuda bakın ne demişti: “‘Halep’te hayatta kalmak istiyorsan cephe hattına olabildiğince yaklaşmalısın’ diyorduk birbirimize. Çünkü cephe hattı rejimin savaş vermek istediği en son yerdi. (…) öldürülenlerin hep siviller, çocuklar olduğunu görürsünüz. Evet, bir savaş vardı ama öldürülen savaşçılar asgari düzeydeydi. Bu, Suriye rejiminin kasıtlı bir taktiğiydi.” (Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, sf.155) Burası, gezip görmenin önemini bir kez daha anladığım yerdi.


Halep’in ardından Hama ve Humus’a gittik. Yine kırsalları yıkılmış. Hama’nın Asi Nehri üzerindeki meşhur su değirmenleri mola verdiğimiz yerlerdendi. Burada Hamalılar özgürleşmeyi kutluyor. Her kalabalık yerin girişi gibi buranın da kaldırımları seyyar satıcılarla dolu. 


En ilginci, kaldırıma bir küçük masa ve iki sandalye atmış seyyar dövizciydi. Döviz kurları şehirden şehre değiştiği için şoförümüz buranın Şam merkeze kıyasla doları Suriye lirasına (SL) daha iyi fiyattan bozacağını söyledi. Üç arkadaş her birimiz 100’er dolar bozdurduk, karşılığında bir torba dolusu para aldık. (En büyük banknot 5000 SL olup 100 dolar bozdurulduğunda elinize 280 tane 5000 SL banknot veriliyor; 2000 veya 1000’lik banknotlardan verildiğinde para destesi iyice büyüyor.) Bu arada kuzeyde TL, rejim bölgesinde SL kullanılıyor. Geçmişte rejim bölgesinde dolar veya herhangi bir yabancı para bulundurmak suçtu, üzerinden 5 dolar çıkmanın cezası 2 yıl hapisti; resmî ve gayriresmî dolar kuru da birbirinden çok farklı olup dövizciler bu işi gizli gizli yürütürdü. Yeni dönemde Asi Nehri kıyısında sokak ortasında bile yapılıyor bu işler. 

Hama’nın merkezinde binalar sağlam. 1982 tecrübesini yaşamış merkezin isyan etmesi mümkün değildi. Hama Katliamı meşhur olmakla birlikte 1982 İdlib’den Halep’e birçok şehirde insanlar cezalandırıldı, küçük çapta başka katliamlar da oldu. Tam da bu yüzden 2011’de ülke genelinde orta yaş ve üstü Suriyeliler, -rejimin tokadını yememiş ve neler yapabileceğinden habersiz- gençleri sokağa çıkmamaları konusunda uyardı, hatta engellemeye çalıştı ama işe yaramadı Bu arada Hama’nın nüfus yapısı da 1982’den günümüze değişime uğradı. Dolayısıyla savaşın girmediği merkezlerden biri oldu.

 

Hama’nın dikkatimi çeken özelliği, en geniş caddelere sahip şehir olması. 1982’de yerle bir edilen şehir yeniden inşa edilirken kontrolün daha kolay olması için caddeleri genişletilmiş. 43 yıl evvelki yıkım yüzünden özgün kimliğini yitirmiş, tarihî eserleri en az olan şehir. Korkum, yeni Suriye inşa edilirken benzer şekilde şehirlerin özgün kimliğinin ve mimarisinin yok sayılması. Böyle bir yeniden inşa, kültürel katliam olur. Suriye’de iş yapacak müteahhitlerimizi uyarmış olalım. 


Humus, Suriye’nin üçüncü büyük şehri olup ülkenin ortasında, diğer bir deyişle tam kalbinde yer alıyor. Muhaliflerin eline geçen ilk büyük şehir olduğundan bir zamanlar “devrimin başkenti” diye anılıyordu. Ancak rejim, 2014-2015’te İran ve Hizbullah sayesinde burayı geri aldı. Diğer bir özelliği, şehrin önemli bir Alevi/Nusayri nüfus da barındırması nedeniyle geçmişten beri mezhep gerilimlerinin merkezi olması. Hem şehrin dışındaki ilçeler hem de şehir merkezi çok büyük bir yıkım almış. Rejimin on sene evvel şehri geri aldığı halde tek bir çivi bile çakmadığını, insanların kendi birikimleriyle evlerini tamir etmeye çalıştığını hep duyardım, yerinde görmek de nasip oldu. 


Yukarıdaki fotoğraflarda da göreceğiniz üzere bombardıman yüzünden içinde tek bir apartmanın bile sağlam kalmadığı koca mahalleler var. Böyle mahallelerde bütün duvarları yıkılmış, geriye sadece iskeleti kalmış koskoca binaların bir-iki dairesine duvarlar örülmüş, içinde yaşanıyor. Veya bütün bina hasarlı ve içi boşken en alttaki dükkân tamir edilmiş kullanılıyor. Balkona asılmış çamaşırlardan içeride insanların yaşadığının anlaşıldığı ağır hasarlı binalar mevcut. Şehrin bombalanmamış sağlam kısımları bile bakımsızlıktan dökülüyor. 

Geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin “teröristler”den kurtulup savaşın bittiği, her şeyin ne denli yolunda gittiği ve yine göçmeyip de ülkesinde kalanlarının ne kadar çağdaş olduğunun bir kanıtı mahiyetinde türlü türlü videolar sosyal medyada gezdi. Bunların bir kısmı savaşın hiç girmediği Lazkiye sahillerinden ve başkenttendi, bir kısmı ise savaşın şiddetli yaşandığı Humus’tandı. Dekolte kıyafetleriyle festivallerde eğlenen Humuslular manzarası ve propagandası, acaba şehrin yıkık semtlerine kaç sokak uzaktaydı?

 

Şunu da ekleyeyim. 2006’daki ilk Suriye ziyaretimde dört büyük şehri gezmiştim ve başı açıkların çok az olduğunu görmüştüm. Savaşla geçen yıllarda hem IŞİD’in İslam adı altında insanlara yaptığı zulümler hem de rejim bölgesinde dini eğitimin azalması ve dinden korkulur hale gelmesi yüzünden halkın daha fazla sekülerleştiğini ve hatta bazılarının inancını yitirdiğini düşünüyordum. Dürzilerin yaşadığı Süveyda dışında sokaklarda başı açık Suriyeli kadınların sayısı beklediğimden daha azdı. 

Humus’un en acı yıkımlarından birini alan semt, içinde büyük Arap komutan Halid bin Velid’in kabrinin bulunduğu cami ve çevresi (Yukarıdaki fotoğraflar). Cami de, içindeki kabir de bombalanıp yıkılmıştı. 




Cami de, türbe de restorasyondan geçmiş ama eski güzelliği kalmamış. Avluda yıkık kısımlar hala var. Restore edilen kısımları görünce acaba bazı yerleri yıkık kalsa daha mı iyi olur diye düşünmeden edemedim. Caminin bütün çevresi savaş alanı olmuştu; koskoca binalar metruk halde, savaşın tahribatını gözler önüne seriyor. Cami önü yine her türlü eşya satan seyyar satıcılarla dolu. 


Gezimizin sürprizi, en güneydeki vilayetler Deraa ve Süveyda’ya gidişimizdi. Şoförümüz de merak ediyor olmalıydı ki programda olmadığı halde bu iki vilayete bizi götürmeyi kabul etti. Deraa vilayet sınırına girerken beni ilk şaşırtan, Türk Telekom’un cep telefonuma yolladığı “İsrail’e hoş geldiniz” mesajıydı. Dört günlük ziyaretin en şok edici ânı da yüzde 70’i yıkık olan Deraa vilayetini görmekti. Şehir merkezinde bomba ve kurşunların isabet etmediği sağlam bina yoktu. Merkezi bundan daha fazla yıkım almış tek şehrin, -bütün silahlı örgütlerin eline geçmiş ve Türkiye hariç Suriye sahasında aktif bütün dış güçlerin bombardımanına maruz kalmış, petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip- Deyrezzor olduğu söyleniyor (yüzde 90’ı yıkılmış). 





Deraa, Ürdün sınırında bir tarım şehri ve rejimin geçmişte ana destek depolarından olup birçok Baas yetkilisinin çıktığı bir vilayet. Ama 2011 Mart’ında Suriye Devrimi’nin kıvılcımının da ateşlendiği yer olup rejim buradan tam bir intikam almış. Öyle ki bu denli yıkılmış bir şehri yeniden inşa etmektense yeni bir yere kurmak daha mantıklı görünüyor. Halep ve Humus şehir merkezlerinde hasarlı veya yıkık binalar dolu olmasına rağmen hayat bir şekilde normal devam ediyor. Deraa sokaklarında ise hem insan hem dükkân sayısı az. Hasarlı binaların bir katını veya birkaç odasını tamir edebilenler, çok zor şartlarda, fakruzaruret içinde yaşıyor. Nasıl ki kuzeydeki Halep vilayetinde yaşayanların birçoğu Türkiye’ye veya TSK himayesindeki güvenli bölgeye sığındıysa güneydeki Deraalıların birçoğu de Ürdün’e sığındı. Şehir, 2018’de rejimin eline geçti, ama sonrasında da hiçbir zaman tam anlamıyla durulmadı; rejimle uzlaşan unsurların daha sonraki süreçte neden sık sık ayaklandıklarını Deraa’nın halini görünce daha iyi anladım. 

İsrail ile Deraa arasında sadece daracık bir şerit olan Kuneytra vilayeti var (haritadaki Kuneytra'nın sınırları içinde İsrail'in 1967'de işgal ettiği Golan Tepeleri de olduğundan daha geniş görünüyor); rejimin düşüşü akabinde İsrail burayı 1974 anlaşmasını geçersiz sayarak işgal etti. Deraa’daki yıkımı gördüğümde, İsrail’in -daha evvel hiç ciddiye almadığım- “Davut Koridoru” veya bir başka planını hayata geçirmeye kalkarsa fazla zorlanmayacağını anladım. Esed rejimi halkından intikam alırken aslında ülkeyi İsrail’in (ve başka dış güçlerin) müstakbel işgallerini kolaylaştıracak hale getirmiş. Tıpkı rejimin ve müttefiklerinin ülkedeki Filistin mülteci kamplarının ekseriyetini her türlü silahı kullanarak tamamen veya kısmen yıkması, Filistinli mültecileri tehcir etmesi ve mülksüzleştirmesi gibi. Şam’ın hemen güneydoğusunda koskoca bir ilçe hüviyetindeki Yermük Kampı’nın hali, sözde “Direniş Ekseni”nin Filistin muhabbetinin canlı bir şahidi ve simgesi!



Gönül isterdi ki Deraa’da daha uzun kalıp insanlarla görüşeyim, yaşadıkları evleri gezeyim. Ama vaktimiz yoktu. Yolda gördüğüm iki hanımla ayaküstü sohbet ettik. Biri artık içinde yaşamadığı bombalanmış evini gezdirdi. Sokak kapısı olarak girişe alüminyum bir sac koymuşlar. Bahçede düşen bombanın açtığı bir çukur vardı. Duvarların bir kısmı hiç yok, kalan duvarlar da kurşun izleriyle dolu. Ev, ayet yazan bir tablo dışında, kapı-pencere dahil tamamen yağmalanmış. 

Hanımların anlattıklarını özetleyeyim: Hayat Deraa’da yıkımlar arasında çok zor. Elektrik ve su yok. Temel ihtiyaç malzemeleri yok. Gıda yetersiz, ekmek pahalı. Kuzeyde Türkiye’nin kontrolündeki alanların aksine güneyde insani yardım yok. Maaşlar çok çok düşük. Çocukları tutuklu veya kayıp aileler çok. Sednaya ve diğer hapishaneler boşaltılırken büyük bir ümitle ve sabırsızlıkla sabah-akşam haber beklemişler, ama gelmemiş. Çok büyük hayal kırıklığı ve acıya gark olmuşlar. Psikolojik olarak çok yorgunlar. Gençler tutuklanır veya kaybolurken onların eşi ve evladı nine-dedelerinin himayesine kalmış. Çalışacak işi olmayan yaşlılar da parasızlıktan torunları büyütmekte zorlanmış, okula yollayamamışlar bile… Bu anlattıkları aslında ülkenin dört bir yanında birçok Suriyelinin hikayesi.


Deraa’nın ardından komşu vilayet Süveyda’ya gittik. Burası Dürzilerin hayat alanı. Dürzi/Arap Dağı’nda yaşıyorlar. Dağlar Ortadoğu’da azınlıkların çoğunluğa karışmadan ve asimile olmadan yaşadığı yerlerdendir. Bu teorik bilgiden hareketle Süveyda’yı erişimi zor bir coğrafya olarak hayal ediyordum.  Beni şaşırtan, şehrin dağın eteklerine yakın, erişimi kolay bir bölgeye kurulu olması. Deraa’daki yıkımı gördükten sonra Süveyda’ya gidince düzgün asfaltlı yolları, ayakta ve sağlam evleriyle buranın önceden zannettiğim kadar bakımsız ve ihmal edilmiş bir bölge olmadığı kanaatine vardım. Belki de Dürzilerin iddia ettiği gibi rejim gerçekten burayı hep ihmal etti, ama savaş yaşamadığından ve yıkıma uğramadığından artık diğer şehirlere kıyasla daha iyi bir görüntü veriyor. Burada tesettürlü sayısı diğer şehirlere kıyasla çok daha az; Dürzi dindarlar (2. sırada sağdaki fotoğrafta olduğu gibi) geleneksel siyah kıyafet giyip başlarına kadınsa beyaz başörtü, erkekse beyaz takke takıyorlar. Pazaryeri oldukça kaotik. Onun dışında şehir her şeyiyle normal görünüyor.



Gelelim başkent Şam’a. Başkentin çoğu yeri sapasağlamken ve hayat gayet normal bir şekilde akarken şehrin doğusunda bir dönem muhaliflerin eline geçmiş iki bölge yerle bir olmuş vaziyette. Şam Eski Şehre en yakın ilçe olan, hatta kuzeydoğuda tarihî surların bittiği yerde başlayan Cobar, molozlar ve yarı yıkık binalarla dolu, öyle ki yıkımın oranı %90’larda. 

Kasyun Dağı eteklerindeki, askerî bölgelerin de bulunduğu Kabun ilçesinin ise önemli bir kısmı, ayakta tek bir bina bırakılmayarak un ufak moloz yığınına dönüştürülmüş. Öyle ki şoförümüz M5 otoyolunda ilerlerken “burası Kabun ilçesi” demese bir zamanlar çok katlı binalarla dolu koca bir ilçe olduğunu hiç fark etmeyecek, bomboş bir arazi zannedecektim. Bu nasıl bir intikam diye düşündüm. Ama İstanbul’a gelince nedenini öğrendim. Meğer rejimle iltisaklı işadamlarından Muhammad Hamşu, bombalanan binaların demirlerini çalmak için ilçeyi moloz yığınına dönüştürmüş; tamir edilebilecek hiçbir yapı bırakmamış. (Geçmişte Mahir Esed’le yakın iş ilişkileri olan bu işadamı, Muhammed Sabancı adıyla Türk vatandaşlığı almış ve daha sonra Suriye’de milletvekili olmuş; Türk vatandaşlığı ortaya çıkınca rejim düşmeden iki ay evvel vekilliği düşürülmüş.) Rejimin 2022’de ilçeyi yıkma kararı aldığını da belirteyim. Savaş sırasında yer üstünde yürümenin mümkün olmadığı bu ilçelerde insanlar tünellerde yer değiştirerek hayatta kalabilmişti.








Şam’ın güneybatısında, içinde en büyük Filistin mülteci kampının bulunduğu Yermük de başkentin yıkılan ilçelerinden biri. 150.000 kadar Filistinlinin yanı sıra yüz binlerce Suriyeliye ve ayrıca Iraklı mültecilerden tutun farklı ülkelerden gelen göçmenlere kadar karmaşık bir nüfusa ev sahipliği yapan ilçe üç defa kuşatılmıştı. Kedi-köpek yenebilir fetvalarının verildiği ve açlıktan-susuzluktan ölümlerin yaşandığı en sonuncusu, şiddetli rejim ve Rus bombardımanı altında nüfusun tehciriyle sonuçlanmıştı. Bir zamanlar Şam’ın kültürel faaliyetlerinin merkezi olan ve iyi eğitimli bolca Filistinliye ev sahipliği yapan kamp, artık ağır hasarlı veya yıkık binalarla dolu. Evini tamir imkanını bulan veya bulamayan az sayıda Filistinli kampa geri dönmüş, bazıları dükkanlarını açmış. Ancak Şamlılarla görüştüğümde Yermük ilçesinin yıllarca girişi yasak bölge olarak kaldığını anlattılar. 

Burada da hasarlı binaların içindeki kapı-pencere, banyo-mutfak dahil her şey ganimet olarak çalınmış. Rastgele girip gezdiğim bir binadaki evin tavanı ve duvarları kartonpiyerlerle süslüydü; içi tamamen boşaltılırken yerlerde sadece bir-iki kıyafet atılı kalmış. Tuz ve Taş Üstünde kitabımda Filistinli Suriyelilerle yaptığım röportajlarda Yermük Kampı’nın geçmişini ve savaş sonrası halini uzun uzun anlattırmıştım. Okumanızı tavsiye ederim. 



Gelelim Şam’ın çevresini saran devasa bir vilayet olan Şam Kırsalı’na; burada özellikle içinde çeşitli ilçeleri barındıran, verimli toprakları ve sanayi tesisleriyle Doğu Ğuta, Şam Kırsalı’nın büyük yıkım alan bölgelerinden. Şam-Humus yolu üzerinde kilometrelerce yıkım görüyorsunuz. Güney kesimler de savaşla yıkıma uğrayan yerlerindendi, ancak oralara gidemedik. 

Rejim, bırakın buralara geri dönmeyi, gezmek için bile girişi yasaklamıştı. Her ne hikmetse Suriyeli sıradan halkın girişine yasak olan bölgelerde bizim vlogerlar çekim yapabiliyordu, hem de Suriye bir istihbarat devleti olmasına rağmen! Ülkemizde kimin yabancı istihbaratlara çalıştığını öğrenmek isterseniz oralardan "serbestçe(!)" çekim yapan kişilerin ve bağlı olduğu grupların ve kuruluşların izini sürün.


Şam Kırsalı’nda savaşın hiç girmediği yerler de var. Mesela el-Tell ilçesinde nüfusunun %80’i Hristiyan olan Sednaya beldesi sapasağlam ayakta. İsmi “Kutsal Yer” anlamında gelen belde, koskoca bir Meryem Ana heykeliyle gelenleri karşılıyor. Hristiyanlarca kutsal sayılan bu beldede hem Rum Ortodokslar hem de Rum Katoliklerin tarihî önemdeki kiliseleri var. Vaktimiz sadece Rum Katolik kilisesini gezmeye yetti. 500’lerde inşa edilmiş kilisenin adı Ayasofya. Meğer İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’nin mimarı burayı da yapmış. Rahibin ilk Hristiyanların gizlice ibadet ettiği kilise dediği yerin altındaki mağarayı da ziyaret ettik. Ve ardından Sednaya hapishanesinin yolunu tuttuk. 


Sednaya hapishanesi ile Azez’deki hapishanenin mukayesesi

Suriye’de 1980’lerden beri hapse girip çıkmış çokça Suriyeliyle geçmişte görüşmeler yapmış ve Sednaya hapishanesinde yaşananları dinlemiştim. Rejim devrildikten sonra ziyaret edenlerin yazdıklarını da okumuştum; mesela gördükleri manzara karşısında kendini tutamayıp istifra edenler vardı. Ancak beklediğim kadar feci bir ortamla karşılaşmadım ve bu yüzden ortamdan fazla etkilenmedim. Şoförümüz ve içeriyi gezdiren HTŞ’li genç, bunun geç gelmemden kaynaklandığını, ilk günlerde gitseydim daha feci bir manzarayla karşılaşmış olacağımı söylediler. İlk günler hapishanede çok ağır bir koku ve ürkütücü bir ortam varmış; zamanla bu dağılmış. Bir de ilk haftalarda hapishaneye serbestçe girilebiliyordu; eski acı günlerin üzerine perde çekip gelecekteki güzel günleri müjdeleme adı altında duvarları rengarenk boyayan gençler gibi delilleri karartmaya çalışanlar illaki olmuştur.

Hapishane koğuşlarının içinde yatak da dahil hiçbir demirbaş eşya yoktu. Mahkumlar muhtemelen beton zemine yatıyordu, tabii ki hücreler aşırı kalabalık değilse. Birçok eski mahkûmdan bırakın yatmayı, oturacak yer bile olmadığını geçmişte dinlemiştim. Mahkumlar kaçarken sahip oldukları her şeyi bırakıp çıkmışlar. Bütün koğuşların yerleri kıyafetlerle doluydu ve aralarında bir-iki battaniye ile bir-iki plastik kap vardı, o kadar (2. satır 1. fotoğraf). Yanlış hatırlamıyorsam her koğuş içinde bulunan tuvaletin kapısı da yoktu. Hücrelerin duvarlarından kapılarına her şey ne kadar sağlıksız bir ortam olduğunu ortaya koyuyor; zaten çok fazla mahkûm burada hastalanıp hayatını kaybetti. Hapishanenin ayrı bir yerinde mahkumların duş alması için yan yana yapılmış küçük odacıklar vardı ve onların da hiçbirinin kapısı yoktu. Mahkumlar duş almaya girdiğinde gardiyanlar 1’den 10’a kadar sayar, ardından mahkumları kırbaçlamaya başlarmış. Bu duş alanının zemininde de kıyafetler atılıydı, ama bunlar mahkumlarınki değil, alelacele kıyafet değiştirip kaçan gardiyan askerlerin üniformalarıydı (2. satır 4. fotoğraf). Bir büyük salonun etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Ailelerle görüşme olacağında mahkumları, duvar ile parmaklık arasında yarım metre kadar boşluk olan bu alana yan yana dolduruyorlarmış. Bir kat aşağıdaki karanlık bodruma inip mahkumların kapatıldığı küçük hücreleri de gördük (2. satır 2. fotoğraf), muhtemelen buralara daha fazla kişi de konmuştur. Bodrumda bir yerde idama mahkum edilenlere giydirilen turuncu kıyafetler vardı (2. satır 3. fotoğraf). Pres makinesini ve önündeki çukuru da gördük; ancak şoförümüz de, HTŞ’li görevli de makinenin hiçbir yerinde insan dokusuna veya kanına ait iz bulunmadığından bunun başka bir amaçla kullanılmış olabileceğini söylediler. 

Geçen sene Azez’de başında Mardinli bir müdürün bulunduğu hapishaneyi ziyaret etmiştim. O kadar nezihti ki. Mahkumlara dikişten bakır işine ve ahşap oymaya kadar türlü türlü meslek öğretiliyordu. Hatta Suudi Arabistan’daki ilkokulların önlükleri burada mahkumlara diktiriliyordu. Mahkumlar yaptıkları her işin karşılığında para kazanıyor, hatta ailelerine yolluyordu ki onlar hapisteyken mağdur olmasınlar. Havalandırmaya çıktıklarında spor yapabilecekleri çok güzel alanları vardı. Kadınların koğuşuna girmiştim; ranzaları, dolaplarıyla hakikaten insani bir ortamdı. Mahkumların el ürünü olan şahane bir bastonu babama hediye olarak almıştım. Türkiye’ye döndükten sonra mahkumların üretimleri için hapishaneye bir ahşap oyma makinesi bağışlamıştık. Sadece bu iki hapishanenin mukayesesi bile rejimin kendi halkına muamelesi ile Türkiye’nin kuzeyde yaşayan Suriyelilere muamelesi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Tabii burada Mardinli hapishane müdürünün idealizmini, azmini ve gayretini de unutmamak gerekir. Rejimin hapishanesindeki mahkumlardan Allah'ın ömür verdiği şanslı olanlar bütün bilgi ve becerilerini yitirmiş, kalıcı fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklarla çıkarken Azez’deki hapishanedekiler meslek edinmiş, üretime katkı vermiş ve sağlıklı bir halde çıkıyorlar. 

Yeni Suriye’nin Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’le görüşmemizde iki erkek kardeşinin Sednaya mahkûmu olduğunu, birisinin hapishanede işkenceler sonucu hayatını kaybettiğini, diğerinin serbest kaldığını anlattı. Tam da bu yüzden birincil görev olarak mahkumların ve ailelerinin rehabilitasyonu ve maddi-manevi güçlendirilmesine odaklandığını anlattı. Bu konuda kapsamlı bir eylem planı hazırlıyorlar ve bizden destek de bekliyorlar. Bu arada Ayşe Hanım uzun yıllar Türkiye’de yaşamış ama Suriye’yi de ihmal etmemiş biri. İdlib’e sık sık gidip gelmiş ve orada birçok sosyal faaliyet yürütmüş. Türkiye’ye geliş sebebi, birçok Suriyeli aileninkiyle aynı: rejimin yaptığı ev baskınları ve genç kızlara tecavüzleri. Üç kızım vardı, onları korumak için gelmek zorundaydım diye anlattı.


Şam’da hayat





Şam diğer şehirlere kıyasla çok daha nezih; özellikle de devlet kurumlarının, yabancı elçiliklerin ve zenginlerin yaşadığı mahalleler. Suriye’nin mimari güzelliğini hala Şam’da görmek mümkün. Hem tarihî Şam evleri hem de meydanların çevresindeki binaların tarzı mimari estetiğin zirvesi. 


Şam’a akşam geç saatte vardık; güneş enerjisi ve jeneratörü olanlarda elektrik bulunmakla birlikte, şehrin bazı yerleri karanlık. (Jeneratörler de mazotla çalışıyor ve mazot pahalı olduğundan her an istedikleri gibi elektrik kullanamıyorlar.) Ama bu karanlık kesimler bile insanlarla dolu. Başkentin insanlarını ne savaş ne ekonomik kriz ne de elektrik kesintileri yüzünden karanlık geceler gezmekten alıkoydu. Geçmişte Suriye’nin büyük şehirleri, geceleri kadınlar için gayet güvenli olup her saat çok rahat sokağa çıkıp gezerlerdi. Hayat dışarıda capcanlı ve cıvıl cıvıldı. Artık eskisi kadar canlı olmamakla birlikte hala akşamları karanlıkta kadınlar cep telefonlarının ışığını açıp rahatça geziyorlar. (Kırsal kesimler tabii ki böyle değil.) 

Suriye’nin yemekleri hala çok lezzetli. Ne yediysek tadı damağımızda kaldı. Yemek porsiyonları bizdekine kıyasla çok daha büyük. Hayatımda yediğim en güzel (sulu ve mis gibi kokulu) mandalinayı Yermük mülteci kampındaki bir seyyar satıcıdan aldığımıza inanır mısınız? Şam’ın restoranları ve kafeleri tıka basa dolu; yani ülkenin bir kısmı temel gıdasını teminde bile zorlanırken diğer kısmı sokakta gönlünce yeme alışkanlığını sürdürüyor, dünyanın savaş ve ekonomik kriz görmüş her yerinde olduğu gibi. 



Şam Emevi Camii’nin yanındaki ilk Türk hava şehitlerini ve Selahaddin-i Eyyubi’nin türbesini 19 yıl sonra yeniden ziyaret edebilmek inanılmaz bir duyguydu. 


Keza Rükneddin mahallesindeki Muhyiddin İbni Arabi’nin türbesini ziyaret etmek de. Türbe çevresinde asılı bez afişler vardı. Şöyle yazıyordu: "Mezhepçiliğe, bölgeciliğe ve hizipçiliğe hayır. Özgür Suriye'den herkes sorumludur. Herkes eşittir." "Allahu ekber, Suriye özgürdür Allah'a şükür. Ülke Esedsiz salimdir. Devrimci askerlere teşekkür ederiz." "Suriye onurlu ve özgürdür. Ülkeme onur getirene Allah onur versin. Ey kahraman Ahmed eş-Şera, sana tüm sevgimizi ve saygımızı sunarız."


Kasyun Dağı’na girişler yakın zamanda birinin öldürülmesi nedeniyle kapatılmış. Yakınındaki Meçhul Asker Anıtına uğradık. Hem anıt hem Kasyun Dağı karşı tepedeki cumhurbaşkanlığı sarayına (üstteki fotoğraftaki binalar) baktığı için savaş boyunca halkın girişine kapatılmıştı. Artık Suriyeliler burada eğleniyor, piknik yapıyor, top oynuyorlar. 

 

2006 ziyaretimde unutamadığım mekanlardan biri tarihî Hamidiye Çarşısı’ydı. Şam’ın ahşap oyma, sedef kakma, gümüş-bakır işleri ve diğer muhteşem el işçiliği eserlerinin satıldığı, geleneksel ürünleriyle ve tatlarıyla göz dolduran çarşının ve çevresindeki diğer çarşıların artık eski özelliğini ve güzelliğini yitirdiğini görmek üzücüydü. Çarşı neredeyse tamamen kıyafet dükkânlarıyla dolmuş, el sanatlarının satıldığı dükkânlardaki ürünler vasatlaşmış. Yine de savaşın girmediği başkent Şam, diğer şehirlere göre çok daha canlı ve mazisini sürdürüyor; tarihî eserler ayakta. Çarşıda en hoşuma giden, seyyar satıcı tezgahlarında gördüğüm Beşşar Esedli çoraplardı; geçmişte böyle bir çorap üretmek düşünülemezdi bile. Başken ayağa düşmek böyle bir şey olsa gerek:)





 

Tarihte 4. Harem olarak bilinen Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak, Suriye’ye gidenlerin en popüler hedefi. Çok şükür ki biz de orada sabah namazını kıldık, güneşin doğuşunu iç avlunun muhteşem mimarisi altında izledik. Roma Tapınağı olarak inşa edilen, daha sonra Bizans tarafından kiliseye çevrilen bu ibadetgah, Hz. Ömer döneminde fethedildikten sonra eklemelerle camiye dönüştürüldü. Caminin için Roma-Bizans ve Arap-İslam sanatının hemen her dalının en muhteşem örnekleriyle dolu. Bu baş döndürücü mimarinin Endülüs Emevileri üzerinden İspanya ve Avrupa'ya, oradan da Latin Amerika'ya taşındığını biliyor musunuz? Cami içinde Hz. Yahya türbesi (yukarıda sol alttaki fotoğraf) ve vaftiz kuyusu var. Yani bu cami hem dinler ve mezhepler tarihi hem de sanat tarihi açısından son derece önemli bir eser.


Ama benim açımdan bundan daha önemlisi ve değerlisi, fetihten sonra 636’da inşa edilen Suriye’nin en eski camisi olan ve devrimin de sembol mekânı olup defalarca bombalanan Deraa’daki 1400 yıllık Ömeri Camii’nde öğlen namazımı kılabilmekti. Bunu hayal bile edemezdim. Keza Şam’da Seyyide Zeynep Camii ve yine devrimin sembollerinden olan Humus’ta Halid bin Velid Camii’nde ikindi namazlarımı kılabilmek de benim için birer şükür vesilesi. (Halid bin Velid Camii'nin fotoğrafını Humus'u anlatırken paylaştım.)

Şam’daki Seyyide Zeynep Camii, Filistinlilerin ve Şiilerin yaşadığı sefalet içindeki mahallede altın yaldızlı kubbesi, muhteşem çinileri ve kristalleriyle insanın aklını başından alan güzellikte. Bir caminin içi ile dışı ancak bu kadar birbirine tezat olur. İran’ın jeopolitik çıkarlarının üzerini örtüp dünyanın dört bir yanından Şiileri Suriye’de savaşa “Lebbeyk ya Zeynep” nidalarıyla seferber etmesinin dinî kılıfı, Hz. Ali’nin kızı ve Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep’in metfun olduğu bu türbeyi korumaktı. Tabii bunun somut bir gerekçesi de vardı: 2006’da Irak’ta Şiilerin kutsal mekanlarından, 12 imamdan 10. ve 11.’sinin metfun olduğu Askeriye Türbesi'ne düzenlenen bombalı saldırılarla türbe tahrip olup bir sürü Şii hayatını kaybederken ülke mezhep temelli iç savaşın eşiğine getirilmişti. Sadece bu değil, başka Şii cami ve türbelerine de saldırılar gerçekleştirilmişti. O dönem el-Kaide’den kopan ve IŞİD’in nüvesini oluşturan Zerkavi ekolünün zihniyetinde türbeler şirk mekanları ve Şiiler de müşrikti… Irak’ta yaşanmış senaryonun Suriye’de tekrar etmemesi ana hedef gibi sunulsa da Suriyelilerin kimlikleri aşan hürriyet ve onur talebini mezhepçi çatışmalara dönüştüren İran’ın kendisiydi. 

2011’den sonra İran Devrim Muhafızlarının koruması ve kontrolü altında olan Seyyide Zeynep mahallesi, rejimin düşmesi ve yabancıların ülkeden kovulmasıyla artık el değiştirmiş durumda. Ama mahallede İran etkisi sürüyor. Türbe girişindeki Şii korumaların Türk olduğumuzu bildikleri halde bize ayrıcalıklı muamele yapmasına ve şirin davranmaya çalışmasına açıkçası şaşırdım. 2006’da İran’dan gelen hacıların türbe avlusunda toplu matemlerini izlemiştim; bu sefer türbe içinde de, avlusunda da yüksek sesli ve toplu hiçbir şey yoktu. Yeni yönetim altında matemlere izin verilme ihtimali şimdilik düşük görünüyor. 

 

Mahalle o kadar dökük ki İran’ın -uğruna canlarını veren- dindaşlarının durumunu azıcık iyileştirmek için bile sivil alanda hiçbir şey yapmadığı görülüyor. Suriye’de en çok tuk-tuk gördüğüm mahalle burasıydı. Civarda Suriye’de hayatını kaybedenler için koca bir Şii mezarlığı vardı. 


 

Şam’da rejim düşmeden evvel bilgi ve belgeleri yok etmek için şebbiha tarafından yakılan bazı binaları da gördük. Bundan biri Göç ve Pasaport Dairesi’ydi. Burası Suriye kurumlarının en modern, en temizlerindenmiş. Nüfus ve tapu dairelerinin yakılması anlaşılabilir; ama göç idaresi neden yakılır bir türlü aklım almadı. Mahir Esed’le ilgili gizli bilgiler olduğu söylendi, kim bilir? 

Bu arada nüfus idaresi iki aydan fazla kapalı kaldıktan sonra Şubat ayının ikinci yarısında açılmış. Bir Suriyeli ile evli Türk öğrencimin eşi açıldıktan sonra buraya gitmiş. Yakılan binanın içi berbat halde olsa da işlemler çok çabuk ve rüşvetsiz yapılmış. On yıllardır Suriye tarihinde bu bir ilk. İnanamamışlar. Personel değişmediği ve başındaki şebbiha kılıklı eski müdür görevine devam ettiği halde HTŞ'den duydukları korku yüzünden halka keyfi muameleyi ve rüşvet almayı bırakmak zorunda kalmışlar. (Suriyeliler Baas rejimi boyunca en basit bir işini bile yaptırabilmek için devlet memurlarına rüşvet ödemek zorundaydılar. Hatta nüfus müdüründen imza almak için önceden girilip rüşvet verilmek zorunda olunan bir oda bile varmış. Artık bu oda kalkmış.)


Şam ve Halep trafiği

Şam ve Halep’te trafik öyle kaotikti ki İstanbul trafiği o kadar da fena değilmiş diye düşündürttü (ama en azından kuralsız ve yavaş da olsa Suriye’de trafik ilerliyor, İstanbul trafiği kurallı olsa da tamamen kilitlendiği vakitler oluyor). Rejim döneminde trafik daha iyiymiş. Peki ne değişti? 

Rejim düşünce hem kuzeyden hem de yurtdışından yuvaya dönenler veya memleketinin halini keşfe çıkanlar olduğu gibi, aynı zamanda askerî güvenlik noktalarının korkusuyla rejim bölgesinde yıllarca yaşadığı mahalleden dışarı çıkamayanlar da artık şehir merkezlerine gitmeye başladı. İkincisi, İdlib’deki askeri ve sivil görevliler aileleriyle birlikte yeni yönetimde yer almak üzere Şam’a aktı ve bu durum Şamlı elitin pek de hoşuna gitmedi. (Kırsalın Şam’a doluşarak başkenti mahvettiğini düşünenler var.) Üçüncüsü, rejim döneminde benzine kota vardı, parası olan bile aylık kotanın (2 haftada bir 25 litre) üstünde benzin satın alamazdı; dolayısıyla keyfi gezmeler sınırlıydı. Artık kotalar kalkmış durumda. Bu durum benzin fiyatlarını artırsa da insanlar rahatça hareket edebilmenin huzuru içinde. Şehir içi ve şehirler arası yolların kıyısı, Lübnan’dan getirilen mazotu bidonlarda satan seyyar satıcılarla dolu ve bunların sayısı, (Suriye üretimini satan) benzin istasyonlarından kat kat fazla. Bunun en kazançlı iş olduğu söyleniyor. Ama mazotlar oldukça kalitesiz. Bu arada mutfak tüpleri de yollarda seyyar araçlarda dolduruluyor. 

Kaotik yaya ve araç trafiğinde kavga çıkmaması hayret verici. Trafik kazası olduğunda şoförlerin birbirinden özür dileyip, helalleşip yola devam etmesi, Suriyelilerin savaşa rağmen sakin tabiatını ve insani etkileşimi yitirmediğinin kanıtı. Bunda geçmişten beri ülkede doğru düzgün bir hukuk sisteminin, haklının hakkını arayabileceği bir mercinin olmaması da etkili bir faktör. 8 Aralık’tan bu yana trafikte yeterince polis yok; bazı yerlerde bu işi siviller gönüllü yürütüyor, hatta Şam’da trafik polisliğine soyunan küçük bir çocukla bile karşılaştık.

Bu ziyaretin benim açımdan en değerli yönü, yıllardır Suriyelilerle yaptığım röportajlarda bana anlatılanların neredeyse tamamının doğru olduğunu yerinde görmemdi. Mesela 2023’te görüştüğüm Suriyeli bir gazeteci-yazarın şu sözünün doğruluğuna, şoförümüzün trafikte yol sorduğu hiç tanımadığı kişilerle diyaloglarında defalarca şahit oldum: “Suriye ticaretin merkezi olan, insanların kaygılı ama nazik ve empatik olduğu bir coğrafyadır. Suriyelilerin günlük konuşma dilinin farkında değilsiniz; bizde herkes birbirine karşı kaygılı bir şekilde çok kibardır. Bu kültürü günlük dilimizde, birbirimizle iletişimimizde bile taşırız.” (Tuz ve Taş Üstünde, sf. 219) Yol tarif edenlerin şoförümüze “canım benim” diye başlayan sözleri bizim açımızdan şaşırtıcıydı. Bir Şamlıyla evli Türk öğrencim de Suriye’de esnafın alışveriş yapsın-yapmasın dükkanına giren herkese gayet kibarca sözleri ve muamelesi karşısında ilk başta çok şaşırdığını anlatmıştı. Arapça belagat ve kelime dağarcığı da günlük konuşma dilini kibarlaştıran ve iltifata boğan bir karaktere sahip. Dilin kültürü ve gündelik hayatı nasıl etkilediğine dair çarpıcı örnekler bunlar. 


Suriye’de geçmişte halkın ekseriyetinin kendi evi vardı ve ev değil, araba sahibi olmak bir zenginlik alameti olup arabaların birçoğu eski modeldi. Ama artık milyonlar evsiz. Trafik, iyice külüstür araba, otobüs, minibüs ve kamyonlarla dolu; yolların kötü ve mazotun kötü kalite olmasının da etkisiyle en sık rastlanan dükkanlardan biri tamirhaneler. (Suriyeliler geçmişten beri hem araba hem diğer eşyaların tamirinde çok iyidirler.) Yine yollarda -Gazze’yi andırırcasına- bolca at arabası, motosiklet ve tuk-tuk gördük; bunlar da savaşın bir ürünü. Bu manzara karşısında Esed’in saraylarının otoparkından çıkan ultra-lüks 1000 küsur arabayı hatırlayınca öfkelenmemek elde değil. 


Suriyeliler memleketine geri dönebilecek mi?

Şehirler arası yollarda sınırlı miktarda eşyayla yüklü kamyonlarla memleketlerine dönenlere şahit olduk. (Fotoğraflardan da fark edeceğiniz üzere kamyonlar küçük ve gayet az eşya taşıyorlar. Bu da Suriyelilerin geçtiğimiz yıllarda ne denli mülksüzleştikleri ve çok az eşyayla yaşamaya mahkum kaldıklarının bir göstergesi.) Ama bu trafik yoğun muydu derseniz, hayır. Bu da yıkımın ve yağmanın büyüklüğünden kaynaklanıyor. En kalitesiz kapı-pencere fiyatının 40-50 dolar olduğu bir ortamda, bombalanmayıp sadece yağmalanmış en küçük evin bile tamir masrafını -mülteci akrabalardan veya yardım kuruluşlarından desteksiz- karşılayabilecek aile sayısı az. (Esed rejiminin memur maaşı 20 dolardı; kuzeyde ise -en yüksek maaşlardan birini alan meslek grubu olan- öğretmenlerin eline geçen aylık 80 ila 100 dolardı. Oysa Suriye’de lüks değil, normal bir hayat sürmek için gerekli asgari maaş 400 dolardı.) Tam da bu yüzden rejim düştüğünde memleketine koşanlar evinin halini görünce çarnaçar kuzeydeki çadırlarına veya konteynerlerine geri döndüler. Suriye’de fakirlik sınırında yaşayanların oranı yüzde 90’larda. Orta hasarlı bir binanın tamir masrafını on yıllarca çalışsalar biriktiremezler. Tam da bu yüzden bazıları “Bizi bu çadırlardan ancak Allah’ın bir mucizesi kurtarabilir” diyorlar. (Azez’den Şam’a küçük bir kamyonla taşınma masrafı da 300 dolarmış.)

Geri dönüş önünde tek engel evlerin durumu değil; memleketinde elektrik, su, internet, sağlık ocağı, okul, bakkal gibi yaşayabilmek için gerekli asgari şartlar bile bulunmayanlar var. Bir de rejim bölgesinde hayat kuzeye kıyasla çok daha pahalıydı, hâlâ öyle; geçimini sağlayabilmek için kuzeyde kalışlar sürecektir. Kimisi içinse geri dönüş, savaşın acı hatıralarının ve travmaların nüksetmesi demek; sevdiklerinin öldürüldüğü veya tecavüze uğradığı eve kim dönmek ister? Evi tamamen moloz yığınına dönmüşlerin zaten hiç geri dönme şansı yok. Her şeye rağmen geri dönmeye kararlı olanlar az değil; çoğu, okulların kapanmasını bekliyor.

Köyler bir-iki katlı evlerden oluşuyor. Bunların tamiri veya yeniden inşası, ilçelerde ve şehir merkezlerindeki çok katlı hasarlı binalara kıyasla daha kolay görünüyor. STK’larımız köylerden başlayarak yeniden inşa sürecine katkı sağlayabilir. Aynı zamanda tarım ve hayvancılığa destek verilirse bu alanda iktisadi toparlanma imkânı doğar. Tabii bunun için bir de tarlalardan ve evlerden mayınların, tuzakların ve patlamamış mühimmatın temizlenmesi gibi zorlu bir görev var. Bazı bölgelerde geri dönenleri bekleyen en büyük tehlikelerden biri patlamamış bombalar olacak. Bu arada savaşın yıllar evvel bittiği yerlerde bile patlamamış bombalar yüzünden her hafta onlarca Suriyelinin öldüğünü veya yaralandığını biliyor musunuz? (Bu talihsiz çocuklardan birinin geçmişte videosunu paylaşmıştım https://www.instagram.com/reel/C8R-nyoiVqM/) Bütün savaş bölgelerinde silahlar sustuğunda bile pusuda bekleyen mayınlar, tuzaklar, misket bombaları vs. yıllar boyunca can almaya devam eder. 1980’lerde Afganistan’da Rusların gömdüğü kara mayınları hala can alıyor biliyor musunuz?

Evi yıkılmayanlardan geri dönenlerin bazılarının karşılaşacağı önemli bir problem, onların yokluğunda rejimin evleri kendi adamlarına vermesi/satması veya evsiz kalıp göç edemeyenlerin sağlam evlere yerleşmeleri. (İran’a bağlı yabancı milisler de Suriyelilerin evlerine konanlardandı; ama rejimin değişmesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.) Aynı ev üzerinde hak iddiası, bazı tapu dairelerinin yakıldığı ve dijital kayıtların zaten olmadığı bir ortamda ciddi problemlere gebe. 

Kuzeyde çadır ve konteynerde yaşayanların bir kısmı evlerine kısa sürede dönemeyecekleri gerçeğiyle yüzleşseler bile rejimin devrilmesinden çok mutlular, adeta bir şok-terapi olan hızlı bozgun karşısında psikolojik olarak rahatladılar. En azından artık kuzeyde daracık bir alana kıstırılmış halde değiller, Türkiye rejimle barışırsa başımıza neler gelir, nasıl katlediliriz korkusuyla yaşamaktan kurtuldular ve serbestçe ülkelerinde hareket etme özgürlüğüne kavuştular. Gayriinsani şartlarda yaşasalar bile en azından mallara ve hizmetlere Suriye’nin geneline kıyasla çok daha düşük fiyatlara ve sürekli ulaşabiliyorlar.

Geçmişte bizler Türkiye'nin kontrolündeki Suriye'nin kuzeyine gidip oradaki insanların ne zor şartlarda yaşadığını anlatırdık. 8 Aralık'tan sonra rejim bölgesinin kapıları açıldığında gördük ki aslında kuzeyde hayat birçok bakımdan rejim bölgesinden çok daha iyiymiş.


Esed hanedanın devrilmesinin yol açtığı mutluluk ve meydan okumalar

Suriyeliler, rejim bölgesinin her yerini dolduran Esed fotoğrafları ve heykellerinden kurtuldular; yarım yüzyıl sonra Esedlerden arındırılmış bir Suriye silüeti inanılır gibi değil. Keza 2011’den sonra ülkenin her yerinde kurulan ve insanların kaybedildiği, tutuklandığı veya en hafifinden rüşvet kapanı olan askerî kontrol noktalarından kurtulup hareket serbestisine kavuşmaktan da çok mutlular. Savaş yıllarında ve sonrasında girişi yasaklanmış bölgelerde artık gezebilmenin tadını çıkarıyorlar. Halep Kalesi ve Hama’daki meşhur su değirmeni gibi merkezler, üzerinden iki ay geçmesine rağmen hala özgürleşmeyi kutlayanların uğrak yeri. Şoförümüzün deyimiyle, insanlar her gün ama her gün rejimden kurtulmanın şerefine kutlamalar yapmaya doyamadılar.

Halkın mutluluğu ve kutlamalar Suriye’de işlerin yolunda gittiği manasına gelmiyor. Çünkü Esed rejimi çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ve toparlanma on yıllar alacaktır. İnsanlar temkinli bir iyimserlik içinde. Problemlerin hızla çözülmesini beklemiyorlar. Hemen herkesin uzlaştığı görüş şu: Biz Esed rejimiyle yeryüzünde cehennemi yaşadık; yerine kim gelirse gelsin ondan beter olamaz… Halk, öylesine savaştan ve iktisadi krizden bıkmış, bedenen ve ruhen yorgun düşmüş durumda ki temel talep, bir an evvel istikrara ve güvenliğe kavuşmak ve hayat şartlarının biraz olsun düzelmesi (maaşların artması, daha fazla elektrik ve su verilmesi vs.). Ahmed eş-Şera’yı kimisi kurtarıcı kahraman sayıyor, kimisi ideolojisinden hoşlanmasa ve ürkse bile ülkenin kurtuluşu için tek şans olarak görüyor. Azınlıklar bile ona mühlet veriyor. Rejimin devrilmesinden bu yana elektrik verilme süresinin azalması, ısınamama, maaş alamama gibi problemlere rağmen insanların çoğu gelecekten umutlu. İktisadi toparlanma için yazın diasporanın ülkeye dönüşünü bekliyorlar. 

29 Kasım’da Halep’in düşmesinden itibaren rejimle işbirliği içindeki tüccarların tekelciliği ve karaborsacılığının bitmesiyle gıda fiyatları düşmüş. Şam’da ise artmış. Suriye lirası dolar karşısında değerlenmeye başlamış; öyle ki rejim düşmeden evvel tarihî zirvesindeki dolar kuru, Ahmed eş-Şera’nın Türkiye ziyareti sırasında yarıya düştü, ama sonra yeniden tırmanışa geçti. Dövizin oynaklığı ve şehirden şehre, hatta döviz bozandan bozana değişmesi büyük bir problem kaynağı. Türk malları dahil kaliteli yabancı ürünlerin piyasaya girmesinden insanlar memnunlar (geçmişte rejim bölgesinde de vardı ama tezgâh altında gizli satılıyordu). Ancak uluslararası yaptırımlar kalkmadan ekonominin toparlanamayacağını ve çökmüş altyapının tamirine başlanamayacağını biliyorlar. Batı da aslında Esed rejimine karşı koyduğu bu yaptırımları yeni yönetimi istediği hizaya getirmek için bir koz olarak kullanıyor.

En büyük problem, savaşta altyapının çökmesi ve tamir için gerekli edevatın yaptırımlara takılması nedeniyle elektrik ve su gibi en temel ihtiyaçların temin edilememesi. Rejim döneminde zengin mahalleler hariç diğer yerlere günde sadece iki saat elektrik, haftada bir-iki defa su verilebiliyordu. Yaptırımlar kalksa ve altyapının düzeltilmesi için canla başla çalışılsa bile yıl sonuna kadar günde en fazla 8 saat elektrik verilebilir hale gelineceği uzmanların tespiti. 7 gün 24 saat elektrik verilmesi ise yıllar alacaktır. İkinci temel problem maaşların çok düşük olması. Yeni yönetim, rejim döneminde ortalama 20 dolar olan memur maaşlarını dört kat artırma sözü verdi. Ülke, sadece maaş alan hayali memurlarla dolu; yeni yönetim kim ne görev yapıyor bunun envanterini çıkarmaya çalışıyor. 

Gelelim emniyete. Ordu, polis ve istihbarat teşkilatlarının lağvedildiği veya yeniden şekillendirilmekte olduğu bir süreçte ülkede emniyet boşluğu var. HTŞ’nin her yerde emniyeti sağlayacak kadar adamı yok; bir yandan eski rejimin adamlarından suç işlememiş askeri ve sivil personeli görevinde tutuyor, diğer yandan yeni asker ve polis adaylarını seçiyor. Şehir içlerinde kontrol noktaları artık neredeyse yok, vilayet girişlerinde var ama sembolik. Aracımıza ilk bomba araması yapılan yer, yanlışlıkla gittiğimiz Ürdün sınır kapısıydı. Hal böyleyken şimdiye kadar merkezlerde büyük bir bombalı saldırı gerçekleşmemiş olması hem bir mucize hem de Suriye halkının artık savaş istememesinin bir yansıması. IŞİD’in Şiilerin Suriye’deki en kutsal mekânı Seyyide Zeynep Türbesi’ne bombalı saldırı girişimi istihbarat sayesinde engellendi; engellenemeseydi bir Sünni-Şii çatışması tetiklenebilirdi. YPG de geri çekildiği yerlerde bombalı saldırılar düzenliyor. Mevcut emniyet boşluğunda dış güçlerin ortalığı karıştırmak için casuslarını ve terör örgütlerini harekete geçirmesi hiç zor değil. Ayrıca Rusya’nın çekilmesiyle hava savunma sisteminden mahrum kaldığı bir ortamda Suriye İsrail’in hava saldırılarından kendini koruyamaz durumda. Hoş, Rusya varken de İsrail yıllardır Suriye’de İran ve Hizbullah hedeflerini çok rahat bombalıyor, hatta rejimin silah üretim merkezlerine havadan asker indirerek operasyonlar düzenliyordu. 

Rejimin adamları buharlaşıp gitmedi. Kimisi af fırsatını değerlendirip silahlarını teslim etti, kimisi -özellikle sahil kesimi ve Humus kırsalında- silahlı direniş hazırlıkları yapıyor ve zaman zaman çatışmalar yaşanıyor. Yeni yönetimin güvenlik birimleri, hala silahlarını bırakmayanların, uyuşturucu çetelerinin ve geçmişte suç sicili kabarıkların peşinde olup sık sık güvenlik operasyonları yürütüyor. Şam’da giderken hem -gövde gösterisi mahiyeti de taşıyan- upuzun araç konvoyuyla operasyona giden bir ekibe rast geldik hem de bir şebbihanın güvenlik güçlerince zorla bir kamyonete bindirilmeye çalışılırken ailesinin direnme anına şahit olduk. Güvenlik güçlerinin kontrolü dışında sokaklarda intikam amaçlı bireysel infazlar oluyor. Sevdiklerinin katili, işkencecisi veya tecavüzcüsüyle karşılaşanları intikam eylemlerinden caydırmak hiç kolay değil. Bir yanda insanlarda intikam ateşi yanarken diğer yanda iç barışı, bütünlüğü ve istikrarı temin etmek zor bir iş. Tam da bu yüzden bir an evvel geçiş süreci adaletini tesis için şeffaf ve güvenilir mahkemeler kurulması elzem.

Fırat’ın doğusunun hala SDG kontrolünde olması da diğer bir problem. Şam’ın egemenliğini kabul etmesi ve YPG’nin lağvedilip silahlı grupların milli ordu çatısı altına girmesi konusunda SDG ile müzakereler sürüyor. PYD-YPG’nin fazla şansı olduğunu düşünmüyorum; önünde sonunda yeni yönetime boyun eğecektir. Suriye’nin kaynakları SDG kontrolündeki bölgede olduğundan Fırat’ın iki yakası birleşmeden Şam’da herhangi bir yönetimin iktisaden ayakta kalması mümkün değil. 


Sahanın hatırlattıkları…

Deraa’nın komşusu Dürzi vilayeti Süveyda’yı, Şam Kırsalı’nda Hristiyan nüfuslu Sednaya’yı, Halep’in ve Şam’ın Hristiyan bölgelerini, Şam’ın Şii bölgesi Seyyide Zeynep mahallesini de gezdim. Hepsinin ortak özelliği, azınlıkların yaşadığı bu bölgelerde binaların ve yolların sapasağlam oluşu (sadece Seyyide Zeynep mahallesi çok bakımsız). İçeri girip gezemesem de elektrik kablolarının uzandığı Halep Kırsalı’ndaki Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldelerini de uzaktan gördük. Zihninizde hiçbir mezhepçi algı olmasa bile kuzeyden güneye ülkeyi gezerken bombalanan, nüfustan arındırılan, tamamen veya kısmen yerle bir edilen bölgelerin hep Sünni yerleşimler olması, etnik ve dini azınlık bölgelerinin sağlam olması manzarası karşısında öfke hissetmemek mümkün değil. Rejim tarafından gayet bilinçli ve planlı bir yıkım ve tehcir politikası izlendiği o kadar aşikâr ki; tıpkı İsrail’in Gazze’de yaptığı gibi…

Söylemler ile sahadaki gerçekler arasında en büyük tezatlardan biri, “Direniş Ekseni” adı altında Filistin davasının en büyük savunucusu olduğunu iddia eden Esed rejimi, Hizbullah, İran ve ona bağlı milisler, sözümona İsrail’e karşı kurulmuş ama amacından sapmış Filistin Kurtuluş Ordusu, FHKC-GK gibi Filistinli sol örgütlerin her türlü silahı hiç çekinmeden kullanıp kısmen veya tamamen yıktığı Filistin mülteci kampları. Şam’daki Yermük Kampı’ndan zaten bahsettim. Suriye’deki Filistinli mültecilerin kahir ekseriyeti savaştan evvelki evlerinde yaşamıyor ve üçte biri ikinci defa mülteci konumuna düşüp Türkiye, Avrupa vd. ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Komşu ülkelerdeki geri dönüş hayalinden hiç vazgeçmemiş bu Filistinli mültecilerden kurtulmak, İsrail’in on yıllarca yapmak isteyip de yapamadığı şeydi. Ürdün’den sonra en iyi şartlarda yaşamış Suriye’deki Filistinliler, iç savaştan Suriyeliler kadar etkilendiler; Gazzelilerden çok daha evvel katledildiler, tutuklandılar, yersiz yurtsuzlaştılar, mülksüzleştiler. Beşşar Esed’in kendi halkına ve yandaşı olmayan Filistinlilere karşı kullandığı yöntemler ile 7 Ekim’den sonra İsrail’in Gazzelilere karşı yöntemleri arasında hiçbir fark yoktu. Tam da bu yüzden Suriyelilerin bir kısmı Filistin davası, direniş vs. dene dene kendilerinin katledilmesi, tehcir edilmesi, mülksüzleştirilmesi, işkence ve tecavüz edilmesi karşısında bu davadan soğudular.

Geçtiğimiz 14 yılda sahayı bilmeden, görmeden masa başından ahkam kesenler, Suriye konusunda kamuoyunu çokça yanlış bilgilendirdiler. Ama bir de sahadan kasıtlı yalan bilgi yayanlar vardı. Suriye’de her şey normalmiş gibi yayınlar yapan vlogerların ne kadar ahlaktan, vicdandan ve insanlıktan yoksun etki ajanları olduğunu anlamak için illa Sednaya hapishanesini gezmeye gerek yok. Gerek Türkiye’den Ürdün sınırına uzanan 526 kilometrelik otoyol boyunca ilerlerken gerekse başkent Şam dahil bütün büyük şehirleri çevresiyle birlikte gezerken de şahit olunan manzara, Suriye halkının on dört yıldır neler çektiğini ve rejimin neler yaptığını çok net ele veriyor. Gazzeliler ne yaşıyorsa, Suriyeliler de onu yaşadı; biri işgalci dış düşman, diğeri kendi devleti ve ordusu eliyle… Ama Suriye’de yaşananlar görülmek/gösterilmek ve bilinmek istenmedi, bilinçli bir tercihle. Bilgilerimizi ve bilgi kaynaklarımızı sorgulamak için ilk fırsatta Suriye’ye gitmeli ve yaşananları yerinde görmeliyiz. 

Benim açımdan en şaşırtıcı şeylerden biri, 2012’de köyünde eline ilk silah alanlardan biri olup 2014’e kadar rejimle ve IŞİD’le savaşmış, ardından sivil savunma birimine katılıp enkazlardan sivilleri kurtarmış, gencecikken 2003 Irak işgalinde Suriye’den Irak’a cihatçı taşımış eski bir ÖSO savaşçısının dilinden Allah yolunda cihat kelimesini hiç düşürmediği halde tek bir vakit bile namaz kılmamasıydı. Rejimi deviren HTŞ’ye tam destek verirken Ahmet eş-Şera hayranıydı; ama İslami bir yönetim kurulmasına karşıydı. Türkiye’ye dönünce, sürekli cihat deyip namaz kılmayan başkaları da var mı diye Azez’deki Suriyeli bir tanıdığıma sorduğumda böylelerinin olduğunu anlattı. Namazsız cihat bizim pek akıl erdiremeyeceğimiz bir husus. Bu vaka, sahanın masadan bakıldığı gibi olmadığını, sahada araştırma yapmanın ne denli önemli olduğunun çarpıcı bir örneği. 

Şam’da kalışımız Kadın İşleri Ofisi Başkanı Ayşe el-Dibs’le randevumuzun son anda ayarlanabilmesi nedeniyle bir gün uzayınca yeni bir otel bulmak zorunda kaldık. Ancak rejim devrildikten sonra yurtdışından ve yurtiçinden başkent Şam’a akın olduğundan önceden rezervasyon yapmadan düzgün bir otel bulmak imkânsızdı. Son geceyi geçirdiğimiz otelde Suriyelilerin hayatını biraz olsun tattık: emniyetsizlik hissi, oda içinde eşyaların asgari düzeyde ve oldukça eski olması, elektrik duylarının çalışmaması, geceden sabaha kadar elektrik kesintisi, camların kenarından içeri giren soğuk hava, çalışmayan klima, ısınma imkanı olmaması yüzünden üşüme… Oteli ve odayı gördüğüm an “Biz burada kalmayız” dedim, ama ardından söylediğimden utandım. Bir geceyi geçirmeye razı gelmediğim halin kat kat beteri şartlarda Suriyeliler yıllardır yaşamaya çalışıyor. Dahası, başını sokabileceği böyle bir odası dahi olmayıp yıllardır çadır içinde ailecek yaşamaya mahkûm kalan yüz binler var. Biz en azından bu otel sayesinde başımızı sokabilecek bir oda bulabildik, ama şoförümüz arabanın içinde sabahladı. (Suriye’de otellerin geçmişte de bizim standartlarımızın çok altında olduğunu belirteyim.)


Bu Suriye ziyaretimde kuzeyden güneye bir güzergâh izleyerek en önemli şehirleri gezdim; bir dahaki ziyarette batıdan doğuya bir güzergahla yeni yönetimin henüz tam veya hiç kontrolüne alamadığı vilayetleri gezmek ve sahada gördüklerimi size aktarmak istiyorum. Dua edelim, Suriye doğrusuyla batısıyla yeni Suriye yönetimi altında birleşsin ve paramparça olan Suriye halkının acıları son bulabilsin.