7 Haziran 2022 Salı

GEZİ NOTU: SURİYE-AZEZ VE KİLİS’TE YAŞAYAN SURİYELİLER (20-22 NİSAN 2022)


SURİYE’NİN AZEZ İLÇESİ VE KİLİS’TE YAŞAYAN SURİYELİLERİ ZİYARETİM (20-22 NİSAN 2022)

Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.



20 Nisan 2022 – Suriye’nin Azez ilçesi


İki yıllık koronavirüs arasından sonra yeniden Suriye’nin Kilis sınırına tekabül eden Azez ilçesine, dağınık kamplarda yaşayan Suriyeli dul ve yetimlere yardım dağıtmaya gittim. Sınıra çok yakın mesafeden bu çadır kamplar başlıyor.



İki yıl evvel kamplarda kış mevsiminin yağmur çamuruna şahit olurken bu defa baharın toz toprağını yaşadık. Kimi kamplar, inşa edilen briket evler sayesinde öncekine kıyasla daha düzgün bir hale gelmişken, diğerlerinde feci ortam değişmemişti.

(Ocak 2020’deki Azez ve Kilis ziyaretimde gördüklerimi ve görüşmelerimi okumak isterseniz TIKLAYINIZ.)

(5-6 Mayıs 2022 tarihinde gerçekleştirdiğim Afrin ve el-Bab ziyaretlerimle ilgili gezi yazısı için TIKLAYINIZ.)


Azez’deki dağınık çadır kamplardan bazı ailelerin hikâyelerini paylaşmak istiyorum:

Zekât vermek için çadırına uğradığımız yaşlı bir hanım bizi görünce kaynatmakta olduğu tuhaf çorbası başında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kim bilir ne kadar zamandır yardım yolu gözlüyordu. Down sendromlu tek bir torunuyla yaşıyor. Torununun hastalığı anlaşılınca başka bir kampta yaşayan oğlu onu kendisine bırakıp gitmiş. Bu fakirlikte torunu nineye can yoldaşı olmuş. 

 

Diğer bir çadırda babasını, eşini, erkek kardeşini ve yeğenlerini savaşta kaybetmiş bir dul hanım vardı. Kimi rejimle, kimi IŞİD’le savaşırken hayatını kaybetmiş. Şimdi iki çocuğu, ablası ve annesiyle yaşıyor. “Allah’tan ve siz hayırseverlerden başka hiçbir şeyimiz yok” dedi.

Ablası kansermiş; daha evvel İHH’nın maddi yardımı sayesinde İdlib’e gidip tahlillerini yaptırabilmiş. Azez’deki hastanelerde kanser tahlili imkânı yokmuş.

Hanım, Esed’e sonuna kadar karşı; zaten eşiyle rejim karşıtı bir savaşçı olduğu için evlenmiş. Önce Halep’te rejim bölgesini bırakıp ÖSO kontrolüne giren Menbic’e yerleşmişler, sonra IŞİD burayı ele geçirince kaçmışlar ve en son Azez’deki çadırlara sığınmışlar.

Eşini sordum; “6 yıldır kayıp” dedi. Çatışmalar duruldukça savaşçı eşi eve gelirmiş. En son eve gelmiş, cepheye dönerken vedalaşmış, ama bir daha kendisinden haber alınamamış. Muhtemelen öldürüldü.

Suriye’de yüz binlerce kayıp olduğunu biliyor musunuz? Ölenin öldüğünü bilmenin ne büyük bir nimet olduğunu dünyada en iyi Suriyeliler bilir. Zira 1970’lerden beri benzer durumda, yani ölü mü diri mi bilinmeyen sayısız Suriyeli ve Lübnanlı var.

Babası da rejimin saldırısında kafasına isabet eden şarapnel yüzünden hayatını kaybetmiş.

   

Yaptığımız yardım sayesinde, bozuk gazocağını biz çadırından ayrılır ayrılmaz koşup tamire götürdü. Yemeklerini pişirdiği gazocağı ne derseniz, fotoğraftaki üzerinde siyah teneke bulunan şey. Mutfağın da fotoğrafını paylaşıyorum.

  

Bu dul hanımın ailecek kullandığı su, gördüğünüz iki paslı varilin içinde. Çadırlarda musluk/lavabo tabii ki yok. Dökme suyla yaşıyorlar. Su nereden geliyor derseniz fotoğrafını gördüğünüz tankerlerden.

Acaba bizler kaç yıl böyle musluksuz, dökme ve kirli suyla yaşayabilirdik?



Yeri gelmişken bir önceki ziyaretime kıyasla farklı olan birkaç şeyi paylaşmak istiyorum. Mesela bazı çadırların yanında ağaç dalları yığını vardı. Bu dallar kuruduktan sonra hem yemek yapmak ve su ısıtmak için ateş yakarken hem de kışın ısınmak için kullanılacak. Onların bizim gibi doğalgazlı veya tüp gazlı ocakları ve fırınları yok maalesef. 


Tabii bazıları daha şanslı. Çadırları üzerine güneş panelleri yaptırmışlar ve bu enerjiyi hem kendileri kullanıyorlar hem de komşu çadırlara satıyorlar.


Diğer dikkatimi çeken farklılık, umumi WC’lere gidiş geceleri tehlikeli olduğundan, bazı ailelerin kendi çadırları arasına WC yapmasıydı. Mesela fotoğraflardaki bidonlu, etrafı keçeyle örtülü veya kahverengi yerler. Çadır dibine kazılmış çukurlar da bol. 2020’deki ziyaretimde çadırların arasında bunlardan hiç yoktu.  



Hikâyelere devam etmeden bir ailenin çadır girişinin fotoğrafını paylaşayım. Haydi gözlerimizi kapatıp bu çadırlarda yıllarca yaşamaya mahkum kaldığımızı hayal edelim... 


7 çocuklu dul bir hanımın hikâyesi ise şöyle: Çatışmalar başlayınca ÖSO’nun kontrolüne geçen Doğu Halep’e kaçmışlar. Evi rejim uçaklarınca vurulmuş. “Sağ salim içinden çıktık ya çok şükür” dedi. Bundan sonra o dönem daha sakin olduğundan IŞİD kontrolündeki Rakka’ya geçmişler. Rakka’ya YPG-ABD saldırısı başlayınca insan kaçakçılarına 600-700 dolar verip Türkiye-Suriye sınırındaki Azez’e ulaşmışlar. Yani Suriye içinde üç defa göç etmişler. Zaten bu dağınık çadırlardakilerin kahir ekseriyeti defalarca iç göç yaşayanlar.

Dikkat çekici bir nokta da şu: İnsan kaçakçılığı sadece sınır aşırı bir olgu değil; Suriye içinde savaş bölgelerinden kaçabilmek için de kaçakçılara bel bağlamak, servet akıtmak zorundalar. Bu hanım da “Elde avuçtaki tüm paramız kaçakçılara gitti” dedi. Eşi bu kampta hastalıktan ölmüş.

Kampları sorduğumda “Kışın ayrı, yazın ayrı dert” dedi. Bu kış çok sert geçmiş; çadır defalarca üzerlerine çökmüş. “Yağmur, kar, fırtına başladı mı kızımın evine gitmeye çalışıyordum. Yoksa sular, karlar altında kalıyorduk” diye ekledi. 


8 ve 13 yaşında iki çocuklu bir hanımın eşi de savaşta ölmüş. Halep kırsalında yaşarken önce Doğu Halep’e, rejimin saldırısı artınca İdlib Serakib’e, ardından rejim burayı da ele geçirmeden evvel Azez kamplarına sığınmış. Bir çocuğu bombardıman altında korkudan sarılık olmuş. Temel derdi pahalılık.

Gelen yardımlar sayesinde sadece iftarda karnını doyurabiliyor. Yani günde tek öğün yiyebilenlerden. Bel fıtığı yüzünden çalışamıyor. Çocuğu 15 TL’ye seyyar satıcılarda çalışıyor ve bu para sadece ilaç masrafına yetiyor. Engelli annesiyle yaşıyor. Yıllar evvel annesini boşayan babası ise rejim kontrolündeki bölgede yaşıyormuş.


Bir başka üç çocuklu hanım Suriye içinde dört defa yer değiştirmiş. Eşi ÖSO’nun kontrol noktasında görevliyken keskin nişancı ateşiyle hayatını kaybetmiş.

Bir başka üç çocuklu dul hanımın eşi, henüz olayların başında kalp ameliyatı sonrası hayatını kaybetmiş. Kendisi de yaşadığı yerde çatışmalar başlayınca kaçmış. Önce Doğu Halep'e yerleşmiş, daha sonra Azez'deki çadır kamplara gelmiş. Komşu çadırlardaki arkadaşları tarla işi yaparak az da olsa kendi geçimlerini sağlıyormuş; ama bu hanım eklem ağrıları yüzünden çalışamıyormuş ve altı yıldır burada yardımlarla yaşıyormuş. Akrabalarına borcu varmış. Bir kızının kalbide delik varmış. Ne gibi sıkıntılar yaşıyorsun diye sorduğumda "Böyle bir hayata hiç alışkın değilim. Gaz ocağında odun yakarak yemek pişiriyorum; daha evvel böyle şeyler hiç bilmezdik. Yağmur yağdı mı sular içinde yüzüyoruz. Rüzgar çıkıyor, çadır üstümüze yıkılıyor" diye yakındı. 


Bir kampta yardım dağıttığım dulların çoğu, Türkiye’nin kontrol altına almaması için rejimin PYD’yi yerleştirttiği Tel Rifat bölgesindendi.

Bir hanım şunları anlattı: Akrabalarından biri ilk olaylar başladığında rejim bombardımanında evlerinin üzerlerine yıkılmasıyla ailecek hayatını kaybetmiş. Kendileri de önce Türkiye’ye sığınıp Kilis’teki kamplarda bir-iki yıl kalmışlar. Sonra akrabaları Suriye’de olduğundan Tel Rifat’a geri dönmüşler. Daha sonra PYD gelince tüm ilçe sakinleri gibi yine kaçıp Azez’deki bu kamplara sığınmışlar. 7 çocuklu bu hanıma eşinin akıbetini sordum. IŞİD’in bombalı saldırısında ölmüş. Yardım dağıtımında bize eşlik eden TDV Azez şubesinin Suriyeli çalışanı, bu hanımın ölen eşi hakkında “Hayatımda tanıdığım en iyi insandı” dedi.  

Bir başka hanım 11 yıl evvel rejimin saldırıları karşısında Halep'ten Tel Rifat'a sığındıklarını, daha sonra 2016'da Azez'e gelmek zorunda kaldıklarını söyledi. 3 kızı var. Bir damadı IŞİD'le savaşta hayatını kaybetmiş. Oğlu olmadığı için evde çalışan bulunmadığını, gelen yardımlarla, o da olmazsa borçlarla hayatta kaldıklarını anlattı.

Eşi ÖSO'da olup IŞİD'in döşediği mayın yüzünden savaşta hayatını kaybeden Tel Rifatlı bir hanım, önce Afrin'e, daha sonra Azez'e sığındığını anlattı. 4 çocuklu bu hanım çocuklarını zapt edememekten şikayetçi. "Akılları fikirleri oyunda, okuldan kaçıp duruyorlar. Babaları hayatta olmadığı için tek başıma otorite kuramıyorum" dedi. Birçok dul hanımın bu tür sıkıntıları var maalesef. 

6 çocuklu, eşi normal şekilde hayatını kaybeden bir dul hanım ise olaylar başladığında Şam'da çoğunlukla Filistinlilerin bulunduğu Yermük Kampı'nda yaşıyormuş. Önce kendi ailesinin yaşadığı Halep'e göçmüş. Rejimin saldırıları başlayınca buradan kaçıp dağ köyüne yerleşmiş. Önce IŞİD gelmiş, sonra rejim ve çatışmalar başlamış. Bu sefer 5 ay bir yere, ardından 3 ay başka bir köye sığınmış. En sonunda kardeşinin yolladığı 300 dolar sayesinde insan kaçakçılarına bu parayı vererek çatışma bölgesinden kurtulup Azez'e sığınmış. Yani 4-5 defa yer değiştirmiş. 

Tel Rifatlı dul bir hanımın eşi kalptan ölmüş; şu an 7 çocuğundan biri kanser, diğer böbrek hastasıymış. 3 yıl Kilis'teki bir kampta yaşamışlar, sonra savaş durulunca Tel Rifat'a geri dönmüşler. Daha sonra çatışmalar yeniden başlayınca Türkiye'ye sığınmak istemişler, ama izin kartı bir kere kırıldığı için tekrar içeri alınmamış. Şu an Azez'deki çadırlarda yaşıyor. 

Bu arada Türkiye'deki Suriyeliler -bayram izni harici- ülkelerine dönerken burada kendilerine ilk girişte verilmiş kimlik kartları kırılıyor ve bir daha Türkiye'ye girmelerine kesinlikle izin verilmiyor. 

3 çocuklu bir başka hanımın çatışmalar sırasında iş bulamadığı için ÖSO'ya katılan eşi bir kontrol noktasında görevliyken keskin nişancı ateşiyle hayatını kaybetmiş. Halep vilayeti içinde 3-4 defa yer değiştirmişler. En son sığındığı Azez'deki kampta bir biriket evde yaşıyor. Çadırlardan daha iyi diye düşünsek de bu biriket evler de yağmurda çatı niyetine konmuş brandalardan içeriye su alıyormuş. Hanım, biriket evlerin çok rutubetli olduğunu anlattı. Hayat pahalılığında yakındı, herkes gibi. 

Kamplarda Tel Rifat bölgesinden çok fazla Suriyeliyle karşılaşınca olayların birebir tanığı bir Suriyeliyle konuştum. Şunları anlattı:

“Tel Rifat’tan iki defa büyük göç oldu. İlki 2011’de rejimin tankları ve bombardımanından kaçıştı. Rejim havadan bir şey sıktı; 60 evin tamamı kül oldu. Öyle ki evlerin sadece temellerindeki demirler kaldı. Amaç halka gözdağı vermekti. Yine de Tel Rifatlıların çoğu rejim karşıtı gösterilere katıldı. Askerler geldiğinde ilçedeki rejim yanlıları nasılsa bize bir şey olmaz diye ilçeyi terk etmemişti; ama bunlardan bazıları bile güvenlik güçlerince diri diri yakıldı. Daha sonra rejim askerlerini geri çekti; sadece kontrol noktalarını bıraktı. Bu eziyetleri çekenler bir gece yarısı baskınıyla rejimin silahlarını ve ilçeyi ele geçirdi. İlçe önce ÖSO, sonra IŞİD kontrolüne girdi.

İkincisi, Türkiye’nin ilçeyi kontrol altına almasını engellemek için Rusya-PYD anlaştı. 2016’da Tel Rifat 2-3 gün boyunca 200 uçağın sürekli bombardımanı altında kaldı ve halkın kaçmaktan başka bir seçeneği kalmadı, ilçe boşaldı. Türkiye'nin Fırat Kalkanı harekatıyla PYD'nin kantonları birleştirme hayali engellense de, Afrin'den doğuya doğru koridor Tel Rifat 'ın ele geçirilmesiyle sağlandı. Şu an PYD kontrolündeki ilçe ÖSO-Türkiye ile rejim-Rusya arasında bir tampon bölge niteliğinde. 2018 Ocak'ında Zeytin Dalı operasyonundan kaçan Afrin’deki PKK’lılar da buraya yerleşti. Buradan Türkiye'nin kontrolündeki alana havan topu saldırıları yapıyorlar, bazen füze atıyorlar, bombalar patlatıyorlar vs.”

Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu’nda almak isteyip de Rusya yüzünden alamadığı Tel Rifat ilçesinin hikâyesi işte böyle. İlçe halkı 6 yıldır daha kuzeyde Azez’deki kamplarda sefil bir hayata mahkûm.

Tel Rifat, haritada Azez-Afrin-Halep arasındaki küçük sarı bölge. 


 

21 Nisan 2022 – Suriye’nin Azez ilçesi

5 yaşındaki bu çocuğu 2020 yılında ameliyata geldiğinde Kilis’teki bir yaralı bakım evinde tanımıştım. Azez’deki çadırlarda yaşıyordu. Bu defa Azez’de görüştük kendisiyle. Kaldıkları çadırda çıkan yangında yanmış. Şimdiye kadar Ankara ve Antep’te 15 ameliyat olmuş ve epeyce toparlanmış. Artık gözlerini kapatabiliyor; eriyip yapışmış parmaklar birbirinden ayrıştırılmış. 2 sene evveline kıyasla çok daha düzelmiş bir durumda. Ama Türkiye’de 10 ameliyat daha olacak.

Buradaki çadırlarda sobanın veya başka şeylerin tutuşmasıyla zaman zaman yangınlar çıktığını ve hızla çevre çadırlara da sıçradığını, bazılarının ölüp bazılarının yaralandığını biliyor muyuz? 

 

Azez’de İstanbul Müftülüğünün desteklediği, 4-6 yaş arası 100 yetimin eğitim gördüğü Beraim-i Cenne (Cennetin Tomurcukları) anaokulunda müdürlük yapan 3 çocuklu bir dul hanımın hikâyesini paylaşıyorum.

Olaylar başladığında eşi ÖSO’ya katılmış. 2013’te son çocuğu doğduğu gün eşinin şehit olduğu haberini almış (fotoğraftaki kızı) ve hayatı kararmış.  

Doğu Halep’te yaşarken rejimin her yoğun bombardımanında mecburen çocuklarıyla kaçıp Türkiye’ye sığınmış. 2012’de Urfa’daki, 2013’te Kilis’teki kamplarda birkaç ay kalmış ama hem gurbete dayanamadığından hem de eşi savaşırken ondan uzakta kalmak istemediğinden evine geri dönmüş. Bir de şehirde yaşayan her kişinin garipseyeceği gibi kamp hayatını sindirememiş.

“Eşimin şehadetinden sonra asıl problemlerimiz başladı” dedi. Rejimin bombardımanı altında çocuklarıyla önce Tel Rifat’a, PKK’nın burayı ele geçirmesinden sonra da Azez’e sığınmış.

“Çocuklarım küçüktü, kamplarda yazın yanıyor, kışın donuyorduk” dedi ve ekledi: “Azez’e ilk sığındığımda çadır falan yoktu, tarlada bulduğumuz bir brandanın altına başımızı soktuk. Ne yiyeceğimiz vardı ne de ısınma imkânı. Evden hiçbir şey alamadan kaçıp canımızı zor kurtarmıştık.”

Daha sonra bu dağınık kampa IŞİD yaklaşmış; kurşunlar yakınlarına isabet edince oradan da kaçıp başka bir kampa sığınmış.

Birçok akrabası bu savaşta ya savaşırken ya da bombardıman altında can vermiş. Kardeşi keskin nişancı ateşiyle yaralanmış.

Bütün bu sıkıntıları yaşarken eğitimimi tamamlayıp çalışmak zorundayım kararına varmış. Üniversitede sınıf öğretmenliği okurken Türkiye Diyanet’ine bağlı Suriye’deki kültür merkezinde çalışmış, şimdi de anaokulunda müdürlük yapıyor. Ama çalışırken aklı hep kampta bıraktığı çocuklarında.

Şu an sefaletin yaşandığı düzensiz çadırlarda değil, şartların biraz daha iyi ve emniyetli olduğu konteynerde kalıyor.

Her türlü bomba ve füze sesini bilen çocukları kendisine soruyormuş, savaştan evvel hayat nasıldı diye. Çünkü savaşsız normal bir hayatı çocukları hiç tatmamış.

Komşusunun evinin vurulduğu bir ortamda kendi evini terk etmek zorunda kalan bu hanıma bombardımandan kaçmak nasıl bir şeydir diye sordum. “İnsanlar çığlık çığlığaydı; kanlar, yaralılar ve cesetler arasından ardımıza bakamadan can havliyle, her şeyimizi geride bırakıp çocuklarımla kaçıyorduk” cevabını verdi.

Bu müdirenin son sözleri bana bundan 6 sene evvel çevirdiğim bir makalenin son bölümünü hatırlattı:

“Halep hastanelerinden birinde çalışan genç Doktor Hamza, ‘Son iki haftadır öncekilerin tamamından daha da feci bir kâbus içinde yaşıyoruz’ diyor. Başlangıçta, 2011’de, göz yaşartıcı bomba veya polis copundan kaynaklanan basit yaraları tedavi ediyorlarmış. 2012’de rejimin varil bombalarıyla birlikte yaralar daha da ciddileşmiş. Ama şimdi Rus hava saldırılarıyla birlikte doktorlar tam bir acil durum halinde. Her 2-3 saatte bir savaş uçakları apartmanlar, okullar, klinikler de dâhil yıkılmamış her ne varsa hedef alarak şehri bombalıyor. Yasaklı misket bombalarını da sık sık kullanıyorlar.

Eskiden günde 10 ciddi yaralı gelirken şimdi bu sayının 50’ye kadar yükseldiğini söyleyen Hamza ekliyor: ‘Zamanımızın çoğu, ailelere gömmeleri için vermek üzere ceset parçalarını seçip ayıklamakla geçiyor. ‘Rus füzeleri 35 metrelik alanda bulunan herkesi paramparça ediyor’ diyor.”

Ve yazı şöyle bitiyor: ”7 Şubat pazartesi günü Halep’in sivillerin yaşadığı Sakhur bölgesindeki caddeye birçok bomba düştüğünü hatırlıyor Zuhair. ‘Korkunçtu. Cesetlerin parçaları her yere yayılmıştı; burada bir el, orada bir baş, bir ayak, bir gövde… Ve insanlar durmaksızın yürüyordu, neredeyse hiç kimse şok olmuş görünmüyordu ve hiç kimse durmuyordu’ diyor ve soruyor: ‘Canavarlara mı dönüştük? Yoksa bizi kuşatan cinnet halinin ortasında normal kalabilme yolumuz ancak bu mu?’”

(“Batı’nın Hatalarının Savaşı: Halep’le Birlikte Suriye İçin Ümitler Kesiliyor”, Spiegel International, Şubat 2016)

Bu müdire hanımın ablaları Gaziantep ve Kilis’te yaşıyormuş. Kilis’teki daha rahatmış ama Antep’teki ablası ve ailesi yolda yürürken sürekli sözlü saldırılara maruz kalıyormuş. Endişe içinde Türkiye’deki Suriyeli algısını sordu. Son dönemde Suriyelilere sözlü ve fiziki saldırılar o kadar arttı ki. Hatta kaldığı şantiyede yakılarak öldürülen işçiler bile oldu. Ülkemizde bazıları, zor kullanarak Suriyelilere gözdağı verip zorla geri döndürmeyi kendine vazife bilmiş durumda. Dönenlerin halini bir bilseler, bu yaptıklarından utanç duyarlardı herhalde. 


Beraim-i Cenne (Cennetin Tomurcukları) anaokulunda çalışan bir öğretmenin hikâyesi ise şöyle:

Halep’in şehir merkezinin göbeğinde yaşıyormuş. Mahallesi 2012’de ÖSO ile rejim arasında cephe hattı olduğundan iki ateş arasında kalmışlar.

Önce bir okula sığınmışlar; birkaç gün sonra okul vurulmuş. Okuldayken öğrenmişler ki rejim Halep’in doğusundan çekilmiş ve ÖSO’nun eline geçmiş. Hemen evlerine dönmüşler. “Evimiz ufak darbeler almış ama nihayetinde çökmemişti, 2 yıl daha evimizde kaldık” dedi.

Daha evvel iplik fabrikasında çalışan eşi üretimin durmasıyla işsiz kalmış; 2013’te ÖSO’ya katılmış. Hanım kuaförlük öğrenip çalışmaya başlamış. Çatışmalar sırasında eşi ayağından vurulmuş.

Sonunda yağan bombalara ve füzelere daha fazla dayanamayıp Azez’e sığınmışlar. Azez’de 4 ay eşinin ebeveyninin yaşadığı küçücük konteynere yerleşmişler. Çünkü çadır bile yokmuş. Eşinin ayağı biraz düzelince naylon bir çadır bulup kurmuşlar. Daha sonra eşi iş bulup para kazanınca bir çadır satın alabilmiş. “Bedava çadır yoktu” diyor.

Halep gibi bir büyük ticaret ve kültür şehrinin göbeğinde yaşarken çadıra düşmek tabii ki kendilerine çok ağır gelmiş. Şu an en büyük sıkıntısı hayat pahalılığı, her Suriyeli gibi.

Bizde bazıları Türkiye’de yaşanan pahalılıktan Suriyeli mültecileri sorumlu tutuyor, ama bilmiyorlar ki bizdeki enflasyon asıl Suriye’nin kuzeyini fena halde vurdu ve her şeyin fiyatı bir anda birkaç kat arttı. Çünkü Türkiye’nin kontrolündeki bu bölge para birimi olarak TL kullanıyor ve bizde yaşanan her şey orayı da anında vuruyor.

Kendi ailesini savaşın nasıl etkilediğini sordum. Cevabı trajikti: Şu an kendisi ailenin en büyüğü; çünkü 2012’de daha güvenli olduğu için Lazkiye’ye sığınan babası kalpten ve annesi kanserden, 2 ağabeyi ise savaşta ölmüş. Nasıl mı?

Bir ağabeyi askerlik çağına gelince rejim zorla askere almış, diğeri de ÖSO’ya katılmış. Rejim safında savaşan ağabeyi, ÖSO’nun kontrolüne geçen Şam’ın dış mahallesi Harasta’da hayatını kaybetmiş.

“İnsanın kardeşlerinin ayrı saflarda savaşırken hayatlarını kaybetmesi tarifi imkânsız bir acı” dedi. Üzüntüden bir ay ağır hasta yatmış. Hala daha tam iyileşememiş. Muhtemelen anne babasının ölümüne de çocuklarının acısı sebep oldu. Hanımın tek şansı eşinin hala hayatta olması.


Ülkemizde Suriyelilere deniyor ya gidin ülkenizde savaşın siz ne biçim insanlarsınız diye. Ben o kadar çok Suriyeli hanım tanıdım ki eşi savaşmış olan. Kimi dul kalmış. Kimi de şu an hem savaşta ağır yaralanmış veya felç olmuş yahut uzuvları kopmuş eşlerine bakmak hem de ailenin geçimini sağlamak zorunda olan.

Havadan varil bombaları, füzeler yağarken ve dünya muhaliflerin füzesavarlara, MANPAD’lere erişimine engel olurken hangi silahla karşı koyacaklarını hiç düşündük mü?

Yıllar evvel muhalif liderlerden biriyle görüştüğümde dedi ki “kaçak yollardan 2 MANPAD edinip rejim uçağını düşürünce derhal Amerikan özel birlikleri gelip o MANPAD’leri elimizden aldı.” Savaşta dengeyi değiştirecek silahların muhaliflere hiçbir zaman verilmediğini biliyor muyuz? Hele son aylarda Ukraynalıları örnek gösterip Suriyelileri yermemiz var ya tam bir komedi.



Gelelim Azez’deki dağınık kamplara…

Zekât emanetlerini dağıttığımız bir kampta Humus kırsalından Azez’e göçmüş bir yaşlı aileyle görüştüm. Vakti zamanında 300 baş koyunu olan bu aile, rejim bombardımanı yüzünden hayvanlarıyla birlikte yola çıkıp yavaş yavaş otlak buldukları farklı yerlerde dura dura önce Hama kırsalına, sonra İdlib’e, en son Azez’e ulaşmış. 3,5-4 yıldır buradalarmış. Koyunlarının yarısı rejim bombardımanında telef olmuş, diğer yarısını ya satmışlar ya kesip yemişler. Şimdi elde avuçta hiçbir şeyleri kalmamış. 

Hikâyesi çarpıcıydı. Biz rejim bombardımanında ölen insanlara odaklanıyoruz da yok olan hayvanlar ve bitkiler, yani diğer canlı varlıklardan bîhaberiz.

Savaşların ekolojik tahribatı kısa değil, orta ve uzun vadede daha yakıcı bir şekilde ortaya çıkar. Ki tarihte Bereketli Hilal olarak anılan ve medeniyetlerin beşiği olan Fırat ve Dicle havzası, yani Suriye ve Irak, şu sıralar savaşların da derinleştirdiği çok ciddi bir kuraklıktan ve bereketsizlikten muzdarip.

Hayvancılıkla meşgul bu yaşlı adam, Hama kırsalı durağında IŞİD kontrolünü ve ardından rejim muhasarası ve bombardımanını da yaşamış. İçeri hiçbir gıdanın sokulmadığı 49 gün süren rejim muhasarasını sordum; “Açlıktan kırıldık, hayvan yemi arpayla karnımızı doyurmaya çalıştık” dedi.

Asıl cephe hattı daha ileri köyler olsa da rejim onun bulunduğu köyde 7 kişilik bir ailenin tümünü öldürmüş.

Bu şartlarda bir gece kurşunlar üzerlerine yağmur gibi yağarken koyunlarıyla birlikte kaçıp İdlib’e yola çıkmışlar. Rejim İdlib’e saldırana kadar burada kalmışlar. Eski köyünü sordum; hiç kimse kalmamış, her şey yerle bir olmuş.

Azez’deki dağınık çadırlardaki sefaleti görünce “İleride köyünüze dönmeyi düşünmüyor musunuz?” diye sordum. “Dönemem artık; evim yok, işim yok, param yok, gücüm yok, bu yaştan sonra farklı bir iş tutup yeni bir hayata başlayamam. Buraya en azından yardım geliyor; köyümde o da yok” dedi. Ve ekledi: “Burası rahat, en azından emniyet içindeyiz, kafamıza bomba yağmıyor.”

Öğrendiğim en ilginç şey, üzerinde 2 çadır kurduğu bu arsanın sahibine çadır başı yılda 50 dolar kira ödemek zorunda olması. Çocukları saati 5 TL’den civar tarlalarda ot yolarak geçimlerini sağlamaya çalışıyormuş. 

Azez Belediye Meclisinde görevli bir bey de bizden yardım almaya gelenlerdendi. Kampların takibinden sorumluymuş. Aylık maaşı 850 TL. Buralarda resmi görevliler bile -eğer usulsüz işlere karışmıyorlarsa- normal bir maaşla geçinmeleri imkânsız, tıpkı rejimin kontrolündeki bölgelerde olduğu gibi.

Halep’te rejimin bombardımanı başlayınca mecburen önce kırsala yerleşmiş, burada ziraat ve hayvancılıkla uğraşmış; ardından bulunduğu köye IŞİD gelip de çatışmalar başlayınca hayvanlarını satıp Azez’e sığınmış. 7 yıldır bu ilçede yaşıyor. 2 çocuklu kız kardeşi rejimin bombardımanında ölmüş.

Ağzını aramak için rejimin kontrolündeki bölgelerde daha fazla kurumsallık ve düzen var; neden dönmüyorsunuz diye sordum. Cevabı çarpıcıydı: “Rejim çok zalim, yolsuz ve yozlaşmış; en önemlisi orada hürriyet yok, güven yok; hürriyet yoksa yaşamanın ne anlamı var ki?” 

Aynı konuda bir başka Suriyeli de dedi ki “Rejim kontrolündeki bölgelerde sadece şehir merkezlerinde düzen var; kırsala doğru gittikçe herkes ayrı bir düzen kurmuş, devlet içinde bir yığın devletçik var. Kontrol noktalarındaki silahlı adamlar sivilleri alıkoyuyor, isterse öldürüyor, kimin başına ne geldiği belli değil. Asker keyfine göre istediğini yapıyor. Kırsalda güvenlik sıfır. O yüzden rejimin ele geçirdiği yerler bomboş; iş yok, emniyet yok ki insanlar evlerine dönebilsin. Buradaki kamplarda evet, hayat şartları kötü ama en azından hürriyet ve emniyet var, yardım da az çok geliyor.”

 

Babası hala Şam’da yaşayan tanınmış bir avukat olan Filistinli-Suriyeli bir tanıdığıma bir ay evvel başkentteki hayatı sorduğumda demişti ki “Evinin içinde yaşamak ile sokakta yaşamak arasında hiçbir fark kalmadı artık. Evet, başlarını soktukları bir çatıları var; ama içinde doğru düzgün elektrik, su, tüp, ısınma vs. imkânı yok. Hayat muazzam pahalı. Ekmeğe ulaşmak bile ciddi sorun. Babam evde ne kadar kazak varsa hepsini kat kat giyerek ısınmaya çalışıyor. Bir defasında saydım, üzerinde tam 6 kazak vardı.”

İşte Esed’in kontrolündeki, şartları en iyi olan başkent Şam bile bu şekilde. Varın gerisini siz düşünün. Artık rejim yanlılarının bile yaşanmaz hale gelen ülkeden göç etmeye çalıştığını biliyor musunuz? 



Dağınık kamplar ne derseniz, hududa birkaç yüz metre mesafede başlayan ve boş her arsada, hatta her zeytin ağacının altında gelişigüzel kurulu çadırlardan oluşan alanlar. En zor şartlarda yaşayanlar da bunlar. Yol boyu çektiğim videolardan biri aşağıda. Eramil (Yetimler) kampından. 

180 ailenin yaşadığı kamp içinden fotoğraflar paylaşıyorum.

 


 

Bir aile burada kendine daha iyi bir hayat alanı kurmuş. Güneş enerjisi paneliyle elektriğini üretiyor, suyu var, ortadaki boşluğa WC’sini yapmış, yemek pişirmek için gaz ocağı var.

2 sene evvelki ziyaretimde bu tür çadırlarla hiç karşılaşmamıştım. Artık çadır hayatı daha gelişmiş gibi.


 

 

Başka bir kampın yanı başındaki mezarlığı da paylaşayım. Ölüler, diriler ve hayvanlar hepsi bir arada... Diriler dedim de her şeyini yitirip çadırlara ve yardımlara mahkum kalmak ne derece bir dirilik alameti? Acaba toprağın altındakiler mi daha şanslı, üstündekiler mi diye düşünmeden edemedim.

 

Aslen elektronik mühendisi olan, halihazırda Azez’deki kültür merkezlerinin müdürlüğünü yapan çok değerli bir şahsiyet olan Ahmed Kebsu ile görüşme imkânı buldum. Şunları söyledi:

“Biz daha evvel Filistin, Irak ve Lübnan savaşlarını bizzat gördük ve mültecileri ülkemizde ağırladık; ama bir gün kendimizin aynı duruma düşeceği aklımızın kıyısından geçmezdi”

“İnsani yardım altındaki faaliyetler aslında insanların ahlakını bozuyor ve onları bir nevi hayvanlaştırıyor; çünkü sadece yeme, içme, barınma ihtiyacına odaklanıyor. Oysa bir ülke ve toplumun geleceği için eğitim, kültür ve sağlık son derece önemlidir. Ama maalesef bunlar hep ihmal ediliyor. Ayrıca burada hem iş imkanının çok kısıtlı olması hem de insanların gelen yardımlarla yaşamaya alışması onları tembelleştirdi; çalışma, üretme kaygısını bıraktılar. Eskiden Suriyeliler böyle değildi. İnsanların artık tek düşüncesi hayatta kalmaktan ibaret; herhangi bir ümitleri ve hırsları kalmadı. Gelecekte ne olacağını kimse bilmiyor, öngöremiyor; sadece eski günlere dönme fikri var ki ülkede geriye dönülemeyecek şekilde her şeyin değiştiğini görmek ve yeni fikirler, projeler geliştirmek gerektiğini kabullenmek istemiyorlar.”

Ahmed Bey’e Suriye’deki eğitimin durumunu da sordum, “kötü” dedi ve ekledi: “Sadece çocukları daha iyi bir eğitim alabilsin diye Türkiye’de kalmak veya yurtdışına çıkmak isteyen aileler var… Gençlerin çoğu göç etme hayalinde; Suriye’deki varlıklarını geçici görüyorlar artık.”

Hem Kebsu hem de ziyaret ettiğimiz bir kampın ilkokulunun müdürü ve öğretmenleriyle görüşmemde zikredilen eğitimdeki temel sorunlar şunlardı:

1. Öğretmen maaşları çok düşük (1100 TL); ek iş yapmak zorundalar ama Azez’de iş imkânı çok kısıtlı. Öğretmenler de çok kötü şartlardaki kamplarda yaşıyorlar.

2. Birçok çadır okul var ve kışın ciddi sıkıntılar yaşanıyor.

Kebsu bu konuda dedi ki “Kışın okullara bot, çizme dağıtmaya gittiğimizde ağladık. Çocukların kıyafetleri sırılsıklamdı, ayakları buz gibiydi, ayakkabılarının içi su doluydu. Öğrenciler bu şartlar altında nasıl derslerine odaklanabilirler ki?”


3. Çoğu ailenin maddi durumu kötü. Karnını zor doyuran, hayatta kalma mücadelesi veren bir aile çocuğuna nasıl defter kalem parası ayıracak? Kendisi öğretmen olup çocuğunu okutamayan bile var. Öte yandan özel öğretmen tutup çocuğuna iyi eğitim sağlamak için çırpınanlar da var.

4. Kilis Milli Eğitim Müdürlüğü Azez’in eğitim sistemini idare ediyor; Türkiye’nin kanun ve yönetmelikleri ile müfredatı uygulanıyor. Okullar Maarif Vakfı kontrolünde. Ama Azez’de şartlar Türkiye’den çok farklı. Ayrıca dış maddi kaynağa izin verilmediğinden Türkiye’den gelen kaynaklar yetersiz kalıyor.

5. Devrimin ilk 4-5 yılında her şey vardı; okullara kırtasiye, ısınma, yemek yardımı vs. geliyordu, maaşlar iyiydi. Ama nüfusun iç göçler sonucu katlanarak artmasıyla ve dış desteğin azalmasıyla şartlar giderek kötüleşti. Ama ilçe merkezinde eğitim şartları kamplara kıyasla çok daha iyi; okullara ve öğretmenlere daha fazla yardım gidiyor.

Ziyaret ettiğimiz bir çadır kamptaki okulda görev yapan müdürün oturduğu sandalyesinin bir ayağı kırıktı; öğretmenlerin ise oturabileceği sandalyesi bile yoktu. Öğretmenler maaşlarının düşüklüğünden, eğitim materyallerinin yetersizliğinden (mesela eskiden ders kitabının yanında etkinlik defteri gelirmiş, ama artık yok) ve kışın soğuğunda okulları ısıtamamaktan vs. yakındılar. Hal böyleyken resmi okullara rağbet nispeten düşükmüş.

Kur’an kurslarında ve dini eğitim veren okullarda dış maddi destek sayesinde öğretmen maaşlarından tutun eğitim materyallerine ve ısınmaya kadar şartlar daha iyi olduğundan, başarılı öğrenciler de parayla ödüllendirildiğinden ailelerin çocuklarını resmi okullardan ziyade dini okullara göndermeyi tercih ettiğini de öğrendim. Ahmed Kebsu, bunun da geleceğe dönük önemli bir problem olduğunu, öğrencilerin matematik, fizik, kimya gibi dersleri de öğrenmesi gerektiğini vurguladı. 

Türkiye Diyanet Vakfı'nın Azez şubesinin başındaki Abdülhamit Gülşahin de dedi ki "Eğitim problemi çok ciddi. Eğer burada eğitim ve istihdama ağırlık verilmezse bir 30 yıl daha işler böyle devam eder. STK'lar kendi çapında elinden geleni yapsa da bu kadar büyük bir nüfus karşısında yetersiz. Doğduğundan itibaren bütün gördüğü çadır, kamp ve dışarıdan gelen yardımlardan ibaret olan çocukların ufukları ne olabilir ki? Bu insanlardan geleceğe yönelik bir şey bekleyemezsiniz. Toplumun eğitimine ve kalkındırılmasına odaklanmak birincil öncelik."


Ve son söz:

World Vision Syria Response direktörü Johan Mooij bir raporda şöyle diyordu:

“Suriye’de beş-altı yaşındaki erkek ve kız çocuklar her bombayı sesinden tanıyıp türünü söyleyebiliyor, ancak eğitim imkânını kaçırdıklarından bazen isimlerini bile zar zor yazabiliyorlar.” 

 

22 Nisan 2022 – Kilis

Kilis’te 20 Suriyeli aileyi ziyaret ettim. Bazılarına geçmişteki iki Kilis ziyaretimde de uğramış ve hikâyelerini paylaşmıştım.


2018 ve 2020’de evlerini ziyaret ettiğim iki çocuklu ilk ailenin evine bu defaki gidişimde çok büyük bir sürpriz yaşadım. Rus bombardımanı yüzünden Halep’teki evlerinde babası gözleri önünde yanarken son sözü “baba baba” olan ve yıllarca ağzından tek bir kelime dahi çıkmayan fotoğrafta sağda ayakta duran çocuk, bu defa bizimle konuşuyordu. Kulaklarıma inanamadım. Bu sene ilkokula başlayan çocuk, yaşadığı travmayı muhtemelen yeni atlattı ki artık konuşabiliyor. Tedavi görüp görmediğini soramadım. 23 Nisan törenlerinde halk oyunu oynamış; hemen kıyafetlerini giyip oyunu bize sevinçle gösterdi. Yine ilkokula giden ağabeyi İstiklal Marşı’nı okudu. Bizden alkış aldılar.

 

İki metre boyundaki iri yarı bir adam olan babanın bombardımanda yandığı için gözleri artık görmüyor, el ve ayak parmakları erimiş, bir kolu yok. Bu yüzden çalışamaz halde. Yanmış koluna biz kapıdan girince hemen çorap geçiriverdi. Savaşın bedenindeki izlerini mümkün mertebe örtmeye çalışıyor, her ziyaretimizde olduğu gibi...


Kilis’te 4 ila 13 yaşları arasında 6 çocuk annesi bir dul hanımı ziyaret ettik. Deyrezzor’dan 2017 sonunda Türkiye’ye sığınmışlar.

 

İngilizce öğretmeni olan 30 yaşındaki baba, yasaklandığının farkında olmadığı interneti açtı diye IŞİD tarafından hapsedilmiş. Savaş sırasında bombalanan hapishanede 20 mahkûmla beraber can vermiş. Kim bombaladı diye sordum, bilmiyorlar.

Adeta baba rolüne bürünmüş 14 yaşındaki oğul, gözleri yaşlı sesi titrek dedi ki “Babam hayattayken güzel yaşadık. O ölünce biz de Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldık.” Kaçış hikâyesini de sordum. Bakın neler anlattılar:

Deyrezzor’dan bindikleri otobüs Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırken batmaya yüz tutunca tekneye atlamışlar. Fırat’ın karşı kıyısına geçince en kuzeybatıdaki İdlib’e doğru günler süren tehlikeli yürüyüşleri başlamış. Çocuklar “Ormanlarda ve dağlarda yürüdük” diye anlattı hafızalarında kalanları. Dağlık alanda dikenli tellerin arasından kaçak bir şekilde Hatay’a geçmişler. Bu sırada teller büyük oğlun bacağını derinden kesmiş, ama heyecandan ve korkudan fark etmemiş bile. Kilis’te yaşayan anneanneleri onları karşılamış ve ev tutmuş.

İnsan kaçakçıları ailenin tüm birikimini, 3000 doları ve bütün altın takıları almış. Yani baba ölüp bombardıman altındaki IŞİD bölgesinden Türkiye’ye varırken sıfırı tüketmişler. Ve en önemlisi bu tehlikeli ve yorucu yolculuk esnasında anne 27 yaşında son çocuğuna hamileymiş.

IŞİD’li yılları sordum. “Çok zordu; internet, televizyon, telefon, sigara her şey yasaktı” dediler. O dönem 8-9 yaşında olan büyük çocuk çarşıda infazları, kafa kesmeleri de bizzat görmüş. Dedeleri, amcaları ve başka akrabaları da IŞİD tarafından öldürülmüş. “Akrabaların birbiriyle görüşmesi bile yasaktı” dediler.

Çocuklar okullarında çok başarılı, özellikle kızlar sınıflarının birincisi. Hayatın acısını küçücük yaşlarında tadarak olgunlaşan bu çocuklar çok bilmiş ve zekice konuşuyorlardı.

Emanetleri verip evlerinden çıkarken çocuklar “Abla biz seni çok sevdik; ne olur bizi sık sık ziyaret et” dediler.

 

Üç gündür gerek Suriye’de gerekse Kilis’te birçok Suriyelinin hikâyesini dinleme imkânı buldum. Beni en çok etkileyenlerden biri de bugün tanıştığım kısmi felçli hafız Merve hanımdı.

 

Halep şehir merkezinden gelmişler. Önce çalıştığı okul, ardından evi Rus uçaklarınca bombalanmış. Halep’te Ayn Calut Ortaokulunda müdürken öğrencilerinin hafızlık icazet töreni sırasında Rus füzesiyle vurulmuşlar. 200 öğrenciden o gün tören alanında bulunun 100’ü içinden 70’i hayatını kaybetmiş. Çocuklar henüz 10’lu yaşlarındalarmış. Ölenler arasında yeni evlendiği eşi de varmış.

Üstelik yaşadıkları bu şoklardan sonra Halep’te evleri de füzeyle yerle bir olunca çarnaçar Kilis’e sığınmışlar. Annesi özenle kızının diploma ve icazetnamelerini dolaptan çıkardı. Ama ne çare, kızı artık yatağa bağımlı. Tavanda asılı kanca ile hasta arabasına oturtulabiliyor.

 

Savaşla birlikte hayatında neler değişti diye sordum; bekleneceği üzere acı acı gülümsedi ve “Her şey” dedi: “Kafama düşen bombayla bütün sıhhat ve afiyetim, işim, yuvam, emniyetim, huzurum, görme yetim... hiçbir şeyim kalmadı.” Şu an ameliyatlar sayesinde azıcık görebiliyormuş.

Daha acısı şu an babasının Covid 19’la mücadele etmesi. Biz gittiğimizde evin avlusunda oksijene bağlıydı, öksürüyor, acı içinde kıvranıyordu. Türkiye’de iş bulamayan babası, kızının doktor işleri ve ilaçları peşinde koşturuyormuş. Çıkarkenki duam bu hanımın bir de baba kaybı yaşamamasıydı.


Bu seferki Kilis ziyaretimde üç yıldır kirasını ödediğim Suriyeli aileyle tanışma imkânı buldum. Babanın Esed’in zindanlarında sekiz yıl evvel hayatını kaybetmiş olma ihtimali yüksek. Çünkü ailesi yıllardır kendisinden haber alamıyor. (Hapishanedeki sevdiklerinden hiçbir haber alamayan benzer durumda on binlerce Suriyeli aile var.)

 

Sistemik lupus hastası olan büyük oğlu 17 yaşında Kilis’te vefat etmiş. (Baba ve oğlun fotoğrafları evin salonundaydı.) Aynı hastalığın pençesinde ailenin başka çocukları da var; tedavi için yıllardır Antep-Kilis arasında mekik dokuyorlar. Hasta kızı üniversitede çocuk gelişimi bölümü okuyor. Bir çocuğun kulağı duymuyor. Evde sağlam tek bir çocuk var. Zekât bıraktığımda annenin nasıl dualar ettiğini ve ağladığını anlatamam.

Ülkemde bazıları, devletin Suriyelilerin kiralarını, elektrik-su-gaz faturalarını ödediğini zannediyor. Bu koskoca bir şehir efsanesi. On yıldır kirası ve faturası devlet tarafından ödenmiş tek bir Suriyeli dahi yok. Aksine yıllardır hangi Suriyeliyle konuşsam kazandıkları neredeyse tüm paranın kiraya ve faturalara gittiğinden yakınıyorlar.

Suriyeli mültecilerle ilgili halk arasında iyice yerleşmiş o kadar çok yanlış bilgi var ki Mülteciler Derneği doğru bilinen yanlışlar konusunda güzel bir sayfa hazırlamış. Linki aşağıda, incelemenizi hararetle tavsiye ederim. Bilgiler benim saha araştırmalarımda vardığım sonuçlarla da birebir örtüşüyor. https://multeciler.org.tr/suriyelilerle-ilgili-dogru-bilinen-yanlislar/

Eğer ki devletin Suriyelilerin kiralarını ve faturalarını ödediğini, ekmek elden su gölden yaşadıklarını falan sanıyorsanız bilin ki hakikat peşinde koşmayıp her duyduğuna inanan, dolayısıyla aldatılmaya çok müsait, iç ve dış manipülasyonlara da açık birisiniz demektir. Daha evvel de belirttiğim gibi ülkemizde Suriyelilerle ilgili yerleşik bilgilerin %90-95’i yalan ve yanlış.

Beni en çok dehşete düşüren şey, bunca yalana inanıp “Bu ülkede mülteci olmak vardı” diye sayıklayan insanlarımızın varlığı. Bir gün mülteci konumuna düşersek dilimizden dökülen o sözler için kafamızı duvarlara vururuz.

Değerli dostum Betül Özel Çiçek “Söz duadır, ağızdan çıkana çok dikkat etmek lazımdır” derdi. Dualarımızı doğru düzgün edebilmek için bile bilgilerimizin doğru olması lazım. 


Ramazan akşamı teravih vakti evine girmeyip kapıdan yardım bıraktığım iki ailenin hayat hikayesini Kilis'teki Hayırda Yarış Derneği Başkanı Fatma Hanım anlattı: 

9 yetimli ilk evde 7 çocuk ev sahibi hanımın, 2 çocuk da savaşta şehit olan oğlunun. Hanımın İdlib'de yaşayan evli kızı ise zehir içerek intihar etmiş ve ondan da geriye 2 yetim kalmış. Ama bu yetimler Suriye'de. 

7 çocuklu diğer dul hanım çocuklarına çok emek vermiş, Kilis'te yardımlarla büyütmüş. En büyük oğlu tam çalışacak yaşa gelmiş, bir spor salonunda işe girip para kazanmaya, tek başına yardım almadan evinin geçimini sağlamaya başlamış ki 6 ay evvel Hatay Reyhanlı'da tedavi olması gereken birini sabah namazı vakti arabayla götürürken yolda kaza yapmışlar ve araç TIR'ın altında kalmış. Kendisi ve arabadaki diğer 3 kişi hayatını kaybetmiş. Tabii ki gencin ailesi çökmüş. Tam da hayatlarında her şey yoluna girmişken gelen bu ölümle...


Azez paylaşımlarımda eşi savaşırken şehit düşmüş bazı Suriyeli hanımların hikâyesini paylaşmıştım. Bu sefer de Kilis’e yaptığım üç ziyarette karşılaştıklarımı anlatacağım.

Her ziyaretimde mutlaka uğradığım bir aile var. Fotoğrafta gördüğünüz, cephede savaşırken boynuna isabet eden mermiyle felç kalan 5 çocuklu baba, 8 yıldır yatağa bağımlı. Fizik tedavi sayesinde elleri oynuyor. Her gidişimde zarafetleriyle dikkatimi çeken pırıl pırıl çocuklarına, yattığı yerden eğitim veriyor. Her gece kıldığı teheccüt namazı sonrası Türkiye’ye ve Türk devletine dualar ediyor.

Türkiye bize kucak açmasa çoktan ölmüştük diye düşünerek ülkemizin selameti için yıllardır dualar eden birçok Suriyeli olduğunu biliyor muyuz? 15 Temmuz gibi musibetleri sadece kendi yiğitliğimizle atlattığımız düşünenlere mazlumların duasını da yabana atmayın derim. Biz Türkler tepemiz attığında kendi devletimize, hükümetimize, insanımıza hiç çekinmeden lanet okurken yatağa bağımlı bu insanlar her gün dualar ediyor.


Fotoğrafta yataktaki kanser hastası babaya gelince, yedi kızı ve bir oğlu vardı. Tek oğlu yedi sene evvel cephede çarpışırken 20 yaşında şehit düşmüş; kendisi de yıllarca cephede savaşmış, dört yıl evvel akciğer kanserine yakalanınca Kilis’e sığınan ailesinin yanına dönmüş. 2020’deki ziyaretimden bir müddet sonra vefat haberini aldım.


Üç oğlu Suriye’de savaşırken şehit düşen bir anneanne, dokuz torunu ve üç geliniyle Kilis’te hayat mücadelesi veriyordu. 


İki damadı ve iki oğlu savaşta şehit düşen bir nine ve dede ise kızlarını, kalan oğullarını, gelinlerini ve torunlarını alıp Kilis’e yerleşmişti. Yirmi ikisi torun toplamda otuz kişi iki katlı bir evde yaşıyorlardı. Oğullardan biri down sendromlu, diğeri kalp hastasıydı.

Sonra hasta bakım evlerinde savaşta yaralanmış birçok genç erkek vardı. Birinin rejim bombardımanıyla iki bacağı kopmuş, gözü kör olmuştu; üç yılda defalarca ameliyat olmuştu.

Hani ülkemizde “Suriyeli gençler neden savaşmıyor?” deniyor ya. Ben cephede yaralanmış veya sakat kalmış nice genç, eşini kaybetmiş nice dul, babasız nice yetim gördüm. Keza cephedeki babasını, eşini, oğlunu, kardeşini sabırla ve duayla bekleyenleri de. Sokaklarda gezenleri görüp hemencecik hüküm vermek kolay; peki ya yatağa mahkûm kalan sakatları, felçlileri veya çoktan toprağa girmişleri görebilecek yüreğimiz var mı?

NOT: Son 3 fotoğraf 2018 veya 2020 ziyaretlerimden.

 

Muhtaç yüzlerce Suriyeli aileye ulaşmama vesile olan ve bitmek bilmez sorularıma içtenlikle cevap veren TDV Azez şubesi değerli çalışanlarına; beni Suriye’ye gitmeye teşvik edip bürokratik işlemleri yapan ve Kilis’te çok iyi ağırlayan Haya-Der Başkanı Fatma Yılmaz’a müteşekkirim.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder