TÜRKİYE’DEKİ
SURİYELİ SIĞINMACILAR NE YAPAR, NE YAŞAR, NE HİSSEDER? – II. Bölüm
Zahide
Tuba Kor
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden
toplu olarak ulaşabilirsiniz.
NOT: Bu
dizinin ilk bölümü olan, 21-28 Temmuz tarihleri arasında attığım tweetleri okumak için TIKLAYINIZ.
NOT:
Lütfen kaynak göstermeden bu paylaşımın bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız.
4 yıldır
farklı vesilelerle, farklı zamanlar ve farklı mekânlarda çok fazla sayıda
Suriyeliyle görüştüm; 20-30 dakika ile 3 saat arasında her biriyle yüz yüze
röportajlar yaptım. Ayrıca yardım vermek üzere epeyce Suriyeliyi evlerinde
ziyaret edip durumlarını bizzat müşahede ettim. Yıllardır yaptığım konuşmalarda
bu bilgileri anlatsam da farklı bir şekilde değerlendirip genele açmam
gerektiği düşüncesi zihnimde hep vardı. Ancak röportajlar esnasında özel
hayatlarını ve duygu-düşüncelerini anlatmaya ikna ederken bunları başkalarıyla
paylaşmama sözü verdiğimden nasıl değerlendirmem gerektiği konusunda bir türlü
karar verememekteydim. İstanbul seçimleri esnasında Suriyeli sığınmacılar
konusunun siyaset malzemesi olarak istismarı ve ardından Göç İdaresi tarafından
Suriyelilerle ilgili alınan ve kolluk kuvvetlerince bir anda acımasızca
uygulanmaya başlanan karar benim için son damla oldu. Yıllardır biriktirdiğim
bütün bilgileri -konuşanların kimliğini vermeden- Twitter hesabım üzerinden
paylaşmaya başladım. Ardından blogumda bütün bu paylaşımları tek bir başlık
altında toplayıp istifadenize sunma kararı aldım.
Arapça
bilmediğinden Suriyelilerle konuşmayan ve onları doğru düzgün tanımayan; ne
yaşarlar, ne düşünürler, ne hissederler konusunda bilgi sahibi olmayan; Ortadoğu’da
ve Suriye İç Savaşı’nda sahada neler yaşandığına dair klişe sözler dışında
ciddi bir fikri bulunmayan; ama basında ve halk arasında gezen şehir
efsanelerine inanıp dilden dile yayan ülkemizde geniş bir kitle var. Ümit
ederim ki yaşanmışlıkları aktardığım bu çalışma, Suriye’ye ve Suriyeli
sığınmacılara daha doğru ve daha insani bir şekilde bakabilmemize vesile olur.
7
Ağustos 2019 Çarşamba
10 gün aradan sonra ülkemizdeki Suriyelilerle
ilgili paylaşımlarıma yeniden başlıyorum. Öncelikle, İstanbul’daki
sığınmacıları kayıtlı oldukları şehirlere, kayıtsızları Suriye’ye yollama
politikamız hakkında bizzat bu politikadan etkilenen Suriyelilerin ne
düşündüğünü aktaracağım.
Bunu zaruri görüyorum. Zira TV’lerimiz -tıpkı
8 yıldır olduğu gibi- hala daha mikrofonu Suriyelilere uzatmaya tenezzül
etmiyor, siz ne düşünür ve ne yaşarsınız diye. Adeta “ne olsa konuşurum abi”
formatında aynı güvenlikçi, hukukçu, anketçi, gazeteci ve akademisyen ekip her
akşam ekranlarda konuşmayı sürdürüyor...
Ardından Suriye’deki tarihi siyasi, askeri,
toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı anlatarak “Suriyeli gençler neden
kaçıp da vatanları için savaşmıyor?”, “Neden çok fazla çocuk dünyaya
getiriyorlar?”, “Neden kurallara uymuyorlar?” gibi zihinlerimizde yaygın sorulara
ve Suriyelilerin “bedevi, pis, fakir, eğitimsiz, Vehhabi”
vs. olduğuna dair dilimize yerleşik klişelere
cevap vermeye çalışacağım. Daha sonra mülteciliğin ne demek olduğunu, sığınmacı kamplarındaki durumu, Suriyelilerin
sağlık ve eğitim meselelerini, Türkçe öğrenme problemini, gençlerde dini
gerileme ve ahlaki çöküş sorununu anlatacağım. Suriyelilerin hayatını anlatarak
başladığım tweetlerimi ölüm tecrübeleriyle bitireceğim.
İstanbul’daki sığınmacıları kayıtlı oldukları
şehirlere, kayıtsızları Suriye’ye yollama politikamız hakkında Suriyelilerin
endişeleri
5 Ağustos Pazartesi günü gittiğim
Suriyelilere sağlık hizmeti veren kuruluşta hastalarla görüştüğümü fark eden
bir hanım yanıma koştu geldi, “Röportaj konun farklı ama çok dertlerim var,
beni de dinle” diyerek. Dışarı çıktık, durumunu ağlayarak anlattı.
Altı sene evvel Halep’ten eşi ve iki
çocuğuyla gelmiş. Dört sene Adana’da sefalet içinde yaşamışlar. “Evimiz ahır
gibiydi, ne güneş giriyordu içeriye, ne hava; evin düzgün bir tabanı bile yoktu”
diyor. Eşinin günlük 30 TL yevmiyeyle bir lokantada geceleri temizlikçilik yapması
sayesinde geçinmişler. “O dönemde hiçbir yardım alamadık; çoğunlukla günde tek
bir öğün yemek yiyebiliyorduk. Üçüncü çocuğum doğduğunda onu beslemek için süt
bile alamıyorduk” diyor.
İstanbul’daki kız kardeşi, burada hem iş imkânı
hem de daha fazla yardım var diye çağırmış. Son iki yıldır İstanbul’dalarmış. Eşi
burada bir yemek fabrikasında şoför olarak iş bulmuş, İstanbul’a gelme
arifesinde Kızılay kart da çıkmış. “Tam insan gibi yaşamaya başlayıp huzura
kavuşmuştuk ki bir anda yeni kararla yıkıldık” diyor. Adana’ya kayıtlı olduklarından
Ramazan ayında Kızılay kart desteği kesilmiş.
Şu an eşi Adana’da ev ve iş arıyormuş;
bulduğunda ailesini de götürecekmiş. Ama Adanalı bütün ev sahipleri kirayı
yıllık istiyormuş; “Bizde o kadar para ne arar?” diyor. “Adana’ya dönmektense
ölmeyi tercih ederim. Çünkü orada hayat bizim için ölümle eşdeğerdi” diyor
ağlayarak. “Hatta savaşa, bombalara rağmen Suriye bile daha iyidir Adana’dan”
diye devam ediyor.
Halep’teki evlerini ve akrabalarını
soruyorum. “Gece uyurken evimize varil bombası atıldı; sağ kurtulduk, ama
bina kullanılmaz halde, bir çocuğum da kolundan yaralandı” cevabını veriyor. Akrabaları
rejimin kontrolünden hiç çıkmayan, görece güvenli olan Batı Halep’te
yaşıyormuş. Ama “Biz oraya gidemeyiz, çünkü eşim rejimin arananlar listesinde.
Döndüğümüz anda hapse atılacak; ben çocuklarımla tek başıma ne yapacağım” diyor
çaresizlik içinde.
Eşi Adana’da henüz ev de iş de bulamamış. “20
Ağustos tarihi dolduğunda biz ne yapacağız, nerede kalacağız, ne yiyip ne
içeceğiz. Şu an yolda polis gördüğümde yakalayıp doğruca Adana’ya
yollayıverecek diye ödüm patlıyor” diyor. Kız kardeşi ve komşularından
kopacağına çok üzülüyor.
Bu arada yeni bir şey keşfettim: Bugüne kadar
konuştuğum, İstanbul’un Anadolu yakasında yaşayan Suriyelilerin ekseriyeti
komşularıyla iyi iletişime sahip; çoğunluğun yaşadığı Avrupa yakasında ise ya
iletişim yok ya da Fatih gibi ilçelerde yaşayanlar komşularından ciddi
sıkıntılar çekiyor. Bu da İstanbul’un Anadolu yakası sakinlerinin hala daha
Türk ve İslam geleneklerinden kopmadığını gösteriyor. Hatta Anadolu yakasındaki
Suriyeliler, komşularının kapıyı çalıp bir ihtiyacın var mı diye sorduğunu,
kullanmadıkları eşyalarını verdiğini vs. anlattı.
Tabii benzer bir samimiyet ve yardımlaşma
duygusu başlangıçta Avrupa yakasında da vardı; ancak hem bazı Suriyelilerin can
sıkıcı ve iyi niyeti suiistimal eden davranışları yüzünden tepkiler oluştu, hem
de sayılarının gittikçe artması nedeniyle bir tehdit olarak görülmeye başlandı.
Bu noktada “Suriyeliler ne gibi hatalar yaptı?” soruma bir Suriyeli işadamının verdiği
şu cevap aktarılmaya değer: “Savaş şiddetlendiğinde Halepliler yanlarına tek
bir elbise dahi alamadan yürüye yürüye Türkiye’ye kaçtılar. Başta bizi çok iyi
karşıladınız. Ensar gibi davranarak evlerini bedava veren, yemeğini ve eşyasını
paylaşan, kendi ismiyle Suriyeliler için ev kiralayan Türkler oldu. Çoğumuz
bunun değerini bildi, ama kıymet bilemeyenler de oldu maalesef. Mesela kirayı ve
aidatları ödemeden çekip gittiler; bu da size bir zulüm oldu ve haklı olarak
öfke doğurdu. Onlar bu tip sahtekârlıkları Suriye’de de yapıyorlardı. Ama inanın
çoğumuz böyle değiliz.”
Hikâyesini anlattığım Suriyeli hanıma geri
dönelim. Dedi ki “Adana’ya gitmek zorunda olduğum için komşularım çok üzüldü,
hatta cumhurbaşkanınıza kızıp söylenenler oldu. Onlara şöyle dedim: “Hayır,
Erdoğan bunu bize asla yapmaz; bu, hükümetin kararı. Biz şu an yaşıyorsak bu Erdoğan
sayesinde. Allah ona uzun ömürler versin. Biz Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanınızı
çok seviyoruz.”
Türkiye’deki tek akrabası olan kız
kardeşinden kopacak olmaktan çok üzgün. Halep’e dönmek isterdim ama bu imkânsız
diyor. Annesini özleyip ağladığında 11 yaşındaki kızı, ona “Anne üzülme,
ağlama, ben senin annen olurum” diyormuş.
53 yaşında iki çocuklu bir hanım da röportaj
esnasında konuyu değiştirip bu meseleye giriyor. Kendisi İstanbul’a kayıtlı.
Ama dört yıldır burada yaşayan kardeşi kayıtlı olduğu Bursa’ya dönmek zorunda. “İşi
vardı, arkadaş edinmişti, çocukları okula alışmıştı. Şimdi hayatları altüst”
diyor. Çocukları önümüzdeki dönem için İstanbul’da okula kaydedilmemiş,
gitmeleri için. “Bursa’da şu an kiralar dört kat arttı. 300 lira kira veren
tanıdığıma şimdi ev sahibi çık git diyor; diğer evlerin kirası yükseldiğinden o
da yeni bir kiracıya yüksek fiyata vermek istiyor. Zaten Suriyelilere ev
vermeye razı olan az; verdiklerinde de değerinden yükseğe veriyorlar. Kardeşim
bu şartlarda Bursa’da nerede kalacak?” diyor endişe içinde. Bu endişe o kadar
yaygın ki. Birçok şehirde kiraların bir anda fırladığı söyleniyor.
Yıllardır İstanbul’da yaşayan ama başka
şehirlere kayıtlı yüz binlerce Suriyeli var. İstanbul’un cazibe merkezi
olmasının nedeni, hem iş bulma imkânının hem maddi-manevi yardım sağlayan STK’ların
daha fazla olması hem de kozmopolitliği nedeniyle yabancıların daha rahat
hissetmesi.
Suriyeliler gittikleri şehirlerde büyük
ihtimal iş bulamayacak; kendi kendine ayakta duramayıp yardıma daha fazla
muhtaç hale gelecekler. Peki onlara kim yardım edecek? Daha evvel mesela
Kızılay kartın finansmanının önemli bir kısmı AB’den sağlanırken bu yıl sonunda
o da kesilecek. Zira Doğu Akdeniz’deki gerginlikler nedeniyle AB yaptırımları
yürürlüğe girecek. Türkiye’nin ekonomik durumu ortada. Sığınmacılarla ilgili
yeni politikaya geçişi zaruri kılan şartlar elbette ki vardır; ama uygulama
şeklinin yeni yeni sorunlar doğuracağına hiç şüphe yok.
Birkaç örnek vereyim. Birçok ailenin
bireyleri farklı şehirlere kayıtlı. Mesela bir eş Bursa’ya, diğeri İstanbul’a
kayıtlı. Bunun bir nedeni tüm aile bireylerinin aynı anda Türkiye’ye gelmemesi,
diğeri ise İstanbul’da kayıtsız yaşarken buraya kayıtlı biriyle evlilik yapması.
Bu durumdakiler şaşkın, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Başka şehre kayıt nakli
çok zor olduğundan ve İstanbul, Bursa gibi şehirlerin kotası çoktan dolduğundan
çaresizlik içindeler. “Ailelerimiz dağılacak mı, dağılırsa çocuklarımız ne
olacak?” diye soruyorlar.
Kimi ailelerde ebeveyn ve çocukların çoğu
başka şehre kayıtlı; ama İstanbul’da yaşarken doğanlar İstanbul kimlikli.
Bunların hali ne olacak? Kayıtlı oldukları şehre döndüklerinde İstanbul
kimlikli çocukları okula gidecek mi?
Diğer sorun nasıl gidecekleri. “Gitmek için
para lazım” diyorlar. Şehirler arası taşınma masrafı çok yüksek; gittikleri
yerlerde ev tutarken komisyon-depozito gibi bir yığın ek masraf çıkacak. “Bunun
altından nasıl kalkarız?” diye soruyorlar. Kiraların fırladığını zaten yazdım. “Nakliyat
masrafı olmasın diye İstanbul’daki mevcut eşyalarımızı satsak, ikinci veya üçüncü
el olduğundan düşük fiyata gidecek; 1000 liraya elden çıkarsak gideceğimiz
şehirde aynısını belki 3000 liraya alamayacağız; madem gitmek zorundayız, bari
nakliyat masrafı karşılansa” diyorlar. Kısaca kayıtlı olduğu yere gitmek
isteyenler de çok büyük bir maddi külfetle karşı karşıya. “Suriye’ye dönsek
güvenlik ve iş yok” diyorlar; kiminin evi zaten yerle bir olmuş durumda. Suriye
ekonomisinin tamamen çökmüş olduğunu daha evvel zaten yazmıştım.
Diğer bir problem çocukların okulları.
İstanbul’da dışlamacılıkla karşılaşsalar da çoğu okullarına alışmıştı. Şimdi
farklı bir şehirde yeni bir hayata uyum sağlamakta zorlanacaklar. Okullara
kayıtlarda sıkıntı yaşamaktan endişeliler. Nihayetinde her okulun da öğrenci
kotası var.
Kimlik naklinin imkansıza yakın olduğunu
öğrendim. Sadece kanser gibi ciddi bir hastalığı olup bulunduğu şehirde
tedavisi veya ilacı olmadığını ispat eden kritik durumdakilerin İstanbul’a
nakil izni varmış. Ama ailesiyle değil, tek başına. (Bu bilginin doğruluğu
konusunda resmi kaynaklardan teyit almış değilim.) Suriyeliler “Bu da ayrı bir
büyük sorunumuz” diyor. “Yanında ailesi veya refakatçisi olmadan ağır hasta
nasıl gelebilir, gelse tedavisi sırasında ona kim yardım eder, eşi refakatçi
olarak gelse bile diğer şehirde kalan çocukları bir başlarına ne yapar?” diye
soruyorlar.
Kısaca İstanbul kimliği olmayanlar şu an
evlerinden dışarı çıkamıyor, çıkanların da yakalanacağız diye ödü kopuyor. Bu
yüzden bir yığın Suriyeli işini kaybetti; bunların ailelerine kim bakacak? Bu
şartlar altında İstanbul’da kaçak yaşasalar da kayıtlı oldukları şehre gitseler
de işsizlik ve açlık çekecekler.
Bazılarının maddi durumu iyi. İstanbul’da iş
kurmuş, para kazanmışlar. Ama şimdi işlerini kapatıp gitmek zorundalar. Kayıtlı
oldukları şehre gittiklerinde yeniden iş kurabilecekler mi, kursalar İstanbul’daki
gibi işleri tutacak mı? Çoğunun iş için İstanbul’a geldiğini hatırlatayım.
Şu sıralar İstanbul’da Suriyelilerin kaçak iş
yerlerine veya kaçak işçi çalıştıran Türklere ait iş yerlerine denetimler
arttı. Usulsüzlüklere göz yumulmuyor, büyük cezalar veriliyor. Aslında bu son
derece doğru bir uygulama. Ancak bundan zararlı çıkanlar yine Suriyeliler oldu.
İstanbul’da oturma izni olan, ama Türk patronun -kazancı az olduğundan veya
keyfi nedenlerle- çalışma izni çıkartmadığı Suriyeliler işten atılıyor. Bazı
patronlarsa çalışma izni alıyor, ama SGK’yı Suriyelinin kendisinin ödemesi
şartıyla. “Maaşımız zaten az, nasıl ödeyelim” diyorlar.
Kısaca şu an devletimiz usulsüz ve kaçak
durumları düzeltmek istiyor olabilir ve bunda haklıdır. Ancak hızlı bir şekilde
uygulanan her yöntem yeni yeni mağduriyetler doğuruyor. Suriyeliler diyor ki “İşini
kaybeden ve yerinden edilen her aile toplumun sırtında bir yük olacak.” Ve yine
diyorlar ki “Bugüne kadar kendi kendine yetenimiz epeyce çoktu; ancak bundan
böyle işsiz ve muhtaç sayımız artacak. Ekonomik kriz varken biz size yük olmak
istemiyoruz.” Son olarak, İstanbul gibi 15-16 milyonluk devasa bir şehir, 1 milyon
Suriyeliyi kaldırabilir.
9
Ağustos 2019 Cuma: Halepli
Hişam Mustafa. Eşi ve 3 çocuğuyla
İstanbul’da
yaşıyormuş. İstanbul’a kayıtlı kimliği var; yani kaçak değil. Ama İstanbul polis tarafından İdlib’e sınırdışı edilmiş. Ailesine
geri dönebilmek için defalarca sınırı geçmeye çalışmış, başaramamış. Son
girişiminde jandarmamızın ateşiyle hayatını kaybetmiş.
10
Ağustos 2019 Cumartesi: İstanbul’a
sığınmış Suriyeli büyük âlimlerden Sariye el-Rifai’nin Türk hükümetine
seslendiği açık mektubu. Türkçe altyazılı. 3 haftadır bu mecradan yaptığım
Suriyelilerin çektiği sıkıntılarla ilgili paylaşımlarımın bir özeti. İzlemenizi
tavsiye ederim. TIKLAYINIZ
NOT: Temmuz ayında sert ve kısmen amacını aşan bir şekilde uygulamaya geçen ve Suriyelileri okuduğunuz üzere muazzam bir endişeye sevk eden bu politika, daha sonra birçok bakımdan esnetildi. Önce son tarih olarak 20 Ağustos ilan edildi, ardından 20 Ekim’e çekildi; İstanbul’daki okullara çocukları kayıtlı olanlara vs. kalma imkanı sunuldu. Bunlar mağduriyetleri azaltıcı önemli değişikliklerdi.
8
Ağustos 2019 Perşembe
Bugün ve yarın vaktim el verdiği ölçüde
Suriye’deki tarihi siyasi, askeri, toplumsal, iktisadi, hukuki ve dini hayatı
anlatarak zihinlerimizdeki mevcut sorulara cevap vermeye çalışacağım. Zira KÖTÜ
BİR ÖZELLİĞİMİZ, KENDİMİZİ BÜTÜN DÜNYANIN ÖRNEK ALMASI GEREKEN BİR NORM
SAYMAMIZ; HER OLAYA/ÜLKEYE TÜRKİYE’Yİ MERKEZ ALARAK, KENDİ İÇ TARTIŞMALARIMIZ
VE TECRÜBELERİMİZ IŞIĞINDA BAKMAMIZ. Oysaki her toplumun kendi
tarihi-coğrafi-kültürel-siyasi-iktisadi koşullarından kaynaklı farklı davranış
ve düşünce tarzı vardır; bu gayet doğaldır, küçümsemek veya kriminalize etmek hem
anlamsız hem de çok çirkindir.
Suriyeli gençler neden vatanlarını
savunmuyor? Suriye ordusuyla ilgili bilmediğimiz gerçekler
Öncelikle Suriyeli gençlerin neden
savaşmadığını anlatacağım. 15 gün evvelki tweet zincirinde SURİYE’DEKİ SAVAŞın VATAN
SAVUNMASI DEĞİL, KARDEŞİN KARDEŞİ ÖLDÜRDÜĞÜ BİR İÇ SAVAŞ olduğunu, ayrıca
Suriye’nin daha 2012’de Suriyelilerin elinden çıkıp bölgesel ve küresel bir
savaşa dönüştüğünü, hatta Üçüncü Dünya Savaşı’nın Suriye topraklarında
yaşandığını belirtmiştim.
Biz Suriye’deki savaşı kendi tecrübemiz
ışığında okuduğumuzdan, iç savaşa dair herhangi bir fikrimiz olmayıp Birinci Dünya
ve İstiklal Savaşları zihnimizde uyandığından ve ordumuzu “Peygamber ocağı”
olarak algıladığımızdan eline silah almayan Suriyeli gençleri vatan haini gibi
görüyoruz. Oysa Suriye’nin tarihi-siyasi tecrübesi bizden bambaşka. Askere,
devlete, vatana bakış da farklı. Bu yazdıklarımı zihninizin bir yanında tutarak
bundan sonraki tweetlerimi okumanızı tavsiye ederim.
2015’te Suriye’nin farklı şehir ve kökenlerinden
Suriyelilerle derinlemesine mülakatlar yaparken ordu algılarını da gençlere
sormuştum. İlk cevap, “SURİYE ORDUSU GENÇLERİN ONURUNU, HAYSİYETİNİ YERLE BİR
ETMEK İÇİNDİR. Devletin ‘Ben her şeyim, siz bir hiçsiniz’ diye varlığını benliğimize
kazıdığı yerdir. Askerlik adeta zillet halidir, sürekli aşağılanırsınız”
şeklindeydi. İkincisi “ORDU, KOMUTANLARIN CEBİNİ DOLDURMA, ÇALIP ÇIRPMA
YERİDİR; çünkü her şey para kazanma vesilesidir. Düzgün yemek yemek ve uyumak
istiyorsanız rüşvet vermek zorundasınız. Hatta sabah talime kalkmak istemiyor, ilk
6 aydan sonra kışlada kalmak istemiyorsanız komutana dolgun rüşvet verirsiniz. EĞER
PARANIZ YOKSA KURTLU VE İĞRENÇ YİYECEKLER YEMEYE, YAĞLI VE KİRLİ ÇAYDANLIKLARDAN
ÇAY İÇMEYE MAHKUMSUNUZ” cevabı oldu. Üçüncüsü, “ASKERDE İBADET YASAKTIR; NAMAZI
VE ORUCU UNUTMAK ZORUNDASINIZ. Gizli namaz kılıp oruç tutabilirsiniz; ama fark
edildiğiniz anda ceza alır, bolca dayak yer, hatta hapse atılırsınız. Oruç
tutmamamız için Ramazan’ın ilk günü en ağır askeri talimleri yaptırırlar.
İbadet ettiği fark edilen subaylar ve polisler de genellikle emekli edilir.”
Dolayısıyla bizim bilmediğimiz bir konu var.
Aslında onlarca yıldır Suriyeli iyi eğitimli veyahut dindar gençler, bu
muameleler yüzünden askere gitmemenin bir yolunu arıyor, beş yıl yurtdışında
çalışıp hem para kazanmayı hem de bedelli askerlik yapmayı tercih ediyordu.
50’li yaşlarında bir Suriyeli beyefendi askerlik
yıllarını anlatırken dedi ki “SUBAYLAR İÇİP İÇİP BİZE HAKARET EDER,
KUTSALLARIMIZA DİL UZATIRDI.” 30’lu yaşlarında öğretmen olan Şamlı bir hanım da
dedi ki “Siz asker uğurlarken kutlamalar yapıyorsunuz. Şaşıyoruz. BİZ ORDUYA
KARDEŞİMİZİ, OĞLUMUZU YOLLARKEN HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLARDIK”
SURİYE REJİMİ VE ORDUSUNDA %10’LUK AZINLIK
NUSAYRİLERİN HAKİM olduğunu ve Sünnilere kasten ters davrandıklarını
hatırlatmak isterim. Tabii ki orduda çok sayıda Sünni subay da var; ancak terfi
almak isteyen Sünni subayların askerlere bazen Nusayrilerden beter davrandığı
söyleniyor.
Suriye ordusunu kuran Fransızların,
uyguladıkları böl-yönet politikasının bir gereği olarak azınlıklara öncelik
verdiklerini, 1950’ler ve 1960’larda peşi sıra yaşanan darbeler yüzünden
profesyonellikten uzak, MEZHEBİ-İDEOLOJİK BİR ORDUnun ortaya çıktığını bilmemiz
lazım. Suriye ordusu, siyaseti ve toplumunu anlamak için Nikolaos Van Dam’ın
İletişim Yayınlarından çıkan Suriye’de İktidar Mücadelesi: Esad ve Baas
Partisi Yönetiminde Siyaset ve Toplum kitabını mutlaka okumalısınız.
Baskısı maalesef yok, isteyenlere e-posta adreslerini yollarlarsa PDF’sini
yollayabilirim.
50’li yaşlarda Suriyeli bir hanımla konuştum;
babası subaymış, ama yerine getiremeyeceği bir emir verilince 1979’da istifa
etmiş. Dedi ki “GEÇMİŞTEN BERİ ASKERDE YA ZALİMSİNDİR YA DA MAZLUM, ORTASI YOK.
SÜNNİ ASKERLER HEP EN TEHLİKELİ YERLERE, ÖLDÜRÜLECEKLERİ CEPHELERE
YOLLANAGELDİ.” Ve yine dedi ki “Sizin ordunuzda askerler masaya oturup sağlıklı
yemekler yiyor. Bizimkiler ise yerde oturup ekmeğin yanında pis yiyeceklere
mahkum. Şu an orduda uyuz salgını var, hijyenin olmaması yüzünden. Ruslar ve
İranlılar korkuyor, uyuz salgını bize de bulaşacak diye.” DEVLETİN ORDUYA
AYIRDIĞI DEVASA BÜTÇEYİ KOMUTANLARIN CEBE İNDİRMESİ konusunda da şunu anlattı: “Hava
kuvvetlerinde komutan bir ahbabımız paraları olduğu gibi ordu kasasına
aktarırdı; diğer komutanlar böyle olmaz, aramızda paylaşmamız lazım deyince
istifadan başka bir şansı kalmadı.”
Mısır ordusu, ülke ekonomisinin yarısını
elinde tutarak köşeyi dönüyor; beyaz eşya ve ekmek üretiminden marina ve yol
inşasına kadar her işin içinde. Komutanlar iktisadi alanı kontrol ediyor.
Suriye’de ise iktisadi alan Beşşar Esed’in dayı oğlu Rami Mahluf’un elinde olup
Suriye ordusu rüşvet, yolsuzluk, (geçmişte Lübnan gibi) kaçakçılık ağlarını
kontrol üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla SURİYE ORDUSU, HALKIN NAZARINDA NE
BİR MİLLİ ORDU NE DE PEYGAMBER OCAĞIDIR.
Daha evvelki tweet zincirlerinde gençlerin
neden savaşa gitmediğini kendi dillerinden aktarmıştım; şimdi de İstanbul’da
yaşayan 25 yaşındaki bir gencin “Neden askere gitmedin?” soruma cevabını
paylaşacağım: “Gitseydim ailemi, akraba ve arkadaşlarımı öldürüp katil
olacaktım. Düşman işgali olsaydı tereddütsüz vatanımı korumak için askere
koşardım. Ama bu savaş sandığınız gibi değil.” 6 yıldır İstanbul’da yaşayan ve ailesinin
geçimini sağlayan bu genç, yukarıda
yazdığım ordudan neden hazzedilmediğine dair üç gerekçenin üçünü de sıraladı ve
önemli bir noktaya parmak bastı: “Gençler tam da bunlara karşı ayaklandı.
Bunlar sadece ordunun değil rejimin de özellikleri.” Yine dedi ki “Sizde
askerlik 6 aya indi; bizde ise 2011 öncesi 20 aydı, daha önce 2,5 yıldı.
İsyandan sonra rejim terhisleri durdurdu, savaştıracak adam bulamadığından
askerlik süresi daha da uzadı. NUSAYRİ GENÇLER BİLE ARTIK ASKERE GİTMEMEK İÇİN
YURTDIŞINA KAÇIYOR.” Buna başka Suriyeliler de değinmişti.
Bir Türkmen hanım ise şunları anlattı: “Oğlum
askerdeyken isyan başladı. Ön cephede savaşıp da halkını öldürmesin diye
komutanlara bolca rüşvet verdik. Geri hizmette bir yıl geçirdi; görev süresi
dolduğu halde terhis edilmeyince oğlum izne çıktığında babasına dedi ki ‘Kır
kolumu’. Çok fena olduk, ama başka şansımız yoktu, diğer oğlum da askerlik
yaşına ulaşmıştı. Eşim oğlumun kolunu kırdı; oğlum 2,5 ay rapor aldı. Bekledik,
yine terhis yok. Son hafta oğlumu kadın kılığına sokarak Türkiye’ye kaçırdık.
Sınırda gördüğüm manzara hayatımın en berbat anlarıydı. O gün rejimin
bombardımanı olmuştu; sınırda hayatımda hiç görmediğim kadar yaralıyla
karşılaştım. Mesela vücudundaki şarapnel parçası yüzünde sürekli kan kaybeden
biri o halde dört saat ambulans bekledi. Kamyonetin arkasında iki metrelik dev
gibi bir yaralı vardı; hemşire baktı ve ‘ölmüş’ dedi.”
Niçin savaşmadığını sorduğum başka bir Suriyeli
de dedi ki “Kiminle savaşacaktık, birbirimizle mi? ORDUMUZ KENDİ HALKINI
ÖLDÜRMEKTE; EVLERİMİZİN ÜSTÜNE VARİL BOMBALARI YAĞDIRMAKTA; TAŞ ÜSTÜNDE TAŞ
BIRAKMAMAKTA; ŞEHİRLERİ KUŞATIP HALKI AÇLIKTAN KIRIP GEÇİRMEKTE. Neden
bahsediyorsunuz?”
Suriye’deki savaşın nasıl başladığını, hangi
aşamalardan geçip bugüne geldiğini unutuyoruz. Sadece kendi güvenlik
meselelerimize odaklandığımızdan kuzey ve doğu cepheler dışında neler oluyor
bilmiyoruz. Sadece ABD işgaline ve PYD’ye odaklanıyoruz, Rusya ve İran’ın işgalini
ve rejimin katliamlarını görmüyoruz.
Babası asker emeklisi olan hanım dedi ki “Suriye’de
savaş daha bitmedi, yenisi başlıyor. Rusya tüm sahillerimizi, limanlarımızı,
havaalanlarımızı işgal etti. Şu an SURİYE’Yİ ESED REJİMİ YÖNETMİYOR, O SADECE
BİR KUKLA; RUSYA-İRAN SÖMÜRGESİNE DÖNÜŞMÜŞ VAZİYETTEYİZ. Ortada vatan diye bir
şey kalmadı.”
Ülkedeki petrol, doğalgaz ve diğer yeraltı
kaynaklarının çoğu ABD veya Rusya kontrolü altında. Daha evvel de zaten yeraltı
kaynaklarının Suriye halkının değil, Esed ve Mahluf ailesinin malı olarak görüldüğü,
petrol gelirlerinin ülke bütçesine girmediği söyleniyor. Rejimin halka zulmüne
daha fazla seyirci kalamayıp Türkiye’ye sığınan Şamlı bir öğretmenin
anlattığına göre, Suriye’de herhangi bir yatırım yapmak, fabrika kurmak isteyen
mutlaka Mahluf ailesini ortak yapmak zorundaydı. “Ya Mahluf ya muhalif”
denirdi; yani ortak yapacaksın, yoksa muhalifsin demektir ve başına her şey
gelebilir.
Bu arada yurtdışındaki genç erkekler sadece
rejimin askeri olmaktan kaçmadı. Muhaliflerin kontrolündeki alanları tutan
milis güçlerinden, ÖSO’dan, IŞİD’den, PYD’den de kaçtılar. Bu iç savaşı meşru
görmeyen, rejimden de muhaliflerden de artık usanan ve hiçbirini desteklemeyen,
sadece akan kan dursun isteyen çok geniş bir kitle var. Bu arada PYD’nin
çıkardığı “zorunlu askerlik yasası” yüzünden ülkemize on binlerce Kürt genç
sığındı. Barzani ekolüne yakın bir Suriyeli Kürt gencin bana anlattığına göre,
PYD kendi adamlarına şehir içinde güvenli yerlerde görev verirken kendisine
muhalif Kürt gençlere 15 gün eğitim verip tehlikeli cephelere sürüyor.
Bunların dışında bir de Suriye’de kalan
ailesinin geçimini sağlamak için yurtdışında çalışmak ve ailesine para yollamak
zorunda olan binlerce genç erkek var. Zira enflasyonun astronomik olduğu ülkede
hiçbir aile -gayrimeşru işlere bulaşmadıysa- mevcut maaşla geçinemiyor, insani
yardıma muhtaç vaziyetteler.
Peki genç erkek sayısının iyice azaldığı
ülkede savaşı kim sürdürüyor? Çoğunlukla yabancı savaşçılar. Yabancılar sadece
IŞİD ve YPG saflarında değiller; rejimin de sahadaki kara gücü İranlı ve Şii
milisler. Dahası Latin Amerika’dan Kuzey Kore’ye, Avrupa’dan Arap dünyasına ve
Türk Cumhuriyetlerine kadar her yerden savaşçı bulunuyor… 2015 yazında Esed
rejiminin savaştıracak doğru düzgün yerli askeri kalmamış ve bunu açıkça ilan
da etmişti; birkaç ay sonra Rusya müdahale ederek rejimi düşmekten kurtardı.
Suriye sahasındaki yerli bütün güçler, silah
ve para bakımından dış güçlere bağımlı olduklarından küresel ve/ya bölgesel
çıkarların birer aracına dönüştüler. Suriye’yi ve Suriyelileri düşünen yok.
Daha önce yazdığım gibi, SURİYE SURİYELİLERİN ELİNDEN DAHA 2012’DE ÇIKTI.
Suriye sisteminin temeli: Rüşvet, yolsuzluk
ve torpil
Gelelim askerlikten bahsederken değindiğim,
ama aslında Suriye sisteminin her alanını sarıp çürüten temel probleme: rüşvet,
yolsuzluk ve torpil. RÜŞVET O DENLİ YAYGIN Kİ ADETA BİR HAYAT TARZI. Rüşvetsiz
veya torpilsiz hiçbir devlet kurumunda en küçük bir iş dahi yapamazsınız.
Suriyeliler diyor ki “Devlet dairelerinde
memurlar sabah 8’de işe gelir, kahvaltı vs. derken 10’a doğru iş başı yapar,
öğlen saat 2 gibi çekip giderler. Bu süre zarfında basit bir belge almak için
dahi ya rüşvet vermeniz ya da araya birini sokmanız lazım. Devlet dairelerinde
memurların kötü muamelesi rutindir; istediklerine her şeyi yapabilirler. Memur
Nusayri ise işiniz çok daha zordur. Eğer rüşvet almaya yanaşmıyorsanız,
dürüstseniz, iş dönüşü taksi şoförlüğü gibi ikinci veya üçüncü işler yapmak
zorunda kalırsınız.”
Şu an İstanbul’daki Suriye Konsolosluğundan
pasaport almak, çocuğunun doğum kaydını yaptırmak vs. isteyen Suriyeliler 100
dolar rüşvet vermeden randevu dahi alamıyormuş; işlemlerin parası ise ayrı bir
külfetmiş. Bunu anlatan Suriyeli hanım dedi ki “Yaşadığımız ihanet ve
aşağılanmanın haddi hesabı yok.” Dolayısıyla RÜŞVET VE YOLSUZLUK SADECE SURİYE
ORDUSUNUN DEĞİL, TÜM SİSTEMİN TEMELİ. Bunu bilmeden isyanın ardındaki motivasyonlar
anlaşılamaz.
Bu konuyu Suriye üzerinden değil ama Arap
rejimleri ve halkları temelinde ele alan, Tunuslu araştırmacı ve akademisyen
Muhammed Hüneyd’in “Arap Dünyasının Yolsuzluk Sorunu” başlıklı yazısını (El-Cezire
Arapça, 30.9.2016) okumanızı tavsiye ederim.
Hukuk devleti nosyonunun yokluğu
Suriyelilerle 2015’te yaptığım mülakatlar
sırasında benim açımdan şaşırtıcı olan bir şey öğrendim: Suriyelilerde hukuk
devleti nosyonunun olmaması. Dediler ki “Biz ilk kez keyfiliğin olmadığı,
kurallara dayalı bir ortam gördük; Türkiye’deki bu ortama ayak uydurmaya çalışıyoruz.
Suriye, her alanda keyfiliğin kök saldığı, paranın/rüşvetin her kapıyı açtığı,
kuralların olmadığı bir ortamdı. Biz hayatımızda ilk defa Türkiye’de hukuk
devleti diye bir şey gördük, kanunlarınıza uygun yaşamaya çalışıyoruz; ama
inanın zorlanıyoruz. Belirli kurallar çerçevesinde yaşamak bizim için yepyeni
bir tecrübe.”
Türk vatandaşları kendi hukuk sisteminin
bozukluğundan haklı olarak şikayet ederken Suriyelilerin bu tespiti dikkat
çekiciydi doğrusu. Yine İstanbul’da üniversite okuyan Kürt kökenli bir Suriyeli
gençle konuşurken aynı konuda şunları söyledi: “SURİYE’DE HUKUK SİSTEMİ DİYE
BİR ŞEY YOKTUR. PARANIN HER KAPIYI AÇTIĞI VE HAKLI DEĞİL, GÜÇLÜ OLANIN
KAZANDIĞI BİR SİSTEM VARDIR. HUKUK, DEVLET VE BÜROKRASİ SIFIRDIR. Devlet memurlarına
ancak rüşvet verirseniz işinizi yaptırabilirsiniz. Mesela telefon faturası
ödeyeceksiniz; upuzun kuyruk var, işi halletmek için hemen rüşvet verirsiniz.”
İstihbarat devleti ve korku imparatorluğu
Dillendirdikleri diğer bir konu da güvenlik güçleri
algısıyla ilgiliydi: “Siz oldukça hür bir ortamda yaşıyorsunuz, biz hayatımızda
hiç böyle bir şey görmedik. Türkiye’de polis veya karakol görmek emniyet hissi
uyandırıyor; biz ise Suriye’de uzaktan bile bunları görsek hemen korkudan
yolumuzu değiştiriverirdik.”
Bunları yazma nedenim şu: Arap halklarının
neden isyan ettiğini, bu otoriter rejimlerin nasıl ülkesi ve halkını
çürüttüğünü anlamıyoruz; sonra da tutup Esed ve Sisi gibileri birer kurtarıcı
gibi algılıyoruz. Haklı olarak soracaksınız, bölgenin içine düştüğü kaos ve iç
savaş daha mı iyi diye. Tabii ki hayır. Ama bu kaosun müsebbibi, o çürümüş
otoriter rejimlerin ta kendisi. Hastalığın sebebini çözüm olarak sunmak bir
garabet doğrusu. Diğer bir garabet ise “Türkiye otoriter bir rejime
sürükleniyor, hukuk devleti isteriz” diye bağıranların Esed, Sisi ve Mübarek
hayranlığı.
Suriye ve Irak bir istihbarat devletiyken
Mısır ve Tunus bir polis devleti. Peki istihbarat devleti ne demek? “Her bir Suriye
vatandaşı için 1,5 muhbir vardır” diye bir espri yapılır. Ajan ve muhbirler her
an, her yerde olabilir. Kimse birbirine güvenemez, düşündüğünü söyleyemez, insanlara
hep susmak öğretilir. Bu yüzden insanlar arasında ikiyüzlülük ve yalan yaygındır.
Korkudan aile içinde bile hiç kimse siyasi tek bir kelam dahi edemez. Zira “Duvarların
kulağı vardır.” Baskılara dayanamayıp Türkiye’ye gelen Şamlı bir öğretmen bu
konuda dedi ki “Bırakın ailemiz ve en yakınımızla konuşmayı, kendi kendimize
konuşmaktan (yani düşünmekten) bile ödümüz kopardı. Öyle bir korku
imparatorluğu vardı. Devrimle birlikte ilk kez serbestçe konuşmaya başladık.”
Türkiye’de yüksek lisans yapan Hamalı bir
öğrenciyle 1982 Hama Katliamı akabinde yaşadıkları sıkı rejim denetiminin
etkisini konuşurken şunu söyledi: “Çocukken anne-babam hep ‘Dinden ve
siyasetten asla bahsetmeyin’ derdi; zira bu bir suçtu. Dinden bahsetmek ve
dindar görünmekten insanlar korkarlardı.” Bir de hatırasını paylaştı: “Tek tip
olan defterlerimizin kapağında ve kitaplarımızın ilk sayfasında hep Hafız
Esed’in resmi vardı. Bir gün defterim yere düşmüştü; ninem gelip bir tokat attı,
‘Sen bizi hepse mi attıracaksın’ diye. Zira askerler her an evlere baskın
yapabiliyordu ve Esed’in fotoğrafı olan defterin yerde olması suç
sayılabilirdi.” Yine dedi ki “Hafız Esed’in adı asla söylenmezdi; olur da
söylenirse içten gelen ani bir refleksle peşinden bir şeyler deme ihtiyacı
hissederdik, adeta sallallahu aleyhi vesellem gibi.” İstihbarat devletinin ve
korku imparatorluğunun nasıl bir şey olduğuna dair ilginç bir anekdottu doğrusu.
Konuyla ilgili görüştüğüm Suriyeliler özetle şunları
anlattı: “Beş kişi bir araya gelip herhangi bir şey yapamazdık, içimizde hemen
istihbarat biterdi. Camiye giderken mesela aile fertleriyle bile bir arada
yürüyemezdik, yolda en fazla ikişerli yürünebilirdi. Her caminin yakınında
mutlaka bir istihbarat vardı. Devletten izinsiz sakal bırakılamazdı. Beş vakit
namazını camide kılanlar fişlenirdi. Erkeklerin bir araya özgürce gelebildiği
tek ortam futbol maçlarıydı, o kadar.”
KISACA SURİYELİLERİN DEVLETE BAĞLILIĞI AZDI, KORKUDAN BOYUN EĞERLERDİ. ŞİMDİ İSE DEVLETE SADAKAT KALMADI;
DOLAYISIYLA SURİYELİLERİN UĞRUNA CANINI FEDA EDECEĞİ BİR KUTSAL DEVLETİ YOKTU.
Baas rejiminin mirası
Diğer bir önemli boyut da şu: Fransızlar,
böl-yönet politikası uyarınca Suriye’yi mezhepsel temelde böldü. 1920-24 arasındaki
harita yukarıdaki gibiydi. Daha sonra batıda Nusayri, güneyde Dürzi ve ortada
Şam ve Halep’in birleştirilmesiyle Sünni ağırlıklı Suriye devletçiği
oluşturuldu. 1946’da Suriye bağımsızlığını ilan etmeden kısa bir süre evvel bu
topraklar birleşti. FRANSIZLAR SURİYE’Yİ MEZHEPÇİ TEMELDE PARÇALAMIŞKEN, ideolojik
olarak Atlantik Okyanusu’ndan Körfez’e Arap birliğini savunan BAAS REJİMİ, BİR
ÜST ARAP KİMLİĞİ AŞILASA DA, aslında HER TÜRLÜ SİVİL YAPILANMAYI ORTADAN
KALDIRARAK ve beş kişinin bir araya gelip ortak herhangi bir şey yapmasını
engelleyerek İNSANLARI PARÇALADI VE BİREYSELLEŞTİRDİ. Dolayısıyla Suriyelilerin
birlikte iş yapma tecrübeleri 50 yıldır hiç yoktu. Bu da neden muhaliflerin
paramparça ve isyanlarında başarısız olduklarını açıklıyor.
Suriye devletinin temel sorunlarını ve Baas
zihniyetini daha iyi anlamak için Robert D. Kaplan’ın “Suriye: Kimlik Krizi”
başlıklı makalesini (The Atlantic, Şubat 1993) okumanızı hararetle tavsiye
ederim.
Baas rejiminin doğası ve uygulamaları
bilinmeden bugün yaşananlar anlaşılamaz. Bölgede azınlık rejimlerinin meşruiyet
sağlama kılıfı olan bu partinin/ideolojinin, bolca Arap birliği sloganı atarken,
önce kendi vatandaşlarını parçalayıp bireyselleştirdiğini, şimdi de ülkesini
yerle bir ve vatandaşlarını yersiz-yurtsuz ettiğini bilmeliyiz.
Baas eğitim sistemini de bilmek gerekir. Okullar
Baas ideolojisini aşılama, telkin etme yeridir. İlkokuldan üniversiteye her
düzeyde okullarda Baas Partisi teşkilatları vardır: Baas öncüleri, Baas
gençliği gibi. Faal olan ve olmayan iki tür üyelik vardır; ilki tüm
toplantılara katılır, diğeri sadece para öder. Her öğrenci en azından para
vermek zorundadır. Gençlerin Baas’a girmesi teşvik edilir. Düzenli toplantılara
gitmeyenlere nedeni sorulur, katılanların imtihan notları mutlaka yükseltilir.
Her genç lisedeyken bir defa yaz tatilinde iki haftalık Baas kampına katılmak
zorundadır ve burada teorik ve pratik dersler olduğu gibi basit düzeyde silah
kullanmak da öğretilir. Hafız Esed döneminde Kuzey Kore’den ilhamla okullardaki
öğrenci forması askeri kamuflaj kıyafetine dönüştürülür; ta 2005’e kadar. Yani
yoğun bir ideolojik bombardıman ve askeri disiplinle rejime sadakat sağlanmaya
çalışılır.
Eğitimde Baas etkisini, kamuflajlı ilkokul
öğrencilerini, Suriye’nin “Andımız”ı olan ve her sabah okunan Baas Andını
görmek ve öğrenmek için 2003 yapımı “A Flood in Ba’ath Country” adlı belgeseli
mutlaka seyredin derim.
Son
olarak konuyla ilgili şunu belirteyim. Suriye’de Esedlerin Baas Partisi 50
küsur yıldır öyle bir miras bıraktı ki yerine her kim geçerse onun bir türevi
olacak gibi görünüyor. Zaten şimdiye kadar ülkenin farklı kısımlarında otorite
kurmuş örgütler de uygulamalarıyla bunu gösterdi. PYD’ye Kürt Baas’ı ve IŞİD’e
radikal Selefi Baas’ı diyebiliriz. Farklı etnik-mezhebi ve ideolojik arka
plandan gelseler dahi uygulamalarıyla Esed’in Nusayri ağırlıklı rejimini hiç
aratmadılar.
9 Ağustos 2019 Cuma
Kadim medeniyet havzası sakinlerini “bedevi”
sanma garabetimiz
Gelelim bir başka konuya; her Arap’ı bedevi,
fakir, pis, aşağılık vs. saymamıza… Bir kere bu tip yaftalamalar Batı
Oryantalizminin ne derece zihinlerimize kazılı olduğunu gösterdiği gibi, aynı
zamanda Batı’daki Türklerin de bu ve benzer nice sıfatla yaftalandığını
unutturuyor.
Evet, Arapların aslen çölde yerleşik ve
kısmen de kırsalda kalmış kesimi bedevidir. Suriye’nin doğusunda çok genişçe
bir kesim de çöldür. Ancak çölde yaşayan insan sayısının ne denli az olduğunun
farkında bile değiliz. Suriye’nin asıl büyük nüfusu Halep, Hama, Humus ve Şam
şehirlerinde yaşar. Özellikle ŞAM, GEÇMİŞTEN BERİ ARAP DÜNYASININ ÖNEMLİ
ENTELEKTÜEL MERKEZLERİNDEN BİRİDİR. Bu entelektüel birikime belki de en büyük
darbeyi Baas rejiminin bizzat kendisi vurdu. Zira Baas’ın tabanı kırsal kesim
olup hiçbir zaman şehir merkezinde taban bulamadı.
1949’da Suriye’de başlayan, 1950’ler ve
1960’larda Arap dünyasında yaşanan askeri darbeler şehirli eşrafa karşı
taşranın yükselişini temsil etti. Yeni alt sınıf subaylara en büyük direniş
şehirli elitten geldi, ama silahlı güç karşısında etkisizleştiler. Darbeci
subaylar modern dönem Arap otoriterliğinin kurucusu oldu.
Demem o ki Suriye’nin nice entelektüeli ve
okumuş-yazmış insanı var. Ayrıca ŞAM, -bizde İstanbul beyefendisi denen, ama
maalesef artık pek göremez olduğumuz- insan tipinin benzerine sahip, GÖRGÜLÜ VE
KÜLTÜRLÜ NİCE KÖKLÜ AİLEYİ BARINDIRIYOR ve şimdi bunların bir kısmı aramızda.
Ama biz gerek dil engeli gerekse o basmakalıp bakışımız yüzünden bunların
farkında bile değiliz. Her Suriyeliyi dilenci, bedevi vs. sanıyoruz.
Fırat ve Dicle havzasından oluşan BEREKETLİ
HİLAL BÖLGESİ, insanlık tarihini şekillendiren NİCE BÜYÜK MEDENİYETE EV
SAHİPLİĞİ YAPMIŞ KADİM BİR COĞRAFYADIR. Şu an Suriye’deki iç savaş ve Irak’taki
Amerikan işgaliyle yaşanan yıkım, sadece iki Arap ülkesinin yerle bir olması
değildir, aynı zamanda insani değerlerin, tarihi hafızanın ve kadim medeniyet
birikiminin yok oluşudur. Şu an BÖLGEMİZDE BİR TARİHSİZLEŞTİRME,
KÜLTÜRSÜZLEŞTİRME VE HAFIZASIZLAŞTIRMA YAŞIYORUZ; HEM İSLAMİ HEM DE İNSANİ
BİRİKİM BAKIMINDAN. AMA MAALESEF Kİ BİZ MESELEYİ her zaman olduğu gibi yine GÜVENLİK
YÜZEYSELLİĞİNDE ELE ALIYORUZ.
Medeniyetinden, kültüründen, tarihinden ve
coğrafyasından habersiz, ırkçılığı milliyetçilik ve vatanperverlik sanarak
insanlığını giderek yitirmekte olan bizler, torunlarımıza ne bırakacağımızı ve
onların yüzüne nasıl bakacağımızı hiç düşünüyor muyuz?
Suriyelilere dair zihnimize yerleşik diğer
klişelere daha sonra tekrar gireceğim.
Suriyeliler neden çok çocuklu?
Gelelim Suriye hakkında yazmaya başladığımdan
beri sürekli gelen bir soruya: Suriyelilerin neden çok çocuğu var? Neden savaş
şartlarında hala daha evleniyor ve çocuk dünyaya getiriyorlar? Bu tür konulara
girmekten hiç hoşlanmasam da kısaca açıklayayım.
Öncelikle ikinci tweet zincirinde bu tür
sorulara cevaben gelen bir yorum vardı ve psikolojik olarak doğru bir açıklamaydı.
Özetle şöyle diyordu: Savaş dönemlerinde varoluş mücadelesine giren bireyler
çoğalma eğiliminde olur. Öte yandan bu açıklama Suriye örneğinde eksik kalıyor.
Zira Suriyeliler zaten dünya ortalamalarının çok üstünde bir doğurganlığa sahipler.
2015’te “Suriye’de Sosyo-Kültürel Hayat” konulu bir konuşma yapmam istenmişti,
Suriyeli çocukları çalışma hayatından alıp okullara yazdırmak için seferber
olan bir grup gönüllü tarafından.
O dönem yaptığım mülakatlarda bu konuyu da
sormuştum. Suriyeli kadınlar dediler ki “Önceki neslin 8-10 çocuğu olurdu, ama
artık 5-6’ya indi. Üniversite okuyanlarda 2-3 çocuk olsa da ideal görülen sayı
4 çocuk.” Kısaca bize göre “çok çocuk”, kültürel ve dini olarak onlarda doğal
bir durum. Öte yandan görüşmelerde elde ettiğim diğer sonuç şu: Gerek kırsalda
gerekse -bir istisna olarak- tüccar ve zenginlerin şehri Halep’te 14-15 yaşında
kız çocukları evlendirilir ve daha fazla çocuğa sahiptirler; Şam başta olmak
üzere şehirli okumuşların ise çocuk sayısı daha azdır.
Kısaca konunun kültürel-dini bir boyutu bulunuyor.
Savaş şartları altında insanların evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları sıkça
eleştirilir; ancak SAVAŞ, İNSANOĞLUNUN fikrini ve alışkanlığını değiştirse bile
FITRATINI -daha acımasız ve bencil hale getirmekle birlikte- DEĞİŞTİRMEZ.
Kısaca böyle özetleyeyim. Öte yandan çocuğu
olacak Suriyeli hanımların epeyce stres ve korku yaşadığını da belirtmeliyim. “Doğum
esnasında Türk doktorlar bize çok kötü davrandığı ve hatta dövdüğü için
korkudan yolda takside çocuğumu dünyaya getirdim.” diyen de oldu röportajlarda.
Son olarak savaş altında insanlardan
fıtratlarını değiştirip başka bir varlık olmalarını bekliyoruz. “Suriyeliler
savaş varken neden geziyor, gülüyor, süsleniyor, evleniyor?” vs. diyoruz. TRAVMALAR
YAŞAYAN, HER ŞEYİNİ KAYBEDEN, TANIDIKLARININ ÖLÜMLERİNİ GÖREN VEYA DUYAN
İNSANLAR EĞER NORMAL HAYATTAN TAMAMEN EL ETEK ÇEKİP SÜREKLİ ACILARIYLA BAŞ BAŞA
YAS TUTMAYA BAŞLARLARSA AKLİ VE RUHİ MELEKELERİNİ KAYBEDERLER. Eşinin ölümü
üzerine bitmeyen bir yasla dengesini kaybeden bir Türk tanıdığım var mesela. Dolayısıyla
iyi ki geziyor, gülüyor, normal şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Öte yandan SURİYE
İÇ SAVAŞI 8-9 YILDIR DEVAM EDİYOR; BUNCA SÜRE İNSANLARDAN ACILARIYLA BAŞ BAŞA
KALMALARINI BEKLEMEK ÇOK ACIMASIZCA OLUR. BU GEZME, GÜLME VE SÜSLENMENİN HEM
GELENEKSEL HAYAT TARZLARI HEM DE PSİKOLOJİK İHTİYAÇLARI OLDUĞUNU BELİRTMELİYİM.
Emin olun yaşadıkları sıkıntılar ve gelecek kaygıları o kadar çok ki. O
kadarcık gezmeyi ve gülmeyi çok görmeyin.
17
Ağustos 2019 Cumartesi
Şimdiye kadar hayatlarını anlattıklarıma
kıyasla hali vakti daha yerinde olan Suriyelilerle görüşmelerimi aktarmak
istiyorum. İstanbul’da Arapça öğretmenliği yapan Şam’dan ülkemize gelmiş üç
hanımın hikayesiyle başlayacağım.
Üç
Suriyeli öğretmenin hayatından kesitler
İlki, ailesinin bir tarafı Hataylı olan bir
Türkmen hanım. Şam’da İlahiyat Fakültesini bitirmiş; kendisi öğretmen, eşi de
muhasebeciymiş. Türkiye’ye sığındıklarında eşi 40’lı yaşlarda olduğundan iş
bulamamış; önce fırında ve tekstilde çalışmış, şimdi bir belediyede temizlik
personeli. Hanım önce Araplara Türkçe öğretmiş, sonra Arapça öğretmenliğine başlamış.
“Türkmen olduğumuz ve Türkiye’ye daha önce
sıkça gelip gittiğimiz için şanslıydık” diyor. Çocukları buraya kolayca uyum
sağlamış; ama çocuklarının üniversite mezunu, iyi eğitimli arkadaşları
Türkiye’de sıfıra düşmüşler. “OKUMUŞ, GELECEĞİNİ KURMUŞ NİCE SURİYELİ
TÜRKİYE’YE GELİNCE BİR ANDA HİÇE DÖNDÜ; YA İŞ BULAMADI YA DA ÇOK KÖTÜ İŞLERDE
ÇALIŞTI” diyor. Bu bakımdan kendi hallerine şükrediyor.
Türklerin davranışlarını sordum; diyor ki “Arapça
öğretmenliği yaptığım okulda çaycı bile benden rahatsız. Yolda çocuklarım ile
Arapça konuştuğumda hemen ‘Anne ne olur Arapça konuşma’ diyorlar. Çünkü
etraftan ‘Arap’, ‘Suriyeli’ diye laf atılıyor; Türkmen olduğumuz ve uzun
yıllardır Türk vatandaşlığımız olduğu halde.” Arap hanımlardan da çocuklarının
benzer tepkiler verdiğini dinledim; ÇOCUKLAR ANADİLLERİNİ KONUŞMAKTAN
KORKUYORLAR, BUNU BİR AŞAĞILANMA VESİLESİ OLARAK GÖRÜYORLAR.
Aksansız Türkçe konuşan kızı, Arapça ismi nedeniyle
burada yabancı muamelesi gördüğünden anne-babasına söyleniyormuş, neden
Türklerin bildiği Ayşe, Fatma koymadınız diye. “Oysa kızımın ismi çok güzel”
diyor hanım.
“Bazı Türkler Suriyelileri kolay yem sayıp
çirkin şeyler yapmaya kalkışıyor” diye de yakınıyor. Türklerin laf atması
yüzünden tesettür şeklini değiştirip Türkler gibi başını örtmeye ve giyinmeye
başlayan hanımlar olduğunu söylüyor.
“Varlığımıza kızıyorsunuz ama 10 SENE SONRA
İYİ Kİ GELMİŞLER DİYECEKSİNİZ. Çünkü SURİYELİLER HEM ÇOK ZEKİDİR HEM DE EL
BECERİLERİ ÇOK İYİDİR. Sizdeki eksiklikleri görüp iş alanında o boşlukları
dolduruyorlar. Ayrıca mesela Suriyeli tamirciler bozulan bir eşyaya mutlaka ama
mutlaka sağlam bir çözüm bulur, sizinkiler gibi ‘Bu düzelmez, yenisini alın’
asla demez.” diyor ki son derece haklı.
Suriye’de mal az olduğundan ve eşyalar bizdeki
gibi sık sık değiştirilmediğinden tamircileri beceriklidir. Ayrıca sedef kakma,
ahşap oyma, telkâri gibi el sanatları ve zanaatkârlıkta da ileridirler. El işi
zahmetli olduğundan bu gibi alanlarda Türkiye’de usta neredeyse kalmadı; dolayısıyla
Suriyelilerin varlığı taze kan oldu diyebiliriz. Ayrıca Halepliler yüzyıllardır
ticaret erbabıdır, girişimcidir; Türkiye’de birçok dükkan, şirket ve fabrika
kurduklarını, hatta Türkleri işe aldıklarını da belirtmeliyim. Ülkemizdeki
Suriyelilerin %60’ının Halep ve çevresinden geldiğini dikkate alırsak TÜRK
EKONOMİSİNE SADECE BİR YÜK DEĞİL, AYNI ZAMANDA KATKIDA BULUNDUKLARINI
BİLMELİYİZ.
SURİYELİLER DIŞA DÖNÜK, KONUŞMAYI VE GEZMEYİ
ÇOK SEVEN İNSANLARDIR. Türkiye’de tepki çeken bu konuyu Türkmen hanımla da
konuştum. Dedi ki “Bizim birçoğumuz gezmeden duramaz, çünkü böyle yaşadık.
Kızıyorsunuz ama biz tek kuruş harcamadan nasıl gezilir biliriz, ucuz yerleri
kollarız.” Göçle birlikte hayatında nelerin değiştiğini sorduğumda ilk
söylediği de bu oldu: “Suriye’de çok gezerdik, her fırsatı değerlendirirdik, ama
burada pek gezemez olduk.” Daha evvel başka Suriyeliler de aile-akraba ziyareti
yapamamaktan, hele de Cuma ve bayram günlerini sıradan bir gün gibi geçirmekten
üzüntülerini belirtmişlerdi.
Gelelim Türkiye’de Arapça öğretmenliği yapan ikinci
hanıma. İkisi Suriye’de doğmuş dört çocuğu var. Şam’da on iki gün boyunca füze
saldırıları ve bombardıman altında sıkışıp kalınca kaçıp Lübnan’a sığınmışlar.
Ama Lübnan’da her açıdan çok büyük zorluklar çekmişler.
“Çocuklarımın psikolojisi çok kötüydü.
Bombardıman altında nasıl sıkışıp kaldığımızı uzun süre unutamadılar. Hatta bir
çocuğum uzun süre insan içine karışmak istemedi, karışmak zorunda kaldığında
hemen ağlıyordu. Türkiye’ye gelince hayatımız ve psikolojimiz olumlu yönde
değişti. Lübnan’dan Türkiye’ye gelmek, bizim için adeta cehennemden cennete
gitmek gibiydi. Burada insana saygı ve insanca muamele var. Bize maddi-manevi
yardım eden, sanki öz kardeşleriymişiz gibi sahiplen Türkler oldu. O yüzden çok
şanslıyız” diyor.
Göçle birlikte hayatlarının nasıl değiştiğini
sordum. “Çok şeyler değişti. Eşim Şam’da inşaatlar için seramik üreticisiydi;
ama burada doğru düzgün bir işi yok, zaman zaman iş çıktıkça inşaatlarda
çalışıyor, tamir işleri yapıyor vs. Düzenli geliri olan benim” cevabını verdi.
İkinci olarak “Ailemden, akrabalarımdan uzaktayım; Şam’dan ayrıldığımdan beri
hiçbir aile ferdini görmedim. Çok özlüyorum. Ama ziyarete gitmek hem pahalı hem
de hiç güvenli değil” dedi.
Suriye ile Türkiye okullarını kıyaslamasını
istediğimde “Suriye okullarında şiddet vardı, burada yok cevabını verdi.
Üçüncü hanım, Şam Üniversitesi İngilizce
öğretmenliği mezunu. Şam’ın köklü tüccar ailelerinden olan eşi ise Londra’da
Cambridge Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu. 7 ve 8 yaşlarında iki çocukları
var. 2012’de Suriye’den ayrılıp önce Sudan’a gitmişler. 4 yıldır Türkiye’deler.
Hayatları ibret dolu. Şam’da ticaretle
uğraşan eşinin elektronik eşya dükkanına Esed’in adamları gelip bütün parayı ve
malı almış. “Giden elektronik eşya çok önemli değil ama gasp ettikleri para
büyük bir hazineydi. Biz sıfıra düştük; ama Şam’dan sağlam çıktığımıza
şükrediyoruz. Tüccarların o şartlarda iş yapması çok zordu” diyor. Maddi durumu
iyi olmayan kendi ailesi Şam’da kalmış; ama eşinin bütün akrabaları Avrupa veya
Körfez ülkelerine sığınmış.
Sudan’dayken kendisi bir üniversitede Arapça
okutman olarak çalışmış; eşi ise ticaretle uğraşmış. Ama “Sudan(lılar) çok
sıkıntılıydı, fazla kalamadık” diyor. Kendisi şu an bir lisede Arapça
öğretmeni. Eşi hem Türkçesi olmadığından hem de 40’lı yaşlarda olduğundan uzun
süre iş bulamamış. Şimdi bir yabancı dil kursunda İngilizce öğretmeniymiş; ama
kurlar bitince evde oturuyormuş.
“Çalışma hayatı sıkıntı oldu mu?” diye
sordum. “Tabii ki. Eşim evde otururken benim çalışıp aile geçimini sağlamam
sıkıntı oldu. Çok kavga ettik. Şimdi geçti çok şükür” diyor. Daha önce
belirttiğim gibi, NE KADAR İYİ EĞİTİMLİ OLURSA OLSUN, ORTA YAŞ VE ÜSTÜ ERKEKLER
TÜRKİYE’DE ATIL, İŞLEVSİZ HALE GELDİLER. Şu an Suriyeli ailelerin çoğunda evin
geçimini sağlayan kadınlar ve 20’li yaşlardaki gençler. Ve bu önemli bir aile
içi geçimsizlik nedeni.
Konuşurken Türk vatandaşlığı almak istediğini
söyledi ve ekledi: “Kendim için değil, çocuklarım için. Şam’da evim ve ailem
var, ben dönmek istiyorum; ama ÇOCUKLARIM TAMAMEN BURALILAR. Burada anaokuluna
gittikleri için küçükkenden itibaren TÜRKÇE KONUŞUYORLAR, TÜRK KÜLTÜRÜYLE
BÜYÜDÜLER. Oğlum pişirdiğim Suriye yemeklerini yemiyor bile, illaki Türk yemeği
istiyor. Suriye’de bebektiler; oraya ait hiçbir şey bilmiyorlar.”
Suriye’deki ailesinin durumunu sordum. “Şam’dalar.
Eskiden Şam’ın durumu iyiydi, ama şu an çok fena. Elektrik ve su -Allah yardım
etsin- çok az; gaz yok, tüp yok; her şey çok pahalı, maaşlar az, aileler
geçinemiyor” cevabını verdi.
Türk liselerinde öğretmenlik yaptıklarından
her üç hanımdan da Türk ve Suriyeli çocukları ve gençleri kıyaslamalarını
istedim. “TÜRK ÇOCUKLAR ÇOK RAHATLAR VE ŞIMARIKLAR. ‘Sana ne!’, ‘Bu ne ya?’, ‘Seni
ilgilendirmez’, ‘İstediğimi yaparım’, ‘Of ya!’ gibi sözler söylüyorlar; biz şok
oluyoruz. Suriye’de hiçbir çocuk anne-babasına ve öğretmenine bunları
söyleyemezdi. Türk okullarında okuyan çocuklarımız, akranlarından görüp böyle
konuşmaya başladı. Üzülüyoruz. SURİYE’DE anne rızası her şeyden çok daha
önemliydi; ANNE KUTSALDI, ASLA TERS BİR ŞEY SÖYLENMEZDİ.” diyorlar.
Üçüncü hanım gülerek bir de şunu anlattı: “Çok
sinirlenip de çocuklara elimi kaldırdığımda diyorlar ki burası Türkiye, dayak
yasak, biz hayvan değiliz insanız, bizi dövemezsin.”
Çocukların okullarında Türk arkadaşlarından
gördüklerini istemeleri de temel problemlerden biri. Bu konuya da girdik; dedi
ki “Kızım arkadaşlarından görüp Barbie sonsuz hareket bebeği istiyor. 100 lira.
Oyuncağa 100 lira verilir mi? Bana çok tuhaf geliyor doğrusu. Çocukların
paranın kıymetini bilmesi lazım. Yine sizde kredi kartı ve taksitle alışveriş
çılgınlığı var, neden borçlu yaşıyorsunuz? Ben geldim geleli televizyon almak
istiyordum. Kumbaramda biriktirmeye başladım, 4 sene sonunda daha birkaç ay
evvel televizyonu alabildim.”
Röportajın sonuna doğru bu sözlerini doğrulayan
ilginç bir şey yaşadık. Kızı, hakkımda niye olumsuz şeyler anlattın diye
annesine küstü. Gönlünü almaya çalışırken “Elbisen çok güzelmiş, nereden aldın?”
diye sordum kızına. Annesi dedi ki “Sağ olsun Türkler bize ikinci el çok
eşyalar verdi. Bu da onlardan.” Sonra şöyle devam etti: “Türkler sürekli eşya
değiştiriyor, sokağa mobilya, beyaz eşya, her şey atıyorsunuz. Biz de onları
kolluyoruz. Atılanları ya alıyor ya da tanıdıklara haber veriyoruz.”
Bu sözleri özellikle yazdım; zira SURİYELİLERİN
HER GİYDİĞİ VE KULLANDIĞI OLAY OLUYOR. BUNLARIN BİR KISMININ İKİNCİ EL
OLABİLECEĞİNİ HİÇ DÜŞÜNEMİYORUZ. Kendim de etraftan toplayıp Suriye
derneklerine araba dolusu eşyalar götürdüm defalarca. Bazen yırtık perde vs.
veren oluyor. Dernektekilere “İsterseniz onları atın” dediğimde,
götürdüklerimin nasıl kapış kapan gittiğini söylüyorlar. Zira SURİYELİ BİRÇOK
AİLE MAAŞLARIYLA ANCAK EV KİRASI VE FATURA ÖDEYİP KARINLARINI ZOR DOYURUYOR.
Bir de yukarıdaki sözleri söyleyenin Şamlı
zengin bir aileden geldiğini unutmayın. Bir zamanlar büyük tüccar eşiyken şimdi
ikinci el eşyaları gözetliyor. Kimin ne zaman ne hale düşeceği hiç belli olmaz.
O yüzden maddi durumumuz hiç değişmeyecekmiş gibi kibirle yaşamamız ve
Suriyelileri “fakir, dilenci” gibi algılamamız ciddi bir problem.
Gönlünü almak için kızına BİM’den çikolata
damlalı kurabiye hediye ettim. Annesine “Pahalı mı ucuz mu, yenebilir mi?” diye
sordu; annesi güldü “Bunun fiyatı iyi, sıkıntı yok, yiyebilirsin” dedi ve ekledi:
“Çocuklarımızı böyle terbiye ettik; alışverişte hep en ucuzu aradığımızdan bunu
sordu.” Kızın annesinin onayından sonra kurabiye kutusuna nasıl sarılıp
okşadığını görmeliydiniz. NİMETİN KIYMETİNİ BİLMEK işte böyle bir şey.
Mülteciler defalarca sıfırdan yeni bir hayat
kurmak zorunda kalırlar
Son iki hanımın ikinci duraklarının Türkiye
olması üzerinden mültecilik/sığınmacılık ile ilgili bir bilgi vermek isterim.
22 Temmuz tarihli tweet zincirine başlarken vatandan kopuş ve yersiz yurtsuzlukla
ilgili Filistinli şair Mourid Barghouti’nin kitabından bir alıntı yapmıştım; içinde
bulundukları ülkelerde yaşanan değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk
grubun bunlar olduğuna dair... YABANCI ÜLKEYE SIĞINANLAR KOLAY KOLAY İSTİKRARA
KAVUŞAMAZLAR; KAVUŞSALAR BİLE BİR MÜDDET SONRA HER ŞEY YENİDEN ALTÜST OLUVERİR.
Beni hep düşündüren, 2003 ABD işgali yüzünden Suriye’ye sığınan 2-3 milyon
Iraklının iç savaş patlayınca ne yaptığı. Eminim ki BİRÇOĞU İKİNCİ, BELKİ DE
ÜÇÜNCÜ, DÖRDÜNCÜ KEZ GÖÇ YOLLARINA DÜŞTÜ. Bir Suriyelinin hikayesini okumuştum:
iç savaş çıkınca önce Kuzey Irak’a gidip burada bir fabrika kuruyor. İşleri
yolunda giderken IŞİD 2014 yazında Erbil’in kapısına dayanınca her şeyi bırakıp
Türkiye’ye sığınıyor.
NİCE MÜLTECİ DEFALARCA HER ŞEYİNİ YİTİRİP
SIFIRDAN YENİ BİR HAYAT KURMAYA ÇALIŞIR; HEM DE HİÇ ALAKALARI OLMAYAN SİYASİ
KRİZLER NEDENİYLE… Ortadoğu’da en büyük göç dalgalarından biri 1990-1991 Körfez
Krizi sırasında yaşandı. Yüz binlerce Filistinli ve bir milyon Yemenli, liderleri
veya hükümetleri Irak’ı tuttuğu için yaşadıkları Körfez ülkelerinden bir anda
sınırdışı edildi. Bir Suriyeli bana ailesinin hikayesini anlatmıştı. 1982 Hama
Katliamında Suriye’den kaçan akrabası Kuveyt’e sığınıyor; 1990’da Irak Kuveyt’i
işgal edince Türkiye’ye kaçıyor.
Yani tam hayatları istikrara kavuştuğunda
beklenmedik bir siyasi gelişmenin kurbanı oluyorlar. İstanbul’a kayıtlı olmayan
Suriyelilerin gönderilme kararı bana bunu hatırlattı. Nice hayatı düzene girmiş
Suriyeli, şimdi başka illerde yeni bir hayata başlamaya zorlanıyor. Ve bu çok
zor bir şey.
Suriyeli göçmenler dendiğinde hep dışarı
gidenler akla geliyor; oysa içeride yerinden edilenler, yani iç göre
zorlananlar da çok. Bugün sayıları 6,2 milyona ulaşıyor ve bunların bir kısmı
-özellikle de İdlib’dekiler- ülke içinde ikinci, üçüncü veya dördüncü kez yer
değiştirmiş durumda. Yani Suriye’de kalanlar da istikrar içinde değil. SURİYE,
DÜNYADA HEM EN FAZLA İÇ GÖÇE ZORLANAN NÜFUSA SAHİP (6,2 MİLYON) HEM DE DIŞARIYA
EN ÇOK MÜLTECİ VEREN ÜLKE (6,7 MİLYON) KONUMUNDA.
18
Ağustos 2019 Pazar
Suriyelilerle röportajlarıma dayalı
yeni tweetlerime başlamadan evvel, Suriye savaşıyla ilgili bir önemli yazı ve
Suriyeli mültecilerle ilgili bir önemli video tavsiyesinde bulunacağım:
“Esed kazandı, savaş sona yaklaşıyor”
yorumları artarken Suriye uzmanı Charles Lister, Foreign Policy
dergisinde çok önemli bir makale yayınladı. Makalenin can alıcı kısımlarını Fikir
Turu için tercüme ettim. “ESED SAVAŞI KAZANDI MI GERÇEKTEN?” başlıklı yazı
mutlaka okunmalı.
Savaşı ve yol açtığı travmaları, bu
bağlamda Suriyeli mültecilerin neler yaşadığını anlamak istiyorsanız, alanda
uzman psikolog, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Zeynep Ceren
Acartürk’ün Bilim ve Sanat Vakfı’nda 15 Aralık 2018 tarihinde yaptığı SAVAŞ TRAVMASININ PSİKOLOJİK ETKİLERİ VE MÜDAHALE ÇALIŞMALARI başlıklı konuşmasının
videosunu mutlaka izleyin derim.
Sağlık kuruluşunda konuştuğum üç
Halepli hanımın hikayesi
Öncelikle, İstanbul’un Anadolu
yakasında Suriyeli hastalara bakan bir sağlık kuruluşunda konuştuğum birkaç
hanımın anlattıklarıyla başlayacağım.
Halep’ten gelen beş çocuklu bir hanım. Beş
yıldır Türkiye’de. Evleri yıkılmış, eşinin kardeşi ölmüş. “Halep’te ne ev ne iş
kaldı, mecburen geldik” diyor. 14 yaşındaki kızı beşinci sınıfta. “Neden?” diye
soruyorum. “Göçmeden evvel üçüncü sınıftaydı; ama burada ispatlayamadığımızdan
yeniden birinci sınıftan başladı” cevabını veriyor. Kendinden yaşça küçüklerle
okuduğundan artık okula gitmek istemiyormuş.
Yeri gelmişken önemli bir tavsiyede
bulunayım. Allah korusun, mecburi bir nedenle evinizi, ülkenizi terk etmek
zorunda kalırsanız tapu, diploma, karne gibi resmi evrakları mutlaka yanınıza
alın ki fazla mağdur duruma düşmeyin. Zira hayatın ne getireceği hiç belli
olmaz.
Hanım komşularından memnun, ama
ilkokuldaki oğlu hiç de öyle sayılmazdı. “Sokakta yürürken Türk çocuklar taş
atıyor, sopayla üzerimize geliyor, tükürüyorlar. Eski okulumda Türk
arkadaşlarım vardı, ama yenisinde yok, bizi istemiyorlar” diyor. Çocuk Suriye’ye
geri dönmek istiyor. Zira Suriye’ye dair hatıraları hala çok güzel. “Babam
Suriye’deyken her gün işten eve gelirken bize hediyeler, oyuncak vs. getirirdi;
ama buraya geldiğimizden beri hiç getirmedi” diyor. Anne ise “Çocuklarım Türk
akranlarında her şeyin olduğunu görüyor; siz varlık içindesiniz. Biz zor
geçiniyoruz. Her şey altüst oldu hayatımızda. Burada hayatta kalabilmek için
çocuklarımızı da çalıştırmak zorunda kaldık” diyor. Aile içi temel kavga
konusunu sorduğumda, hemen tüm Suriyeli ailelerde olduğu gibi, “Aylık gelirin
masrafları karşılamaya yetmemesi” diyor.
Yine Halep’ten 56 yaşında altı çocuklu
bir hanım. 5,5 senedir Türkiye’de. Eşinden boşanmış. Dört çocuğu evli. Üçüncü
çocuğunun eşi, evden işe giderken yolda keskin nişancı ateşiyle öldürülmüş. 19
yaşındaki beşinci oğlu Türkiye’de okula gidememiş, günde 12 saat çalışarak aile
geçimini sağlıyormuş. Ama sürekli çalışmaktan yorgun düşen oğlunun psikolojisi
bozulmuş. “Oğlum sigortasız çalışıyor, hiç izin kullanamıyor. İyice asabi ve
bitkin hale geldi” diyor.
Yaşadığı muhitteki Türklerden memnun.
Ama altıncı sınıfa geçen oğlunu okulda dövüyorlarmış; Türk çocuklar “Defolun
ülkenize” diyorlarmış. Oğlu da eve dönünce her akşam ülkemize dönelim diye
tutturuyormuş. Anne “Nereye döneceğiz?” diyor ve ekliyor: “Ülkemizde
yaşananlardan hiç haberdar değilsiniz.”
Neden geldiklerini sordum; tepemize
yağan varil bombalarıyla evimiz yıkıldı ve tabii üç oğlumun askerlik durumu
diyor. En büyük oğlu yedek askermiş; ikincisi askerliği sırasında iç savaş
başlayınca ordudan firar etmiş; üçüncü oğlunun da askerlik vakti gelmiş. Hal
böyleyken kaçmaktan başka şansları kalmamış. (8 Ağustos’taki tweet zincirinde
askerlik konusunu uzun uzun anlatmıştım; tekrar girmiyorum.)
Hanımın çocuklarının çoğu terzilik
yapıyor. TERZİ, AŞÇI, TAMİRCİ, BERBER VS. OLANLAR TÜRKİYE’DE DAHA KOLAY İŞ
BULDU; AVUKAT, MİMAR, ÖĞRETİM ÜYESİ, DOKTOR, KISACA PROFESYONEL MESLEK
SAHİPLERİ ORTADA KALDI. Suriyelilerin bu tecrübesi 100 yıl evvel Anadolu’daki
durumu hatırlatıyor bana. Bu noktada Birinci Dünya Savaşı’nı ve Yunan işgalini
bizzat yaşamış babaannemin kendi anne-babama tavsiyesini aktarmak istiyorum: “Çocuklarının
muhakkak el emeğiyle kazanılacak terzilik gibi bir mesleği, bir sanatı olsun;
zor durumda zenginlik para getirmez, biz savaşta sefil olduk.”
Bu hanım evli çocuklarının bir kısmıyla
aynı evde oturuyormuş. 10 küsur kişi aynı evdeler. Görüştüğüm maddi durumu
elvermeyen birçok aile, evli çocuklarıyla (ve torunlarıyla) birlikte yaşıyordu.
Biz bunu da bilmiyoruz. Suriyelilerin evine iki veya üç gıda kolisi yardım gidiyor
diye isyan eden Türklerle karşılaşıyorum; oysa o evde kaç aile yaşadığının
farkında bile değiller. İstanbul’da bir aileye yardım götürmüştüm. Şaşkına
döndüm. Bodrum katta iki oda bir salon dairede birbiriyle akraba dört aile
yaşıyordu ve toplamda 25 küsur kişiydiler. Her aile bir odada kalıyordu; salonun
da ortasına bir çarşaf çekilerek iki aile birbirinden ayrılmıştı…
Üçüncü hanım 53 yaşında bir Halepli.
4,5 yıldır burada. Eşi şehit. Bomba evlerine düşmüş ve bina yerle bir olmuş. “Halep’te
ne elektrik ne de su vardı” diyor. İki çocuğu var; biri fizik öğretmeni, diğeri
psikolojik danışmanmış. Halep’te maddi durumları iyiymiş, şimdi ay sonunu zor
getiriyor. Yine de çok şükrediyor; “Artık tepemize bomba düşmüyor ya, daha ne
isteriz” diyor.
Yeri gelmişken belirteyim, bugüne kadar
konuştuğum bütün SURİYELİLER, YAŞADIKLARI EN KORKUNÇ OLAYLARI BİLE ANLATIRKEN
DİLLERİNDEN ALLAH’A HAMDI VE ŞÜKRÜ HİÇ DÜŞÜRMEDİLER. BİZ İSE ÇOK ŞÜKÜRSÜZÜZ, içinde
yüzdüğümüz nimetleri görmeyip sürekli şikayet halindeyiz. Kendi ülkem ve
insanım adına yıllardır en büyük korkumun bu şükürsüzlük halimiz olduğunu
belirtmeden geçemeyeceğim.
Ayrıca Arapçada Türkiye için kullanılan
niteleme “Allah’ın yeryüzündeki cenneti”dir. Cennette yaşayıp da nimeti
göremeyip sürekli isyan veya en hafifinden daimi şikayet halinde
olmamız düşündürücü gerçekten. Davet edildiğim yerlerde Ortadoğu ile ilgili
konuşmalarımın sonunda gençlere hep şunu söylüyorum: “Emniyet içindeysek, karnımız
toksa, üzerine kafamızı koyduğumuz bir yastığımız ve yatağımız varsa, gece boyu
korkusuz ve huzurlu bir uyku çekiyorsak -hastalık ve ölüm gibi durumlar hariç-
kalan bütün dertlerimiz birer şımarıklık, taleplerimiz birer lükstür --
dünyadaki milyonlarca insanın haline kıyasla.”
Bu hanım “Türkçem az olsa da
birbirimizi ziyaret edip komşuluk yaptığımız Türk arkadaşlarım var” diyor.
Hastanelerdeki sıkıntılardan da bahsediyor: “Türk doktorlarla anlaşmak zor.
Hastalığımızın ne olduğunu açıklamıyor, ilaç yazmıyorlar. İyi doktorlarınız
var, ama bizi kovanlar da çok. Mesela B vitamini fazlalığım aşırıymış ve çok
tehlikeliymiş, ama Türk doktor bunu bana söylemedi.”
Suriyelilerin sağlık meselesi
Bu noktada daha evvel açılan ve
Suriyeli doktorların çalıştığı birçok kliniğin kapatıldığını belirtmeliyim.
Başka Suriyelilerin konuyla ilgili görüşlerini de paylaşmak istiyorum. Diyorlar
ki “Türk hastanelerine gidiyoruz, ama doktorların dediklerini anlamıyoruz, biz
de derdimizi anlatamıyoruz. Bazılarında tercüman var, bu önemli ama yanlış
tercümeler de olabiliyor. Doktor ile hasta birbirini anlayamazken nasıl doğru
teşhis konacak, nasıl doğru tedavi olacak? Yine bizim yüzümüzden Türk
hastaneleri kalabalıklaştı; siz de bu duruma öfkeleniyorsunuz. Bu sizin için de
bir sıkıntı. TÜRK HASTANELERİNDEN AYLAR SONRAYA RANDEVU ALABİLİYORUZ, ama kendi
kliniklerimiz varken hemen işimizi hallediyorduk. Her alanda bizi anlayan uzman
doktorlarımız vardı. Diğer problem de İstanbul kimliği olmayanların devlet
hastanelerine gidememesi. Özel hastaneye gitmek zorunda kalıyorlar ve oralar çok
pahalı. SAĞLIK KONUSUNDA ÇOĞUNLUK SIKINTI ÇEKİYOR. Öte yandan kliniklerimiz
kapatıldığından Suriyeli doktorlar da işsiz kaldılar. Bu karar sizin için de
bizim için de olumsuz oldu.”
İstanbul’da Şam Alimleri Derneği’nin
açtığı iki kliniği iki-üç yıl evvel gezmiştim. Her alanda uzman doktorları
vardı. Fakir hastalara cüzi fiyatla bakıyorlardı ve sistem düzgün işliyordu.
Bir nedeni illaki vardır, ama bu kapatmalara ben bir anlam verebilmiş değilim.
Suriyeli doktorlar da işsiz kaldılar.
Bir de “Suriyeliler bedava tedavi
görüyor, hastanelerde ellerini kollarını sallayarak önümüze geçiyor” diye
yaygara var ülkemde. Açıkçası SAĞLIK MESELESİNİN SURİYELİLER AÇISINDAN CİDDİ
BİR PROBLEM OLDUĞUNUN FARKINDA BİLE DEĞİLİZ. Yukarıdaki şikayetleri bir de bu
açıdan okuyun. Dahası gerek yaşadıkları travmaların ve üzüntülerin, gerek güneş
girmeyen bodrum katlarda rutubetli ortamlarda yaşamalarının, gerekse
ülkelerinde kimyasal silaha vs. maruz kalmalarının etkisiyle bağışıklık
sisteminin çöküşüne bağlı hastalıklarla boğuşan birçok Suriyeli var. Kanser
vakalarının ve solunum yolu hastalıklarının arttığını 22 Temmuz tarihli tweet
zincirlerinde zaten yazmıştım.
Ayrıca birçok Suriyeli çocuk psikolojik
travmalarla yüzleşti. 2015’te ziyaret ettiğim Esenyurt’taki bir Suriye
ilkokulunun müdiresi bir öğrencisini anlatmıştı: Suriye’de evlerine baskın
yapan rejime bağlı milisler çocuğun gözleri önünde annesine tecavüz etmişler. “Burada
okula başladığında berbat vaziyetteydi, hiç konuşmuyor, derslere odaklanamıyordu.
Okuldaki psikolojik rehberimizin uzun uğraşları sonucunda çocuk normalleşti”
dedi. Bunun gibi yığınla hikaye var. Suriyelilerin kendi dilinden konuşan, aynı
kültürden gelen, aynı şeyleri yaşamış ve sahayı bilen doktorların ve
psikologların onların hastalıklarına daha iyi çare bulacağı kanaatindeyim.
Suriyelilerde dil meselesi
Gelelim Suriyeli çocukların ve
gençlerin durumu ile ebeveynlerinin endişelerine. KÜÇÜK YAŞTA TÜRKİYE’YE
GELENLER VE BURADA DOĞANLAR KENDİ ÜLKELERİNE DAİR HİÇBİR ŞEY BİLMİYORLAR. Artık
buralılar. Fasih Arapçaları yok, yalnızca Türkçe ve ammice (yani evde konuşulan
yerel ağzı) biliyorlar. EBEVEYNLER ÇOCUKLARININ ANADİLLERİ OLAN ARAPÇA
BİLMEMESİNE ÇOK ÜZÜLÜYORLAR; birçoğu -eğer eğitimleri varsa- evlerinde
kendileri öğretmeye çalışıyor veya Arapça dersi aldırıyor. Sokakta ve okulda
Suriyeli Arap olduğu için hakaret gören bazı çocuklar Arapça öğrenmemek için
direnebiliyor. Kısaca birçok Suriyeli çocuk aynı anda hem Türkçe hem de fasih
Arapça öğrenmeye çalışıyor ve zorlanıyor.
Yeri gelmişken bir parantez açıp “Suriyeliler
Türkçe öğrensin, Arapça konuşmasın” tepkimize de girmek istiyorum. Suriyelilerin
de önemli bir kısmı Türkçe öğrenememekten şikayetçi. Türkçe öğrenenler hayata
daha kolay adapte oluyor. PEKİ YILLARDIR BURADA YAŞAYIP NEDEN HALA TÜRKÇE
BİLMEYENLER VAR?
Öncelikle Türkçe çok zor bir dil; biz
bunun hiç farkında değiliz. Alfabeler farklı. Daha da önemlisi, Türkçenin dil
mantığı, cümle yapısı, fiilleri vs. Arapçadan ve İngilizceden çok farklı. Biz
kendimiz de gerek dil mantığındaki farklılık gerekse dil öğretme yöntemimizin
yanlışlığı yüzden yabancı dil öğrenmekte zorlanıyoruz. Yüksek lisans yapan bir
Suriyeli öğrenci bir gün bana dedi ki “Sizin derdiniz ne? Neden bize dilinizi
öğretmemek için bu kadar uğraşıyorsunuz?” Şaşırdım tabii ki. Kendisi çok güzel
Türkçe konuşuyordu. Dedi ki “Ben Türkçeyi gittiğim resmi kurslarda değil,
tamamen kendi çabamla öğrendim.” Ülkemde dil öğretiminin problemli olduğunu
anlatmak zorunda kaldım. Yani Araplara Türkçe öğretmekte kendi problemlerimizi
de görmezden gelmemeliyiz.
İkincisi, 2015’te görüştüğüm Suriyeliler
Türkçe kurslarının pahalılığından yakınıyordu. Zar zor geçinirken buna
ayırabilecek paramız yok; ücretsiz veya cüzi bir ücretle Türkçe eğitimi verilse
keşke diyorlardı. Üçüncüsü, nice Suriyeli haftada 6 gün ve günde 12 saat
çalışıyor. Hangi arada yeni bir dil öğrenecekler? Birçoğu hastalandığında bile
işten izin alamıyor, patronlar gelmezsen yerine başkasını alırım diye tehdit
ediyor. Ayrıca çalışmaktan yorgun düşen bu insanlar, kursa gitse bile dil
öğrenmeye zihnen nasıl odaklanacaklar? Birçoğunun hayatta kalma derdiyle
yaşadığını bilmiyoruz bile. Maddi durumu ve vakti olanlar, şehirli ve
eğitimliler ise zaten dil öğrenmeye çalışıyor. Ama kırsaldan gelenlere Türkçe öğrenin
ve konuşun diye baskı yapmak mantıklı mı?
Gelelim kendi ikiyüzlülüğümüze. Avrupa’da
30-40 yıldır yaşayan, ilk nesil Türklerin birçoğu bulunduğu ülkenin dilini
öğrendi mi? (İkinci ve üçüncü nesil Türklerden bahsetmiyorum.) Avrupalıların Türklere
dilimizi öğrenin baskısından hoşlanıyor muyuz? Kendimiz gittiğimiz ülkelerde
Türkçeyi bırakıp yerel dili konuşuyor muyuz? Yabancı dil öğrenme konusunda ne
denli dirençli olduğumuzun farkında mıyız? Daha önce yazdığım gibi “Hi, how are
you?” demek İngilizce bilmek değildir.
Yabancılara Türkçe eğitimi alanında
çalışan bir takipçimden (@hbbgms) Suriyeliler için
Türkçe kursları konusunda bir bilgilendirme geldi. Paylaşmak istiyorum. “İSMEK,
Halk Eğitim ve STK’larda ciddi bir dil öğretme çabası var. Hepsi ücretsiz.
Ancak bu konuda Suriyeliler istekli değil. Bireysel değil, grup halinde hareket
ediyorlar ve sürekli grup içinde Arapça konuşuyorlar; bu da onların Türkçe
öğrenmesini geciktiriyor... Arap ülkelerinden gelenlerin hepsinin ciddi bir
disiplinsizlik problemi var. Bu da hem girdikleri topluma adapte olmalarını,
hem de dil öğrenmelerini geciktiriyor.” Bu tespitlerine aynen katılıyor ve
teşekkür ediyorum. Özellikle disiplinsizlik Arapların birçoğunun önemli bir
problemi. Öte yandan benzer problemlerin bizde de olduğunu belirtmeden
geçemeyeceğim. Yurtdışına yabancı dil öğrenmeye gidip, Türklerle tanışıp bolca “Türkçe
pratik” yaparak geri dönenlerimiz hiç de az değil.
Suriyelilerle ilgili korkularımızın
anlamsızlığı
Sokakta İngilizce konuşan bir yabancı
gördüğümüzde rahatsız olmuyoruz da neden Arapça duyunca tüylerimiz diken diken
oluyor? Diyeceksiniz ki “İçimizde yaşayan 4 milyon Arap var; tabii ki kaygılanır,
Türklüğümüz adına beka meselesi yaparız.” Keşke biraz göç literatürü okusanız.
Üniversitede Sosyoloji dersinde öğrendiğim ve hiç unutmadığım bir bilgiyi
paylaşayım: GÖÇ HAREKETLERİNDE ÜÇÜNCÜ VEYA EN GEÇ DÖRDÜNCÜ NESİL, BULUNDUKLARI
ÜLKENİN KÜLTÜRÜ, DİLİ VE DİNİNİ BENİMSER.
Türkiye’de doğan veya küçük yaşta gelen
Suriyeli çocukların artık buralı gibi olduğunu defalarca yazdım. Tam da bu
yüzden nice Suriyeli ebeveyn, buradaki hayat şartlarına ayak uydurmakta
zorlansalar ve kötü işlerde çalışsalar da sırf çocuklarının geleceği için, yani
Batılılaşmaması ve Hristiyanlaşmaması için sabrediyor. En azından Türkiye Müslüman
ülke diyor. 80 MİLYONLUK NÜFUS OLARAK 4 MİLYONLUK ARAP’IN BİZİ BOZACAĞINA
İNANANLARI TRAJİKOMİK BULUYORUM. BUNU BİRAZ CAHİLLİK, BİRAZ DA ÖZGÜVEN
EKSİKLİĞİ SAYIYORUM. ŞUNU BİLİN Kİ ASIL ASİMİLE OLMAKTAN KORKAN VE BU AKIBETTEN
SOSYOLOJİK OLARAK KURTULAMAYACAK OLANLAR SURİYELİLER. BİZ DEĞİLİZ.
Suriyelilerle ilgili korkularımızı çok
da anlamlı kılmayan bir boyut daha var: SURİYE, OSMANLI-TÜRK KÜLTÜRÜNE EN YAKIN
ARAP ÜLKESİDİR. Coğrafi yakınlık ve tarihi birliktelik bunda doğrudan
etkilidir. ANTEP-HALEP TARİH BOYUNCA AYNI İKTİSADİ-KÜLTÜREL HAVZANIN
PARÇASIDIR. 1918’deki kopuş siyasidir; ama kültürel devamlılık söz konusudur.
Hatay’dan başlayıp sınır boyunca devam eden illerimizin halkı, sınırın öte
tarafındaki Türkmen’i, Kürt’ü, Arap’ı Suriyelilerle akrabadır. Röportaj
yaptığım veya konuştuğum birçok Suriyelide bunu gördüm; DÜŞÜNCE, HAYAT TARZI VE
KÜLTÜR BAKIMINDAN 1970’Lİ-1980’Lİ YILLARDAKİ TÜRKİYE’YE EPEYCE BENZİYORLAR.
Hatta dini açıdan Sünni gruplar ülkemizdeki gibi Hanefiliğin ve Şafiiliğin bir karışımı;
Vehhabi-Selefilik çok az. Dahası Suriye’de dini alanda etkin kişilerin ve
hareketlerin bir kısmı Kürt kökenli. Bu Kürtler de 1924’te Hilafet’in
kaldırılması ve tekke-zaviyelerin kapatılması, ardından yaşanan Şeyh Sait
İsyanı başta olmak üzere siyasi olaylar nedeniyle Anadolu’dan Suriye’ye
göçmüştür. Yani ANADOLU KÖKENLİ ULEMA VE MUTASAVVIFLAR SURİYE’Yİ ETKİLEMİŞTİR.
İç savaş sırasında yaşananlar, yabancı
savaşçıların etkisi ve silahlı grupların para kaynaklarının Körfez ülkeleri
olması gibi faktörler Vehhabiliğin önünü açsa da aslen Suriyeliler daha
orta yolcudur; bu anlayışın tutunabilmesi için gerekli tarihi-kültürel zemin -normal
şartlarda- yoktur. IŞİD gibi radikal bir hareketin Rakka merkezli varlığı ve
geniş bir toprağı ele geçirmesi, dini-kültürel bir kabullenmeden ziyade iç
savaş şartlarının bir ürünüdür ve ardında bir yığın başka dinamikler vardır. Bu
başlı başına uzun bir makale konusudur. Biz kendi konumuza dönelim.
Zihinlerimizde Suriyelilerle ilgili
klişeler
Problem ne biliyor muyuz? Arap deyince,
zihinlerimize yerleşmiş bedevi, pis, Vehhabi, esmer veya zenci, fakir veya
aşırı zengin gibi bir yığın klişe beliriveriyor. ARAP DÜNYASININ KENDİ İÇİNDE
NE KADAR ÇEŞİTLİ OLDUĞUNUN FARKINDA BİLE DEĞİLİZ. Daha önce 8 Ağustos tarihli
tweet zincirinde Suriye’de bedevinin az olduğunu yazmıştım zaten. Arap
Yarımadası, Doğu Akdeniz (Levant) ve Kuzey Afrika Araplığı bambaşkadır. Hatta
bunların her biri de kendi içinde çok çeşitli ve renklidir. ORTADOĞU
SOSYOLOJİSİNİ HİÇ BİLMEYİP HER ŞEYE BÜYÜK GÜÇ İLİŞKİLERİ, PETROL-DOĞALGAZ VE
GÜVENLİK ZAVİYESİNDEN BAKTIĞIMIZ İÇİN BU TÜR KLİŞELERE MAHKUMUZ.
Geçen sene katıldığım “Türkiye’nin
Ortadoğu Perspektifi: Algılar ve Gerçekler” konferansında konuşan, Türkiye’de
okuyan bir Ürdünlü öğrencinin anlattığı -başından sıkça geçen- bir olayı
paylaşmadan geçemeyeceğim. Dedi ki “Türkler nerelisin diye soruyor, Ürdünlüyüm
diyorum, şaşırıyorlar, hayır olamaz sen beyazsın, Arap olamazsın, yanlış
biliyorsun memleketini diyorlar...” Hep birlikte güldük halimize. Doğu Akdeniz
bölgesi Araplarının, özellikle de Suriyeli şehir kökenli Arapların birçoğu
beyaz tenli ve renkli gözlüdür. Hatta SURİYELİ ARAPLAR, ARAPLARIN EN GÜZELLERİ
OLARAK BİLİNİRLER. Tabii ki beyaz olmayanlar da var, ama bunlar da çok esmer,
hele de zenci hiç değiller. Kaldı ki insanları ten rengi üzerinden damgalamak hiç
ahlaki değil.
Arapların temizliği konusuna gelince,
dünyada Türkler kadar temiz bir halk azdır. Dolayısıyla sadece Araplar değil,
diğer birçok millet de bu hususta bize yaklaşamaz. Ancak kim demiş bütün
Türkler her zaman ve her yerde temiz diye? Ülkemin umumi WC’lerinin utanç
verici hali, durumumuzu net bir şekilde ele veriyor. Keza yollardaki sigara
izmaritleri, çekirdek kabukları da. Ayrıca şehirli ile kırsal nüfusun temizlik
anlayışı farklıdır ve bu da normaldir. Kırsalda toprakla ve hayvancılıkla uğraşanlar,
şehirde hizmet sektöründe masa başında çalışanlarla aynı temizlik anlayışında
olsaydı yanardık. Aç kalırdık. Dolayısıyla genellemeler her zaman yanıltıcıdır.
Sonuç olarak ARAPLAR BİZİM KADAR TEMİZ
DEĞİLDİR; ANCAK BU İLLE DE PİS OLDUKLARI ANLAMINA GELMEZ. Bir öğretmen anlattı;
öğrencilerinden birine annesi “Araplar pistir, bitlidir, okuldaki Suriyelilere
yaklaşma” demiş. Çocuk Suriyeli öğrenci gördüğünde cüzzamlı hasta gibi
kaçıyormuş. Böyle bir muameleye maruz kalan Suriyeli öğrencilerin psikolojisini
düşünsenize. Ki birçoğu bunu yaşıyor maalesef. Sınıf arkadaşları kendileriyle
oynamıyor ve sürekli dışlıyor, hatta dövüyor. Çocuklarınız aynı muameleyle
karşılaşsa ne hissederdiniz? Vaktiyle Türk çocuklar da Avrupa’da benzer
muameleler görmüştü ve hala görüyor. Memnun muyduk?
Bu yaz tatilinde Türk ve Suriyeli bir
grup öğrenci üç günlük bir kampta bir araya getirilmiş. Çocuklar birbirleriyle
kamp ortamında ilk kez kaynaşmışlar, oynamışlar ve ayrılırken Türkler “Biz sizi
böyle bilmiyorduk” demişler. Önyargıları kırmak için çok önemli bir faaliyet;
okul müdürleri ve öğretmenlere tavsiyem olsun.
1,5 sene evvel konuşma için gittiğim
Şanlıurfa’da bir Suriye kampını ziyaret ettim. İdari binada bilgi alırken
sokakta oyun oynayan Suriyeli küçük bir çocuk ısrarla kaldıkları çadıra davet
etti, gittik. Biz oturunca çocuk dolaptan hemen bir sepet alıp dışarı çıktı. Bir
müddet sonra biz annesi ve kardeşleriyle çay içerken içeri geldi. Meğer sepette
elbiseleri varmış. Misafir geldi diye hemen üzerini değiştirmiş, kirli ellerini
ve yüzünü ıslak mendille temizlemiş, saçlarını ıslatıp taramış; o halde
yanımıza gelip ellerimizi öptü. “Suriyeliler pis” lafını ne zaman duysam bu
olay aklıma gelir.
19
Ağustos 2019 Pazartesi
Türkiye’deki Suriye kampları
Şanlıurfa’daki kamp ziyaretimden
bahsetmişken biraz da bu konuya gireyim. Gittiğim Akçakale Süleymanşah Konaklama
Tesisi, Türkiye’deki kampların en kötü şartlarda olanıymış. Zaten burayı o
yüzden görmek istedim. En kötü olan bile Ürdün ve Lübnan gibi diğer
ülkelerdekilere ve Suriye’nin kendi içindekilere kıyasla çok iyi durumda. TÜRKİYE’DEKİ
KAMPLAR DÜNYA STANDARDININ ÇOK ÇOK ÜSTÜNDE; BU BAKIMDAN TAKDİR EDİLESİ BİR
SINAV VERDİK.
Bana en çok gelen sorulardan biri şu
oldu: “Neden Suriyeliler sınır illerindeki kamplarda tutulmadı da şehirlere,
hele de İstanbul gibi büyük şehirlere salındı?” Birçok konuda olduğu gibi bunda
da empati eksikliğimiz var. KAMPLARIMIZ DÜNYA STANDARDI ÜZERİNDE OLSA DA SİZ
TEK VEYA İKİ GÖZ BİR ÇADIR VEYA PREFABRİK İÇİNDE KAÇ YIL KALIRDINIZ?
Ziyaret ettiğim kampın ve çadırın içinin
fotoğraflarını paylaşıyorum. Resimde gördükleriniz beş çocuklu bu ailenin bütün eşyaları. Bahsettiğim çocuğun tüm eşyaları da fotoğraftaki beyaz dolabın
içinden çıkan küçük bir sepetteydi. (NOT: Mahremiyete önem verdiğimden
fotoğrafların daha kaliteli ve aile bireyleriyle birlikte olanları bilerek
yüklemedim).
İşte böyle bir çadır içinde 5-10
kişilik aileler yaşıyor. Hem aile içi hem de kamp içi mahremiyet birer sorun.
Tekrar sormak isterim: Kaç yıl yaşardınız bu fotoğraflardaki gibi bir ortamda? Bir teklifim var: Evinizin bir odasını seçin
ve tüm aile bireyleriyle 7 gün 24 saat orada yaşayın. Bakalım kaç gün
dayanacaksınız?
Kamp görevlilerinin verdiği bilgiler ve
ziyaret ettiğimiz ailenin hanımıyla sohbetimizden aldığım notları bulamadım
maalesef. Ayrıntı veremeyeceğim. Ama bu aile yıllardır kampta yaşıyordu. “Neden
hala kamptasınız?” diye sorduğumda “Eşim hasta, çalışamıyor; çocuklarım küçük;
kira verecek paramız yok; Suriye düzeldiğinde hemen döneceğiz” cevabını
verdiğini hatırlıyorum.
Kamplarda eğitimden sağlığa, meslek
edindirme kurslarına kadar birçok imkan var ve sistem gayet düzgün bir şekilde
işliyor; bu bakımdan Türkiye dünyaya örnek bir iş başardı. Ama bir konteyner
veya çadır içinde yıllarca yaşamak gerçekten çok zor. Tam da bu yüzden kamplar
ilk gelenler için hayat kurtarıcı; ama bir müddet sonra ayrılıyorlar. Sınır
şehirlerimizin kendi nüfusları da belli; bunun kat kat üstünde bir yabancı
nüfusu misafir etmeleri imkansız. Mesela Kilis’te yerli nüfus kadar Suriyeli
yaşıyor. Dolayısıyla diğer şehirlere kabul etmekten başka çare yoktu. Ailelerin
geçimi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi için iş imkanı da büyük
şehirlerde.
2015 yılı itibarıyla öğrencilerin İstanbul’daki
Suriye okullarındaki durumu
Suriyeli çocukların ve gençlerin
durumuna dönelim. 2015’te İstanbul’un farklı ilçelerinde Suriyelilerin kurduğu altı
ilköğretim okulu ve liseyi gezerek müdür ve öğretmenleriyle röportajlar yapmıştık.
Üzerinden dört yıl geçse de, henüz Türkiye’deki varlıkları yeni olan Suriyeli çocukların
ve gençlerin o dönemki durumunu ve bugüne gelene kadar nelerin değiştiğini
anlama açısından önemli.
Öğretmenler, savaş nedeniyle
öğrencilerin seviyesinin düştüğünü, birkaç yıl eğitime ara vermeleri yüzünden
temel bilgileri unuttuklarını yahut sık sık ülke ve okul değiştirdiklerinden
vasat kaldıklarını söylediler. Önce Mısır’a, sonra Ürdün’e, en son Türkiye’ye
gelenler vardı mesela. Hem savaş hem de farklı ülkelere savrulma öğrencileri
ciddi şekilde etkilemişti. Din dersi öğretmeni “Bazı çocuklar Kur’an-ı Kerim
dahi okuyamıyor, okuma-yazmayı unutmuşlar” dedi.
Unutulanları ve eksikleri telafi için
yazın öğrenciler okula çağrılsa da ulaşım masrafları yüzünden gidemiyorlardı.
Zira ulaşım en temel problemdi. Okullar evlere uzaktı ve toplu taşıma için
indirimli öğrenci kartları da servis de yoktu. Nice çocuk o dönem sırf ulaşım
çok pahalı olduğundan okula gidemedi. Kimi aileler bu yüzden her sene ayrı bir
çocuğunu dönüşümlü olarak okula yolladı.
Öğretmenler; “Çantası-defteri-kıyafeti
olmayan, kışın yazlık elbiselerle okula gelen, çanta yerine naylon torba
kullanan öğrenciler var” diye anlattı. Okula giden kız oranı daha fazlaydı,
çünkü birçok erkek çocuk veya genç, aile geçimine katkıda bulunmak için
çalışmak zorundaydı. Maddi imkansızlıklar yüzünden o yıllarda nice Suriyeli
okula gidemedi. Bir de hem okuyan hem de çalışan birçok çocuk ve genç vardı;
bunlar sürekli yorgundu, dikkatini toplayamıyordu, dolayısıyla derslerinde
başarısızdı. Maddi durumu iyi öğrenciler ise çoğunlukla başarılıydı.
Ailenin maddi dengesizliği, yani geçimi
sağlayan aile birey(ler)inin birkaç ay çalışıp sonra işini kaybetmesi vs.
çocukları da etkiliyordu. Geçim derdine düşmüş anne-babalar çocuklarına yol
gösteremiyordu. Evlerinde eğitimli kimse olmayan öğrencilerin ise işi çok daha
zordu.
Ailevi problemler de başarısızlığı
etkiliyordu. Birçok aile göç sırasında paramparça hale geldi; herkes tek bir
ülkede toplanmadı. Maddi durumların kötüleşmesi ailelerin parçalanmasına ve
boşanmalara yol açtı. Öğretmenler bu durumdaki öğrencilerin hem eğitim hem de ahlak
bakımından olumsuz etkilendiğinden bahsetti.
Öğretmenler birçok öğrencinin ciddi
savaş travmalarıyla boğuştuğunu anlattı: ailesinde ölüsü, yaralısı/sakatı
olanlar; babası Suriye’de kayıp veya hapiste olup hiç haber alamayanlar; aile
bireylerinin tecavüzüne şahit olanlar; bombardıman altında kalanlar, evi
yıkılanlar; kaç çeşit ülke değiştirenler...
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de
Türkiye’de sözlü veya fiili saldırıya uğrayanlar vardı. Bazı öğretmenler okula
gelip giderken yolda ilk ve orta okul öğrencilerine bıçak çeken, çantalarını
kesen, tehdit eden, küfreden Türkler olduğundan bahsetti. Buna tekrar gireceğim.
Bu yaşadıkları travmalar birçok öğrencinin
başarısını doğrudan etkiliyordu. Öğretmenler genel olarak dedi ki “Savaştan
kalma korku ve ürkeklik birçoğunda var. Kimi öğrenciler inatçı, isyankâr, hatta
bazen diğerlerini kabullenemez hale geldi. Zaman zaman aralarındaki
tartışmalarda şiddete meylediyorlar.” Bir öğretmen de dedi ki “Okuldaki
başarısızlık ailenin ilgisizliğinden ve çocuğun okulu önemsememesinden
kaynaklanıyor. Bu da savaş tecrübesiyle alakalı. Bazı çocuklar artık hayata hiç
önem vermez hale geldi; yaşamayı değil ölmeyi istiyorlar. Sürekli ölümden
bahsedenler var.”
Bir başka öğretmenin anlattığı oldukça
çarpıcıydı: “Öğrenciler kendilerini güven ve istikrar içinde hissetmiyorlar;
Türkiye’de bir geleceklerinin olmadığını, olsa bile bunun çok büyük zorluklar
pahasına gerçekleşeceğini düşünüyorlar; hep Suriye’ye geri dönme
hayalindeler... ‘Gelecek sene şöyle yapacağız’ dediğimde öğrencilerim ‘Hayır,
seneye Suriye’de olacağız’ diyorlar. Geleceklerini geçmişte görüyorlar. Çünkü
Türkiye’de çok zorluk yaşıyorlar. En başta dil sorunu, ikincisi maddi
sıkıntılar, üçüncüsü her gittikleri yerde yabancı olduklarının hissettirilmesi…
Böyle olunca bazı öğrenciler Türkçe öğrenmekte direnebiliyor; Türkçe öğrendikleri
takdirde burada kalmaya mahkum olacaklarını hissediyor.” Öte yandan bir
öğretmen, “Milli Eğitim Bakanlığınızdan istedik, ama Araplara Türkçe öğretmek
için uygun kitabınız yok” diye serzenişte bulundu.
Gelelim yine bir şehir efsanesine; yani
Suriyeliler Türk üniversitelerine imtihansız alınıyor iddiasına... Bizimkiler
bunu sayıklarken müdürlerin en büyük derdi lise diplomalarının denkliği
problemi ve öğrencilerin üniversite için girmesi gereken bir yığın imtihan
olduğuydu. Lise öğrencileri ve öğretmenlerin hepsi bu konuda dertli ve stres
içindeydi. Çok kaliteli nice Suriyeli öğrencinin “Burada bize hayat yok,
kalırsak üniversite okuyamayacağız” diyerek Avrupa’ya gittiğinden bahsettiler. “Ne
kadar değerli öğrencileri kaçırdınız farkında mısınız?” dediler.
Ailesiyle 1980’lerde Türkiye’ye gelip
burada okumuş bir Suriyeli müdire önemli bir noktaya parmak bastı: “BURADA
EĞİTİM ALAN ÇOCUKLAR ÜLKELERİNE GERİ DÖNDÜKLERİNDE TÜRKİYE’NİN GÖNÜLLÜ ELÇİLERİ
OLACAK; SURİYE’NİN YENİDEN İNŞASINA KATKI YAPACAK. SİZİN NÜFUZ ALANINIZI
GENİŞLETECEKLER. ONLAR ZANNETTİĞİNİZ GİBİ BİR YÜK DEĞİL.” O da parlak Suriyeli
gençlerin Türkiye’yi beğenseler de kendilerine bir gelecek göremediğinden, ama
kalmaları için onlara ümit vermeye çalıştığından bahsetti. “Siz ülkenizde
olduğunuz halde üniversite arifesinde gelecek kaygısı yaşıyorsunuz; bizim
gençlerin halini bir düşünün” dedi.
Bir başka öğretmen şunu söyledi: “Diğer
Arap ülkelerine kıyasla Türkiye çok daha iyi. Daha fazla hakka sahibiz;
çalışabiliyor, okuyabiliyoruz. Türk devletinin hakkını asla ödeyemeyiz, ama
halkınızın bizi kabullendiğini söyleyemem. Bizi sırtlarında bir yük olarak
görenler var.”
Okulları ziyaret ettiğimiz dönem yine bir
seçim arifesiydi ve Suriyeliler propaganda malzemesi olarak kullanıldığından
öğretmenler oldukça gergindi: “Bizi kovmak isteyenler var, çok korkuyoruz.
Türkiye’den kovulursak nereye gideriz? Bize kucak açan başka bir ülke yok ki.”
dediler.
Türklerin öğrencilere muamelesini
sorduğumda dediler ki “Onları sevip yardım eden de var, bir yabancı, hatta
insan değilmiş gibi muamele eden de. Kavga çıkarıp bazı öğrencilerimizi
dövüyorlar. Birçok öğrencimize ‘Türkiye’den defolun’ dendi; ‘Susun, hiç cevap
vermeyin, biz burada misafiriz’ diyoruz”.
Hem öğretmenlerin hem de ebeveynlerin
çocukları adına temel kaygılarından biri Türkiye’deki aşırı serbestlik. Dediler
ki “Oldukça özgür bir ülkesiniz. Bu bizim de hasretini çektiğimiz güzel bir şey
olmakla birlikte olumsuz tarafları da var. Hürriyetlerin de bir sınırı olması
lazım. Biz mütedeyyin bir toplumuz; helale-harama önem veririz. Çocuklarımız
Türk kanallarını izlerken Suriye’de hiç görmedikleri şeylere maruz kalıyor;
ekranlardaki giyim ve hayat tarzlarına özeniyor; ahlaki açıdan uygun olmayan
şeylere meyledebiliyor. Bu bizim için önemli bir sorun.”
Özellikle ebeveyni çalışan Suriyeli
gençler bir endişe kaynağı. Geçtiğimiz aylarda görüştüm bir hanım, imam hatip
lisesi 9. sınıfta okuyan oğlunun devamsızlıktan okuldan atıldığı, internetten
kötü arkadaşlara takılıp saçını sarı boyattığı ve kulağına küpe taktığından
üzüntüyle bahsetti. “Oğlum üzerinde kontrolüm kalmadı. Sabah erken işe gitmek
zorunda olduğumdan ilgilenemedim. Okulu astığını bilmiyordum. ‘Arkadaş çevren
kötü, bırak onları’ dedik, ama dinletemedik” dedi. Ailelerin çocukları üzerinde
kontrolü kaybetmesi de yeni bir olgu; zira Suriye’de anne-babanın rızasını alma
ve onlara itaat kültürü hakimdir.
2015’te görüştüğüm bir öğretmen önemli
bir konuya değindi: “Suriye’de dini eğitimin ve İslami ahlakın aşılanma yeri
camilerdi. Devlet okullarında sadece iki saat din dersi vardı. Siz camileri
eğitim değil, ibadet için kullanıyorsunuz. Burada cami eğitiminin olmaması
bizim için çok büyük bir kayıp. Okulda çocuklarımıza din eğitimini vermeye
çalışsak da yetmiyor. Dini eğitimi ve kültürünü giderek kaybediyoruz… Bizden
çok şey bekliyorsunuz; muhteşem insanlar olalım istiyorsunuz. Dört yıldır
birçok evladımız hem dini hem dünyevi eğitimden mahrum. Neler neler yaşadılar.
Anne-baba çalışıyor, çocuklarıyla ilgilenemiyor. Birçok çocuk sahipsiz durumda.”
Gençlerde dini gerileme ve ahlaki çöküş
Bu konu oldukça önemli. Geçenlerde
görüştüğüm Suriyeli iki baba şunları anlattı: “Cuma namazında Arapça hutbe
olmaması büyük eksiklik. Uzun mesailerle çalışan birçok gencin dini ilimle,
vaaz ve nasihatle bağlantısı koptu. En azından bir Cuma hutbesi bile onları
diri tutabilirdi. Biz büyükler zaten dinimizi öğrendik ülkemizde. Ama
çocuklarımızın düzgün bir dini eğitime ihtiyacı var. İmam hatiplere
çocuklarımızı yollasak bile sizin hayat tarzınız çok serbest. Türk gençlere
uyup sigara içmeye başlayacaklar, dövme yaptıracaklar vs. diye ödümüz patlıyor.
Çocuklarımıza ‘Bu ayıp veya haram, yapma’ diyemiyoruz. Çünkü ‘Türkler de
yapıyor’ diyorlar. ‘Yaptıkları yanlış’ diyemiyoruz, sonuçta burada misafiriz,
başımız ağrıyabilir. Dahası birçok genç, ailesi olmadan tek başına geldi.
Yapayalnızlar. Onları yönlendirecek ve nasihat edecek kimseleri yok. Bunlardan
bazıları işteki veya sokaktaki arkadaşlarından etkilenebiliyor; kötü
alışkanlıklar kazanabiliyor. Bu gençlerin nereye sürükleneceğini bilmiyoruz.
Yanlış işlere bulaşırlarsa bu bize de size de sıkıntı olur. Ahlaki çöküşü görüyoruz.”
GEREK SAVAŞIN KENDİSİ GEREKSE GÖÇ
TECRÜBESİ, SURİYELİLERDE SOSYOKÜLTÜREL ÇÖZÜLME VE AHLAKİ ÇÖKÜŞÜ TETİKLEYEN BİR
FAKTÖR. Özellikle Batı’ya giden genç ve çocuklarda bu eğilim buradakinden çok
daha fazla. Ancak Suriye’nin kendi içinde de benzer bir gidişat var. Daha evvel
bu konuyu sorduğum Suriyeliler şunları anlatmıştı: “Devrim sırasında halk, tıpkı
1980’lerde olduğu gibi, dinden korkar hale geldi. Çünkü eylemler Cuma namazı
çıkışı olduğundan ve rejim müdahale ettiğinden bir müddet sonra gençler namaza
gidemez oldular. Artık Cuma’ya sadece yaşlılar gidiyor. Dini eğitimimiz cami
merkezliydi; olağanüstü şartlarda camilerde tüm dini faaliyetler durduruldu.
Ayrıca 2012’den itibaren âlimler gerek rejimin baskıları yüzünden gerekse öldürülme
korkusuyla ülkeyi terk etmeye başladı. Rejimin kontrolündeki bölgelerde büyük âlim
neredeyse hiç kalmadı. İlmi faaliyetler ve dini eğitim durma noktasında.” 2015’te
Suriye’de dini hayatla ilgili röportaj yaptığım bir âlim bana “Şam’da kalan son
Sünni âlimdim. Hapse girdim, işkence gördüm, çıktıktan bir müddet sonra Türkiye’ye
kaçtım” dedi. Şam’ın nice büyük âlimi şu an İstanbul’da aramızda.
Muhaliflerin kontrolündeki alanlarda
tabii ki dini hayat canlı bir şekilde devam ediyor. Ancak özellikle IŞİD’in
kontrol ettiği bölgelerde kalan halkın dinden, ibadetten, dini sembollerden
nefret eder hale geldiği anlatıldı. Bir de şu söylendi: “Savaşla birlikte zengin
fakirleşti, fakir iyice çöktü. Savaş bir bakıma insanların gerçek yüzünü ortaya
çıkardı. Her şeyini kaybedenler, her yoldan hakkımı alacağım diye düşünmeye,
yaptıklarını meşrulaştırmaya başladılar. Ahlak bozuldu. İnsanlara doğruyu-yanlışı
gösterecek ve sözü dinlenecek önderler kalmadı; zaten kalsa bile kimsenin
diğerine güveni yok artık.”
Bu sözler durumu iyi bir şekilde
özetliyor. BİZ SAVAŞI ÇOK KUTSUYORUZ AMA SAVAŞ VE İŞGAL BAŞLI BAŞINA BİR
AHLAKSIZLIKTIR VE İNSANİ DEĞERLERİN AYAKLAR ALTINA ALINMASIDIR. Suriye’de bunun
yığınla örneği var, diğer tüm çatışma bölgelerinde olduğu gibi.
Suriyeli bir hanım konunun bir başka
boyutuna işaret etti: “Savaştan önce Suriye’de de her türlü gayriahlaki
davranış vardı, tıpkı her toplumda olduğu gibi. Ama ayıplandığı için gizli
yapılırdı. Türkiye’deki serbest ortamda, mahalle baskısı da kalmayınca iş
alenileşti.” Bu sözler doğru olmakla birlikte SAVAŞIN, GÖÇÜN VE AİLE
DAĞILMALARININ GENÇLERDE YOL AÇTIĞI CİDDİ SAVRULMALAR VAR. KİMİLERİ DİNDEN
UZAKLAŞIRKEN KİMİLERİ RADİKAL DİNİ HAREKETLERE KAYIYOR. Suriyeliler diyor ki “BU
SÜREÇTE ÜÇ NESLİ ZAYİ ETTİK, MUHTEMELEN DÖRDÜNCÜYÜ DE KAYBEDECEĞİZ.”
20
Ağustos 2019 Salı
Suriyeli çocukların Türk eğitim
sistemine entegre edilme politikası çerçevesinde 2016-2017 eğitim-öğretim
yılında Suriye okullarına 1., 5. ve 9. sınıf öğrencilerinin kaydı durduruldu.
Bu kararın olumlu tarafları çok olmakla birlikte olumsuz sonuçlar da doğurdu.
Suriyeli çocukları Türk eğitim
sistemine entegre etme politikamız
Yeni politika çerçevesinde
Suriyelilerin okula gitme oranı ciddi şekilde arttı. Zira mahallelerindeki Türk
okullarına gidebilir hale geldiler. Ayrıca öğrenci kimlik kartı olanlara
indirimli seyahat hakkı tanındı. Böylelikle çocukları okula göndermenin mali
külfeti azaldı. Gezdiğimiz
Suriye okullarının hepsi 5-6 katlı, bahçesi olmayan binalardı ve eğitime uygun
değildi. Suriyeli öğretmenlerin birçoğu kaliteli olsa da (kimi okullarda yüksek
lisans ve doktoralılar, hatta akademisyenler öğretmenlik yapıyordu)
laboratuvar, oyun alanı gibi imkanlar yoktu. Denklik-diploma
da ayrı bir sorundu. Okul çağındakilerin Türkiye’ye entegrasyonunu da
geciktiriyordu.
Öte yandan yeni politikanın problemleri
de vardı. Bunu size, ilkokuldan üniversite çağına kadar her düzeyde çocukları
olan bir Suriyeli babanın dilinden aktarayım: “Suriye okullarına kaydı durdurup
Türk okullarına kabul kararı özü itibarıyla doğruydu; ama bunun için başka adımlar
atılmalıydı. Bir anda çocukları Türk okullarına yolladık. Geçiş süreci, alışma
dönemi olmadı. Türkçe öğrenmeden Türk okullarına alındılar. Bu ciddi bir
problemdi. Çocuklarımız
5. ve 9. sınıftan başladı; ama müfredat bambaşkaydı. Yeni eğitim sistemine
nasıl bir anda ayak uyduracaklardı? Suriyeli çocukların müfredat değişimi
nedeniyle bilgi eksiği çoktu. Ayrıca bazı Türk akranları çocuklarımıza düşmanca
davrandı. Çünkü birbirini anlamıyorlardı. Kaynaştırıcı adımlar atılmalıydı. Suriye okullarında çok başarılı olan nice
öğrenci, bu hızlı geçiş yüzünden dersleri Türkçe anlayamadığından başarısız
hale geldi; okula gitmek istemedi. Okullarda Türk akranlarının muameleleri
yüzünden eğitimden soğuyan çocuklar da oldu. Mayıs ayında Fatih’te kızımın
okuluna uğramıştım, şok oldum. Çocuklar
bahçede oynarken kızım kenarda öylece duruyordu. ‘Neden oynamıyorsun?’ dedim; ‘Sen
Suriyelisin, git diyorlar’ cevabını verdi. Bu muamele psikolojilerine darbe
vuruyor. Kızım derslerinde çok başarılı; ama evde bile içine çekilmiş halde;
oyun oynamıyor, gülmüyor. Çocuğumu
ilkokula kayda götürdüğümde öğretmen hiç ilgi göstermedi; yüzüme bile bakmadan ‘Şunları
şunları yap’ deyip geçti. Bu öğretmen okulda Türk ve Suriyeli çocuklar
arasındaki problemleri çözmeye, kaynaştırmaya çaba gösterir mi? Çocuk Şam gibi
bir başkentin merkezinden gelmiş; burada
okulda kimse onunla arkadaşlık etmiyor, oynamıyor. Üstelik SÜREKLİ DEFOLUN
DENİYOR. İNSAN HİÇ EVİNİ, YURDUNU KEYFİ OLARAK BIRAKIP DİLİNİ BİLMEDİĞİ BİR
YERE GELİP İSTENMEDİĞİ BİR YERDE KALIR MI? BU ÖYLE BASİT BİR TRAVMA DEĞİL.”
Velinin bu sözleri konuyu gayet iyi özetliyor.
Suriyeli çocuklar eski okullarında
kendilerini anlayan akranları ve öğretmenleriyle okuyorlardı. Şimdi ise bir
kısmı, kendilerini anlama niyeti ve isteği olmayan; bir tehdit ve hatta
aşağılık bir varlık gibi algılandıkları bir ortamda, akran zorbalığına maruz
kalarak okuyorlar. Kısaca ÇOCUKLAR TÜRK OKULLARINDA DAHA İYİ BİR EĞİTİM
İMKANINA KAVUŞTU; ANCAK HIZLI GEÇİŞ SÜRECİNDEN PSİKOLOJİK VE KÜLTÜREL OLARAK
OLUMSUZ ETKİLENDİLER.
Bir de çocuklar, Türk akranlarındaki tüketim
kültürünü görüp kendi ailelerinden maddi anlamda daha fazla talepkar olmaya
başladılar. Bu sadece basit bir imrenme meselesi de değil; Suriyeli çocukların
mahrumiyeti ve maddi imkansızlıkları, Türk akranlarının onları aşağılama ve
alaya alma malzemesi maalesef. Ailelerin gücü ise bu talepleri karşılamaya yetmiyor;
bu da aile içi gerginliklere yol açıyor. Temmuz ayındaki tweet zincirlerimde bu
konuya değinmiştim.
Eğitimimizin kalitesi de ayrı bir
mesele. Bu konuda Suriyeli bir babanın dilinden aktarım yapacağım: “Oğlum
lisede; kitap kapağı açmadan başarılı oluyor. Bu nasıl bir iş? Suriye’de
olsaydı bu çalışma düzeyiyle asla ve kata başarılı olamazdı. Suriye’de
eğitim gerçekten iyiydi. Notları iyi olmayanlar asla sınıf geçemezdi. Burada
herkes başarılı, karneler iyi. Aklım almıyor. Oğlum bana ‘Mühendis olacağım’ diyor;
ben de ‘İnşallah başarırsın’ diyorum. Ama nasıl olacak? Şişirme notlar yüzünden
kendini başarılı zanneden bir öğrenci nasıl bir gelecek vaat edebilir ki?
Açıkça söylüyorum çocuklarımızın eğitim seviyesi burada geriledi. Üstelik bir
de arkadaşlarından kötü alışkanlıklar edinmeye başladılar. Müdür çağırdı, ‘Oğluna
dikkat et, okulda arkadaşlarıyla iskambil oynuyor’ diye. Beni haberdar etmesi
önemli, sağ olsun; ama bunu idarenin ve öğretmenlerin engellemesi gerekmez mi?
Zaman zaman düşünüyorum, acaba çocuklarımı okula vermeyip işte çalıştırsam daha
mı iyi olurdu diye. En azından kötü alışkanlıklar kazanma ihtimali olmazdı.”
Geçen sene çalıştığı iş yeri kapandığı
için işsiz kalan ve üç aydır kirayı ödeyemediğinden evden atılma tehlikesi
yaşayan Fatih’te bir aile vardı. Şam’ın köklü ailelerindendi. Beni haberdar
eden kişi ‘Karınlarını zar zor doyuruyorlar’ demişti. Ziyaret ettim. Dördüncü
sınıfa giden tek bir tane çocukları vardı. Sohbet sırasında oğlunun okul
durumunu sormuştum. Dedi ki “Bir gün okuldan eve saçları bembeyaz ağarmış halde
geldi; ne olduğunu soruyoruz, anlatmıyor. Zorlayınca öğrendik ki Mavi Balina oynayan
arkadaşları okulun en üst katına götürüp aşağı atmaya kalkışmışlar. O sırada
öğretmen gelip kurtarmış.” Ailenin tek çocuğunun eğitim için gönderildiği
okulda başına gelenler...
Öte yandan bu yılın LGS birincisi, şu
an Kilis’te yaşayan 15 yaşındaki Suriyeli Muhammed Halil. Tek kelime Türkçe
bilmeden başladığı eğitim yolculuğunda büyük bir başarı kazanarak arkadaşlarına
örnek ve umut oldu. Eğitim konusuna burada nokta koymak ve önemli başka bazı
konulara değinmek istiyorum.
Son olarak, gazeteci Sümeyye Ertekin
benim de tweetlerimde bahsettiğim çok önemli bir konuyu, Suriyeli çocukların
okullarda öğrencilerden ve öğretmenlerden gördükleri zorbalığı Fikir Turu için yazmış. “Türkiye’nin Suriyeli çocukları: Mafya üyesi ya da doktor olmaları bizim elimizde” başlıklı yazıyı okumanızı tavsiye ederim.
Suriyelilerin ölümleri
Suriye’deki sosyokültürel hayatla
ilgili bilgi edinmek üzere 2015 yılında Üsküdar’da yaşayan yaşlı bir anne ile
kızını ziyaret ettim. Anne Lübnan asıllıydı. Marangoz eşi yıllar evvel vefat
etmiş. Toplam kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyorum; bir kızı yanındaydı, iki oğlu
Fransa’daymış. Oğulları Suriye’den kadın kılığında ve sahte kimlikle kaçmış.
Yanındaki kızı, ABD’de yaşayan bir Suriyeli ile evliymiş; ama vize
çıkmadığından İstanbul’da annesiyle kalakalmış. Türklere Arapça özel ders
vererek geçiniyordu. Kızı dedi ki “SURİYELİLERİ HİÇBİR ŞEY BİLMEYEN, CAHİL, ÇÖL
BEDEVİSİ SANIYORSUNUZ. OYSA ŞAM BİR MEDENİYET MERKEZİDİR; DAHASI SİZİN
MEDENİYETİNİZLE NE KADAR YAKIN OLDUĞUMUZUN FARKINDA BİLE DEĞİLSİNİZ.”
Şam merkezde yaşayan bu ailenin, “cennetten
bir köşe” dediği Şam’ın kırsalındaki el-Muzamiye’de marangoz eşin kendi
elleriyle yaptığı ahşap oyma mobilyalarla döşeli muhteşem bir yazlık evi
varmış. Anne üzüntü içinde “Şam kırsalı ve Lübnan sınırına yakın birçok bölge
gibi orası da Şiileştirildi; yazlığımızda artık Şii işgalciler yaşıyor” dedi.
Anne hastaydı. Sonradan öğrendim ki Şam’da
medfun eşinin yanına gömülmek istediği için hastalığı ağırlaştığında zar zor
uçağa bindirilip aktarmalarla memleketine götürülmüş. Kısa bir süre sonra da orada
vefat etmiş. Ardından kızına vize çıkmış ve yıllar sonra ABD’deki eşinin yanına
gidebilmiş. Şimdiye kadar hep Suriyelilerin hayatlarını yazdım; oysa ölümleri
de ele alınması gereken başlı başına bir konu.
Yıllar evvel bir arkadaşım mahallesine
Suriyelilerin taşındığını duyunca ihtiyaçları olup olmadığını sormak için
ziyaret etmiş. Anne-baba trafik ışıklarında mendil ve su satarak geçim sağlıyormuş.
Bodrum kattaki minicik -ve arkadaşımın deyimiyle hayvan bağlasan durmayacak-
evlerinin kirası çok yüksekmiş. Konuyla bağlantılı asıl nokta şu: Arkadaşım
kapı açıldığında yerde yatan yaşlı bir ölüyle karşılaşmış; aile perişan ne
yapacaklarını, nereye gömeceklerini bilmiyor. Henüz o dönem İstanbul’da
Suriyeli sayısı azdı; yardım alacakları kimse de yoktu. Allah adeta arkadaşımı onların
çaresizliklerini çözmesi için yollamış.
GÖÇ HAREKETLERİNDE SADECE HAYATA
TUTUNMANIN ZORLUĞU DEĞİL, BİR DE ÖLÜLERİN NEREYE GÖMÜLECEĞİ MESELESİ VARDIR. Filistinli
şair Mourid Barghouti’nin Şairin Filistini kitabından bir alıntı daha
yapacağım. Filistinlileri anlattığı şu satırlar adeta Suriyeliler için de
yazılmış:
“Ölülerimiz dağılmış dört bir bucağa.
Bazen ölülerimizin cenazeleriyle nereye gideceğimizi bilemedik; bizi diri
olarak kapılarında görmek istemeyen dünya başkentleri ölü olarak da
istemediler. Ve şayet gurbet yüzünden ölenler, kurşunla vurularak ölenler,
özlemden ölenler ve sadece ecelle ölenler hep şehitse ve şayet şiirler doğruyu
söylüyorsa, her şehit bir gülse, dünyayı bir gül bahçesine çevirdiğimizi iddia
edebiliriz.” (Barghouti,
s.158-159)
SURİYELİ SİVİLLER İÇİN HER YER VE HER
ŞEY ADETA BİR ÖLÜM MAKİNESİNE DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA: Sadece savaşta rejim ordusunun,
Rusların ve Amerikalıların yağdırdığı bombalarla; yolda yürürken keskin nişancı
ateşleriyle; suikastlarla; IŞİD ve PYD’nin koyduğu kuralları ihlal ettikleri
için vs. öldürülmediler. Aynı zamanda hapishanelerde maddi ve manevi işkencelerden,
abluka altına alınan şehirlere temel gıda maddelerinin sokulmaması yüzünden
açlıktan, kaldıkları berbat vaziyetteki çadır kamplarda yazın sıcaktan veya
çıkan yangınlardan yanarak ve kışın soğuktan donarak, hastanelere
erişememekten, tedavisi normal şartlarda kolay olan salgın hastalıklardan, umut
yolculuklarında teknelerin batmasıyla boğularak veya insan kaçakçılarının
doldurduğu TIR’ların gizli bölmelerinde havasızlıktan boğulup çürüyerek, Batı’da
ırkçı ve İslam düşmanı aşırı sağcıların silahlı saldırılarıyla, rejimin veya
IŞİD’in yolladığı suikastçılarla da can verdiler.
Bunlar bir çırpıda ilk aklıma gelenler.
EGE VE AKDENİZ SULARI ADETA MÜLTECİ MEZARLIĞI. Kimliği teşhis edilemeyip
kimsesizler mezarlığına gömülü kim bilir kaç Suriyeli var. MEZARLIKLAR
ÖNEMLİDİR; ZİRA HEM BİR MİLLETİN, BİR MEDENİYETİN O TOPRAKLARDAKİ VARLIĞININ TAPUSUDUR,
HEM DE BİREYSEL OLARAK YAS TUTMA SÜRECİNDE ÖLÜYÜ GÖMEBİLMEK ÖNEMLİ BİR
AŞAMADIR.
2015’te yüksek lisans için başvuran 400
Suriyelinin belgelerini inceleyip mülakata girecekleri belirleme görevi
verilmişti. Şam’dan başvuran bir gencin şu satırlarını hiç unutamam: “BUGÜNLERDE
ŞAM’DA YAYGIN BİR SÖZ VAR; EĞER BEDENİN TEK PARÇA ÖLÜYORSAN ŞANSLILARDANSINDIR.”
2016 Şubat’ında Spiegel
International’ın yayınladığı “Batı’nın Hatalarının Savaşı: Halep’le Birlikte Suriye İçin Ümitler Kesiliyor” başlıklı makaleyi tercüme etmiştim. Makaleden konuyla ilgili çarpıcı
paragrafları paylaşacağım:
“Halep hastanelerinden birinde çalışan
genç Doktor Hamza, ‘Son iki haftadır öncekilerin tamamından daha da feci bir
kabus içinde yaşıyoruz’ diyor. Başlangıçta, 2011’de, göz yaşartıcı bomba veya
polis copundan kaynaklanan basit yaraları tedavi ediyorlarmış. 2012’de rejimin
varil bombalarıyla birlikte yaralar daha da ciddileşmiş. Ama şimdi Rus hava
saldırılarıyla birlikte doktorlar tam bir acil durum halinde. Her 2-3 saatte bir
savaş uçakları apartmanlar, okullar, klinikler de dahil yıkılmamış her ne varsa
hedef alarak şehri bombalıyor. Yasaklı misket bombalarını da sık sık
kullanıyorlar.
Eskiden günde 10 ciddi yaralı gelirken
şimdi bu sayının 50’ye kadar yükseldiğini söyleyen Hamza ekliyor: ‘Zamanımızın
çoğu, ailelere gömmeleri için vermek üzere ceset parçalarını seçip ayıklamakla
geçiyor. ‘Rus füzeleri 35 metrelik alanda bulunan herkesi paramparça ediyor’
diyor”
Ve yazı şöyle bitiyordu: “7 Şubat
pazartesi günü Halep’in sivillerin yaşadığı Sakhur bölgesindeki caddeye birçok
bomba düştüğünü hatırlıyor Zuhair. ‘Korkunçtu. Cesetlerin parçaları her yere
yayılmıştı; burada bir el, orada bir baş, bir ayak, bir gövde… Ve insanlar
durmaksızın yürüyordu, neredeyse hiç kimse şok olmuş görünmüyordu ve hiç kimse
durmuyordu’ diyor ve soruyor: ‘Canavarlara mı dönüştük? Yoksa bizi kuşatan
cinnet halinin ortasında normal kalabilme yolumuz ancak bu mu?’”
Yapılan işkence, taciz ve tecavüzlerle
Arap radikalizminin ve terörün yuvası haline gelen rejim hapishanelerinden de
bahsetmek gerekirdi. Ama yazdıklarımla yüreğinizi fazlaca kaldırdığımın
farkındayım. O yüzden Suriyelilerin bu konuda anlattıklarını paylaşmayacağım.
Sadece Suriye hapishanelerindeki kadın mahkumlarla ilgili bir belgeselden
unutamadığım bir sözü aktaracağım. Birkaç aylık bebeğiyle birlikte hapse giren
bir Suriyeli annenin yıllar sonra tahliye olduğunda ilk kez dış dünyayı gören
ve şaşakalan çocuğu şunu soruyor: “Bana hep anlattığın o cennet burası mı anne?
Geldik mi sonunda cennete?” Yani Suriyelilerin yaşayamaz hale gelip kitlesel
olarak kaçtığı o Suriye cehennemi, hapishanede korkunç bir hayattan başka bir
şey bilmeyen çocuk için bir kurtuluş, bir cennet… Varın siz düşünün ötesini.
Suriye konusunda takip edilmesi gereken
önemli bir web sitesi olan Suriye Gündemi tarafından tercüme edilerek 23
Mayıs 2016’da yayınlanan “Bir Savaş Taktiği Olarak İşkence” yazısını okumanızı
tavsiye ederim.
Küresel Vicdanın Dilinden Özgürlük
Filosu kitabım için Aralık
2010’da görüştüğüm, -ilk röportaj yaptığım Suriyeli olan- Mavi Marmara yolcusu
Şaza Barakat’tan bahsetmeden geçmek olmaz. Şam Üniversitesi Arap Dili ve
Edebiyatı mezunu olup ülkesinde Arapça öğreten bir akademinin müdürüydü. İç
savaş başlayınca Türkiye’ye sığındı ve Suriyeli çocukların eğitimi için Esenler’de
1000 küsur öğrenci kapasiteli Şamuna Okulunu kurdu. Bir oğlu savaşta şehit
oldu. Aktivist olan kız kardeşi Orouba ve 22 yaşındaki siyaset bilimi mezunu
kızı Hulla 2017’de bir akrabası tarafından Üsküdar’da öldürüldü. Yine Kuzey
Carolina Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde okuyan 23 yaşındaki yeğeni
Deah Shaddy Barakat ve eşi ile eşinin kız kardeşi 2015’te ABD’de ırkçı-İslam
düşmanı komşusu tarafından evlerinin önünde katledildi. Bunlar sadece benim
bildiklerim. Devamı da olabilir.
Gördüğünüz üzere tamamı eğitimli bir
aile… Farklı yerlerde, farklı saiklerle bir bir ortadan kaldırıldı. Bu tek bir
vaka da değil. Aslına bakarsanız Ortadoğu’da rejimlere karşı ayaklananlar,
eğitimli orta sınıflardı, en alt veya en üst sınıflar değil. Onlarca yıldır
hapishanelerdeki siyasi mahkumların çoğu da okumuş yazmış, entelektüel kesimdi.
Yani bir devleti ileriye taşıyacak asli grup... ŞEYH EDEBALİ’NİN KENDİME HAYAT
FELSEFESİ EDİNDİĞİM “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN” SÖZÜ, ARAP DİKTATÖRLER
ELİYLE ADETA “İNSANI ÖLDÜR Kİ REJİM YAŞASIN”A DÖNÜŞTÜ.
Onlarca yıldır Arap dünyasını yöneten
diktatörlükleri daha yakından tanımak isterseniz, Tunuslu mütefekkir ve eski
cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî’nin el-Cezire’deki makalelerini derleyip Türkçeye
tercüme ederek yayına hazırladığım Diktatörlük ile Devrim Arasında ARAP DÜNYASININ KRİZLERİ başlıklı kitabımı okumanızı hararetle tavsiye ederim.
2015’te görüştüğüm, İstanbul’da okuyan Banyaslı
bir tıp fakültesi öğrencisinin şu sözleriyle nokta koymak istiyorum: “Eskiden
hayallerim ve hedeflerim vardı, artık hiç yok. SURİYE’NİN NEREYE GİDECEĞİNİ
KİMSE BİLMİYOR. İNSANLARIN HİÇ ÜMİDİ KALMADI; DİNDEN DE DEVLETTEN DE
UZAKLAŞIYORLAR.”
Bir aydır yazdığım 550 küsur tweetimin
sonuna gelirken SOSYAL BİLİMLERDE OKUYAN GENÇLERE BİRKAÇ TAVSİYEM VAR:
· Sadece masa başında değil, sahada da
çalışın.
· Fikir sahibi olmadan evvel bilgi sahibi
olun.
· Yargılamadan evvel anlamaya çalışın.
· İdeolojik önyargılarla dünyaya
bakmayın.
· Merkezinize insanı alın.
· Dillerinizi üniversiteden mezun olmadan evvel
mutlaka tamamlayın. Hangi bölgeyi/ülkeyi çalışıyorsanız dilini bilin.
· Hem akıl hem vicdan sahibi olun.
· Bol bol okuyun.
· Kendinizi, toplumunuz ve ülkenizi
merkeze alarak dünyaya bakmayın; her ülkeyi kendi dinamikleriyle anlamaya
çalışın.
Bol bol okuyun demişken, bloguma yüklediğim “Ortadoğu ile İlgili Kitap Tavsiyeleri”
listemi inceleyebilirsiniz.
UNUTMAYIN GENÇLER, BİLGİ EN BÜYÜK
GÜÇTÜR.
Az evvel (20 Ağustos) İçişleri Bakanı
Süleyman Soylu, Habertürk kanalında bir açıklama yaptı: “TÜRK HALKININ
SUÇ ORANI YÜZDE 8, SURİYELİLERİNKİ BİNDE 4. Bu binde 4’ün büyük kısmı küçük
yaşta evliliklerle ilgili ve yine bu binde 4’ün bir kısmı Suriyelilerin kendi
içindeki meselelerle bağlantılı.”
Bu konuda bir Suriyeli dernek yetkilisi
de daha evvel şunu söylemişti: “TÜRKİYE’DE SUÇ İŞLEYENLERİMİZİN SAYISI ÇOK AZ.
HATTA SURİYE’DE SUÇ İŞLEYENLERİN NİCELERİ BURADA SUÇ İŞLEMİYOR. Biz de
şaşıyoruz. Temel problemlerden biri, karı-koca kavgalarının komşu şikayetiyle
adliyeye taşınıp kocanın hapse atılması.”
Bu verileri görünce düşünmeden edemedim: Acaba Suriyeliler
kendilerine bıçak çeken, küfreden, ortaklık kuruyoruz diye dolandıran,
sigortasız çalıştırıp maaşlarını ödemeyen, evlerini fahiş fiyata kiraya veren,
altınlarını piyasa fiyatının çok altında bozan, can yeleklerine sünger
dolduran, paralarını çalan, kadınlarına ve çocuklarına taciz ve tecavüz eden,
uydurma şayialarla gaza gelip kendilerini lince kalkışan Türkleri kolluk
kuvvetlerine şikayet edebilse ve haklarını arayabilseydi bizdeki suç oranı
yüzde 8’de kalabilir miydi, yoksa yukarılara fırlar mıydı?
Bir de fark ettiniz mi DEVLET SURİYELİLERİN KİRASINI ÖDÜYOR, MAAŞ
VERİYOR, ELEKTRİK-SU-DOĞALGAZI BEDAVAYA TEMİN EDİYOR, TOKİ’LERİ PEŞKEŞ ÇEKİYOR,
ÜNİVERSİTEYE İMTİHANSIZ ALIYOR, HASTANELERE ELLERİNİ KOLLARINI SALLAYA SALLAYA
SOKUYOR; BUNLAR HIRSIZ, HAİN, TACİZCİ, TECAVÜZCÜ GİBİ BİR YIĞIN YALAN HABERE
NASIL DA İNANIYORUZ...
MANİPÜLASYONA VE TAHRİKE NE KADAR DA AÇIK BİR MİLLETİZ…
ALDATILMAYA NE KADAR MÜSAİTİZ... HAKİKAT ARAYIŞINA, SORGULAMA VE ARAŞTIRMAYA NE
KADAR KAPALIYIZ...
YANI BAŞIMIZDAKİ SURİYELİLERLE İLGİLİ BU TEZVİRATI HEMENCECİK
YUTUYORSAK ACABA İÇ VE DIŞ PROVOKATÖRLERİN DAHA NE HİKAYELERİNE KANIYORUZDUR
HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? Ülkemde 9 yıldır SURİYELİLERLE İLGİLİ DOLANAN LAFLARIN %95’İ
YALAN VE YANLIŞ. İddia ettiğim bu oran hiç abartı da değil. Bana göre EN BÜYÜK
MİLLİ GÜVENLİK RİSKİ İŞTE TAM DA BU CEHALET HALİMİZ.
HEPİMİZ BİLEREK VEYA BİLMEYEREK YALANLARIN TAŞIYICILARIYIZ. “Kişinin
her duyduğunu söylemesi ona günah olarak yeter” hadis-i şerifine ne kadar da
tezat halde yaşıyoruz. Bir tavsiyem var: Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat Suresinin
meal ve tefsirini öğrenelim; bu sure konuyla alakalı baştan aşağı ahlaki
prensiplerle dolu.