18 Mart 2021 Perşembe

A.VOHRA: İRAN SURİYE’Yİ ŞİİLEŞTİRMEYE ÇALIŞIYOR

 

İRAN SURİYE’Yİ ŞİİLEŞTİRMEYE ÇALIŞIYOR

Anchal Vohra (Foreign Policy dergisinin Beyrut’ta yaşayan yazarı ve Ortadoğu konusunda serbest çalışan bir TV muhabiri ve yorumcu)

Foreign Policy, 15.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: “Iran Is Trying to Convert Syria to Shiism” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esed’in Baas rejimi, Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin İran İslam Devrimi’ni tanıyan ve ona meşruiyet sağlayan ilk rejimdi. Ancak Esed, İran’ın daha sonraları Lübnan’da Hizbullah üzerinden yaptığına benzer bir şekilde Suriye’de nüfuzunu genişletmesine asla izin vermemekte oldukça dikkatliydi.

Oğlu ve halefi Beşşar Esed’in çaresizliği İran’ın yayılmacılarına imkân sağladı. On yıl evvel iç savaşın başlamasının hemen ardından İran kuvvetleri, genç Esed rejimini isyancılara karşı savunmaya yardımcı olmak için Suriye’ye girdi. Tahran, Lübnanlı vekil gücü Hizbullah ile birlikte, iç savaşta Suriye rejimini destekledi ve hatta davaya yardım için Afganistan, Irak ve Pakistan’dan Şii savaşçıları seferber etti. Zamanla İran, görünüşte Şii türbelerin muhafazası için milis güçlerindeki yerel Suriyeli savaşçıları devşirdi ve Suriye askeri aygıtının üst kademeleriyle, bilhassa Hafız Esed’in diğer oğlu Mahir Esed’in komutasındaki 4. Tümen’le ilişkilerini yoğunlaştırdı.

Bugün artık İran destekli milisler Şam’ın dış mahallelerini kontrol ediyor ve Suriye-Lübnan sınırındaki stratejik kasabalarda devriye geziyor. İsrail yakınındaki güney Suriye’de büyük miktarda mevcudiyeti ve Halep’te birden fazla üssü var ve IŞİD’in 2018’deki yenilgisinden bu yana Suriye-Irak sınırındaki kasaba ve köylerde kamp kurmuş durumda.

Ancak İran’ın Tahran’dan başlayıp Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’a uzanan nüfuz yayını güvence altına alması sadece silahlar sayesinde değil. Son birkaç yıldır askeri çatışmalar yatışırken İran, Sünnileri Şiiliğe geçmeye teşvik etmek veya en azından mezhepçi rakiplerine karşı tutumlarını yumuşatmak için savaşın mahvettiği ülkede kültürel nüfuzunu genişletti. Foreign Policy dergisi olarak görüştüğümüz, rejimin kontrolündeki Suriye topraklarında yaşayan yakın zamanda mezhep değiştirenler ve arkadaşları, ülkedeki iktisadi çöküşün İran’ın sunduğu avantaları ve ilave gelirleri görmezden gelmeyi zorlaştırdığını söylüyor.

İran, mezhep değiştirmeyi teşvik için muhtaç Suriyelilere nakit para dağıtıyor, dini kurslarda yüksek dozda beyin yıkıyor, İran üniversitelerinde okumaları için gençlere burslar sunuyor, ücretsiz sağlık hizmetleri veriyor, gıda kolileri dağıtıyor ve turistik mekânlara ziyaretler düzenliyor. Bu tür küçük adımlar fazla maliyetli değil; ancak fakirleşen Suriyeliler arasında İran imajını etkilemede çok faydalı olabilir. [Suriye’de halkın %90’ının fakirlik sınırı altında yaşadığını hatırlatalım. Suriyelilerin iktisadi durumu ile ilgili linkteki iki yazıyı okumanızı tavsiye ederim. http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2021/01/clister-hmamarbachi-2021-suriye-icin.html]

İran, çoğunluğu Sünni olan ve savaştan evvel çok küçük bir Şii nüfusu bulunan Suriye’nin dini tarihini adeta yeniden yazmaya çalışıyormuşçasına eski türbeleri restore ediyor ve itibar sahibi Şii şahsiyetler için yeni türbeler inşa ediyor. Yerel halktan, aktivistlerden ve Suriyeli uzmanlardan on kadarı Foreign Policy’ye dedi ki İran, nüfuz alanını koruma ve Lübnan ile Irak’ta olduğu gibi vekiller aracılığıyla kontrol kurma nihai hedefiyle Sünni Suriyeliler arasından uzun vadeli destek devşirmek için kendisini iyi huylu ve müşfik bir güç olarak sunmaya çalışıyor.

İranlı milisler, [4 Nisan 2018’de Esed tarafından imzalanarak yürürlüğe giren, Suriyelilerin 30 gün içinde bir kanıt ibraz etmemesi halinde mülklerine hükümet tarafından el konulmasına imkan tanıyan ve mültecilerin geri dönüşünü bir bakıma imkansızlaştıran] bednam 10 sayılı Kararname uyarınca, savaş sırasında başka yerlere göçmüş Suriyelilerin evlerini satın almaları için Suriye rejimi tarafından aktif olarak yardım gördü. Bazı milislerin de mülklere el koyduğu ve Suriye’ye yerleşmeleri için ailelerini Irak ve Lübnan’dan getirdiği haberleri var.

Suriyeli uzmanlar, bu demografik ve kültürel nüfuzun, -İran’ın onlar adına siyasi güç iddia edebilmesi için- Suriye’deki Şii sayısını artırmaya yönelik olduğunu söylüyorlar. Ülkede önemli sayıda Şii olduğu takdirde İran, Suriye krizi için nihai bir siyasi çözüm tartışılırken onların çıkarlarını temsil iddiasında bulunabilir ve hükümette, silahlı kuvvetlerde ve diğer kurumlarda onlara da makam verilmesini talep edebilir. Pek çok kişi, İran’ın sadece minnettar bir cumhurbaşkanıyla yetinmeyip aynı zamanda sistem içindeki destekçileri aracılığıyla da ülkede nüfuz kullanmak isteyeceğinden korkuyor; zira Esed’in, kendisini Arapların safına geri getirmeye çalışan Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri ile yaptığı anlaşmalara bağlı olarak İran’a desteği [önümüzdeki süreçte] duraksayabilir.

Ancak Lübnan ve Irak’ın aksine, Suriye ağırlıklı olarak Sünni bir nüfusa sahip ve bu da onu İran rejimi için zorlu bir görev kılıyor. Ancak zorluklara rağmen İran caymamış görünüyor.

İsminin açıklanmaması şartıyla Foreign Policy ile konuşan 24 yaşındaki Ahmed, Suriye’deki Şii cemaatinin en yeni üyelerinden biri. Suriye’nin doğusundaki Deyrezzor vilayetine bağlı Irak sınırındaki bir kasaba olan Meyadin’de yaşıyormuş; ancak çatışmalar sırasında ailesiyle birlikte Türkiye sınırına yakın el-Bab’a kaçmış. Bir arkadaşının kendisine İran milis gruplarından birine katılırsa tüm endişelerinin sona erebileceğini söylemesi üzerine 2018’de geri dönmüş. Bir Sünni olarak, Hz. Muhammed’in torunu ve Şiilerin atası İmam Ali’nin kızının adını taşıyan Seyyide Zeyneb Tugaylarına katılmış.

Ahmed, Şam’ın 9,6 km güneyindeki Seyyide Zeyneb Türbesi’ne ev sahipliği yapan ve tamamen İran destekli milislerin sıkı kontrolü altında bulunan Seyyide Zeyneb mahallesinden Foreign Policy’ye dedi ki “Meyadin’deki arkadaşım geri dönüp İranlılara katılabileceğimi ve kimsenin bana veya aileme zarar vermeyeceğini söyledi.”

Ahmed türbede koruma olarak çalışıyor ve ayda 100.000 Suriye lirası (yaklaşık 200 dolar) alıyormuş; ancak böbrek hastası olan babasının ayda iki kez girdiği diyaliz masraflarını ödemek için daha fazla paraya ihtiyacı varmış. Katıldığı milis grubunun lideri Şubat ayında Şiiliğe geçerse maaşını ikiye katlamayı teklif etmiş. Ahmed hemen kabul etmiş. Foreign Policy’e dedi ki “Geçenlerde milis liderimizle yaptığımız bir toplantıda bize Şiiliğe girersek terfi edeceğimizi ve para alacağımızı söyledi ve sadece Seyyide Zeyneb’de birkaç konferans dinledik… Diğer 20 kişiyle birlikte evet dedim; çünkü hepimizin paraya ihtiyacı var. Şii olursam 200.000 Suriye lirası alacağım. Babamın tedavisi nedeniyle paraya gerçekten ihtiyacım var. Din umurumda bile değil.”

Suriye’nin güneybatısındaki Ürdün’e yakın bir şehir olan Deraa’dan Taim el-Ahmed de önce İran destekli bir milis grubuna katılan ve daha sonra Şiiliğe geçen bir arkadaşının benzer bir hikâyesini şöyle anlattı: “Terfi ettirdiler ve ona bir apartman dairesi verdiler. Suriye’deki iktisadi krize rağmen ücretsiz sağlık hizmeti ve her ay bedava bir tüp alıyor.” Taim el-Ahmed, bu arkadaşının “sıkıntıya ve tacize maruz kalmadan” ülkenin herhangi bir yerine seyahat edebilmesi için Suriye istihbaratından güvenlik izni de dahil olmak üzere diğer Suriyelilerin mahrum bırakıldığı çeşitli faydalar elde ettiğini de söyledi.

Deyrezzor vilayeti belki de bu operasyonların kilit bölgesi. Vilayetin Irak’la ana geçiş noktası olan Ebu Kemal ilçesi, yakın geçmişte İran’ın görünüşte zararsız ama manipülatif birçok faaliyetine tanık oldu. [Burası, İran’ın Suriye’ye ve oradan da Lübnan’a uzanan hava ve kara lojistik hattının geçtiği kritik önemde bir ilçedir.]

Mesela IŞİD tarafından yıkılan Ebu Kemal’daki Karamiş parkını restore etti ve ‘Dostlar Parkı’ adını verdi. (Suriye rejimi İran’ı ‘ülkenin dostu’ olarak tanıtıyor.) Her hafta İranlı milisler parkta başta çocuklar olmak üzere halkı Şii imamlar hakkında bilgilendirmek ve İran’ı İsrail ve emperyalizme meydan okuyan erdemli bir güç olarak tanıtmak üzere eğlenceli faaliyetler düzenliyor.

Bir aktivist olan Ebu Kemal’den Sayah Ebu Velid dedi ki “Tüm eğlence ve oyunlar, çocukların ve ebeveynlerinin zihinlerini yıkayıp Şiiliğe çekmek için bir tezgâh.” İlçedeki spor kulübü, İranlı milisler için bir mutfağa ve restorana dönüştürüldü. Ebu Velid’e göre, tüm futbol stadyumu artık İran’ın kontrolü ele geçirmesi için fiilen bir üs konumunda.

Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre İran, kısa süre önce Meyadin halkını Şii inancının ilkeleri ve doktrinleri konulu bir kursa katılmaları için Nur İran Kültür Merkezi’ne davet etti. Kursu geçen herkese yaklaşık 100.000 Suriye lirası ve bir gıda kolisi verilecek.

İran, Suriye’de bir dizi dini okul, türbe ve hayır kurumu açtı. Şam ve Halep’te daha az direnişle karşı karşıya kalırken, Deyrezzor’a yayılmak için İran, genellikle kendi bekalarıyla meşgul ve yükselen yıldız her kimse onu desteklemeye hazır olan yerel aşiret liderlerinin aklını çelmek zorundaydı. Bu türden bir kabile olan el-Bakara’nın bazı mensupları, yalakalıkla İran’ın gözüne girmekte avantajlar gören bir aşiret liderinin etkisiyle İranlılara olumlu yanıt verdi.

Sınırın diğer tarafında İran’ın menfaatleri, Tahran’ın desteklediği ancak Irak güvenlik servislerinin bir parçası olarak Haşd-i Şa’bi bayrağı altında faaliyet gösteren silahlı bir grup olan Asaib Ehlu’l-Hak gibi milisler tarafından iyi bir şekilde korunuyor. Dahası, Rusya’nın Deyrezzor’a ilgisizliği İran’ın orada karargâh kurmak için rekabet etmek zorunda olmadığı anlamına geliyor.

Hâlihazırda ABD’de sürgünde yaşayan eski bir Suriyeli diplomat olan Bassam Barabandi, İran’ın varlığının ve faaliyetlerinin ülkesinde müstakbel bir isyanın tohumlarını attığını söyledi. Barabandi, “Fars işgaline karşı çatışmaların çıkması kaçınılmaz” dedi ve şöyle devam etti: “Önce İranlılar ve Hizbullah Nusayrilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye’ye gittiler. Ancak Nusayriler, din ve sosyal normlar söz konusu olduğunda serbest bir topluluktur. Mesela içkilerini severler. Nusayriler İranlılara ‘hoşça kalın ve size iyi şanslar’ dediler. İranlılar, savaştan en kötü etkilenen Suriyelileri manipüle etmeyi ve dolayısıyla daha evvel IŞİD’in elinde tuttuğu bölgelerde yayılmayı daha kolay buldular.”

Suriye-İran ilişkilerinde uzmanlaşmış, Omran Stratejik Araştırmalar Merkezi çatışma uzmanı Navvar Saban, İran’ın her arka plandan Suriyeliyle yavaş yavaş ama istikrarlı bir şekilde bağlar geliştirdiğini anlattı. “İran, Deyrezzor’da ve Kürtlerin elindeki bölgelerde yerel halk aracılığıyla gayrimenkuller satın aldı. Suriye’de bir örümcek ağı ördü ve adamları her yerde; orduda, hükümette, hatta Sünni ve Hristiyan işadamları arasında bile.”

Eski Amerikan Başkanı Donald Trump, ‘maksimum baskı’ seferberliği altında İran rejimine sarsıcı yaptırımlar uygulamıştı; ancak İran, Esed rejimine yönelik açıklanmayan kredi hattıyla Suriye’deki faaliyetlerini finanse etmeyi sürdürdü. Ağustos 2017’de haber yapmak üzere Suriye’ye gittiğimde, ülkenin altı yıldır ilk defa gerçekleşen Şam’daki ticaret fuarına katılmıştım. Stantların çoğu (31 tanesi), jeneratörden bisküviye ve sabuna kadar her türlü ürünü satan İran şirketlerine aitti. İki sene sonra Suriye-İran Ortak Ticaret Odası kuruldu ve daha geçen ay bir İran heyeti Suriye’deki iktisadi varlığını artırma çabalarını güçlendirmek için Şam’a gitti.

Gözlemciler, Trump’ın yaptırımlarına rağmen Suriye’ye müdahalesini hiçbir şekilde dizginlemeyen İran’ın, yeni Amerikan Başkanı Joe Biden nükleer anlaşmaya yeniden dahil olduğu takdirde [yaptırımlar kalkacağından veya hafifleyeceğinden] Suriye’de mezhep değişimini teşvik eden silahlı milislerini ve hayır kurumlarını paraya boğmasından endişeli. Geçmişte İran’la nükleer anlaşmanın imzalanmasından iki yıl sonra [2017’de] Tahran’ın Hizbullah’a finansmanını dört kat artırdığına dair haberler var.

İran’ın kaç Suriyeliyi Şiileştirdiğine veya fikirlerini yumuşattığına dair elimizde hiçbir veri yok. Ancak onun askeri, kültürel ve iktisadi genişlemesi, zaten tüm cephelerde kırılgan olan Suriye’de yeni yeni fay hatları oluşturuyor. İran’ın genişlemesinin bölgedeki mezhepsel gerilimleri nasıl şiddetlendirebileceğini görmek zor değil.



M.EL-BARADEY: ARAP DÜNYASI: SİL BAŞTAN VAKTİ Mİ?

  

ARAP DÜNYASI: SİL BAŞTAN VAKTİ Mİ?

Muhammed el-Baradey (Nobel Barış Ödülü sahibi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı eski başkanı)

El-Cezire İngilizce, 22.2.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 28.2.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/arap-dunyasi-sil-bastan-vakti-mi/

The Arab world: Time for a reset?” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

Özet: Dünya küresel salgın nedeniyle bir vicdan muhasebesi içindeyken tarihimizin bu dibe vuruş anında mevcut gidişatımızı sil baştan ayarlamaya girişmek önemli. Bugün yaptığımız seçimler geleceğimizin temelini oluşturacak. Bölünmüş, yabancı çıkar gruplarının  avına dönüşmüş, siyaseten ve iktisaden çok az baskı gücüne sahip bir haldeyken acaba güvenlik, iktisadi ve toplumsal gelişme, kültürel ilerleme ve diğer benzer alanlarda daha mı iyi durumdayız ?

 

Günümüz Arap dünyasında insanları din, mezhep, etnisite veya tabiiyete dayalı tek boyutlu bir kimlikle tasnif eden haince bir temayül var. Arap dünyası diye bir şey olmadığını ve Filistin halkının yaşadığı zulmün bizi ilgilendirmediğini veya inanç olarak Müslümanlığın yegâne kimliğimiz olduğunu iddia eden sesleri sık sık duyuyoruz.

Kimliğimizle ilgili bu tedirgin edici belirsizlik, aslında halkı kendi şahsi yükselişlerinin bir esiri kılarak sıklıkla iktidar mücadelesine girişen beceriksiz otoriter yöneticilerce servetlerimizin on yıllardır kötü yönetilmesinin hem bir sonucu hem de buna bir tepki.

Bu yozlaştırıcı ve ölümcül temayül, toplumsal uyumun aşınmasına ve Arap dünyasının parçalanmasına vesile oldu. Ayrıca bölgenin birçok noktasını şiddete ve sefalete sürükledi.

İşin tuhafı bu temayül, alamet-i farikası insanların, malların ve fikirlerin daimi hareketliği ve canlı bir kültürler arası uyumlaşma olan günümüz dünyasının gerçekliğine de aykırı. Bugün artık kimlik, giderek daha karmaşık ve çok katmanlı bir hale geliyor; aynı zamanda insanlar ve uluslararasında barış içinde bir arada var oluşu beslemek için ortaklıkları vurgulamak ve farklılıkları önemsizleştirmek hususunda bilinçli bir çaba var.

Kimliğimizi bu prizma üzerinden algılamak, Mısırlı bir Kıpti’nin, Lübnanlı bir Şii’nin, Iraklı bir Kürt’ün veya Faslı bir Amazig/Berberi’nin dil, köken, kültür, tarih ve coğrafya bakımından hemşehrileri ve komşularıyla ortak yanlarının mevcut olabilecek farklılıkları aştığı anlamına gelir. Böyle bir düşünce tarzı, hem paylaştığımız günümüz hem de birlikte inşa etmemiz gereken gelecek için kritik.

Dünya küresel salgın nedeniyle bir vicdan muhasebesi içindeyken tarihimizin bu dibe vuruş anında mevcut gidişatımızı sil baştan ayarlamaya girişmek önemli. Bugün yaptığımız seçimler geleceğimizin temelini oluşturacak. Bölünmüş, yabancı çıkar gruplarının  avına dönüşmüş, siyaseten ve iktisaden çok az baskı gücüne sahip bir haldeyken acaba güvenlik, iktisadi ve toplumsal gelişme, kültürel ilerleme ve diğer benzer alanlarda daha mı iyi durumdayız ?

Yoksa mensupları, karşı karşıya oldukları tehditlerin çoğunun sınır tanımadığını ve meydan okumaların ve fırsatların çoğunun da kolektif eylem gerektirdiğini haklı olarak kabul eden Avrupa Birliği’ne ve dünyanın farklı yerlerinde yeni ortaya çıkan diğer yapılara benzer modellere mi bakmalıyız?

Eğer ki ümit ettiğim gibi, safları sıklaştırıp kenetlenmenin kendi menfaatimize olduğu sonucuna varırsak, öncelikle eksikliklerimizi örtbas etme veya başkalarını suçlama alışkanlığımızı değiştirmek zorundayız. Ardından Arap dünyasında -büyük ölçüde marjinalleştirilmiş durumdaki- entelektüel seçkinlerimiz arasında derin ve oylumlu bir karşılıklı müzakereye ihtiyacımız var. Böyle bir müzakerenin anlamlı olabilmesi için uzun süredir bastırılmış ve bir kenara itilmiş sivil toplumun yanısıra genel halkı da buna katmalıyız. Kim olduğumuza, milli güvenliğimizi nelerin teşkil ettiğine, neyi başarmak istediğimize ve bunu en iyi nasıl yapacağımıza odaklanmalıyız.

Arap dünyasının pek çok yerinde, toplumsal bütünlüğümüzü korumak için gerekli olan temel değerleri ve ilkeleri tayin eden hayati toplumsal sözleşme üzerinde uzlaşmış değiliz. Birçok çatışma ve anlaşmazlığa sebebiyet veren din, ahlak ve hukuk arasındaki çoğu zaman muğlak, bazen de tartışmalı ilişki bunun sadece bariz bir örneği.

Formun Altı

Bu halka açık müzakere, uzun zamandır ortak kimliğimizin tecessüm etmiş hali sayılan Arap Ligi’nin klinik bakımından öldüğünü acı bir şekilde açığa kavuşturacaktır. Ayrıca bölgesel güvenlik sistemimizin altüst edildiğini ve dışarıdan kaynak temini ile hayatta tutulduğunu da ortaya koyacaktır. Keza Arap Baharı’nın fazlasıyla aşikâr kıldığı üzere, hukukun üstünlüğünü, siyasi katılımı ve insan haklarını garanti eden acil bir yönetişim reformuna ihtiyacın altını çizecektir. Elimizdeki finans ve insan kaynaklarına rağmen ilerleme için  gerekli bilim, teknoloji, araştırma ve eğitim gibi alanlarda geride kaldığımızı da açıkça ortaya koyacaktır.

Canlı bir sivil toplumla desteklenen, şeffaf ve hesap verebilir bir demokratik yönetişim sistemine acilen ihtiyacımız var. Farklılıkları kabul eden ve azınlıklara saygı duyan tek bir millet olarak, gerek sınırlarımız içinde gerekse ötesinde, bir arada yaşamayı kesinlikle öğrenmemiz lazım.

Bizi koruyan ve menfaatlerimizi güvence altına alan güvenilir, bağımsız bir bölgesel güvenlik sistemi son derece önemli olup böyle bir sistem aynı zamanda komşularımızla karmaşık ilişkilere de hitap edebilir. Bu bağlamda pek çok anlaşmazlığımız bulunan ama aynı zamanda birçok ortak noktamız da olan İran ve Türkiye ile diyaloğun vakti çoktan geldi de geçti. İsrail’in Filistinlilerin haklarını pervasızca ihlal etmesiyle nasıl baş edileceği konusunda net ve ortak bir strateji geliştirmek temel bir öncelik.

En ileri teknoloji merkezlerine, prestijli üniversitelere ve düşünce kuruluşlarına yatırım yapmak suretiyle modern dünyayı yakalamamız lazım. Pasif bir seyirci olarak kalmayıp medeniyete aktif bir katkı sağlamalıyız. Ve her şeyden evvel, halkımızı mahvetmeye devam eden beyhude savaşlara ve dehşet verici kan dökmelere artık bir son vermeliyiz ve farklılıklarımızı diyalog ve karşılıklı uzlaşma yoluyla çözmeye çalışmalıyız. Bu savaşlar çok uzun bir süredir ortak vicdanımıza kara bir leke sürüyor.

Hiç kuşkusuz bu, gerçekleşmesi çok zor bir görev; ancak umarım ki ilk adımları atmak için yeterince cesaretimiz ve hikmetimiz vardır. Daha fazla çöküşü ve dizginlenemeyen kargaşa riskini önlemek istiyorsak, kademeli ve kapsayıcı bir reform süreci hem zorunlu hem de bir an evvel devreye girmeli.

7 Mart 2021 Pazar

S.TABBAA: KADDAFİ’NİN LİBYA’SI HİÇBİR ZAMAN VAR OLMADI

 

KADDAFİ’NİN LİBYA’SI HİÇBİR ZAMAN VAR OLMADI

Sanad Tabbaa (Modern Ortadoğu tarihi konusunda çalışmalar yapan, British Columbia Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi)

Jadaliyya, 4.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: “Gaddafi’s Libya Has Never Existed” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

İki Gerçek, Bir Yalan: Libya Versiyonu

(…)

Günümüzün bilgi bolluğu yaşanan dünyasında olguyu kurgudan ayırt etmek çoğu zaman zordur. Tuhaflık, karmaşıklık, rakip anlatılar ya da bilginin anlaşılmazlığı nedeniyle bizatihi tartışmalı olan konuları düşündüğünüzde süreç daha da zorlaşır. Muammer Kaddafi’nin Libya’sı tam da bu türden bir “iki gerçek, bir yalan” ülkesi olageldi. Ama (…) komplo teorilerinin, yanlış bilgilendirmelerin ve salt istihzaların Libya hakkındaki tartışmalarımıza egemen olmasına izin verirsek, bu durumda 2011’de Kaddafi’nin devrilmesiyle Libya’nın içine düştüğü kaostan çıkarabileceğimiz tek ders tam da komplo, yanlış bilgilendirme ve istihzanın birer ürünü olacaktır. Dahası, neden Kaddafi, -Batı karşıtı sayılan diğer liderlerle birlikte- mevkidaşlarından daha tuhaf ve daha gizemli görünüyor?


Peki Kaddafi’nin düşüşünden önce, düşüşü sırasında ve sonrasında Libya’da gerçekte neler olup bitti?

Gerçeği kurgudan ayırmak için Kaddafi öncesi Libya’yı anlamak önemli. Kaddafi nereden geliyor ve neden Libya’yı bu şekilde yönetmeyi tercih etti? Libya’yı daha iyi anlamak için iki şeye bakmak önemli: Libya’da İtalyan işgali ve Libya monarşisi. 1910’larda Libya üç ayrı Osmanlı vilayetinden ibaretti: Fizan, [Bingazi merkezli] Sirenayka ve Trablusgarp. Daha yakın bir geçmişte birliğini sağlamış ve bir sömürge imparatorluğu kurmaya hazır olan İtalya, bu üç vilayeti işgale kalkıştı. Yerli Libyalılar, Osmanlı desteğiyle bir süre İtalyanlara karşı savaştı; ancak sonunda Osmanlılar İtalyanlarla gizli bir anlaşma yaparak onlara “kafana göre takıl” dedi. Dolayısıyla Libya’nın tek bir devlet olarak statüsünün temeli, sömürgeciliğin doğrudan bir yansımasıdır.

İtalya 1911-1922 yılları arasında çeşitli şekillerde Libya’ya gelip girdi; ancak Benito Mussolini’nin gelişiyle birlikte İtalya’nın stratejisi çok daha yayılmacı ve saldırgan bir hale geldi. 1923’ten II. Dünya Savaşı’nın fiilen sonuna kadar Libya’da İtalyan Faşizmi hüküm sürdü. İtalyanlar, Libyalıları kendi ülkelerinde mülksüzleştirerek mevcut tarım arazilerinin çoğunu kendi yerleşimcileri için aldılar. Karşı çıkanlar -tıpkı muhalefetinden şüphelenilenler gibi- vahşice öldürüldü veya toplama kamplarına yollandı. Faşistler darağacını o kadar sistematik ve sürekli kullandılar ki İtalyanlar, asılmış Libyalıların kartpostallarını basıp birbirlerine yolladılar. Nüfusu 1 milyonun altında olan bir ülkede, yalnızca 1930 yılında Sirenayka vilayetinde asılan Libyalıların sayısı 12.000’di. Libyalıların müteakip on yıllarda oluşacak özelde Avrupa’ya, genelde ise Küresel Kuzey’e ilişkin imajını değerlendirirken işte bunun dikkate alınması çok önemli.

İtalya faşizmin devrilmesiyle bölgeden çekildi ve İngiliz ile Amerikan yönetimleri, Sirenayka’da bir kabilenin ve dini tarikatın şeyhi olan İdris es-Senusi yönetiminde bir monarşi kurdu.

Monarşi, kötü planlanması ve yönetilmesi bakımından dikkat çekiciydi. Petrol bulunana kadar sadece dış yardımla ayakta kaldı. Ayrıca başlangıçta monarşi, başkentin her iki yılda bir Trablus’tan Bingazi’ye yer değiştirdiği (aralarında yaklaşık 1000 kilometre çöl olup büyük lojistik sorunlar yaratan) bir federal sistem üzerine kurulmuştu. Kral İdris “iyi niyetli ihmal”, yani hiçbir şey yapmama politikası uyguladı. Tahtı vatanseverlik vecibesi olmaktan çıkardı ve her ne zaman bir engelle karşılaşsa hemen istifa tehdidinde bulundu. İyi niyetli ihmal politikası, halka tam olarak güven vermedi ve sistem içinde herhangi bir siyasi heves de uyandırmadı. Libyalılar siyaseten dışlanmış ve son derece fakir kalmıştı. Bu durum Libya’yı tek bir ülke altında birleştirse de Libyalılar arasında ilgisizliği ve hükümete güvensizliği besleyerek, halkın siyasi duyarsızlığının yanısıra uzun bir hükümete güven duymama tarihini de yarattı.

Muammer Kaddafi devreye girdi. 27 yaşındaki Yüzbaşı Kaddafi, 1969’da kansız bir darbeyle kontrolü ele geçirdi. Kral Türkiye’de tedavi görürken monarşinin tüm önemli oyuncularını tutuklayan bir grup genç subaya önderlik etti. İlginçtir, kimse pek umursamış görünmüyordu. Kraliyet muhafızları müdahale etmedi, ordunun üst düzey kadrosu umursamadı ve büyük direniş veya destek gösterilerine dair de bir kayıt yok.

Gelecek 42 yıl pekâlâ üretilen efsaneler bakımından bir İlyada olabilirdi. Efsaneler üç kategorideydi: Kaddafi, ya son derece zalim ve ahlaksız bir insandı ya da bir kurtarıcı veya trajik bir kahramandı yahut tamamen ve tek kelimeyle akıl hastasıydı… Bunların hiçbiri doğru değildi. Kaddafi bir insandı ve ülkesinin otoriter bir lideriydi, yoksa bir hikâyenin kötü karakteri veya gerçek hayatta bir hiciv kaynağı değildi. Öyleyse doğru tam olarak neydi?

 

Kaddafi: İnanılmayacak Kadar Ahlaksız

Batı medyası, Kaddafi’yi gerçekten son derece kötü biri olarak sunma eğilimindeydi. Ender İngilizce biyografilerinden birinde, (…) “tabiatı itibarıyla acımasız” olarak nitelenmişti. BBC, onun yönetimini “42 yıllık acı ve mahrumiyet” olarak tanımlamıştı. Amerikan Başkanı Ronald Regan’ın ona taktığı isim “Orta Doğu’nun kuduz köpeği” idi.

Hakkındaki iddialardan bazıları Kaddafi’nin bir terörist, cinsel manyak, tecavüzcü, insan hakları ihlalcisi, katil ve her bakımdan iblisin zürriyeti olduğu yönünde.

İlk iddia kısmen doğru. Kaddafi, çoğunlukla terörizm yoluyla yürütülen, anti-emperyalist doğası olduğuna inandığı davaları finanse etti. Filistinli örgütler (…),  IRA gibi (…) destek çıktığı örgütlerin ortak paydası, yurtlarının işgal altında olduğu algılamasıydı (…). Kaddafi’nin ülküsü, rastgele Batı karşıtı bir şevke değil, -bir dünya liderinden bekleneceği üzere- tutarlı bir inançlar bütününe dayanıyordu.

Hakkındaki cinsel manyaklık ve tecavüz hikayelerinin izi iki şeye dayandırılabilir: Birincisi, her zaman yanında olan (…) tamamı kadın korumalardan müteşekkil “Amazon Muhafızları” hakkındaki spekülasyon. İkincisi, Fransız gazeteci Annick Cojean’ın kaleme aldığı Kaddafi’nin Haremi adlı bir kitap olup Kaddafi’nin gençleri kaçırıp onları içki, kokain ve sigara içmeye zorlayarak düzenli olarak cinselliği bir silah olarak kullandığını iddia ediyor.


Kaddafi’nin Haremi
kitabının muteber bir kaynak olduğundan şüphe duymama yol açan bazı hususlar var. Bunların başında, diğer yazılı kaynaklarda da, ağızdan ağza dolaşan dedikodularda da bunun teyit edilememesi geliyor. Batı medyası Saddam Hüseyin’in oğullarının cinsel iğrençliklerini gün yüzüne çıkarmadan evvel, kafelerin fısıltıları Ortadoğu’da çoktandır kulaktan kulağa dolanıyordu: “Saddam’ın oğullarından uzak durun.” Üstelik Kaddafi, 1969’da iktidara geldiğinde alkolü ve yurtdışına seyahati yasaklamıştı ve 1980’lerde Libya’ya uygulanan BM ambargosunun ardından Libya’ya ithalat iyice zorlaşmıştı. Elbette, o dönemde Kaddafi’nin elindeki paranın miktarı göz önüne alındığında bunun bir engel teşkil etmesi pek muhtemel değildi. Bununla birlikte uyuşturucu ve alkol karşıtı sert tavrı, uyuşturucular hakkındaki bariz bilgisizliğiyle birleştiğinde (ki mesela 2011 Arap Baharı sırasında protestocuların Nescafelerinde halüsinasyonu tetikleyici ilaçlar tükettiklerini iddia etmişti), ben bunların ona mahsus kötülüklerden olmasını pek muhtemel görmüyorum. Öte yandan, bunu kesin olarak doğrulayamam veya çürütemem, ama eğer ki doğruysa bu, Kaddafi’nin diğer birçok Arap lider veya üst düzey yetkili ve muhtemelen Prens Andrew kadar kötü olduğu anlamına gelir. Kaddafi, ne kadar korkunç olursa olsun, aslında alışılmadık biçimde korkunç da değildi.

Son olarak insan hakları ihlalleri meselesine gelelim. Bu kategorik olarak doğru, ancak ne yazık ki bölge veya dönemi için norm dışı bir istisna da değil. Libya yönetimi, genellikle siyasi nedenlerle birçok vatandaşını hapse attı veya suikastla öldürdü. Bunu sadece Libya içinde değil, tehdit olarak gördüğü yurtdışında yaşayan Libya vatandaşlarına da yaptı. Arap Baharı sırasında Libya’da halkın hayal kırıklığının dışa taşması bir imalat, kışkırtma veya amaçsızca değildi. Ancak mesele aslında Kaddafi’nin Libya vatandaşlarını suikastla öldürüp öldürmemesi, haksız yere hapse atıp atmaması ya da sadece “ortadan kaybedip etmemesi” değildi; zira Mısırlılar, Amerikalılar, Sovyetler, Suudiler, Iraklılar, Suriyeliler, Ugandalılar, İsrailliler, Doğu Almanlar ve muhtemelen başka herhangi bir hükümet de aynısını yapıyordu. Mesele, Kaddafi’nin diğerlerinden daha kötü ve daha ahlaksız olup olmadığıydı. Cevap, büyük ihtimalle hayır.

 


Kaddafi: Milliyetçi Kurtarıcımız veya Trajik Kahramanımız

Genellikle Libyalılar dışındaki Arapların savunduğu görüşe gelince, Kaddafi itibarı beş paralık edilen ve ülkesine dil uzatılan milliyetçi, anti-emperyalist bir kahramandı. Genellikle efsaneler Libya’nın son derece yüksek bir hayat standardına sahip olduğu, Kaddafi’nin şahsi erdemleri, ülkede kansere çözüm bulunması, Kaddafi’nin tuhaflıklarının iktidara geldikten kısa bir süre sonra bir kara mayını şarapnelinin beynine saplanmasının sonucu olduğu vs. üzerineydi. (…) ancak ilginçtir, o dönem Libya’daki yüksek hayat standardı bir efsane değildi.

Kaddafi yönetimi altındaki Libya’da bilhassa daha fazla serbest piyasa girişimlerinin benimsendiği 21. yüzyılın öncesinde kamu hizmetleri, eğitim ve sağlık hizmetleri tamamen ücretsizdi. Ayrıca Libya kanununda her bir kişinin kendi evine sahip olması gerektiğine dair özel bir hüküm vardı ve dolayısıyla hükümet her Libyalıya bir ev vermişti. Bu, hem bir dizi konut inisiyatifinin hem de 1976’da çıkartılan, hâlihazırda içinde yaşanan evlerin sahiplerine ait olduğunu, oturulmayan evlerin ise hükümete ait olacağını öngören bir kanunun birleşimiydi. Hükümet ayrıca daha sonra yeni evli çiftlere ilk evlerini satın almaları için sübvansiyon sağladı. Dahası, vatandaşlar arasında iddia edildiğine göre çok fazla bir servet uçurumu yoktu. Zira Kaddafi, 1980’de ülkenin para birimini değiştirerek her bir vatandaşın sahip olduğu elindeki tüm parasını sınırlı miktarda yeni Libya dinarı ile değiştirmek zorunda bıraktığında özel serveti de eşitlemiş oldu. Hükümet ayrıca faizsiz krediler de sağladı. Son olarak, Libya’yı gıdada kendi kendine yetebilir hale getirmek için çiftçi olmak isteyen herkese bir çiftlik evi, çiftliği işletmek için toplu bir miktar para ve ücretsiz öküz verildi.

Bu olağanüstü bir politika mıydı? Evet. Peki işlevsel miydi (…)? Hayır. Okuryazarlık ve akademik yeterlilik çarpıcı bir şekilde arttı (okuryazarlık %10’dan %87’ye çıktı). İnsanların ekseriyetinin yiyecek yemeği ve herkesin kendi evi vardı. Kısaca, yaşamak için korkunç bir yer değildi; ancak hem bireysel özgürlükler hem de devlet ekonomisine katılabilme önünde büyük sınırlamalar ve ciddi ihlaller vardı.

Kaddafi, 1980’de özel hukuk uygulamalarını ve diğer tüm özel profesyonel meslekleri yasakladığında ülkedeki özel sektörü de tamamen yok etmiş oldu ve bir orta sınıfın veya büyük bir eğitimli profesyonel tabanın gelişimini engelledi. Kaddafi’nin Libya’sında temelde herkesi istihdam eden ve bu nedenle tamamen boş ve faydasız işlerle dolu olan ya orduda ya da hükümette çalışabilirdiniz. Peki Kaddafi bir kahraman mıydı? Hayır, tabii eğer ki en temel kaygınız işsiz kalmak değilse.

 

Kaddafi: Tuhafların Efendisi

Haber, istihza ve komplo teorilerinin çoğu işte burada yatıyor. (…) Hastalık hastası olduğu, bir Bedevi çadırıyla seyahat ettiği (…) doğruydu. Kesinlikle alışılmadık biriydi; ancak acayiplik ile palyaçovari bir dünya lideri olmak arasındaki fark önemlidir. Batı medyası, Kaddafi’yi yalnızca şeytanlaştıran ya da meşruiyetinin altını oyan şeyleri haber yapmak suretiyle, onun gerçekliğe çok az benzeyen ve böylelikle -Libya’nın 1986’da ABD ve 2011’de NATO tarafından bombalanması da dahil- Batılı hükümetlerin iktidardan düşürmek için attığı her adımı haklı çıkarmaya hizmet edebilecek bir kopyasını yarattı.

Kaddafi tuhaf şeyler yaptı, ama çoğu zaman bunların birer nedeni de vardı. Bir Arap Ligi toplantısında, odadaki diğer Arap liderlerin kana bulanmış ellerine dokunmayı reddettiğinin bir sembolü olarak beyaz eldivenler giymişti. 2009’da İtalya’ya ilk ziyaretinde, Libya’nın ulusal kahramanı Ömer Muhtar’ı darağacına götüren İtalyan faşistlerin fotoğraflarının üzerine iliştirildiği bir üniforma giymişti. Libya’yı gıda bakımından kendi kendine yeterli hale getirmek için çölü sulamaya çalışmış ve bunu yapmak için de devasa bir yeraltı nehri inşa etmişti. Ayrıca gençliğini ve güzelliğini sürdürmek için botoks yaptırdığı iddia edildi. Kaddafi ayrıksıydı, sıradışıydı, acayipti, ama muhtemelen akıl hastası değildi.

 


Peki, Libya Neden İçeriden Patladı?

Ölümünden sonra Kaddafi Libya’sının, ya onun ülkeyi yıkması ya da ülkenin onun idareciliğinden mahrum kalması yüzünden içeriden patladığına dair küçük özlü hikâyenin gerçeklikle bağlantısı, yapay muz aroması ne kadar muz sayılırsa o kadardır.

Kaddafi’nin Libya’sı bir “Cemahirriye” idi [halk cumhuriyeti de denebilir]; bu, o kadar tuhaf ve yeni bir siyasi sistemdi ki Kaddafi’nin türettiği yeni bir kelimeden başka bir terimle kategorize edilemezdi. Temelde herkes her konuda oy veriyordu. Her yerleşimin bir dizi komitesi vardı ve bunlar daha yüksek komitelere rapor veriyor, onlar da karar verici daha yüksek bir komiteye bunları iletiyordu. Başlangıçta yaklaşık 2 milyon nüfuslu bir ülkede yaklaşık 1000 temsilci vardı. (…)

Şişirilmiş hükümetin yanısıra bu sistemle ilgili bazı temel sorunlar bulunuyordu. Sıradan vatandaşların bu kararların doğruluğunu ve faydasını değerlendirme yeterliliğinin bir sınırı vardı; bu yüzden Kaddafi, tavsiyede bulunmaları için komitelere teknokratları soktu. Ancak yine de kimse kimseyle hemfikir değildi. Çok fazla değişken ve fikir mevcuttu. Son olarak Kaddafi, bu komitelerin elinden “hassas” başlıkları -yani dış ilişkiler, ekonomi, ordu ve petrolle ilgili her konuyu- aldı ve kendisi söz sahibi oldu. Dolayısıyla komiteler kendilerini işe yaramaz hissettiler ki gerçekten de öyleydi ve sonuç olarak sıradan Libyalıların yönetime katılma hevesi kırıldı.

Bu durum Libya’daki siyasi ilgisizlik hissiyatını derinleştirdi ve sonuç olarak yolsuzluklar dışında hiçbir şey yapılmaz oldu. Kaddafi ayrıca muazzam bir şahsi servet biriktirdi ve bu Cemahiriyye’yi kendi lehine kullandı. Hükümet teknik olarak halkın elinde olduğu için halk muhalefetini ifade edemezdi, etse tam olarak neye karşı çıkacaktı? Kendi kendine mi? Bu aynı zamanda Kaddafi’ye popüleritesi için istismar ettiği halkın hayal kırıklıklarına kulak tıkamasını sağladı. Bununla birlikte, nihai kararı verecek bir kimse olmaksızın da işleyebilecek bir yönetişim sistemi kurmadı. Dolayısıyla Kaddafi’nin ölümü üzerine Libyalıların kullanabileceği veya reformdan geçirebileceği bütüncül bir siyasi sistem yoktu. Kaddafi yönetiminin daha ilk başlarında siyasi gruplar yasadışı ilan edildiğinden, politikalara desteği harekete geçirecek ortada hiçbir siyasi örgütlenme yoktu. Benzer düşünen isyancılar, önce bir grup veya parti oluşturmayı öğrenmek, ardından bizzat bir grup veya parti oluşturmak ve daha sonra herhangi bir örgütlü siyasal iletişim kanalının yokluğunda, devasa ve çoğunlukla geçit vermez ülkenin geri kalanında kendi sistemlerini uygulamaya koymaya girişmek zorundaydılar.

Kaddafi’nin tuhaflıkları, Libya söz konusu olduğunda, kabul edilebilir ve sorumlu gazetecilik standardını düşürmüş görünüyor. (…)

 

NOT: Yazının en başında çevirmediğim bölümde ilginç bir bilgi vardı, burada paylaşmak istiyorum: “Yaklaşık on yıl boyunca Libya’daki tüm mağazalar yasaklandı ve tüm tüketim malları ‘Halk Pazarları’ olarak bilinen devletin süpermarketleri aracılığıyla satıldı.”