26 Eylül 2024 Perşembe

Z.T.KOR: FİLİSTİN’DE BİR HAYAT TARZI OLARAK DİRENİŞ

 

FİLİSTİN’DE BİR HAYAT TARZI OLARAK DİRENİŞ

Zahide Tuba Kor

Platform web sitesi, 16 Eylül 2024

https://platform.ilke.org.tr/analiz/filistin-de-bir-hayat-tarzi-olarak-direnis

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Onların (Filistinlilerin) hiçbir zaman geri dönmemesi için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız… Yaşlılar ölecek ve gençler unutacak.


İsrail’in kurucu başbakanı David Ben-Gurion hatıratına böyle yazar. 14 senelik başbakanlığı boyunca Filistinli mültecilerin varlığını ve geri dönüş hakkını inkâr ettiği gibi, 1948’de ele geçirdikleri topraklarda kalan “istenmeyen misafir” olarak gördüğü Filistinlilerin hayatını da OHAL kanunları ve askerî yönetimle dar eder; asimilasyon politikasıyla da köklerinden koparmaya, Filistinlilik kimliğinin oluşmasını engellemeye çalışır. 1949-1966 arası İsrail içindeki Filistinlilere yönelik yürürlükteki bu model, 1967 işgalinden sonra Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde uygulanır. 

Gelinen noktada ne 1948 ve 1967 savaşlarıyla yersiz yurtsuzlaşıp mülteci konumuna düşenler ne de topraklarında kalıp işgalcinin fiziki, iktisadi ve psikolojik baskısı altında hayata devam edenler, geçmişlerini unutur ve unutturur. 1948 Nekbe’sini (Büyük Felaket) yaşamışlardan birçoğunun torunları, dedelerinin ve ninelerinin hafızasıyla yaşarlar. Tam da bu yüzden İsrail’in asimilasyon politikasına -bazıları yenik düşmekle, bazıları da mecburen boyun eğmekle birlikte- büyük bir kısmı türlü yollarla direnişi sürdürür.

Filistin direnişi denince akla ilk olarak silahlı direniş gelse de aslında direniş çok boyutludur. İsrail işgal yönetiminin içeride her türlü silahlı direniş imkân ve kabiliyetini şiddetle bastırdığı, hayatları dayanılmaz kılıp terke zorladığı bir ortamda Filistinlilerin başlarına ne gelirse gelsin sabrederek ve sineye çekerek gündelik hayatlarını metanetle sürdürme çabası bile başlı başına bir direniştir. Hatta buna “sumud” denir. Geçmişten beri Filistin’de pasif direniş, silahlı direnişten çok daha yaygın olup kadınlar bunun öncüsüdür.

Filistinli Kalmak

Filistinlilerin direnişi daha dünyaya gelmeden anne karnında başlar; İsrail’in uyguladığı maddi-manevi baskıları çok erken tadarlar. Buna karşı aktif veya pasif direniş ruhunun yeni nesillere aşılanmasında en kritik rolü anneler oynar. Filistin’in kadınları güçlüdür, cesurdur, fedakardır. Hayatlarının hemen her alanı direnişin bir parçasıdır: Çok çocuk sahibi olmak (yani Filistin’in Yahudileştirilmesine karşı demografik bir savaş yürütmek) ve çocuğunu elden geldiğince iyi eğitmek; fakirleştirme politikalarıyla boğuşmak; işgalcinin fiziki ve psikolojik şiddetine ve aşağılamalarına direnmek; hareket kısıtlamalarıyla mücadele etmek; İsrail’in yok saydığı Filistin kimliğini korumak ve toprakla güçlü bir aidiyet bağı kurmak, Filistin kültürünü sürdürüp yeni nesillere aşılamak; direniş ruhunu ve hafızasını canlı tutup çocuklarına aktarmak; işgalcinin sürekli korku salmasına karşı çocuklarına korkmamayı, cesareti, aciz görünmemeyi, üzüntüye teslim olmamayı öğretmek...

Bilhassa Gazzeliler ölümle iç içe yaşarlar; dolayısıyla çocuklar ölümden korkmama bilinciyle yetiştirilirler. Dünyadan tecrit edilmiş halde kaderlerine terk edilmiş olsalar bile annelerinden sürekli “Allah bize yeter” minvalinde sözleri duyarak büyürler. Hemen her ailede bir şehit, sakat, tutuklu veya kayıp varken ve gündelik hayattaki baskı ve şiddet işgali her an hatırlatırken, direniş ruhunun ve hafızanın taze kalmasını sağlayan ana aktör de aslında İsrail’in bizzat kendisidir. 

İşgal altında yaşanan zorluklar ve şiddet, Filistinlileri daha güçlü kılar ve vatan toprağına bağlar. Ama Filistinlilerin en büyük güç ve direniş kaynağı Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın varlığıdır. Ne yaşarlarsa yaşasınlar sabredip “Son nefesimize kadar kutsal toprakların murabıtları, koruyucuları olacağız.” zihniyetiyle hareket ederler. Bunu kaderlerine yazılmış bir vecibe addederler. Ebeveynler “Çocuklarım Mescid-i Aksa uğruna feda olsun” derler. Müslüman-Hristiyan, dindar-laik, hatta ateist bütün Filistinlileri birleştiren ortak sembol Kudüs’tür. Doğu Kudüs’te yaşamak çok zordur ve bu, büyük bedeller ödemeyi gerektirir. 

Kadın ve erkek Filistinliler eğitimlerine ayrıca ihtimam gösterir. Filistin’de yaşayan gençlerin sahip oldukları eğitime uyumlu iyi iş bulma imkanları son derece kısıtlıdır. Buna mukabil eğitimi, direnişin en önemli aracı, İsrail’e karşı en büyük silahları olarak görürler. Aynı zamanda vatanını yitiren Filistinli mülteciler de sığındıkları ülkelerde insanca muamele görebilmek için iyi eğitimli olmayı istemektedir. Tam da bu yüzden İsrail sokağa çıkma yasakları veya türlü yollarla eğitim hayatını engellediğinde Filistinliler evlerini okula çevirip eğitimi yine de sürdürürler. Tıpkı 7 Ekim’den sonra Gazze’de çadırların birer okula dönüştürülmesi gibi. 

Direnişin Kalesi: Gazze

Gazze diğer Filistin bölgelerinden biraz daha farklıdır. Abluka altında tüketim toplumunun nimetlerinden uzak yaşayan Gazze’de -1978’den itibaren Şeyh Ahmed Yasin ve arkadaşlarının faaliyetleri neticesinde- dindarlık derecesi oldukça yüksektir. Gazzeliler Kur’an-ı Kerim’le ve hadislerle bağlantılı bir hayat sürmeye, siyer ve peygamberler tarihinden beslenmeye çalışırlar. Hafızlık yaygındır. Aileler çocuklarını normal eğitim kadar hafızlığa da teşvik eder.

Tarihten beri Akdeniz sahilinde kritik bir noktadaki Gazzeliler dirençli ve direnişçidir. İsrail’e karşı her dönemde direnişin ilk patladığı ve şiddetle bastırıldığı, büyük bedellerin ödendiği bir bölgedir. Gazze’yi genelde yaşadığı acılarla tanısak da Gazzeliler -tıpkı diğer bölgelerdeki Filistinliler gibi- üzüntüye teslim olmayıp mutluluk vesilesi ararlar. Savaşa ve ablukaya rağmen bayramları bayram gibi kutlarlar, neslin devamlılığına çok önem verirler, büyük ve neşeli düğünler yaparlar, özel günlerini kutlarlar, fakir bile olsalar komşudan borç alıp misafirlerini en iyi şekilde ağırlarlar, ağlayıp sızlamak yerine sıkıntılarını bile nükteyle anlatırlar… Abluka altında nefes aldıkları tek yer Akdeniz olup doyasıya yüzerler, sahilde eğlenme amaçlı türlü etkinlikler düzenlerler. Bütün bunlar direnmenin farklı bir yoludur. Çünkü insanoğlu sürekli stres, kaygı ve acı hissederek yaşayamaz; yoksa akıl ve ruh sağlığını yitirir. Tam da bu yüzden direnişin gerektiği anlarda var güçleriyle mücadele yürütürler, çatışmalar bittiği anda sanki hiçbir şey olmamışçasına normal hayata geçerler, hatta oynamaya ve eğlenmeye başlarlar. Bu şekilde hem acıya boyun eğmeyip toparlanmaya hem de ağlaşıp aciz görünerek işgalciyi sevindirmemeye çalışırlar. 

İsrail Gazze’yi haritadan silme planları yapsa da Gazzelilerin hayatta kalma azmi tükenmez. Her zorluğun kolaylığını, her yokluğun alternatifini bulmaya çalışırlar. İsrail bir yolu kapattığında Gazzeliler başka bir yerden yolu yine açarlar. Daha 2014’te Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası raporlarında Gazze’nin 2020’de yaşanamayacak bir bölgeye dönüşeceğine dair ikazlar yapılsa da ve Aksa Tufanı’ndan yıllar evvel bu noktaya varılsa da üretkenlikleri sayesinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Hala öyle. Üretkenliğin ve icatçılığın en çarpıcı örneği, İsrail’in on aydır yok etmekten aciz kaldığı hem sivil hem askeri amaçlı kullanılan yeraltı tünelleri ağıdır. 

Hayatları zor olsa da güzelleştirmek için ellerinden geleni yaparlar. “Kim bir iş yaparsa en iyisini yapsın” hadis-i şerifi Gazzelilerin hayat felsefesidir. Şehit olmak istedikleri kadar hayatı da sever ve önem verirler; hayatları da ölümleri de güzel ve manalı olsun isterler. Belki de bu arzularının bir neticesi, on aydır Gazze’de on binler Kudüs ve Mescid-i Aksa uğruna feci şekilde canlarından olurken, dünyanın dört bir yanında ölü toprağı serpilmiş insanları İslam’la buluşturarak onlara can katıyorlar. 

Zulme Boyun Eğmeyen Umutlar

İsrail’in Filistinlilere uyguladığı her politikanın bir de psikolojik çökertme boyutu vardır. Adeta Filistin topraklarını bir laboratuvar, Filistinlileri de birer kobay olarak kullanır; sadece yeni geliştirdiği teknolojileri ve silahları denemek değil, aynı zamanda hangi baskı ve zulme ne kadar dayanabileceklerini test etmek için. Tam da bu yüzden her uygulaması keyfidir, öngörülemezdir. Filistinliler, başlarına ne zaman ne gelecek bilemedikleri için uzun vadeli plan yapmaları pek mümkün değildir; o ân neyi gerektiriyorsa onu yaparak, adeta ânın tadını çıkararak yaşarlar. Hayatı ertelemezler; savaş esnasında bile evlenirler, çocuk sahibi olurlar, tezlerini yazar eğitim hayatını sürdürüler. Bunların hepsi birer pasif direniştir.

Gazzeliler, dünyanın başka bölgelerinde normal insanların kaldıramayacağı kadar büyük travmatik olaylara maruz kalsalar da travma ve depresyona dirençlidirler. Allah’a olan imanları ve tevekkülleri sayesinde ayakta dururlar. Gazzelilerin savaş biter bitmez ertesi gün “normal”e dönebilmeleri, sanki hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etme ve yaralarını sarma çabaları İsraillilerin baş edemediği özelliklerindendir. 

Direnişin en çarpıcı boyutu, İsrail tarafından birkaç defa müebbet veya on yıllar boyu hapis cezasına çarptırılan genç Filistinli mahkumların birçoğunun ümidini yitirmek yerine hapishanede çeşit çeşit yabancı diller öğrenmeleri, uzaktan liseyi ve üniversiteyi bitirmeleri, hatta bazılarının yüksek lisans ve doktora yapmalarıdır. En çarpıcı örnek, Hamas’ın yeni lideri Yahya Sinvar’dır. Dört defa müebbet hapis cezasına çarptırıldığı halde hem hapishanede ileri seviyede İbranice öğrenip lisans ve lisansüstü eğitimlerini tamamlamış hem yakalandığı beyin kanserine yenik düşmemiş hem de İsrail toplumunun ve askeri-güvenlik bürokrasisinin zihin yapısını ve iş tutuş biçimini çok iyi çözmüştür. Sinvar ve diğer birçok mahkûm, normalde hapisten kurtulma imkân ve ihtimalleri olmadığı halde Allah’a olan tam tevekkülleri ve güvenleri sayesinde hapishaneyi eğitim yuvasına çevirmiş ve anın acılarına teslim olmayıp geleceğe odaklanmış, on yıllar sonra rehine takası sayesinde serbest kaldıklarında hayata atılacak bilgi donanımına sahip olmuşlardır.

İsrail’in 70 küsur yıldır silahlı gruplar dışında kimlere suikast düzenlediğinin izi sürüldüğünde Filistin direnişinin çok boyutluluğu daha iyi anlaşılır. Mesela geçmişte Filistinli romancı ve gazeteci Gassan Kenefani ve Hanzala karakterinin çizeri karikatürist Naci el-Ali, son yıllarda önemli Filistinli mühendisler; 7 Ekim’den sonra yüzlerce kameraman, gazeteci, doktor, sağlık görevlisi, ambulans şoförü, arama-kurtarma görevlisi, akademisyen, öğretmen, âlim, sanatçı, mühendis, insani yardım görevlisi… Katledilen on binlerce kadın ve çocuk… Bunların hepsi direnişin farklı yollarla birer parçasıdır.

Sonuç olarak Filistin’de yaşamayı sürdürmek bile başlı başına direniştir. 

 


7 Eylül 2024 Cumartesi

Z.T.KOR: SAVAŞ VE İŞGAL KARŞISINDA TAHAMMÜL: FİLİSTİN

 

SAVAŞ VE İŞGAL KARŞISINDA TAHAMMÜL: FİLİSTİN

Zahide Tuba Kor


Bu makale, Anadolu Federasyonu’nun 29 Ağustos 2024 tarihinde düzenlediği 18. Anadolu Buluşmaları programında yaptığım konuşmanın ayrıntılı bir şekilde yazıya dökülmüş halidir. Dört gün süren programda yapılan konuşmaların makaleleri ileride kitap olarak yayınlanacaktır. Bu makale de sempozyum kitabı içinde yer alacaktır. Konuşmam aşağıdaki linkte olup videonun 2. saatinde başlamaktadır. https://www.youtube.com/live/V86_bEls1dk

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Gerek 7 Ekim Aksa Tufanı gerekse akabinde İsrail’in açtığı soykırım savaşı bütün ezberleri bozarken Filistinli çocukların bile İsrail saldırıları karşısında dik duruşu ve özgüveni, takdir-i ilahiye teslimiyeti ve adanmışlığı, direniş azmi ve ölümle kurdukları ilişki biçimi herkesi şaşkına çevirdi. Vicdan sahibi gayrimüslimleri İslam’ı araştırmaya ve materyalist hayat tarzlarını sorgulamaya sevk ederken birçok Müslüman’a da kendi imanının derecesini ve hayat tarzını sorgulattı. Peki, bir yandan günde onlarca veya yüzlerce can alan bombardımanlara ve sevdiklerini kaybetmeye diğer yandan evsizlik, açlık, susuzluk, elektriksizlik, yakıtsızlık, ilaçsızlık, salgın hastalıklar, toplu gözaltılar, gözaltında işkence ve taciz-tecavüzlere öte yandan gökyüzünde 24 saat yüksek sesle uçan, zaman zaman sürekli bebek ağlamaları veya köpek havlamaları sesleri çıkaran keşif uçaklarına nasıl tahammül edebiliyorlar? Daha eskiye gidersek, Filistinlilerin 1948’den bu yana işgal altında yaşadıkları türlü türlü fiziki, ekonomik ve psikolojik çökertme operasyonlarına karşı dayanıklılığını sağlayan temel unsurlar neler? Yirmi yıldır Filistin ve savaş çalışan biri olarak sahadan öğrendiğim bilgileri[1] sizinle paylaşacağım.

1.     1948 ve 1967’de yersiz yurtsuzlaşmanın acı tecrübelerini hatırda tutmak

7 Ekim’den sonra ya tehcir ya da soykırım ikileminde bırakılan Gazzelilerin -tamamı olmasa da- ekseriyetinin “Toprağımızı asla terk etmeyiz, öleceksek vatanımızda ölelim” diyebilmelerinin en önemli sebebi, dedelerinin ve ninelerinin 1948 ve 1967 tecrübelerinin kendilerine aktarılması ve hafızanın canlı tutulması diyebiliriz. Bu, Rumlar eliyle yaşadıkları acıları bilinçli bir şekilde çocuklarına aktarmama kararı alan Kıbrıs Türklerinin hikayesinin[2] tam aksi... 1947-1948’de önce altı aylık iç çatışma ve katliamlar, ardından Arap ordularının müdahalesiyle başlayan ilk Arap-İsrail savaşında 1,4 milyon Filistinliden 800 bin kadarı yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı. Çoğu evinden ayrılırken birkaç hafta veya birkaç ay sonra çatışmaların durulmasıyla geri döneceğini zannetmişti; ancak bugün onların torunlarının çocukları bile mülteci konumunda yaşıyor. 1948’de Gazze toprakları iyice küçülüp Akdeniz boyunca dar bir şeride dönüşürken, nüfusu ise göçlerle üç kattan fazla arttı; öyle ki bugün Gazze’nin %70’e yakını 1948 mültecileri.[3] Maddi imkân bulan mülteciler zaman içinde kamp dışına taşınsa da, 7 Ekim öncesinde bunların 600 binden fazlası hala 8 mülteci kampında çok kalabalık ve birçoğu sağlıksız ortamlarda yaşamaktaydı. 1967 Savaşı’yla bütün Filistin toprakları İsrail işgaline girerken 300 bin Filistinli daha Ürdün’e göçe zorlandı; Gazze’nin %10’u, Batı Şeria’nın %20’si yeniden mülteci konumuna düştü. Mültecilerin ekseriyeti her şeylerini yitirip on yıllar boyunca elektriksiz-susuz sefil bir hayata mahkûm kaldı. Toprağını terk etmeyip İsrail içinde kalan ve vatandaşlık alan Filistinliler de askeri yönetim altında farklı türde bin bir sıkıntıyla boğuştular.[4]

Yersiz yurtsuzlaşmayı yaşadıklarından vatanın ve toprağın kıymetini dünyada en fazla bilen halkların başında Filistinliler gelir. Çünkü vatanını yitirmek, hem onurunu hem de geleceğini yitirmek demektir. Mülteci konumuna düşen Filistinliler[5] gittikleri ülkelerde başta hoş karşılansa da kalıcı oldukları anlaşıldıktan sonra Lübnan’da veya İsrail’e karşı direnişe geçtikten sonra sığındıkları ülkelerde tehdit sayıldılar; çatışma dönemlerinde katliamlarla ve/ya sürgünlerle karşılaştılar (Ürdün’de 1970 Kara Eylül olayları, 1975-1990 Lübnan İç Savaşı, 1982-2000 İsrail’in Lübnan’ı işgali, 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgali, 2011’de sonra Suriye Savaşı gibi). Geçmişin hafızasıyla yaşayan Gazzeliler için bu acı tecrübeler oldukça öğreticiydi.[6]

2.     Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın varlığı

İkinci büyük direniş ve tahammül kaynağı, Mescid-i Aksa’nın ve Kudüs’ün varlığı ve İslam’ın kutsallarını koruma kaygısı. Ne yaşarlarsa yaşasınlar sabredip “Son nefesimize kadar kutsal toprakların murabıtları, koruyucuları olacağız” zihniyetiyle hareket edenler çoktur. Bunu kaderlerine yazılmış bir vecibe addederler. Ebeveynlerin birçoğu “Çocuklarım Mescid-i Aksa uğruna feda olsun” der. Müslüman’ı-Hristiyan’ı, dindarı-laiki, hatta ateisti bütün Filistinlileri birleştiren ortak sembol Kudüs’tür, hatta birçokları için kimliğin kurucu unsurudur. Bu arada Doğu Kudüs’te, hele de Eski Şehir ve çevresinde yaşamak çok zor olup gündelik hayatın her alanında mücadele etmeyi ve büyük bedeller ödemeyi gerektirir.[7]

Gazzelilerin 1994’ten beri Kudüs’e gitmeleri yasak. Buna rağmen -tıpkı 2021’de olduğu gibi- Mescid-i Aksa tehlikeye girdiği anda, yıkıcı bir saldırıya maruz kalıp büyük bedel ödeyecekleri kesin olduğu halde İsrail’e roket atarak kutsalları savunma çabasına girdiler. 7 Ekim operasyonunun isminin “Aksa Tufanı” olması da bir tesadüf değil; bu operasyon 2024’te İsrail’in Mescid-i Aksa’yı Yahudileştirme ve sinagoga dönüştürme planına karşı bir ön alma girişimiydi.

İstanbul’da doktora öğrencisi bir Gazzeliyle 2021’de yaptığım röportajda şu sözleri durumun bir özeti: “Biz hiç göremediğimiz Kudüs için, hiç gidemediğimiz Filistin şehirlerinin özgürlüğü için savaşıyoruz, bunca sıkıntıya göğüs geriyoruz. Anlamlı bir hayatımız var. Zaten hayatın tadı ümmetin meselesi için yaşamaktır…”

3.     Direnişte ve tahammülün öğretilmesinde annelerin etkisi

Filistinlilerin direnişi ve işgalcinin maddi-manevi baskısına tahammülü çoğu zaman anne karnında başlar. Bebekler direnmek veya boyun eğmek zorunda kalacakları bir dünyaya doğarlar. Aktif veya pasif direniş ruhunun yeni nesillere aşılanmasında en kritik rolü anneler oynarlar. Kadınların hayatının hemen her aşaması direnişin bir parçasıdır: Çok çocuk sahibi olmak (yani Filistin’in Yahudileştirilmesine karşı demografik bir savaş yürütmek) ve çocuğunu elden geldiğince iyi eğitmek (Filistinliler Arap dünyasının en iyi eğitimli kesimidir); fakirleştirme politikalarıyla boğuşmak; işgalcinin fiziki ve psikolojik şiddetine ve aşağılamalarına direnmek; hareket kısıtlamalarıyla mücadele etmek; İsrail’in yok saydığı Filistin kimliğini korumak ve toprakla güçlü bir aidiyet bağı kurmak, (İsrail’in Yahudilere ait olduğunu iddia edip tescil altına aldırmaya çalıştığı) yemek kültüründen tutun geleneksel kıyafetlere kadar Filistin kültürünü sürdürüp yeni nesillere aşılamak (yani işgalciye karşı kültürel bir savaş yürütmek); direniş ruhunu ve hafızasını canlı tutup çocuklarına aktarmak; işgalcinin sürekli korku salmasına karşı çocuklarına korkmamayı, cesareti, aciz görünmemeyi, üzüntüye teslim olmamayı öğretmek... Ayrıca direniş örgütlerindeki babalar için şehit düştükleri veya hapse girdikleri takdirde çocuklarına bakacak eşleri ve anneleri olduğunu bilmek gözlerinin arkada kalmaması bakımından önemli.

Bu arada Filistin direnişi denince akla ilk olarak silahlı direniş gelse de aslında direniş çok boyutlu. Geçmişte İsrail işgal yönetiminin içeride her türlü silahlı direniş imkân ve kabiliyetini şiddetle bastırdığı, hayatları dayanılmaz kılıp terke zorladığı bir ortamda Filistinlilerin başlarına ne gelirse gelsin sabrederek, sineye çekerek gündelik hayatlarını metanetle sürdürme çabası bile başlı başına bir direnişti. Hatta buna “sumud” denirdi. Geçmişten beri Filistin’de pasif direniş, silahlı direnişten çok daha yaygın olup kadınlar bunun öncüsüydü.

Yeni öğrendiğim, Gazze’de savaş şartlarında yaşanan iki ayrıntıyı paylaşmak isterim. Birincisi, “O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar…” ayeti (Âl-i İmrân, 134) gereği, dışarıdan gelen yardımlar sayesinde eline biraz para geçebilen bazı anneler, çocukları sırf fakirlik ve maddi sıkıntı altında dahi sadaka verme alışkanlığı kazansınlar diye paranın cüzi bir kısmını çocuklarının eline verip en fakirlere götürmeye teşvik ediyorlar. Kendilerinin o paraya çok ihtiyacı olduğu halde… İkincisi, İsrail’in her gün yüzlerce Gazzeliyi katletmesi karşısında nüfus dengesinin bozulmaması için -hamile kadınlar hem hamilelikte hem doğumda hem de sonrasında çok büyük sıkıntılar çektikleri ve bazıları bu yüzden hayatını kaybettiği halde- demografik savaşı sürdürüyor, hamile kalmaya devam ediyorlar.

4.     Güçlü iman, hafızlık, Hz. Peygamber’in ve ashabının hayatından teselli bulma

Gazzelilerin önemli bir kısmının Kur’an-ı Kerim, hadis, siyer ve peygamberler tarihinden beslenmeleri ve hafızlığın çocuklar arasında dahi yaygınlığı, maruz kaldıkları abluka ve soykırım karşısında tahammüllerinin temel sebeplerinden. Ayrıca insanoğlunun yeryüzündeki varlık gayesinin imtihan olduğunun, dünya imtihanındaki duruşları ve eylemleriyle ahiret notunun belirlediğinin, Allah’ın bu dünyadaki en çetin imtihanları kendi seçtiği peygamberlerine ve salih kullarına yaşattığının farkında olmaları da tahammüllerini artırıyor. Nasıl ki Hz. Peygamber ve ashabı Mekke döneminde üç sene müşriklerin ablukasına uğradıysa Gazzeliler de 2006’dan bu yana abluka altındalar. Hz. Peygamber nasıl ki bir yetim ve öksüzse Gazzeli çocukların da birçoğu artık öyle. Hz. Peygamber nasıl ki bütün oğullarını küçücükken kaybedip bir bir toprağa gömdüyse Gazzeli ebeveynler de aynısını yapıyorlar. Gazzeliler de açlıktan karınlarına taş bağlıyorlar. Dolayısıyla bizim uzaktan bakıp dayanamadığımız görüntüleri Gazzeliler bizzat yaşarken Hz. Peygamber’in ve ashabının hayatından teselli buluyorlar. Tam da bu yüzden Gazze’de sahabe hayatının örneklerini ve 21. yüzyılda da İslam’ın yaşanabileceğini hayretler içinde sosyal medyadan izliyoruz. Gazzeli çocuklar Kur’an’ı ezberlerken Allah’ın kendilerini koruyacağına inanıyorlar. (Arapçada ezberlemek ile korumak/korunmak aynı kökten gelen kelimeler.) Savaş şartlarında hafızlığını tamamlayan çok sayıda çocuk var. Bu arada bizim Kur’an, hadis ve siyere baktığımızda gördüklerimiz ve anladıklarımız ile Gazzelilerinki birebir aynı değil; çünkü her kul, ister Kur’an olsun isterse başka bir metin kendi ihtiyaçları, arayışları ve ilgisine göre okuduğunu anlar, yorumlar ve dersler çıkarır. Bu noktada savaş yaşayanların hikayelerini dinlerken ve savaş yaşamış coğrafyaları gezerken Kur’an-ı Kerim’deki nice ayeti kavrayabilir hale geldiğimi söyleyebilirim. 

Bu bahiste Şeyh Ahmed Yasin ve arkadaşlarını anmadan geçmek olmaz. Nitekim Gazze, hem dindarlığı hem de dirençliliği ve direnişçiliği ile diğer Filistin bölgelerine fark atar. (Batı Şeria’da el-Halil, Cenin, Nablus halkı da direnişçidir.) Geçmişten beri neredeyse her dönem direnişin ilk çıktığı ve şiddetle bastırıldığı yer Gazze’ydi. Tam da bu yüzden önce İngilizler, ardından Mısırlılar, 1967’den sonra İsrailliler Gazzelileri kumarhaneler, gece kulüpleri vs. açarak ifsat etmeye, dininden ve kültüründen kopararak veya en azından dünyevileştirerek asimile etmeye, böylelikle direnişçiliğini törpüleyip uysallaştırmaya çalıştı. Yani 18. Anadolu Buluşmaları’nın konusunu hatırlatacak şekilde Filistin insanını bozmak için uğraştılar. Buna karşı en etkili mücadeleyi, 1978’den itibaren Şeyh Ahmet Yasin ve arkadaşları başlattı; dünyevileşen veya asimile olan gençleri sportif faaliyetler vs. üzerinden camiyle buluşturdular, hakiki ve etkili bir direniş için önşart olan kültürü ve kimliği din ile yeniden yoğurdular. Onların Şeyh İzzettin Kassam gibi geçmişin direnişçi kahramanlarından aldıkları ilhamla 1970’li yılların sonlarında başlattıkları mücadelenin meyvelerini, 2000’li yıllarda, ama özellikle İsrail’i şok edip dayandığı temelleri sarstıkları 7 Ekim operasyonu ve müteakip savaştaki direnişle aldılar, alıyorlar. Ve bu arada Aksa Tufanı’nın planlayıcıları ve uygulayıcılarının bir kısmı, İsrail’in vakti zamanında babasını katlettiği, çok zor şartlarda büyümüş yetimler.

Yine öğrencilerin dünyevi ve dini ilimleri bir arada ve en iyi şekilde alması hedefiyle özel bir müfredatla kurulan Gazze İslam Üniversitesi de kaliteli nesiller yetişmesinde önemli bir işlev gördü. Bugün Gazzeli mühendislerin direnişin silah ve teknolojilerinin birçoğunu kendilerinin üretmesi ve geliştirmesinde bu eğitimin rolü göz ardı edilemez.

Öte yandan direniş denince 1990’lardan bu yana akla genellikle İslami örgütler gelse de aslında direniş onlardan ibaret değil. Bugün Gazze’de İsrail’e karşı silahlı mücadele verenler, sadece Hamas ve İslami Cihad değil, aynı zamanda Arap milliyetçisi el-Fetih’ten çıkan el-Aksa Şehitleri Tugayı veya Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi sol seküler hareketlerin askeri kolları da mevcut ve hatta İsrail’e karşı birlikte operasyonlar düzenliyorlar.

Bu arada Gazze’de herkes çok dindarmış veya yaşananlar karşısında tahammül ve tevekkül edebiliyormuş gibi bir algı da oluşmasın. Yitirdikleri karşısında ümitsizliğe düşenler ve isyan aşamasına gelenler tabii ki var. Ama -bizdekinin aksine- Gazze’de emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yani iyiliği teşvik ve kötülükten sakındırma müessesi çalıştığı için birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler, “Allah bize yeter” gibi ayet ve hadislerle ümidini yitirenleri motive edebiliyorlar. Dünya Müslümanlarının acizliği ve sessizliği karşısında çok büyük bir hayal kırıklığına uğrasalar da, Allah’a olan güvenleri ve cihat bilincini hâlâ ayakta tutabiliyorlar.  

5.     2006’dan beri maruz kaldıkları ablukanın sonucu: Kaybedecek bir şey kalmaması ve icatçılık

İsrail 2005’te karşılıklı anlaşmayla değil, tek taraflı bir adımla geri çekildiği Gazze’yi karadan, havadan ve denizden kuşatıp bir açık hava hapishanesine dönüştürürken ablukayla dünyadan tecrit de etti. Temel ihtiyaçların temini zorlaştı ve fiyatlar arttı. Asıl önemlisi, Gazzeliler -diğer Filistin bölgelerinden farklı olarak- tecrit altında tüketim kültüründen ve dünya nimetlerinden uzak kaldılar. İnsanoğlunu çürüten ve mücadeleden, direnişten alıkoyan en baş düşman olan konfordan hep mahrumdular. 2014’ten beri Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası raporlarında 2020’den itibaren yaşanamayacak bir yere dönüşeceği uyarısı yapılan Gazze, 2021’de 11 gün süren yıkıcı bir savaşa daha maruz kaldı. 2020’li yıllarda Gazzeli gençler şöyle diyordu: “Biz yavaş yavaş ölüyoruz. Ölemediğimiz için yaşıyoruz.” Dünyanın ablukayı hiç umursamadığı, giderek kötüleşen hayat şartları altında, dahası 2020’lerde İbrahim Mutabakatı’yla Arap ülkeleri İsrail’le ilişkileri normalleştirirken Filistin davasının adeta “tarihin çöp sepeti”ne atılmak üzere olduğu, dolayısıyla artık kaybedecekleri hiçbir şeyin kalmadığı bir ortamda “Bari işgalciye karşı direnerek şerefimizle ölelim, şehitlik mertebesine erişelim” dediler.

Ablukanın diğer bir sonucu, Gazzelileri dünyanın en icatçı halklarından biri yapması, her zorluğun bir kolaylığını ve her yokluğun bir alternatifini bulma becerisi geliştirtmesi oldu ki bu sayede bir seneye yakındır her türlü imkânsızlık altında -bazıları can vermekle birlikte- büyük çoğunluk hala hayatta. Geçmişte elektrik ve temiz su kıtlığının yanı sıra “çifte kullanım” denilen hem sivil alanda hem silah yapımında kullanılan ürünlerin Gazze’ye girişinin yasak veya çok sınırlı olduğu bir ortamda Gazzeliler zaten yaşayabilmek için icatçı olmak zorundaydılar; insanların birçoğu geçinebilmek ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir şeyler icat ediyordu. Şu anda da öyle, hem de her alanda ve çok daha yaygın bir şekilde. İcatçılığın en çarpıcı örneği, İsrail’in 7 Ekim’den sonra -sadece sığınak delici tonlarca bomba atmakla yetinmeyip su ve gaz da bastığı halde- çökertmekten aciz kaldığı, hem sivil hem askeri amaçlı kullanılan mühendislik harikası yeraltı tünelleri ağı…

6.     Ölümle iç içe yaşayıp korkmama ama hayatı da sevme ve önem verme

İsrail on yıllardır Gazzelileri yok etme planları yaptıkça onlar da inadına var olmaya, hayatta kalmaya çalışıyorlar. Şehit olmak istedikleri kadar hayatı da seviyor ve önem veriyorlar. Hayatları da ölümleri de güzel ve manalı olsun istiyorlar. İşgal ve abluka altında hayatlarını güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Burada hayat felsefesine dönüştürdükleri temel dayanakları “Kim bir iş yaparsa en iyisini yapsın” hadis-i şerifi.

Diğer husus, Gazze’nin zaten sık sık savaş veya saldırı alanı olması. Öyle ki 2000 yılında 2. İntifada patlak verirken doğan bir Gazzeli genç, ömrünün azımsanmayacak bir kısmını İsrail’in havadan ve/ya karadan yağdırdığı bombalara ve kurşunlara tanıklıkla geçirdi, sevdiklerini yitirdi. 2005’te İsrail ordusu ve Yahudi yerleşimciler çekilse de beş ay sonra yapılan seçimlerde Hamas’ın yüksek bir oy oranıyla tek başına iktidar olması karşısında cezalandırıldılar, defalarca şiddetli ve yıkıcı saldırılara maruz kaldılar. Savaşın olmadığı dönemlerde dahi havada 24 saat uçan ve her anlarını kayda alan İHA’ların sesleri hiç kesilmedi. Velhasıl Gazzeliler hep ölümle iç içe yaşadılar; annelerinin “Üzülmeyin, endişelenmeyin, Allah bize yeter” vb. telkinleriyle büyüdüler, ölümden korkmamayı öğrendiler. Tam da bu yüzden 7 Ekim’den bu yana İsrail karşısında boyun eğmeyip “ya zafer ya şehadet” diyorlar.

7.     Üzüntüye ve acıya teslim olmayıp mutluluk vesilesi arama

Gazze’yi genelde yaşadığı acılarla tanısak da Gazzeliler -tıpkı diğer bölgelerdeki Filistinliler gibi- üzüntüye ve acıya teslim olmayıp hep mutluluk için bir vesile ararlar. Bu bakımdan sahip olamadıklarının peşinden koşup elindeki nimetleri fark edemeyen ve şükredemeyen, -istisnalar olmakla birlikte- hayatından memnuniyetsiz ve şikayetçi olan Türk toplumunun tam zıddılar diyebiliriz... Savaşa ve ablukaya rağmen bayramları bayram gibi kutlarlar, neslin devamlılığına çok önem verirler, büyük ve neşeli düğünler yaparlar, özel günlerini kutlarlar, fakir bile olsalar komşudan borç alıp misafirlerini en iyi şekilde ağırlarlar, ağlayıp sızlamak yerine sıkıntılarını bile nükteyle anlatırlar, mizah çok yaygındır. Abluka altında nefes aldıkları tek yer Akdeniz olup doyasıya yüzerler, sahilde eğlenme amaçlı türlü etkinlikler düzenlerler. Bütün bunlar direnmenin farklı birer yoludur. Çünkü insanoğlu sürekli stres, kaygı ve acı hissederek yaşayamaz; yoksa akıl, ruh ve beden sağlığını yitirir. Tam da bu yüzden direnişin gerektiği anlarda var güçleriyle mücadele yürütürler, çatışmalar bittiği anda sanki hiçbir şey olmamışçasına normal hayata geçerler, hatta oynamaya[8] ve eğlenmeye başlarlar. Bu şekilde hem acıya boyun eğmeyip toparlanmaya hem de ağlaşıp aciz görünerek işgalciyi sevindirmemeye çalışırlar.

İsrail’in Filistinlilere uyguladığı her politikanın bir de psikolojik çökertme boyutu var. Adeta Filistin topraklarını bir laboratuvar, Filistinlileri de birer kobay olarak kullanır; sadece yeni geliştirdiği metotları, teknolojileri ve silahları denemek değil, aynı zamanda hangi baskı ve zulme ne kadar dayanabileceklerini test etmek için… Tam da bu yüzden her uygulaması keyfi ve öngörülemezdir. Filistinliler, başlarına ne zaman ne gelecek bilemedikleri için uzun vadeli plan yapamazlar; o ân neyi gerektiriyorsa onu yaparak, adeta “ânın tadını çıkararak” yaşarlar. Hayatı ertelemezler. 7 Ekim’den sonra bitmek bilmez savaş esnasında bile evlenmeleri, çocuk sahibi olmaları, tezlerini yazıp savunmaları, çadırlarda eğitimi sürdürmeleri, Akdeniz’de yüzmeleri, sığındıkları kamplarda marşlar çalıp söylemeleri vs. tam da bunun bir neticesi. Ve bunların hepsi direnmenin birer yöntemi.

2010’lu yıllardan bu yana Ortadoğu, gerek savaşların gerekse diktatör rejimler altında akıl almaz zulümlerin de etkisiyle dünyada depresyonun en fazla olduğu bölgelerden. Filistin’de de böyle bir eğilim söz konusu. Ancak Gazzeliler, tahammülü zor travmatik olaylara maruz kalsalar da, hatta travma üzerine travma yaşasalar da bu travma ve depresyonları çoğu zaman fazla uzun sürmüyor, kalıcı olmuyor. Bunda Allah’a imanları, güvenleri ve tevekkülleri, yaşananları akidevi bir perspektifle değerlendirmeleri[9] önemli bir faktör. Hızla toparlanabilme becerisine sahipler. Gazzelilerin savaşlar biter bitmez ertesi gün sanki hiçbir şey olmamışçasına “normal” hayata devam etme ve yaralarını sarma çabaları İsraillileri çıldırtan bir özellikleri. Öte yandan her Gazzelinin çelik gibi sağlam sabredebildiğini zannetmek de yanlış olur.[10] Nitekim Gazze’de bombardıman sonrası ailesinin veya çocuklarının şehit düştüğünü öğrenenlerden acıya dayanamayıp hayatını kaybedenler var.

8.     Mahkumların ve hastaların tahammülü

Gelelim mahkumlara. Direnişin en dikkat çekici boyutu, İsrail tarafından birkaç defa müebbet veya on yıllar boyu hapis cezasına çarptırılan genç Filistinli mahkumların bir kısmının ümidini yitirmek yerine hapishanede çeşit çeşit yabancı diller öğrenmeleri, uzaktan liseyi ve üniversiteyi bitirmeleri, hatta bazılarının yüksek lisans ve doktora yapmaları. En çarpıcı örnek, Hamas’ın yeni lideri Yahya Sinvar. Dört defa müebbet hapis cezasına çarptırıldığı halde hem hapishanede ileri seviyede İbranice öğrenip lisans ve lisans üstü eğitimini tamamladı hem yakalandığı beyin kanserine yenik düşmedi hem de İsrail toplumunun ve askeri-güvenlik bürokrasisinin zihin yapısını ve iş tutuş biçimini çok iyi çözdü. Sinvar ve diğer birçok mahkûm, normalde hapisten kurtulma imkân ve ihtimalleri olmadığı halde Allah’a olan tam tevekkülleri ve güvenleri sayesinde hapishaneyi eğitim yuvasına çevirdi ve ânın acılarına teslim olmayıp geleceğe odaklandı, on yıllar sonra rehine takası sayesinde serbest kaldıklarında hayata atılacak donanıma sahip oldular. Tabii ki 7 Ekim’den sonra İsrail hapishaneleri tam bir cehenneme dönüştü, dil öğrenme veya uzaktan eğitim gibi imkanlar kalmadı. Artık tahammülü imkânsız fiziki ve manevi işkenceler yaşanıyor.

Diğer bir ilginç durum, ölümcül hastalığa yakalanan direnişçilerin kendilerini bırakmamaları, 7 Ekim’den sonra tıbbi tedavi imkanının doğru düzgün kalmadığı bir ortamda sancılarına tahammül ederek mücadeleyi sürdürmeleri. Belki de örnek aldıkları şahsiyet, felçli olduğu halde tekerlekli sandalyede Hamas’ı kuran ve şehadetine kadar yöneten Şeyh Ahmet Yasin’dir.

Herkes tahammül edebiliyor mu? Tahammül nereye kadar?

Gazzelilerin 57 yıllık işgale ve 7 Ekim’den sonra ölüm ve yıkıma nasıl tahammül edebildiğini bu şekilde özetleyebiliriz. Ancak bu demek değil ki bütün Gazzeliler benzer bir iman ve adanmışlık içinde başlarına her gelene tahammül edebiliyor ve işgalciye karşı mücadele yürütüyor. Aksine, geçmişten günümüze ya İsrail’in şantaj ve tehditleri karşısında çaresiz kalarak ya da para-makam elde etme arzusuyla gönüllü olarak İsrail’e çalışan Filistinli muhbirler de az değil. Öyle ki Hamas liderlerinin çocuklarından bile İsrail’e ajanlık yapanlar oldu; en çarpıcı örneği, ajanlığı ifşa olunca İsrail’in himayesin giren ve bugün BM dahil her platformda İsrail adına Hamas aleyhine propaganda yürüten ve İslam düşmanlığını açıkça dillendiren Mossab Hasan. Diğer çarpıcı örnek, Han Yunus mülteci kampında yetim ve fukara bir çocukken bir Hamas lideri tarafından okutulup adam edilen Muhammed Dahlan. İsrail hapishanesinde ajanlaşan Dahlan, 1994’te Filistin Yönetimi kurulduktan sonra Gazze güvenlik şefi sıfatıyla İsrail adına Hamaslıları hapse atıp işkence etti. ‘Başarılı’ Gazze tecrübesinden hareketle 2013’ten itibaren Ortadoğu çapında Müslüman Kardeşler ve İslami hareketlere darbe indirmekte kullanıldı. İsrail yıllardır Mahmud Abbas’tan kurtulup yerine tam teslimiyetçi Muhammed Dahlan’ı getirmek için fırsat kolluyor ve halihazırda Gazze’nin savaş sonrası Dahlan’a teslim edilmesi konuşuluyor...

Öte yandan 7 Ekim, hem bölge tarihinde hem de Filistin-İsrail çatışmasında bir dönüm noktası. Daha evvel hiç yaşanmamış ilklere şahit oluyoruz. Bunların başında savaşın süresi geliyor. Geçmişte İsrail’in girdiği savaşlar Ortadoğu’nun en kısa süren savaşlarıydı; her ne kadar işgal en uzunu olsa da… Bugün Gazzeliler İsrail’in en uzun ve en yıkıcı savaşına maruz kalıyor ve sığınabilecekleri hiçbir yer yok. Dahası, Siyonistler geçmişte hiç cesaret edemedikleri şeylere, mahkumlara taciz ve tecavüze girişiyor, sivilleri paramparça katlediyor, açlıktan öldürüyor, yanına kimsenin yanaştırılmadığı cesetler ortalıkta hayvanlara yem oluyor vs. Her ne kadar Gazzeliler aylar geçmesine rağmen kimsenin beklemediği kadar başarılı ve sağlam bir direniş sergileseler de ve İsrail’e daha evvel hiç olmadığı kadar büyük zararlar vermeyi başarsalar da savaş uzadıkça tahammül kapasitesini ve inancını yitirenler çıkabilir. Tıpkı yakın geçmişte Esed rejiminin dinmeyen vahşeti karşısında ölümün ve zulmün her türlüsünü yaşayan Suriyelilerden bazılarının ilahi adaletten ve Allah’ın yardımdan ümidini kesmesi, deizm veya ateizme savrulmaları gibi. Tutunacak hiçbir dalı kalmayan ve sorunun çözümsüzlüğünü görenlerden bazılarının intiharı veya uyuşturucuyu tek kurtuluş sayması gibi. Yine 1948’de Siyonist çetelerin saldırılarıyla yerinden ettiği Filistinlilerden gerek alınan yenilgi gerekse göç yollarında ve sığındıkları yerlerde yaşadıkları sonu gelmez felaketler karşısında inancını yitirenler olduğu gibi. Savaşın ve zulmün süresinin uzaması ve felaketlerin ardı ardına yağması karşısında insanların çoğu dine daha fazla sarılarak ayakta kalmaya çalışırken bir kısmı da her şeye inancını yitirir. Geçmiş savaş tecrübeleri bunu gösteriyor.

Gazze’de yaşanan savaş ve soykırım, sadece jeopolitik veya ekonomi-politik üzerinden açıklanamaz; teopolitik de en az diğerleri kadar önemli. Pek farkında değiliz ama şu an hangi din hak din ve hangi kutsal kitabın vaadi gerçek mücadelesi de yaşanıyor. Bu mücadelenin neticesi, -dört günlük bu programın ana konusu olan- insan bozumu süreci tam gaz devam edecek mi, yoksa frene mi basılacak sorusuna da kısmen cevap verecek. Gazze’yi bir başına bırakırsak ve onların tahammülü tükenirse bunun vebali hepimizin üzerine olacak.

 



[1] Filistinlilerin ve Gazzelilerin hayatı ve tahammülü ile ilgili paylaştığım bilgilerin birçoğu, ya Middle East Eye internet sitesinde yayınlanmış makalelerde okuduğum ya da birkaç yıldır hem Filistinlilerle hem de Filistinlileri yakından tanıyanlarla yaptığım mülakatlara dayanmaktadır.

[2] Bu bilgiyi, 1999-2000 eğitim-öğretim döneminde Lefkoşa’daki öğrenciliğim sırasında bizzat Kıbrıslılardan dinledim; daha sonra sosyal psikoloji ve politik psikoloji alanında dünyaca meşhur Kıbrıslı psikiyatr Prof. Vamık Volkan’ın kitaplarında okudum.

[3] Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin işgal altında günlük hayatlarını öğrenmek isterseniz 2021’de Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” seminerinin ilk oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=KCm4tAyXK8Y

[4] 1948 Filistinlileri olarak anılan İsrail vatandaşı Filistinlilerin işgal altında günlük hayatta neler yaşadıklarını öğrenmek isterseniz 2021’de Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” seminerinin dördüncü oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=6ovN_bHGszk

[5] Filistinli mülteci olmak ne demektir, Filistin toprakları dışındaki 1948 ve 1967 mültecileri neler yaşar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Zahide Tuba Kor, “What It Means To Be A Palestinian Refugee”, Afrika Vakfı, Summer School on Palestine Refugees – 7, 2.9.2024, https://www.youtube.com/watch?v=ZSaw1IB-iqM.

[6] 7 Ekim’den 10 gün sonra röportaj yaptığım Batı Şeria-Cenin kökenli, Suriye’de okumuş ve yaşamış, birkaç sene evvel Türkiye’ye sığınmış eski UNRWA görevlisi Leyla Cerrar şöyle demişti: “Yaşanan zorlukların şiddeti ve vahameti insanımızı daha güçlü kıldı. Vatan toprağına bizi daha çok bağladı. Annem hep ‘Arap ülkeleri de dahil başka diyarlarda yersiz yurtsuz olacağımıza kendi toprağımızda acı çekelim ve ölelim’ derdi. Çünkü Arap rejimleri bize asla acımazdı. (…) Bilerek veya bilmeyerek İsrail’e yardım eden, işgalcinin bize yaptığı zulmü artırmasını sağlayan bir sürü Arap ülkesi oldu. Biz de buna karşılık bir yandan vatanımıza daha fazla bağlandık, diğer yandan eğitime ve ilme sarıldık. Kendi kendimize biz okumak zorundayız, üniversite diploması alıp kendi ayaklarımız üzerinde durmalıyız diyorduk. Çünkü her Filistinli toprağını kaybetme, bir başka ülkede yersiz yurtsuz kalma korkusuyla yaşar. Bu zorluklar karşısında elimizde eğitim gibi bir silah olmak zorundaydı.” “Her Filistinli Toprağını Kaybetme, Bir Başka Ülkede Yersiz Yurtsuz Kalma Korkusuyla Yaşar”, Ortadoğu Günlüğü, 26.11.2023, https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2023/11/lcerrar-her-filistinli-topragini.html

[7] Kudüs’teki Filistinlilerin işgal altında günlük hayatta neler yaşadıklarını öğrenmek isterseniz 2021’de Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim dört oturumluk “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” seminerinin Kudüs’ü konu alan üçüncü oturumunu BİSAV TV’den izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=SYl5tXJ8_jA

[8] Mesela çatışmalarla geçen 2021 Ramazan’ında bir gün Filistinli gençler, sabah saatlerce Mescid-i Aksa’nın içinde ve çevresinde işgalciyle çatıştılar, askerler çekildiği anda mahvolan caminin içini hızlıca temizleyip öğle namazına hazırladılar, ezan okununca cemaatle namaz kıldılar, namazın akabinde cami avlusunda doyasıya futbol oynadılar. Futbol videolarını paylaştığımızda takipçilerimizden “Hani Mescid-i Aksa’da çatışmalar vardı, bu ne biçim iş? Futbol oynuyor bunlar” diye tepkiler gelmişti. Oysa bunu, işgalciye karşı görevini yerine getiren gençler hem stres atıp rahatlamak hem de İsrail’e mesaj vermek amacıyla yapıyorlardı.

[9] Gazze’deki tek kanser tedavi merkezi olan Türkiye’nin kurduğu hastane, işgalcinin eline düşüp kullanılmaz hale gelince hastalar refakatçiler eşliğinde Türkiye’ye getirildi. Ankara’daki hastaları ve refakatçileri sık sık ziyaret eden ve tercümanlık yapan bir arkadaşımın anlattıklarını paylaşmak isterim: “Hastası vefat edenler, burada güvende oldukları halde Gazze’ye dönmek için sabırsızlanıyorlar, bizi ne zaman vatanımıza geri göndereceksiniz diye sorup duruyorlar.” “Onlara gönüllü olarak terapi yapmak isteyen bir psikolog arkadaşıma tercümanlık yaparken 3 çocuğu ve 60 küsur akrabası şehit düşmüş bir hanımın şu cevabı birçok Gazzelinin psikolojisini özetliyordu: ‘Biz kayıplarımıza akidevi açıdan bakıyoruz, ortada psikolojik bakımdan tedavilik bir durum yok. Belki çocukların bazıları henüz imani gelişimleri tamamlanmadığı için onlara yardımcı olabilirsiniz, ama onların da hepsine değil’.”

[10] 1 Mart 2024’te röportaj yaptığım, İstanbul’da hadis alanında doktorasını tamamlayıp çalışmaya başlayan Gazzeli Nur el-Hila’ya hissiyatını sorduğumda şunları söylemişti: “Okullarımız, üniversitelerimiz, Gazze’nin güzel yerleri hep bombalandı gitti. Bazen videolara, fotoğraflara bakıp ben rüya mı görüyorum diye düşünüyorum. Çok üzülüyor, ailem için endişeleniyorum. Üzülmemek mümkün mü? Medyada Gazze’dekilerden ‘hasbünallah’, ‘elhamdülillah’ sözlerini sürekli duyduğunuz için bizim üzülmememizi bekliyorsunuz. Oysa biz de insanız. Üzülüyoruz diye bize ‘Siz Gazze’dekiler gibi güçlü değilsiniz’ diyorlar. Biz taş mıyız, duygusuz muyuz? Peygamber Efendimiz de oğulları vefat edince ağladı. İnsan çocuğu ve aile bireyleri ölünce tabii ki üzülür; ama Allah sabrını da verir. Üzüntü peygamberlerin hayatında da vardır. Yakup Aleyhisselam da oğlu Yusuf’u kaybettiğinde kahırdan gözleri kör oldu. Savaşı uzaktan takip etmek, yardım ve dua yollamaktan başka bir şey yapamamak çok zor.” “Gazzeli Kadınlar Hem Güçlü Hem de Çok Cesur ve Fedakârdırlar”, Ortadoğu Günlüğü, 26.3.2024, https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2024/03/nel-hila-gazzeli-kadinlar-hem-guclu-hem.html

28 Temmuz 2024 Pazar

Z.T.KOR: GAZZE İLE İLGİLİ BU HABERİ MUHTEMELEN NEDEN OKUMAYACAKSINIZ?

 

GAZZE İLE İLGİLİ BU HABERİ MUHTEMELEN NEDEN OKUMAYACAKSINIZ? 

Zahide Tuba Kor

Fayn Press, 25.7.2024

https://www.fayn.press/gazze-ile-ilgili-bu-haberi-neden-okumayacaksiniz/

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Spot: İsrail, ateşkese gitmek bir yana dursun saldırılarını git gide artırırken Filistin meselesi neden artık tepki çekmiyor? Sebebi yaz rehaveti mi, her gün değişen gündem mi yoksa “Türk tabiatı” bunu mu gerektiriyor? 

Tarih, 13 Temmuz 2024; yer, Han Yunus’un batısında İsrail’in sözde “güvenli bölge” ilan ettiği el-Mevasi. 80 binden fazla Gazzelinin çadırlarıyla dolu alana İsrail’in yaptığı saldırı öylesine dehşet vericiydi ki çığlık ve tekbir sesleri altında göğe yükselen kara kesif duman, 2020’de Beyrut Limanı’ndaki 2750 ton amonyum nitrat dolu deponun patlama anını hatırlattı. 

Biden yönetiminin uzun süre direnip sonunda İsrail’e yolladığı 900 kiloluk bombaların ve füzelerin hedefi, güya Hamas’ın askeri kanadı İzzettin Kassam Tugayları komutanı Muhammed Deyf’ti. (Tabii ya, İsrail’in defalarca suikast girişiminden kurtulmuş, 2014’te eşini ve çocuğunu İsrail saldırısında yitirmiş Deyf, öyle saf ve akılsızdı ki -yerin üstünde ajanlar cirit atarken ve kendisini ararken- tünellerden çıkıp Hamaslı komutanlarla toplantı yapacak, direniş planları hazırlayacaktı!)

Dokuz aydır kesintisiz, yıllardır da belli aralıklarla İsrail bombalarını ve füzelerini tatmaya alışmış Gazzeli tanıklar, “Ömrümüzde böyle bir katliam görmedik; manzarayı tasvir mümkün değil” diyorlardı. “Yer deprem gibi sarsılmış, toz dumandan gökyüzü kararmıştı.” 

Saldırı mekânında 18 metre çapında koca bir krater açılırken kumlar birçok çadırı içindekilerle birlikte yuttu. Gazzeliler o kraterin dört bir yanını elleriyle veya kazma küreklerle kazarak yakınlarını bulmaya çalıştı. Kumların yuttukları şanslı sayılırdı; bir kısmı sağ çıktı, ölenler de tek veya birkaç parçaydı. Diğerlerinin ise bedenleri patlamanın etkisiyle paramparça etrafa savrulup sağ kalanların üzerine yağdı, kimisi yandı. Krater ve çevresinde hiçbir şey kalmadı… 

Saldırı sonrası yaralıları kurtarmaya koşan sivil savunma ekipleri ve ambulansların, havadaki SİHA’larca bombalanarak olay mahalline ulaşmaları tam yirmi dakika engellendi. İnsanlar yaralılarını at ve eşek arabalarına doldurup kendi imkanlarıyla hastanelere götürmeye çalıştı. SİHA’lar gökyüzünden çekildikten sonra cenazeler üst üste ambulanslara dolduruldu.

Saldırılarda yüzlerce çadırın yanı sıra bir yardım dağıtım merkezi, deniz suyunu tuzdan arındırma tesisi ve gıda dağıtım yeri de kullanılamaz hale geldi. Aynı gün Şati mülteci kampında açık alanda cemaatle namaz kılan kalabalık da vuruldu, yine bir yığın Gazzeli namazda öldürüldü ve yaralandı. 

Peki ama neden?

Kaybetmeye ve düşmanının taleplerini de gözeten bir ateşkese varmaya hiç alışkın ve hazır olmayan İsrail, içte ve dışta artan baskıya rağmen, “Hiçbir hedefine ulaşamadan savaşı bitirdi” gibi gözükmemek için saldırılarını akıl almaz boyutlara taşıdı. Öyle ki yakıcı sıcaklarda açlık, susuzluk ve hastalıklara eşlik eden çılgınca bombardımanlar ve katliamlar altında Gazzeliler dokuz ayın en kötü günlerini yaşadıklarını söylüyorlar. 

Ama ne “güvenli bölge” el-Mevasi’deki ne de diğer yerlerdeki katliamlar ABD Başkan Adayı Donald Trump’a yönelik suikast girişimi, evsiz köpekler ya da Avrupa Futbol Şampiyonası kadar gündemimiz oldu. 

Peki ama Gazze’ye bu ilgisizlik neden?

Bunun hem zamanlamayla hem “Türk tabiatımız”la hem de ideolojik konumumuz ve inançlarımızla bağlantılı çeşitli gerekçeleri var.

Ateş saçan havalarda ateş altındaki Gazze

Zamanlamayla başlayalım… 

Gazze gündemini diri tutmaya çalışan programlar ve çalışmalar, yaz aylarının gelmesiyle büyük ölçüde sonlandı. Kimse havalar mevsim normallerinin üstünde ateş saçarken bir de ateş altındaki Gazze’nin bunaltıcı gündemini takip etmeye gönüllü değil. Dahası 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası varken, çeyrek finalde elenip Avrupa’yı futbolla “fethetme” imkanını kaçırsak da, Gazze’nin ve Ortadoğu’nun bitmeyen kanlı gündemi o kadar da heyecan verici durmuyor sanki?

Peki ya yaz rehaveti, futbol heyecanı ve Trump’a suikast girişimi olmasa el-Mevasi katliamını duyacak, bilecek miydik? Muhtemelen hayır… İşte bu noktada da “Türk tabiatımız” devreye giriyor. 

Türkiye gündeminin civcivli hali

Türkiye’nin iç gündemi her daim o kadar olaylı ve civcivlidir ki herhangi bir konunun uzun süre, istikrarlı bir şekilde gündemimizde kalması pek vaki değildir. Bu, hem hafızamızın kısa dönemli çalışmasından hem de emek ve odaklanma gerektiren sorumluluklardan kaçmamızdan kaynaklanıyor. Kriz anlarında bir kıvılcım gibi hızla parlayıp seferber oluyor, ardından kısa sürede sönüyoruz. 

Hatırlayalım, 2022 Şubat’ında Rusya Ukrayna’ya savaş açtığında dünya medya kuruluşları gibi bizim muhabirlerimiz de sahaya koşmuş, Ukraynalıların dramı haftalarca ana gündem maddemiz olmuş, ama sonra sanki savaş bitmişçesine konu kapanmıştı. Rusya’nın Ukrayna’da İsrail’i aratmayan saldırıları ve katliamları şu an kimin gündeminde? Peki geçmişte kanlı savaşlar yaşamış Suriye, Irak ve Afganistan’daki feci katliamlar gündem olmuş muydu? Yani Gazze’ye mevcut duyarsızlığımız bir istisna değil. 

Bu tabiatımızın en çarpıcı örneklerinden bir diğeri ise 6 Şubat depremleriydi. Felaket duyulur duyulmaz ülkemizin dört bir yanında halkımız hızlıca seferber olmuş ve bölgeye çok büyük yardımlar akmıştı. Fakat eş zamanlı akış yüzünden yardımların epeyce bir kısmı çöp olmuş, bir müddet sonra depremzedelere halkın bireysel yardımları kesilivermişti. Üzerinden 1,5 sene geçen o büyük felaket bugün kaçımızın gündeminde? Kendi insanımızın acısını bile uzun süreli paylaşamazken, başka ülkedekilerin katliamlarını nasıl daimi gündemimiz kılabiliriz ki? 

En büyük problemimiz, İsrail’i kuran ve ayakta tutan Siyonist önderlerin tam aksine, süreklilik içinde ve uzun vadeli iş tutabilme becerisine sahip olamayışımız. Tam da bu yüzden Gazze’de olaylar patlak verdiğinde tepkisini eylemlerle ve başka yollarla ifade eden insanlarımızın bir kısmı, aradan geçen dokuz ayda geri çekildiler. 

Bunda bazılarının Gazze’deki katliamları izledikçe elinden bir şey gelmemesinin acziyeti içinde psikolojik çöküntü yaşayıp takibi bırakmasının payı var. Bazıları da “Devletimiz en doğrusunu yapar” refleksine ve bahanesine sığınıp gevşediler. 

Medyamız mı? Onların da birer ticari kuruluş olduğunu, reytinglere ve ticari bağlantılara bağlı hareket ettiklerini anımsamakta fayda var. Dış haberlere yönelik zayıf ilgi nedeniyle dünyada ne yaşansa ekranlarda Türkiye üzerinden okunur ve bizi yok etme girişimlerine bağlanır ki izlenme oranı artabilsin. Çünkü çoğumuzun dünya algısı adeta 783.562 km2’lik T.C. sınırlarıyla kısıtlıdır. 

Aslında uzun süren her savaş, işgal ve yıkıcı gelişme bir noktadan sonra sıradanlaşıp gündemden düşer ve bu, sadece biz Türklere mahsus bir refleks de değildir. 

 

Suriye savaşıyla ilgili haberlerin okunma/izlenme oranı da el-Cezire takipçileri arasında dahi 2012-2013 gibi çok erken bir tarihte azalmaya başlamış; 2015’ten sonra -dış askeri müdahalelerle katliamların en büyüklerinin işlenmesine ve halk zorla göç ettirilmesine rağmen- savaş dünyanın ve ana akım medyanın gündeminden düşmüş, Suriye haberleri mülteci meselesine indirgenmişti. 

Uzayan ve tırmanan her şiddetin kanıksanmaya mahkum olduğunu dünyada en iyi bilenlerin başında işgalci İsrail yönetimleri gelir. Dünya vicdanını yaralayan ve infiale yol açan en haksız ve hukuksuz eylemlerinde dahi izledikleri “geri adım atmayıp zamana yayma taktiği” sayesinde yaptıklarının yanlarına kâr kaldığını sayısız defa deneyip gördüler. Bugün yaşananlar ve halkın kayıtsızlığı da bu deneyimin getirdiği güvenin bir sonucu…

Kimin neyi savunduğuna göre pozisyon almak ya da almamak

Gelelim ideolojik konumlara ve inançlara… 

Aslında bu, son dönemde Gazze’nin gündemden düşme gerekçesi değil, ilk günden beri farklı kesimlerin tepkisi(zliği)nin nedeni diyebiliriz. En son evsiz köpekler meselesinde de gördüğümüz üzere, her şeyin aşırı siyasallaştığı ve kutuplaşma konusu olduğu ülkemizde -inançlardan, ideolojilerden ve siyasetten bağımsız- ahlaki ve vicdani bir duruş sergileyebilenler hakikaten az. 

Uzun yıllardır uzmanlarımızın neredeyse tamamen askeri-güvenlik ve/ya ekonomi-politik eksenli analizleri de insani-vicdani perspektifi azaltan diğer bir faktör.

Geçmişte Filistin davasını savunmakla övünen solcuların birçoğu bugün sessiz; sırf İslami direniş örgütleri öncü diye… Yıllarca antiemperyalizm vurgusu yapanlar, 21. yüzyılın tipik bir sömürgeci gücü olan işgalci İsrail’in katliamlarına karşı bir pozisyon alamıyorlar. Oysa şu an Gazze’de laik ve sol silahlı örgütler de İslami örgütlerle birlikte İsrail’e karşı savaşıyorlar. 

Keza sığınmacı düşmanlığı altında aslında Arap ve İslam düşmanlığını yayan aşırı sağcı-ırkçı çevrelerin yıllardır yürüttükleri tezvirat da Gazze’deki katliamlara seyirci kalmanın, umursamamanın nedenlerinden biri oldu. 7 Ekim’den sonra gençlerin takip ettiği mecralarda “Araplar bizi sırtımızdan vurdu”, “Filistinliler topraklarını sattı”, “Filistinliler Kıbrıs’ı tanımadı” tarzı çok rahat çürütülebilecek iddiaların devreye sokulması da katliamlar karşısında kayıtsızlığın “meşrulaştırıcı” gerekçelerindendi. 

Kısaca ideolojik saiklerin devreye girmesiyle Türkiye’nin entelektüelleri, sanatçıları, akademisyenleri, üniversite öğrencileri -Batı’daki muadilleriyle kıyaslandığında- kötü bir performans sergilediler. Filistin’de direnişin bayraktarı örgütler geçmişteki gibi seküler çizgide olsaydı acaba pozisyonlar aynı mı kalırdı? Halbuki gerçek hak ve adalet savunucuları, ötekinin hakkını ve adaletini de savunabilenler arasından çıkar. 

Hafıza sorunlarımız ve sabırsızlığımız

Tavırsızlığımızda önemli bir faktör de bilgi seviyemizin düşüklüğü ve bir nevi hafıza problemimiz… 

7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu gerçekleştiğinde istisnasız bütün kesimlerin zihinleri allak bullak oldu. “Durup dururken” Hamas neden İsrail’e saldırmıştı? Bu soru, hem İsrail’in 76 yıllık işgal tarihinden hem de Filistinsiz kurulmak üzere olan yeni bölgesel sistemden habersizliğin bir ürünüydü. Filistin konusunda cehaletimiz yeni değil. Geçtiğimiz yıllarda ABD-İsrail ikilisi Filistin’de işgali kalıcılaştırma yolunda çok kritik adımlar atarken yayınlanan analizler ve haberler de rağbet görmüyordu. “Filistin benim davam” diye sahiplenenlerin bile bilgi seviyesi çok düşüktü. 7 Ekim, bilmeden bilinç ve vicdan sahibi olunamayacağını bir kez daha gösterdi.

Velhasıl, Gazze’ye karşı çeşitli kesimlerde baştan beri var olan duyarsızlık, duyarlı kesimlerde de yaz rehaveti ve ümitsizlik nedeniyle yayılmışa benziyor. Buna bir de savaşın süresinin uzaması eklenince, ilk anda verilen refleksler gittikçe zayıflıyor. Halbuki yanıbaşımızda bir etnik temizlik yaşanırken en çok sahip olmamız gereken yetiler, sabırla olayları takip etmek ve parlayıp sönmeye müsaade etmeden tepkilerimizi sürekli kılabilmek olmalı.