10 Ocak 2025 Cuma

Z.T.KOR İLE GÖÇ VE GÖÇMENLİK MESELESİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE GÖÇ VE GÖÇMENLİK MESELESİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

Vefa dergisi, Kış 2025, sayı 25, sf. 4-11

Söyleşiyi yapan: Melih Sâdık Küçüker


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Son haftalarda Filistin’den Lübnan’a da sıçrayan İsrail soykırım ve vahşeti olası göç dalgalarını da gündeme getirirken ülkemiz Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları adına başarılı bir tahliye operasyonuna imza attı. Anadolu topraklarında göçmenliğin nasıl bir tarihi tecrübesi var?

Anadolu, tarih boyunca göç yolları üzerindedir; hem göç almış hem göç vermiş hem de geçiş ülkesi olmuştur ve bu vasfı, coğrafya kader olduğundan değişmeyecektir. 

Rusların 1783’te Kırım’ı ilhakıyla coğrafyamıza göç dalgası başlar. Daha sonra Boşnaklar, Pomaklar; Girit, Mora, Epir, Sakız, Teselya Müslümanları; Romanya, Bulgaristan ve Karadağ Müslümanları gelirler. Bunların hepsi Türk değil, bir kısmı Balkanların Müslümanlaşmış Slav halklarıdır. Ayrıca Macar ve Polonyalı mülteciler de gelir. Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Gürcüler, Çerkezler, Dağıstanlılar, Azeriler göç eder. 1880’lerden itibaren Rus Çarlığı’ndaki pogromdan kaçan Aşkenaz Yahudiler gelir. 1912-1913 Balkan Savaşlarında Arnavut, Makedon ve Bulgar Müslümanlar göçer. Daha ilginci, 1917 Bolşevik Devrimi sonrası devrik Çar ailesinden hayatta kalanların İstanbul’a sığınmasıdır. Lozan’dan sonra nüfus mübadelesiyle Batı Trakya dışındaki Müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye gelir; İstanbul dışındaki Rum nüfus da Yunanistan’a göçer. 

Kısaca Osmanlı’nın toprak kayıplarıyla içeri 5 milyon Müslüman akarken Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle 2 milyon Hristiyan nüfus (Ermeniler, Rumlar) dışarı çıkar. Öyle ki tarihte ilk defa Anadolu dini bakımdan bu kadar Müslüman, etnik bakımdan da bu kadar Türk ve Kürt olur. Bu arada Osmanlı, Balkanlar ve Kafkaslardan göçenlerin bir kısmını Suriye coğrafyasına yerleştirir. Anadolu’da kalanlara biz bugün Türk diyor, Suriye’ye yerleştirilenleri Arap sayıyoruz; halbuki kökenler aynıdır. 

20. yüzyıl boyunca Balkan ülkelerinden göçler devam eder. Almanya’da Nazilerin yükselişiyle Almanlar ve Yahudilerden İstanbul’a göç olur. Doğu Türkistan komünist Çin’in kontrolüne geçtikten sonra 1950’lerde bugüne kadar süren Uygur göçleri başlar. İran’da 1979 Devrimi sonrası Humeyni rejiminde yaşamak istemeyenler gelir. Sovyet işgali nedeniyle 1980’lerde Afganlar ülkemize sığınır. 1990’larda Bosna ve Kosova savaşları sırasında Boşnak ve Arnavut göçü yaşanır. 1991 Körfez Savaşı akabinde Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde çıkan isyanı Saddam Hüseyin’in ordusu bastırmaya kalktığında büyük bir Iraklı Kürt nüfus sınırımıza gelir. Kısaca, çevre coğrafyalarda her ne zaman savaş ve istikrarsızlık yaşansa İstanbul ve Anadolu ana göç istikametlerinden biri olur. Kimisi savaştan sonra ülkesine geri döner, kimisi Avrupa’ya veya başka ülkelere gider; kimisi de ülkemizde kalır.

Ayrıntılı bilgi için bkz. Bekir Berat Özipek ve Faik Tanrıkulu’nun Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler (Nobel, 2021)

 

Peki savaşlardan kaçıp ülkemize sığınan bu göçmenlere yerel halkın tepkisi nasıl olmuş?

Kapılarını açıp her türlü yardımı yapanlar olduğu gibi, onları devletin ve halkın sırtında bir yük görüp çekip gitmeleri için eziyet çektirenler de olmuş. Aslında tepki türleri her devirde ve her coğrafyada benzerdir. Durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan Samiha Ayverdi’nin Hey Gidi Günler Hey (sf.83) kitabından bir alıntıyı paylaşayım. “Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akın eden muhacir kafileleri onların neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmesine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlerse’ diyorlardı.” Balkan göçmenlerinin Türkiye’de doğmuş sonraki nesillerinden bile okulda veya mahallesinde dışlamayı tadanlar olmuş. Ama nihayetinde bu ülkenin bir parçası haline gelmişler. Daha ilginç olan, İstiklal Harbi’nde kendi babaannemin yaşadığı Aydın’a Yunan ordusu girerken ve etrafı ateşe verirken Menderes Nehri’nin bir tarafındaki ahali öbür tarafına kaçmış. Dul kalan ninem de iki küçük çocuğuyla kaçanlardanmış. Nehrin öte tarafındaki varlıkları beklenenden uzun sürdüğü ve sokaklarda kaldıkları için yerel ahali şöyle sayıklar olmuş: “On günler yetmedi, bitli muhacirler gitmedi.” Hâlbuki ikisi de Aydın’ın kendi ahalisi. 

Yani şunu görüyoruz: Göçmenin sadece yabancısı değil, yerlisi de -eğer kalış süresi uzarsa- rahatsızlık uyandırıyor. Bu sürenin on yıl olması gerekmiyor, babaannemin örneğinde on günler bile yetiyor. Kahramanmaraş depremlerinden sonra da bazıları depremzedeleri bağrına basıp kendi evini, eşyasını, her şeyini paylaştı; bazısı ise doğrudan veya dolaylı metotlarla geri dönmeye zorladı, kaçırttı. Böyle acı hikayeleri depremzedelerden dinledim. Kısaca, misafirliğin kısası makbul sayılıyor, uzadıkça huzursuzlukları tetikliyor. 

Yüzyılın başından itibaren ulus devletlerin çoğalması ile birlikte zihinlerde Suriyeli, Ürdünlü, Lübnanlı gibi kimlik kalıpları oluştu. Halbuki bu ülkelerde birçok mülteci kampları ve göçmenler de bulunuyor. Arap coğrafyasındaki göçmen hareketlilikleri ulus devletler için bir kimlik çatışmasına sebep oluyor mu? 

Aslında ulus-devlet dense de Ortadoğu uluslaşmamış bir devletler sistemidir. Çizilen sınırların içine farklı kimlikler dayatılsa da bunların çoğu sunidir. Ama devletler sistemi kalıcılaşırken suni kimlikler de yerleşti tabii ki. Ortadoğu, -tıpkı Anadolu gibi- mültecilerin ve göçmenlerin hem kaynağı hem geçiş yolu hem de nihai varış noktasıdır. Bu göç hareketliliği, bölgenin siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısını/kaderini etkiler. 20. ve 21. yüzyılda en çok mülteci alan ülkeler Suriye, Ürdün ve Lübnan; en çok ekonomik göçmen alan ise Körfez’dir. Mesela Ürdün’de nüfusun yarıdan fazlası mültecidir (Filistinli, Iraklı, Suriyeli); ama Filistinlilerin çoğuna Ürdün vatandaşlığı verilir. Lübnan nüfusunun 2023 itibarıyla dörtte biri mültecidir (Filistinli, Suriyeli) ve mülteciler istenmediğinden çekip gitmeleri için gayriinsani şartlarda yaşamaya mahkûm edilir. Suriye de 20. yüzyılın başından itibaren Ermeni, Asuri, Çerkez, Kürt, Filistinli, Iraklı vd. mültecilere sığınak olur; öyle ki savaştan evvel 2007’de dünyada en çok mülteci barındıran ikinci ülke konumundaydı. 

Aynı zamanda bölgede sadece savaşlar değil, baskıcı rejimlerin varlığı ve zulümleri yüzünden de Ortadoğu ülkeleri birbirine veya dışarıya bolca göç verir. Mesela Baas rejiminden kaçan muhalif Suriyeliler 1960’lardan itibaren Lübnan, Ürdün, Mısır, Körfez ve Batı’ya göçer. Veya Mısır’da Müslüman Kardeşler mensupları 1950’lerden itibaren Körfez ülkelerinde kendilerine hayat alanı bulur. Özellikle akademisyen ve profesyonel meslek sahibi bu göçmenler, gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller oynadıkları gibi, siyasi fikirlerini de taşıyarak siyasetin yasak olduğu kraliyet rejimlerinde yerli muhalif unsurların doğuşuna zemin hazırlarlar ve bu bağlamda kimlik çatışmasından ziyade fikri uyanışa vesile olduklarından zaman içinde bir kısmı, rejimler tarafından tehdit olarak algılanır. 

Göçmen hareketliliğinin kimlik çatışmasına yol açtığı en çarpıcı örnek Lübnan’dır; bu da siyasi sistemin 1932 nüfus sayımı esas alınarak mezhepler temelinde şekillenmesinden, yani kimlik siyasetinden kaynaklanır. Filistinli mültecilerin varlığı nüfus dengelerini Sünni Lübnanlılar lehine değiştirdiği ve mülteci kampları İsrail’e karşı direnişin merkezine dönüştüğü, bu da İsrail’in saldırılarını tetiklediği için özellikle Hristiyanların öfkesini çeker. Mültecilerin varlığı ve direnişi -Lübnan içi çözümsüz meselelerin ve Lübnanlı aktörlerin kendi kimlik mücadelelerinin de etkisiyle- 1975’te iç savaşı, 1982’de İsrail işgalini tetikler. Lübnan’ın kendi özgün şartları ve bölünmüşlüğü, mültecilerin varlığını bir tehdit kaynağına dönüştürür.

Buna mukabil kurulduğunda oldukça geri haldeki Ürdün’ü ve Körfez ülkelerini modern devletlere dönüştürenler, başta Filistinli mülteciler olmak üzere göçmenlerdir. Filistinliler Arapların en eğitimli ve çalışkan kesimi olup gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller icra etmişti. Önemli bir not da düşmek isterim: Mülteciler, genellikle bir güvenlik tehdidi, bir çatışma kaynağı olarak sunulur. Oysa can tehlikesi altında her şeylerini geride bırakıp zorunlu olarak göçtükleri için yabancı ortamlarda hayata tutunabilmek ve kendilerini kabullendirebilmek, aynı zamanda kurtuluş için çareler aramak amacıyla -yerli halklara kıyasla- çok daha fazla çalışıp çabalamak, düşünmek ve üretken olmak zorundadırlar. Tam da bu yüzden dünya tarihinde çığır açıcı işler, fikirler ve icatlar çoğu zaman göçmenlerden çıkmıştır. 

 

Bir göçmenin yeni muhitinde sosyal olarak karşılaştığı en temel problemler nelerdir?

Göçmenlik birkaç türlüdür. Gönüllü veya ekonomik sebeplerle göçenler vardır; bunların gittikleri yere uyum sağlaması daha kolaydır. Can havliyle vatanından ayrılanların, hele de savaştan kaçanların problemleri diğer türlerle kıyaslanamaz. Çünkü onlar, tek bir sırt çantasıyla veya şanslıysa en fazla bir araba eşyayla kaçarlar; sahip oldukları tüm malı-mülkü, aile-akraba-arkadaşları, hatıraları, hatta sevdiklerinin kabirlerini geride bırakarak bilinmez bir yolculuğa çıkarlar. Göç yolları da çoğu zaman tehlikelerle doludur. 

Mülteci/sığınmacı, kökünden kopan, vatanını -yani aidiyetini ve onurunu- yitirendir. Gittiği muhite -hele de dili, kültürü farklıysa- ayak uydurmakta zorlanır, yabancılık hisseder. Hangi ülkeye giderse gitsin, isterse aynı dil ve kültürden olsun fark etmez, dışlamacı zihniyettekilerin aynı klişelerine ve aşağılamalarına maruz kalır, değersizleştirilir. Bana en ilginç gelen, Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarına sığınmış Suriye’den gelen bazı Filistinli mültecilerin kamptaki bazı Lübnanlı Filistinlilerce benzer klişelerle dışlanmalarıydı. Yabancı olduklarından muhitinde gözler hep onların üzerindedir. Her hal ve davranışları farklı bir kesimde rahatsızlık uyandırır, eleştirilere konu olur. Sürekli kendini savunma pozisyonunda bırakılır. Mültecinin hep bir mülteci olarak kalması beklenir; normalleşmesi ve daha iyi bir hayata kavuşması yadırganır. 

Bulundukları ülkelerin vatandaşları neden muzdaripse mülteciler de aynısından, daha fazlasıyla muzdariptirler. Buna rağmen yaşanan iktisadi, sosyal ve siyasi gelişmelerin günah keçisi ilan edilirler. Güvenlik tehlikeye girdiği veya iç siyasi dengeler değiştiği anda ilk bedel ödeyen gruptur. Tam da bu yüzden kolay kolay istikrara kavuşamazlar; kavuşsalar bile gün gelir yeniden göç yollarına düşmek zorunda kalırlar. Resmen mülteci statüsünde değillerse hukuki korumadan mahrum kalırlar. Tam da bu yüzden sığındıkları ülkelerdeki suçluların cazip hedefine dönüşürler. Hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, şantajla para koparma, taciz-tecavüz, kaçakçıların eline düşme, ırkçıların saldırıları gibi suçlara maruz kalma riskleri, eğer haklarını arama imkânı yoksa, yerli halktan çok daha yüksektir. Sağlık problemleri diğer insanlara kıyasla daha fazladır. Ülkelerinde yaşadıkları, göç yollarında karşılaştıkları, gittikleri ülkelerde maruz kaldıkları travma ve üzüntüler, belirsiz bir gelecekten ve/ya ailenin geri kalanından haber alamamaktan duyulan sürekli kaygı, sığındıkları yerlerde sağlıksız evlerde/ortamlarda yaşamaya/çalışmaya mahkûmiyet gibi nedenler, bağışıklık sistemlerini zayıflatır, bu da psikolojik ve fizyolojik sağlıklarını olumsuz etkiler. 

İyi bir eğitim almak bütün göçmen çocuklar için en temel, hatta varoluşsal bir meseledir. Ancak bazı çocuklar savaşın ve göçün etkisiyle eğitim fırsatını kaçırır, bazıları hem çalışıp para kazanması hem de okuması gerektiği için okulda başarılı olamaz, bazıları dil farklılığı yüzünden dersleri anlamakta zorlanır, bazıları da derslerinde başarılı olsa bile akran zorbalığı ve ırkçılık nedeniyle sosyalliğini yitirip içe kapanır ve okula gitmek istemez. Ne kadar kalifiye ve profesyonel meslek sahibi olurlarsa olsunlar her işte çalışamazlar. Mesela Lübnan’da Filistinli mültecilerin 70 küsur alanda çalışması yasaktır. Çalışma izni almak kolay olmadığından çoğunlukla kaçak ve ucuz iş gücüdürler, bazen düşük ücretlerini bile tam alamazlar. Ama yerli halk göçmenlerin iş alanında yaşadığı mağduriyetleri bilmediğinden onları kendi işlerini gasp edenler olarak görür. Hayat tarzları, değerler sistemi, aile yapısı ve aile içi ilişkiler, bireysel alışkanlıklar değişir. Çocuklar ve gençler okullarda dil öğrenip yeni ortama daha kolay uyum sağlarken ebeveynler -yaşlarına ve eğitim seviyelerine bağlı olarak- bu noktada geride kalırlar. Bu da ebeveyn-çocuk ilişkisini değiştirir. En büyük zorluğu, uyum imkânı olmayan ve vatan hasreti çeken yaşlılar yaşar. Göçmenlerin üçüncü nesil, tamamen asimile olup yaşadığı ülkenin kültürü, dili ve dinini benimser. 

 


Suriye’de savaş sonrası farklı mezhep ve ideolojilere sahip birçok kişinin savaş ve göçe dair tanıklıklarını “Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç” kitabınızda derlediniz. Kitabınıza isim olarak seçtiğiniz Nizar Kabbani’nin bir şiirinde geçen “Tuz ve Taş Üstünde Uyuyan Kentler” ifadeleri sizde neleri çağrıştırdı?

Aslında kitaba bu ismi veren yayıneviydi, editörlerden Nermin Tenekeci’nin teklifiydi. Sebebi, Suriye’yle ilgili kitapların çok az okunmasıydı. Benim istediğim Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç başlığı tek başına konsa satılmayabilirdi. Biraz gizemli bir başlık olsun, merak uyandırsın istediler. Tuzun halkın çektiği acıyı ifade etmesinden ve savaşta Suriye yerleşimlerinin bombardımanlarla yerle bir edilmesinden, bazı yerlerde taş taş üstünde kalmamasından hareketle, çok önemli bir Suriyeli şair, yazar ve diplomat olan Nizar Kabbani’nin 1984’te Beyrut’ta iç savaş yaşanırken kaleme aldığı “Yasaklanmış Şiirler”inden bu dizeyi üst başlık yaptılar. Düşünebiliyor musunuz, 2011’den beri sınır komşumuzda savaş var ve ülkemize 4 milyona yakın Suriyeli sığınıyor, birlikte yaşıyoruz; ama Suriye ve Suriyelilerle ilgili kitaplar okunmuyor! Tam da bu yüzden sosyal medyada yalan yanlış her türlü bilgi yayılıyor, halkımızın zihnini manipülatörler dolduruyor, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor. Bu üzücü bir durum… Öte yandan kitabım büyük ilgi gördü, 6. ayında 2. baskıyı yaparak bizi şaşırttı. Bu, muhtemelen hem piyasaya çıkışının 7 Ekim Aksa Tufanı’nın akabine denk düşmesiyle, hem de sözü Suriyelilere verip onlara kendilerini anlattırmamla alakalı. Suriye’yi yılladır yakından takip edip bu konuda yazıp çizenler bile kitabımı okuyunca “hiç bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki”, “ne kadar çok şeyin farkında değilmişiz” diye geri dönüş yaptılar.


Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Senelerden beri bu sahada araştırmaları olan birisi olarak birçok mülteci kampı gördünüz ve göçmenlerle de görüşmeleriniz oldu. Son olarak göçmenlik ve göç konusuna dair unutamadığınız hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz? 

Türkiye, Suriye, Lübnan ve Avrupa’dan yüzlerce Suriyeli mülteciyle online veya yüz yüze görüştüm. Suriye ve Lübnan’daki kampları gezdim. Unutamadığım o kadar çok hikâye ve hatıra var ki... Rejime karşı savaşırken felç düşmüş veya sakat kalmış hayatının baharında yatağa bağımlı gencecik erkekler… Bütün oğulları ve damatları savaşta şehit düşmüş anneler… Kanser olup yatağa düşene kadar Suriye’de savaşmış babalar… Rejimin kuşattığı Şam Kırsalı’ndaki ilçesine, tünel kazarak rejim bölgesinden yiyecek kaçırma operasyonuna katılan 300 arkadaşından dörtte üçünü bu süreçte şehit veren bir bacağı kesilmiş savaşçı…

Rejimin hapishanesine düşen aile bireylerinden yıllarca haber alamayıp sabır içinde bekleyenler… (En ilginci, 1982’de rejim tarafından kaybedilen nişanlısını hala ya bir gün gelirse ümidiyle bekleyen 50’li yaşlarında Halepli bir hanımdı.)

Bütün ailesini savaşta yitirip tek başına veya birkaç kardeş kalan, bir anda büyümek zorunda kalan çocuklar…

Halep’te müdirelik yaptığı ortaokulda öğrencilerinin hafızlık icazet töreninin Rus savaş uçaklarınca bombalanması sonucu 70 öğrencisiyle birlikte yeni evlendiği eşini, işini, emniyetini, sağlığını, görme yetisini ve nihayet diğer bir bombalamada evini yitiren, Kilis’te felçli halde yatağa bağımlı yaşayan gencecik öğretmen…

İdlib’de rejimin bombaladığı ilkokuldan battaniyeler dolusu çocuk ceset parçaları topladığını anlatan üniversite öğrencisi genç kız… Doğu Guta’da rejimin bombaladığı alana yaralıları kurtarmak için koştuğunda aynı yerin yeniden bombalanması sonucu bir bacağını kaybeden adam…

Bir ağabeyini rejimin zorla askere aldığı, diğer ağabeyi de gönüllü olarak muhaliflere katılan ve her ikisi de savaşırken hayatını kaybeden, bu acılara dayanamayan annesi ve babasından biri kansere, diğeri kalp hastalığına yakalanıp ölen, kendisi de üzüntüden hastalanan Azez’de bir kreşte öğretmenlik yapan 20’li yaşlarında genç hanım…

Rejimin aylar veya yıllar süren kuşatması altında hayvan yemi arpa, ağaç yaprakları, otlar, kaktüsler, hatta karton, pul biber yiyerek hayatta kaldığını anlatanlar… Şam’daki Yermük Kampı’nın kuşatmasında hastalıktan annesi ve susuzluktan babası ölen, kaçarken göç yolunda 13 yaşında kardeşini kaybeden, kuzeyde Azez’deki çadır kampa iki kardeşiyle sağ salim ulaşan Filistinli mülteci gencecik kız…

Ziyaret ettiğim bazı evlerdeki yoksulluk değil, kelimenin tam anlamıyla yokluk … Suriye’nin kuzeyinde parasızlıktan günde tek bir öğün yiyebilenler, hatta bu yüzden günlerini oruçlu geçirenler…

Azez’de yaşadığı çadırda çıkan yangın sonucu bütün vücudu yanmış, Türkiye’de tam 25 ameliyat olması gereken küçücük çocuk…

Bütün fertleri türlü türlü hastalıklarla boğuşan aileler… Kendisi de hasta olup evdeki hastalara bakmaktan bitap düşen ev hanımları…

IŞİD’in çarşıda herkesin gözü önünde kafa kesmelerine şahit olan çocuklar…

Afrin’de bitmemiş inşaatlara sığınıp kapısız (kapı namına battaniye asılı) dairelerde yaşamaya mahkûm kalanlar…

Suriye’de yerinden edilenlerin ve Lübnan’da mültecilerin kaldığı, en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı, elektriksiz-susuz, kışın çamur deryası olan sefil çadır kamplar...

Ziyaret ettiğim kliniğin fizik tedavi bölümünde yetersiz beslenme yüzünden kas ve iskelet sistemi gelişemediğinden yürüyemeyen kız çocuk... (Görüştüğüm doktorlar, çocuklarda açlığın fizyolojik, psikolojik ve zihinsel problemlere, hatta hasarlara yol açtığını anlattı.)

Azez’deki psikososyal destek uzmanından dinlediğim, kadınlar arasında dahi intiharların ve intihar eğilimlerinin çok arttığına dair bilgi…

Suriye’de maddi durumu iyiyken Türkiye’de beş parasız hayata tutunmaya çalışanlar… Okula giden çocuğu, 2019’da günde sadece 1 TL istediği halde onu bile veremeyen anne…

Emniyet arayışıyla bombardımanlardan kaçıp Türkiye’nin güneyine veya Suriye’nin kuzeyine sığınan ama 2023’teki depremlerde ailesini yitirenler, evleri bir kez daha mezarlarına dönüşenler…

İki dakikalık depremle hem şehirlerimizin aldığı yıkımın görüntüsünün on yıllık savaşta Suriye’nin aldığı yıkıma hem de depremzedelerimizin değişen hayatının ve duygu-düşüncelerinin Suriyelilerinkine benzemesinin şoku… Öyle ki Türk depremzedelerle görüşmelerimde bana söyledikleri bazı cümleler, Tuz ve Taş Üstünde kitabımda geçen Suriyelilerin savaş ve göçle değişen hayatlarına ve duygu durumlarına dair kurdukları cümlelerle birebir aynıydı. 

Bütün acılarını anlatıp sonunda “her halimize hamdolsun” diyebilen sefalet içindeki Suriyelilere karşılık, nimetler içinde yüzdüğünün farkında bile olmayan, sürekli şikâyet eden ve şükretmeyi bilmeyen bizler…


Z.T.KOR: İSRAİL TARİHİNİN EN ZAYIF DÖNEMİNDE


İSRAİL TARİHİNİN EN ZAYIF DÖNEMİNDE

Zahide Tuba Kor

Genç dergi, sayı: 220, Ocak 2025, sf. 9


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

Suriye’ye İşgalci İsrail’in de saldırıları oldu. İsrail hem bölgede hem Suriye’de neyi hedefliyor?

İsrail, 2020’de Arap ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmeye başlamış, Ortadoğu’da yeni düzeni tesis için geriye sadece Ekim 2023’te Suud’la normalleşme kalmıştı. Ancak 7 Ekim Aksa Tufanı bölgesel planları altüst ettiği gibi İsrail bir anda güvenliğini, caydırıcılığını ve özgüvenini yitirdi. 

Netanyahu, en uzun ve yıkıcı savaşında Gazze’ye bir türlü boyun eğdiremeyince önce Lübnan’da yeni bir cephe açtı, ardından 61 yıllık Baas rejiminin devrilmesi akabinde hem Esed rejimiyle gizli ilişkileri ortaya dökülmesin diye arşivleri hem de HTŞ ve benzeri İslami örgütlerin eline geçmemesi için Suriye ordusuna ait silah sistemlerini hava saldırılarıyla imha etti ve 1974 anlaşmasını geçersiz sayıp Golan Tepeleri’nin askerden arındırılmış kısmını ve biraz ötesini karadan işgal etti. Önümüzdeki günlerde Suriye hava savunma sistemlerinin yok edildiği bir ortamda Irak ve İran’a saldırma ihtimali yüksek. 

Hedef ne? Aksa Tufanı’nın bir benzerinin gelecekte tekrarlanmasını engellemek ve yitirdiği güvenliğini, caydırıcılığını ve özgüvenini geri kazanmak. Bunun için de bölgedeki bütün tehdit odaklarını bertaraf etmek. İsrail her zaman genişlemek için fırsat kolladı; ama bunun bir sınırı var. Şu an yaptığı, güç boşluklarından yararlanıp sınır bölgelerinde oyunun kurallarını kendi güvenliğini teminat altına alacak şekilde yeniden belirlemek. Davut Koridoru planının gerçekleşme ihtimali yok. Ama Suriye’de yeni yönetimin başarısızlığı için Arap diktatörlerle birlikte kışkırtmalara girişecektir.

Ordunun değil, Netanyahu ve aşırı dinci-milliyetçi ekibinin -Evanjelik kadrosuyla Trump’ın başa geçeceği bir ortamda- bir hedefi daha var: Hem Batı Şeria’yı ilhak etmek hem de 2022’de doğurtulan kızıl inekleri ahir zamana geçişin bir alameti olarak kurban edip Kudüs/Haremü’ş-Şerif’te 2000 yıl sonra tapınaklarını yeniden inşa etmek. İslam dünyasında kıyameti kopartacak bu senaryolara karşı silahlı grupları ve orduları seferber olamayacak şekilde zayıflatma niyeti olabilir.  

İsrail hedeflerine ulaşabilir mi? Zannetmiyorum. Çünkü tarihinin en zayıf döneminde. 7 Ekim’den bu yana ekonomisi, ordusu, siyaseti ve toplumu çok ağır darbe aldı; Batı’nın ve bazı Arap rejimlerinin desteğiyle ayakta. Asker kaybı çok fazla. 1 milyon Yahudi ülkeyi terk etti. Netanyahu ile askeri-güvenlik bürokrasisi arasında ciddi gerilimler var. İsrail’in gücü, Arap ve İslam dünyasının güçsüzlüğünden kaynaklanıyor ve diktatörlükler bu güçsüzlüğün temel nedeni.



29 Aralık 2024 Pazar

Z.T.KOR: ESED REJİMİNİN DEVRİLMESİNİN ARDINDAN SURİYE PROGRAMLARIM

 

ESED REJİMİNİN DEVRİLMESİNİN ARDINDAN SURİYE PROGRAMLARIM

Zahide Tuba Kor


NOT: Blogda yer alan 900’e küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


2025 yılı içinde yapacağım diğer Suriye konuşmalarım da bu listeye eklenecektir.


SURİYEDE 61 YILLIK BAAS REJİMİ ÇÖKTÜ! BUNDAN SONRA SURİYE’DE NELER OLACAK?

Fikriyat YouTube kanalı, 8.12.2024


SURİYE’NİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI

İTÜ Diriliş ve Medeniyet Kulübü, 30 Aralık 2024


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SURİYE’DE SİYASET VE TOPLUM

Bursa HAKÜDAD, 7.1.2025


BAAS REJİMİ NASIL DEVRİLDİ, SURİYE’Yİ NELER BEKLİYOR? 

DÜSAM YouTube kanalı, 17.12.2024


61 YIL: BAAS DİKTASI VE ZULMÜ 

Belkıs Kılıçkaya ile “Bu Ülke” programı, 24TV, 4.1.2025


MÜLTECİLİK, SURİYELİLER VE YENİ SURİYE 

Göç ve Diaspora Vakfı, 11.1.2025


ESED REJİMİ DÜŞERKEN SURİYE’NİN GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ

HABERTÜRK TV, Doğu-Batı programı, 7-8 Aralık 2024

“Suriye’de Neler Oluyor?” başlığı ile program kaydı yayınlanmıştır.

Nevzat Çiçek, Zahide Tuba Kor, Alptekin Dursunoğlu, Mehmet Alğan, Hazar Vural Jane, Cevat Gök


GEÇMİŞİ VE GELECEĞİYLE SURİYE

@ihhistanbulkadin Instagram hesabı, 5.1.2025


“TUZ VE TAŞ ÜSTÜNDE: SURİYE’DE REJİM, SAVAŞ VE GÖÇ” KİTABIM ÜZERİNE GEÇMİŞTEKİ SURİYE PROGRAMLARIMIN LİSTESİ



Z.T.KOR: 2024’ÜN 2.YARISINDAN İTİBAREN YAPTIĞIM ORTADOĞU KONUŞMALARIM

 

2024’ÜN İKİNCİ YARISINDAN İTİBAREN ORTADOĞU KONUŞMALARIM

Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


2025 yılı içinde yapacağım diğer Ortadoğu konuşmalarım da bu listeye eklenecektir.


7 EKİM’DEN BU YANA FİLİSTİN’LE İLGİLİ YAYINLANAN KONUŞMALARIM 
7 Ekim 2023'ün ardından 9 aylık süreçte yaptığım 30 küsur konuşmama da linkten ulaşabilirsiniz.


TRUMP’IN BAŞKAN OLDUĞU DÜNYADA FİLİSTİNLİ OLMAK

Kudüs Çalışma Grubu, 28.11.2024 


ARAP VE İSLAM DÜNYASININ TEMEL PROBLEMLERİ

İHH Kadın Konya, 29.11.2024


İSRAİL’İN FİLİSTİN’İ İŞGAL POLİTİKALARI

2024 Bahar döneminde verdiğim 4 oturumluk seminer dizisidir.

BİSAV TV, 20 Nisan – 11 Mayıs 2024


FİLİSTİNLİLERİN İLK İNTİFADASI 1936-39 BÜYÜK ARAP İSYANI FİLİSTİN-İSRAİL MESELESİNİ NASIL ETKİLEDİ?

Sakarya Üniversitesi ORMER VII. Ortadoğu'da Siyaset ve Toplum Kongresi, 25.10.2024


KADINLARIN SAVAŞTAKİ ÇOKLU GÖREVİ: GAZZE

KASAV Savaş ve Kadın Sempozyumu, 24.11.2024


LÜBNAN: COĞRAFYA, DEMOGRAFİ, SİYASET, SOSYOLOJİ, İSRAİL İŞGALİ, HİZBULLAH

HABERTÜRK TV, Doğu-Batı programı, 28 Eylül 2024 (“Lübnan’da İstikrar Nasıl Sağlanır?” başlığı ile program kaydı yayınlanmıştır.)

Nevzat Çiçek, Zahide Tuba Kor, Bülent Şahin Erdeğer, Müfid Yüksel, Sezin Öney


NEKBE İLE ORTADOĞU'DAKİ DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMLER

Kudüs Çalışma Grubu, 7.10.2024


Z.T.KOR: YENİ ŞAFAK ORTADOĞU COĞRAFYASI SERİSİ

 

YENİ ŞAFAK ORTADOĞU COĞRAFYASI SERİSİ

Zahide Tuba Kor

8 Ekim 2024, Yeni Şafak

Röportajı yapan: Neslihan Önder


NOT: Blogda yer alan 900’e küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


8 Ekim 2024’te Yeni Şafak muhabiri Neslihan Önder’in Ortadoğu coğrafyası, jeopolitiği ve demografisi temelinde bölgenin güncel durumu ile ilgili yaptığı röportaj YouTube kanalında yedi bölüm olarak yayınlanmıştır. Anlattıklarımı daha iyi anlamak için röportajları ardı ardına izlemenizi tavsiye ederim. 


İsrail-Filistin: “Arsız çocuk İsrail: Annesi İngiltere babası Amerika!”


Filistin: “Hamas’ın mücahit mühendisleri


Lübnan: “Lübnan'ı da yakıp yıkacak: İsrail nasıl mı durdurulur?”


İran: “İran’ın içinde İsrail yanlıları çok: İsrail İran’dan ne istiyor?”


Irak: “Bugün yaşanan bütün krizlerin kaynağı: Irak


Suriye: “Suriye hakkında bilinenler ne kadar doğru?”


Mısır: “İsrail'le barışan ilk Arap ülkesi: Mısır


20 Aralık 2024 Cuma

Z.T.KOR: ESED REJİMİNİN YIKILMASI BİZE NE ANLATIYOR?


ESED REJİMİNİN YIKILMASI BİZE NE ANLATIYOR?

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Betül Sav

Fikriyat, 8 Aralık 2024

https://www.fikriyat.com/galeri/gundem/esed-rejiminin-yikilmasi-bize-ne-anlatiyor


Röportajın ses kaydını dinlemek için: “Suriye'de 61 yıllık Baas rejimi çöktü! Bundan sonra Suriye’de neler olacak?”, Fikriyat YouTube kanalı, 8.12.2024, https://www.youtube.com/watch?v=8srwSWX6Brs


NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Esad rejiminin yıkılması bize ne anlatıyor?

Öncelikle, kan dökerek ayakta kalınamayacağını, bütün rejimlerin anlaması gerektiğini gösteriyor. Bu rejim kurulduğundan beri ayakta kalmaya odaklanmıştı. Çünkü Suriye’nin bağımsızlıktan sonraki tarihinde darbeler, karşı-darbeler veya başarısız darbe girişimleri yüzünden sürekli hükümet değişimleri yaşanıyor. Yani 1946-70 arası 21 hükümet var... Çok istikrarsız bir süreç. Dolayısıyla ne olacak bu süreçte? Esed başa geldiğinde bir daha darbe yaşanmasın diye, devrilmemek için bütün sistemi ona göre kurdu. Dolaysıyla bu rejim, tıpkı İsrail gibi taviz verme, müzakere etme, orta yol bulma diye bir anlayışa hiçbir zaman sahip olmadı. “Ya benimlesiniz ya düşmanımsınız” anlayışındaydı. Her zaman intikamcı bir rejimdi; beraber yola çıktığı Alevi arkadaşı Salah Cedid’i devirdikten sonra 1993’te ölene kadar hapiste tuttu. Dolayısıyla 1982’de Hama’da olduğu gibi ayakta kalmak için gerekirse kan dökmekten hiç çekinmedi.

Bu tecrübe bize şunu gösteriyor; akabilecek kanın en zirvesini akıttı. Bütün halkına sefalet yaşattı. En zengin kaymak tabaka dışında kendisine destek verenler dahi bugün açlar. Nüfusun yarıdan fazlasını yerinden etti. Peki sonunda ne oldu? Hiçbir şey kazanmadı. Kendisi de devrildi.

Bu, uzlaşma kültürünün hakim olması gerektiğini gösteriyor. Hem bölgesel düzeyde devletler arasında hem de devletlerin kendi içinde muhalefet ile iktidar arasında bir müzakere mekanizmasının, asgari müştereklerde uzlaşma zihniyetinin olması gerekiyor. En önemli öğrettiği şeyler bunlar...

Suriyelilerin zerre kadar ümidinin kalmadığı, tükendiği bir aşamada hiç beklenmedik bir anda bu zafer geldi. Bu bakımdan da Allah’tan ümit kesilmemesi gerektiğini, ilahi adaletin er ya da geç tecelli edeceğini ve o ilahi planda neler olduğunu bizim idrak edemeyeceğimizi gösterdi. 7 Ekim Aksa Tufanı olmasaydı biz bugün bu zaferi göremeyecektik. Dünyada birçok şey birbirine bağlı. Kula düşen hiç durmadan gayret edip geleceğe hazırlık yapmaktır ki HTŞ bu yolu takip etti. Muhalifler rejimle karşı karşıya gelmek üzere hazırlıklarını yaptı ve uygun aşama geldiğinde çok hızlı bir zafer kazandılar.

Bağımsız olmak egemen olmak değildir. İktidar olmak muktedir olmak değildir. Bir savaşı kazanmak barışı kazanmak demek değildir. Esed hiçbir zaman zafer kazanmadı. Dış müttefiklerinin yardımıyla muhalifleri ezmek kazanmak değildi. Dolayısıyla karşıdakini bastırmak da zafer anlamına gelmiyor.

Suriye zaferi; uzmanların sadece askeri-güvenlik, ekonomi-politik ve dış güçler üzerinden analiz yapmaması, sahaya da bakması gerektiğini gösterdi. Sahayı bilmeden uzman olunmaz. Eğer yıllardır analiz yapanlar sahaya da bakabilseydi, bugün yaşananlara bu denli şaşırmazlardı. Dolayısıyla bölgeye yaklaşımımızda eksiklikler olduğunu da çok net bir şekilde göstermiş oldu.

Suriye’de neler olacak, Suriye halkı gelecekti bu olanları nasıl şekillendirecek?

13 yıldır Suriye halkı, hiçbir milletin dayanamayacağı kadar büyük imtihanlara maruz kaldı. Yaşamadıkları ölüm çeşitleri kalmadı. Bu insanlar bütün ümidini yitirmişti. Dolayısıyla bu zafer öyle muazzam bir şey oldu ki yıllardır kurdukları hayal bir hafta-on gün içinde gerçekleşti. 13 yıl uğraştılar, 13 gün bile sürmedi bu zaferi elde etmek. Bu Suriyeliler için adeta bir şok terapi oldu. Bir anda moralleri düzelip, yeniden ümitlendiler. Peki sonra ne olacak?

Şimdiye kadar HTŞ çok iyi ilerledi. Geçmiş tecrübelerinden ve hatalarından çok şey öğrendiği belli. Geçmişte Suriye muhalefeti çok yanlışlar yapmıştı; çünkü siyasetin yasak olduğu bir istihbarat devletinde yaşadıklarından siyaset nasıl olur bilmiyordu. En önemli fark, bir silahlı örgüt olarak siyaseti öğrenmiş olmaları. Ayrıca girdikleri yerlerde Suriye halkının katillerinden, tecavüzcülerinden, yağmacılarından intikam almadılar. Yağma da yapmadılar. Herkesin can ve mal güvenliğini teminat altına aldılar. Bu inanılmaz bir şeydi.

Bu adımlar, iç barışı sağlayabilir türden. Ancak bu böyle de kalmayabilir. Çünkü Suriye coğrafyası çok kıymetlidir; Suriye Suriyelilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bölgesel güçlerin -Türkiye, İran, İsrail, Körfez’in-, hatta komşular Lübnan, Ürdün ve Irak’ın da güvenliği Suriye’den başlar. Ayrıca küresel güçlerin de mücadele alanıdır. 

Tam da bu hassas coğrafyası nedeniyle küresel ve bölgesel güçler büyük ihtimal Suriye’yi kendi haline bırakmayacak ve karıştırmaya çalışacaklardır. Mısır’daki Sisi darbesi ve Suriye’deki iç savaş tecrübesi yüzünden “Arap Baharı”nın ilk versiyonu acı bir şekilde son bulmuştu. Daha sonra 2019’da bu sefer Sudan, Cezayir, Lübnan ve Irak’ta halklar ayaklandı. Şu anki üçüncü versiyon Gazze’de Aksa Tufanı ile başladı.

Aksa Tufanı ve Hamas’ın direniş metotları diğer ülkelerdeki örgütleri etkiledi. Bunun zafere dönüştüğü ilk alan Suriye tecrübesi oldu. Tam da bu yüzden 61 yıl sonra Suriye’de Baas rejiminin devrilip yeni bir yönetimin kurulması ve başarılı olması, bölgedeki otoriter rejimlerin hepsi için bir kabus senaryosudur. Başta Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bölge ülkeleri bu süreci baltalamak için elinden geleni yapacaktır. 2013’teki Mursi’ye darbenin arkasında Körfez’in parası ve İsrail’in aklı vardı. Yeniden benzer bir süreçle devreye girip muhaliflerin farklı kanatlarını yeni hükümete karşı kışkırtabilirler.

Türlü türlü provokasyon yapabilirler. Kritik suikastlar yapabilirler. Toplumu birbirine düşürebilirler, siyaseti karıştırabilirler. Suriye’deki bu sürecin önünde bir sürü meydan okumalar var ama şimdiye kadarki gidişat başarılıydı.

Filistin için de zafer yakın diyebilir miyiz? 

Şu an diyemem. Çünkü Trump geliyor. Trump, İsrail’den fazla İsrailcidir. Netanyahu zaten Trump gelsin diye savaşı bu kadar uzatmıştı. Çünkü onu kurtaracak tek kişi Trump’tı ve Netanyahu’nun Batı Şeria ve Doğu Kudüs’e dair bir sürü hayalleri var. Ben, Trump döneminde Batı Şeria’nın ve Doğu Kudüs’ün patlayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla Filistinlilerin isyanı henüz bitmedi. Bu süreçte Trump’ın bir emlak kralı olduğunu unutmayın. Yatırımlar, projeler onu cezbeden şeylerden. Zaten İsrail, Gazze’nin kuzeyini insansızlaştırıp orayı yeniden işgal edip orada yeni ve gösterişli yerleşimler kurma hayalleri var. Yine Gazze’yi küçültmek isteyecekler ki Akdeniz’deki doğalgazına sahip olabilsinler.

Gazze’nin kaderi açısından pek ümitli değilim fakat şu açıdan ümitliyim; Suudi Arabistan, Suriye’de yaşananlardan sonra Trump gelir gelmez İsrail’le İbrahim Mutabakatını imzalayamayacaktır muhtemelen. Bu durum İsrail’in bölgeye dair yeni kara yolları, demir yolları, boru hatları vs. inşa etme hayallerini engelleyebilir. Ama çok bilinmezli denklemlerle karşı karşıya olduğumuzdan süreci henüz kestiremiyoruz. Çünkü dünyanın neresi ne zaman patlayacak onu da bilmiyoruz.

Küresel sistem 2008 ekonomik krizinden beri sarsılıyor. Tarihte büyük ekonomik krizler beraberinde büyük savaşları getirmiş. Bugün Ukrayna ve Suriye üzerinden yürüyen savaşlar küresel güç mücadelesinin bir uzantısı. Amerikan hegemonyası dönemi bitti. Fakat dünya nereye evrilecek bilmiyoruz. Bölgedeki hiçbir devlet istikrar içinde değil. İsrail’in bile kaderi belli değil. Gazze savaşında 1 milyon İsrailli ülkeyi terk etti. İsrail’in ordusu da, ekonomisi de zayıfladı. Ayağa kalkması kolay olmayacak. Ama bölgede en büyük zararı gören tabii ki İran, on yıllardır yürüttüğü projesi çöktü.

Ülkemizi neler bekliyor bu durumda?

Türkiye Suriye’deki süreci muhteşem bir şekilde yürüttü. Şu an için bölge üzerinde kazanan tek aktör Türkiye. Amerika-İsrail projeleri kısa vadede devreye sokulmaya çalışılabilir ama bunun tutacağını düşünmüyorum. Ama Türkiye’nin açılan önünü kesmeye kesinlikle çalışacaklardır. Tıpkı 2011 “Arap Baharı”nın tamamen Türkiye’ye yaraması karşısında küresel ve bölgesel güçlerin el ele verip Sisi Darbesi ve Suriye’deki savaş ile süreci aleyhe çevirmeleri gibi. Çünkü Mısır ile Türkiye’nin bir araya gelmesi bölgenin bütün jeopolitik denklemlerini değiştiren bir şey idi. Şu an Suriye’nin İran ve Rusya’nın nüfuz alanından çıkıp Türkiye’ninkine girmesi de aynı şekilde.

İktidara yürüyen muhalifler, Türkiye’nin nüfuzu altında olacak ve bu da Arap ülkeleri, İran, Batı ve İsrail gibi birçok aktörün işine gelmeyecek. 2011’den bu yana Orta Doğu bir satranç tahtası. Sürekli küresel, bölgesel ve yerel güçlerin hamleleri var. Yani oyun bitmiş değil. Küresel ve bölgesel sistem netleşmeden Suriye’nin kaderi tam anlamıyla netleşmiş olmayacak. Bu süreçte bizim en büyük zafiyet noktamız; ekonomimiz. Ekonomimiz üzerinden bize bir operasyon çekmeye çalışabilirler.

Son olarak şunları dile getirmek istiyorum:

Biz Suriye’yi ve Suriyelileri hiç tanımıyoruz; halkımızın zihnindeki algıların ve bilgilerin yüzde 99’u yalan ve yanlış. Güneyimizde 13 yıldır savaş var ve biz sahanın gerçeklerinden habersiziz. Bu, büyük bir ayıp. Suriye’de son 10 gündür yaşananlar çok öğretici ve algılarımızın yanlışlığını ispatlayıcı gelişmeler. Bundan sonra Suriyelilerin önemli bir kısmı yavaş yavaş ülkelerine dönecekler. Peki bizim onlar ile helalleşmemiz gerekmiyor mu? Bunca zamandır yanlış bilgiler üzerinden onları çok üzdük ve kırdık, bolca iftira attık. Bunlar, bu yaz Kayseri’de olduğu üzere bazen büyük acılara yol açtı, farkında bile değiliz.

İkincisi; İslam’ın ilk emri Oku’dur. Peki biz gerçekten okuyor muyuz? Bu okumama, araştırmama meselesini çözmemiz lazım. Hakikatin peşinden konuşmamız lazım ki zalimlerin, cahillerin ve yalancıların hikayesini tekrarlamış olmayalım. Nasıl ki Gazze bize öğretmen olduysa, Suriye’nin de bize ayna tutması ve öğretmen olması gerekiyor. 


Z.T.KOR: “2012-2015’TE ESAD REJİMİNİN DÜŞÜŞÜNÜ ENGELLEYEN İSRAİL'Dİ”

 

“2012-2015’TE ESAD REJİMİ DÜŞÜYORKEN, ABD’Yİ İKNA EDİP BUNU ENGELLEYEN İSRAİL OLDU”

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Naman Bakaç

Independent Türkçe, 18 Aralık 2024

https://www.indyturk.com/node/750726/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/zahide-tuba-kor-2012-2015te-esad-rejimi-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCyorken-abdyi-ikna-edip

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Naman Bakaç: 2011 yılında barışçıl bir şekilde başlayıp, en son 27 Kasım 2024’te Suriye muhalefetinin yeni askeri operasyonları sonucu Baas diktatörlüğü 61 yıllık bir zaman diliminden sonra çöktü. Bu çöküş; başta Ortadoğu olmak üzere küresel bazda da jeopolitik ve sosyo-politik kırılmalara yol açacak gibi görünüyor. Bu kırılmalar; diktatörlük altında yaşayan Arap ve İslam halklarına umut ışığı olabileceği gibi, karşı devrimleri destekleyen kimi bölgesel ve küresel aktörleri de harekete geçirebilecek. Bu olgusal gerçeklere rağmen, yadsınımaz bir gerçeklik olan şey de; 60 yıldan fazladır zulüm ve işkence altında yaşayan Suriye halkının görece de olsa özgür, mutlu ve güvende olduğudur. Özgürlük ve istikrarlılık; adil ve kapsayıcı bir yönetim modelinin inşası, ilkeli olduğu kadar pragmatik bir dış siyasetle hareket eden stratejik bir akılla yönetildiği zaman, Suriye için elde edilmesi gereken en önemli vazgeçilmez hedeflerdir. 

Suriye muhalefetinin 13 yıllık mücadelesini, Baas diktasının karakteristik yönlerini, İran ve Rusya’nın Baas diktasına olan desteğinin çöküşünü, Suriye muhalefetinin stratejik bir akılla Ortadoğu şartlarını ve Suriye içi dinamikleri gözeten askeri operasyonlarını, bu operasyonun arkasındaki Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) isimli yapıları, Baas diktasının çöküşünün bölge ülkelerine ve direniş hareketlerine olana yansımalarını, PKK/YPG’nin Kuzey Suriye’deki varlığı ve bundan sonra alacağı şekli konuşmak için yıllarca Suriye, Lübnan ve Filistin sahasını hem masada hem de sahada takip eden, Suriye ve Lübnan üzerine kitaplar neşreden araştırmacı-yazar Zahide Tuba Kor ile konuştuk. 

 

“BÖLGESEL GÜÇLERİN MİLLİ GÜVENLİĞİ VE RUSYA’NIN BÖLGEDE AKTÖRLÜĞÜ, SURİYE’DEN BAŞLAR”

Suriye, Lübnan ve Filistin üzerine kitapları olan, seminerler veren, makaleleri olan bir Ortadoğu uzmanı olarak 27 Kasım’da başlayan Suriye muhalefetinin Baas rejimini devirmesini, Aralık 2024’te öngörüyor muydunuz? Rusya ve eski Mossad yöneticilerinin açıklamalarında geçtiği gibi sizin için de sürpriz ve şaşırtıcı mı oldu? 

Bunu öngörebilecek kimse olduğunu düşünmüyorum. HTŞ’nin bile operasyona başlarken ki hedefi, Halep’in batı kırsalını ele geçirmek ve İdlib’e yönelik artan saldırıları caydırmaktı; rejimi düşürme arzusu hep olsa da bu hedefle yola çıkmamışlardı. 

Ama yıllardır her konuşmamda şunu belirtiyordum: Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda; rejim İran-Rusya, muhalifler Türkiye, SDG ise ABD sayesinde ayakta; yabancı devletler desteği çektiği anda hiçbir yerel güç tek başına ayakta kalamaz; rejim savaşı kazanmış değil; savaş bitmiş de değil, sadece donduruldu.

Birkaç yıldır çok iyi bildiğim şeyler şunlardı: Rejim ve ordusu son derece güçsüzdü, ortada devlet namına bir şey kalmamıştı, zalim ve yozlaşmış çetelerin hâkimiyeti söz konusuydu, ekonomik çöküş ve devasa yolsuzluklar yüzünden rejim bölgesinde yaşayan sefalet ve baskı altındaki halk içten içe rejimden artık illallah diyordu; Rusya ve İran ile ona bağlı milislerin askeri desteği olmasa kesinlikle ayakta kalamazdı.

Rusya Ukrayna savaşıyla, İran ve Hizbullah ise İsrail’le boğuşurken ve Suriye’deki askeri birliklerinin çoğunu geri çekmek zorunda kalmışken, rejimin ayakta kalması iyice zorlaşmıştı. Ama iyice zayıflamış Esad’ın bölünmüş Suriye’nin başında kalması, sadece Rusya ve İran’ın değil, aynı zamanda ABD, AB, İsrail ve otoriter Arap rejimlerinin de menfaatineydi.

Türkiye de Astana süreci bağlamında muhaliflerin rejim bölgelerine girme arzusunu yıllardır dizginlemiş, hatta engellemişti. 

Yani dış müdahaleler kesilip ülke kendi haline bırakıldığı takdirde devrilmesi kaçınılmaz olan, ama uluslararası alanda devrilmesi istenmeyen bir rejim vardı ortada. 

Bu arada Suriye, jeopolitik olarak Ortadoğu’nun en kıymetli coğrafyasına sahiptir; tam da bu yüzden Suriye Suriyelilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bütün bölgesel güçlerin milli güvenliği ve bekası, Rusya’nın da bölgede aktörlüğü Suriye’den başlar.

Dolayısıyla hem jeopolitik konumu hem de 13 yıllık tecrübe ışığında -rejimin çökecek halde olduğunu bilsem de- devrilmesine dış güçlerin izin vermeyeceği kanaatindeydim.

 

“ESAD REJİMİ; MUHALİFLERLE KARADA GÖĞÜS GÖĞÜSE ÇARPIŞMAKTAN KAÇINDI, KAÇAK GÜREŞTİ”

2020’de sağlanan çatışmasızlık konseptiyle askeri olarak dur(ul)an Suriye muhalefetinin 2024’te Lübnan-İsrail anlaşmasının olduğu gün harekete geçmesini sağlayan ne tür gelişmeler yaşandı ki 27 Kasım operasyonları başladı? Suriye içi hangi dinamikler ve de Ortadoğu’daki hangi faktörler Suriye muhalefetini tekrar harekete geçirdi?

HTŞ çok daha evvel operasyona başlamak istediği halde Lübnan’da İsrail bombardımanı tüm şiddetiyle devam ederken Türkiye’nin buna izin vermediği söyleniyor. O yüzden operasyon ateşkes sonrasına denk düştü.

Bu arada HTŞ lideri, uzun zamandır rejime karşı harekete geçeceğini alenen dillendiriyordu. Gazze savaşı boyunca rejim ve hatta Rusya, İdlib’e bombardımanı kesmedi. HTŞ’nin kendine alan açmak için saldırı hazırlığı bilinmedik bir şey değildi. 

Harekete yeniden geçmeyi sağlayan dinamikler, Rusya’nın Ukrayna nedeniyle askeri varlığını çoktandır azaltması ve Wagner’in çekilmesi; İran ve Hizbullah’ın da -Gazze’de istediğini elde edemeyen ve 7 Ekim’in yıldönümü gelmeden halkına bir zafer tattırmak isteyen- İsrail’in, Lübnan’ı hedef alması yüzünden askerlerini ve milislerini Lübnan’a veya Suriye’nin güneyine sevk etmesiydi.

Bu arada birkaç yıldır Haleplilere sorduğumda bana hep şehri asıl kontrol edenin rejim değil, Hizbullah ve İran’a bağlı milisler olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla yabancı unsurların çekildiği bir ortamda rejim birlikleri tutunamadı. 

Suriye ordusunun hem askeri teçhizatları eski ve yetersizdi hem de askerlerin karada savaşma arzusu yoktu. Asker maaşı 6-8 dolar kadardı; kışlalarda ortam hem hijyen hem hayat şartları bakımından kötüydü; düzgün yemek verilmiyordu.

Dahası, askerler komutanlarının rezilliklerini ve bencilliklerini görüyorlardı. Hal böyleyken neden canlarını Esad için vereceklerdi? Bir de biz Suriye savaşının mahiyetinin farkında değiliz. Rejim en baştan itibaren muhaliflerle karada göğüs göğüse çarpışmaktan kaçındı, kaçak güreşti. Ucuz savaş yöntemlerini kullandı.

Yani muhaliflerin eline geçen bölgeleri kuşatıp içeri gıda girişini engelledi, havadan Rusya ile birlikte sürekli bombaladı; karada var gücüyle savaşanlar daha ziyade Hizbullah ve İran’a bağlı farklı ülkelerden gelen milis grupları, özellikle Afgan Hazaralardı. 

Diğer dış faktör de ABD’de başkan değişimiyle bağlantılı. Amerikan seçimleri sonrası yeni başkanların göreve başlayacakları 20 Ocak’a kadarki 2,5 aylık ara dönem, yani yönetim boşluğu, statükoyu değiştirmek isteyen aktörler için bir fırsattır.

Trump’ın hem Ukrayna hem Ortadoğu savaşını sonlandırma hem de Suriye’deki varlığını gözden geçirme vaadinde bulunduğu bir süreçte bütün güçler kendi konumunu sahada tahkim etme veya statükoyu değiştirmeye çalışıyor. Suriye sahasında statüko tamamen değişti. 

 

“HTŞ’NİN, AYLAR EVVELİNDEN, YENİ BİR SİLAHLI İSYAN İÇİN GEREKLİ HAZIRLIKLARI YAPTIRDIĞI SÖYLENİYOR”

SMO ve HTŞ 27 Kasım öncesi ne tür askeri, stratejik, istihbarı ve siyasi hazırlıkları yaptığını düşünüyorsunuz? 2020-2024 arasını muhalifler nasıl değerlendirdiler? Mart 2011 yılında başlayan Suriye muhalefetinin mücadelesi ile 27 Kasım 2024 yılındaki mücadelesini karşılaştıracak olursanız benzerlik ve farklılık açısından nasıl bir tablo çizersiniz? Neyi öğrendiler, neyi düzelttiler, ne tür dersler çıkardılar ki 8 Aralık’ta 61 yıllık Baas diktasını devirebildiler? 

2011’de halkın barışçıl gösterileri rejimin bizzat yönlendirmesiyle silahlı isyana dönüşürken -ordudan ayrılan subay ve erlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu dışında- eline silah alanlar sıradan esnaf ve öğrencilerdi. Hiçbir savaş deneyimleri yoktu. Stratejik perspektifleri ve taktik uzmanlıkları da yoktu. Silahları basitti, saldırıdan ziyade savunma silahlarıydı.

Rejimin asıl elinin güçlü olduğu nokta, hava hâkimiyetiydi; muhaliflere hiçbir zaman sahada dengeleri değiştirecek şekilde uçaksavarlar, taşınabilir hava savunma sistemi MANPAD’ler verilmedi. Silahlı gruplar yeterli silaha, paraya ve örgütlenmeye sahip değillerdi.

(El-Kaide/Nusra Cephesi, IŞİD ve PKK/PYD gibi kökü dışarıda olan ve bu sayede dışarıdan kaynak, silah ve militan çekebilen, örgütlenme kapasitesi yüksek ve merkeziyetçi örgütler ise 2012-2013’ten itibaren sahaya girip domine etmeye başlayacaklardı.)

Dahası, 1960’lardan itibaren siyasi hayatın ve sivil toplum faaliyetinin olmadığı istihbarat devletinde muhalifler ya yurtdışında ya da yeraltında olup siyaset oyununu bilmiyorlardı. Siyasi tecrübeleri de, tutarlı stratejileri de yoktu. Örgütlenme kapasiteleri çok zayıftı.

Dünya siyasetinin işleyişini bilmiyorlardı; bir anda karşılarında küresel ve bölgesel güçleri, yabancı diplomatları buldular ama onlarla iş tutma konusunda tecrübesizdiler; dışarıdan verilen sözlere ve vaatlere kandılar. (Bu arada sadece muhalifler değil, rejim de dışarıya bağımlıydı.)

Aynı zamanda Baas rejiminin halkı bireyleştirdiği, herhangi bir konuda ortak hareket etmelerini on yıllardır engellediği, muhbirleştirip birbirinden korkuttuğu bir ortamda muhaliflerin birlikte iş tutma tecrübesi de yoktu. Tek bir çatı altında toplanıp Esad karşısında siyaseten güçlü, alternatif ve ikna edici bir model ortaya koyamadılar. Kendi aralarında ideolojik kavgalara tutuştular. İslami muhalefetin diğerlerine kıyasla daha güçlü olması hem Batı’nın hem de otoriter Arap devletlerinin işine gelmedi. 

“REJİMİN, 13 YILDIR ’BEN GİDERSEM KAFA KESEN TERÖRİSTLER GELİR’ DİYEREK KORKUTTUĞU AZINLIKLAR BİLE HTŞ’YE ANLAŞTI”

Kökü dışarıda olan radikal grupların 2014’ten sonra sahayı domine etmesi, özellikle IŞİD’in kafa kesme görüntüleri ve çeşitli muhalif silahlı grupların suiistimalleri ve yağması halk nazarında korkuya ve güvensizliğe yol açtı. Zaten rejim baştan beri ben gidersem kaos olur, Suriye parçalanır; Kürt-Arap, Hristiyan-Müslüman, Sünni-Şii çatışması çıkar; İslamcı radikaller ülkeye hakim olur, sizi keser gibi propagandalarla azınlıkları, laikleri, üst ve üst-orta sınıf Sünnileri ikna edip yanına çekmişti. 

Ancak geçen 13 yıl içerisinde muhalefet tecrübe kazanırken, hatalarından ders çıkarırken ve eksiklerini tamamlamaya çalışırken rejim ise -tam aksine- yanlışlarında ısrar etti, uzlaşmaya hiç yanaşmadı, eksiklerinin üzerini ağır bir baskı ve zulümle örtmeye çalıştı, çelik tabanını bile bezdirdi ve iktisaden sefalete düşürdü, sürekli yalan söylediği artık görüldü. 

HTŞ’nin bugünlere yıllardır hazırlık yaptığı, askeri kapasitesini geliştirdiği aşikâr. Öncelikle, HTŞ’nin elinde artık hava araçları ve yeni silah sistemleri var, özellikle kamikaze drone’ları. Rejimin hava üstünlüğü tekelini kırmış olması en önemli farklılık.

Yine HTŞ’nin aylar evvelinden Halep’e adamlarını sızdırdığı ve yeni bir silahlı isyan için gerekli hazırlıkları sahada yaptırdığı söyleniyor. Türkiye de kuzeyde kendi kontrolündeki bölgede SMO’yu yıllar içinde daha düzenli bir ordu formatına getirdi, savaşma kapasitesini artırdı, silah sistemlerini iyileştirdi. Kuzeyde insanlar adeta kapana kıstırılmış halde, zor şartlarda yaşıyordu ve silahlı gruplar yıllardır rejimle ve YPG’yle çatışmak için sabırsızlanıyor, Türkiye’nin yeşil ışık yakmasını bekliyorlardı.

“HTŞ’NİN KAPSAYICI VE ÇOĞULCU BİR SURİYE VAADİNDE BULUNMASI ÖNEMLİ SÖYLEM VE EYLEM DEĞİŞİKLİĞİDİR”

En önemli değişikliklerden biri, el-Kaide içinden çıkıp Suriyelileşen HTŞ’nin katı tutumunu değiştirmesi oldu. Dışlayıcı bir ideolojiyle Suriye gibi bir ülkede tutunamayacağını öğrenmesi önemli.

Bu bağlamda -geçmişin aksine- halkı kendine yabancılaştırmamaya, azınlıkları korkutup kaçırmamaya, onların can ve mal güvenliğini teminat altına almaya, diğer silahlı grupların her türlü yağmasını engellemeye, intikam eylemlerini engellemeye özen göstermesi, kapsayıcı ve çoğulcu bir Suriye vaadinde bulunması önemli söylem ve eylem değişiklikleriydi.

Yine ele geçirdiği bölgelerde -rejimin yapmadığını yapıp- STK’ların da desteğiyle hemen temel ihtiyaçları karşılamaya ve belediyecilik hizmeti götürmeye başlaması, emniyeti sağlamaya çalışması algıları değiştirdi. Sağladığı bu güven ortamı, şehirlerin ciddi çatışmalar olmadan hızla düşmesini sağladı.

Rejimin 13 yıldır “Ben gidersem kafa kesen teröristler” gelir diyerek korkuttuğu azınlıklar bile HTŞ’yle anlaşmayı seçti. Suriye halkının çoğunun nazarında HTŞ de dâhil hiçbir alternatif, rejimden daha berbat olamaz.

Çünkü savaş dindiği halde 2020’den bu yana rejim halkın hayat şartlarını iyileştirici adımlar atmadığı gibi, halkın yüzde 90’dan fazlası fakirlik sınırında ve altında yaşar hale geldi. Buna mukabil rejim ve çevresinin lüksten vazgeçmemesi tabanın öfkesini çekti ve sevdiklerimizi ne uğruna kaybettik ve bu hallere düştük sorusunu sordurdu. Yani rejime yönelik güven krizine eşlik eden hayal kırıklığı, HTŞ’nin kabullenilmesini kolaylaştırdı.

Yani 10 yıl içinde gerçekten bu işi öğrenmişler. Örgüt mantığından çıkıp devlet mantığına doğru geçiş yapmışlar. Şam’ı nasıl ele geçirmeliyiz ve nasıl bir yönetim kurmalıyız konusunu çalışmışlar.

Öte yandan HTŞ dersini iyi çalışmış, ama diğer sivil veya silahlı yapılar benzer bir süreçten geçti mi, yeni sürece ne kadar hazır bilmiyoruz. Diğer silahlı gruplarda yağma yapanları gördük ve HTŞ henüz gelmeden Şam’ı güneydeki gruplar ele geçirdiğinde emniyetsizlik ve kaos yaşandı. 


“İDLİB’DE HTŞ’YE KARŞI HALKIN EYLEMLERİ OLDU, DİĞER BÖLGELERE KIYASLA MEMNUNİYETSİZLİK DAHA AZ”

Esad rejiminin çökmesinde Suriye muhalefetinin önemli bir aktörü olan Suriye Milli Ordusu’nu (SMO) biraz anlatır mısınız? Geçmişini, içinde yer alan fraksiyonları, hâkim olduğu bölgelerdeki uygulamalarını, Türkiye ile olan ilişkilerinin boyutunu, finansman ve silah desteğini nasıl sağladığını, HTŞ ile olan farklarını ve benzerliklerini dile getirir misiniz?

Silahlı örgütler üzerine çalışma yapmadım. Çünkü 10 küsur yıldır sahada yüzlerce irili ufaklı örgüt kuruldu, dağıldı, birleşti. Bunları yakından takip etmek ayrı bir emek gerektiriyordu. Herkesin savaş sahasıyla, örgütlerle ve dış güçlerle ilgilendiği bir ortamda ben hep göz ardı edilen sivillere odaklandım. Onların hayatına ışık tutmaya çalıştım. Geçmişte sahada savaşmış gençlerle karşılaştığımda bile savaş tecrübesini dinlerken hangi örgüte katıldığını bilinçli olarak sormadım. 

Suriye’ye gittiğimde ne zaman ve kime sorsam hep aynı şeyleri duydum. HTŞ, İdlib’de bir şiddet tekeli kurarak, yani diğer silahlı örgütleri kendisine boyun eğmeye zorlayarak bir düzen kurdu. Birçok hizmeti eldeki maddi imkânlar nispetinde vermeye çalıştı. Daha düzenli işleyen bir yönetim yapısı tesis etti. Türkiye’nin kontrolündeki operasyon bölgelerinde ise silahlı örgütler SMO çatısı altında bir araya gelseler bile birbirlerine rakipler.

Her ilçe farklı bir grubun kontrolünde, hatta Azez gibi bazı ilçelerin farklı yerlerinde farklı gruplar hâkim. Bu da Suriyelilerin kendi deyimiyle bir başıbozukluğa yol açtı. Hangi hizmetten kimin sorumlu olduğu konusunda bir yetki karmaşası vardı. Bazen silahlı gruplar kendi aralarında çatışıyordu.

Askerlere/milislere ödenen maaşın çok düşük olması en temel problemdi. Bütün bunlar zaman zaman halkın memnuniyetsizliğini tetikledi. Tabii ki İdlib’de HTŞ’ye karşı halkın eylemleri oldu, ama diğer bölgelere kıyasla memnuniyetsizlik daha azdı.

 

“ASKERİ ZAFER HER ZAMAN SİYASİ ZAFERİ BERABERİNDE GETİRMEZ”

61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?

Sorunuzun ikinci kısmıyla başlayayım. Esad, yıllardır Suriye’nin birliğinin ve toprak bütünlüğünün teminatı olarak sunuluyor, hatta PYD/SDG’ye karşı rejimle Türkiye’nin işbirliği yapması gerektiği savunuluyordu; ama bu, tıpkı mültecilerin geri dönüşü için Esad’le masaya oturmak gerek argümanı kadar, kökten yanlıştı. Rejimin düşmesinin bölünmüş Suriye’nin bütünleşmesini ve Suriyelilerin vatanına dönmeye başlamasını sağladığını görüyoruz.

Dahası, batısı ve doğusu ayrılmış bir Suriye devleti fiziken ve iktisaden yaşayamazdı. Biliyorsunuz, Suriye’nin batısında butik bir Alevi/Nusayri devletçiği kurulacağı varsayımı uzun yıllardır vardı; Esad’ın Moskova’ya sığınmasıyla bu ihtimal ortadan -en azından şimdilik- kalktı.

Denize çıkışı olmayan, karaya hapsolmuş bir Suriye devleti yaşayamazdı. Keza Suriye’nin iktisadi kaynakları -petrolün yüzde 90’ı, doğalgazın yüzde 40’ı, barajların tamamı, tarım alanlarının yarısı- SDG kontrolündeki doğudaydı. Ekonomik kaynaklarından mahrum bir Suriye de ayakta kalamazdı. Rejimin devrilmesiyle Suriye’nin birleşmesine şahit oluyoruz.

Öte yandan askeri zafer her zaman siyasi zaferi beraberinde getirmez. Artık zorlu bir devleti yeniden inşa süreci başlayacak ve yeni sistemin hangi ilkeler üzerine kurulacağı, siyasi sisteme dâhil olmak isteyen farklı ideolojik gruplar arasında bir çekişme konusu olacaktır.

Beşşar Esad çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ayağa kalkmak kolay bir süreç olmayacaktır.

Devam edecek...


“SÜRECİ BALTALAMASINDAN EN ÇOK KORKTUĞUM ÜLKE, KARŞI-DEVRİMLERİN ÜSSÜ OLAN VE İSRAİL’LE HAREKET EDEN BAE”

Zahide Tuba Kor

Röportajı yapan: Naman Bakaç

Independent Türkçe, 20 Aralık 2024

https://www.indyturk.com/node/750831/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/zahide-tuba-kor-s%C3%BCreci-baltalamas%C4%B1ndan-en-%C3%A7ok-korktu%C4%9Fum-%C3%BClke-kar%C5%9F%C4%B1


61 yıllık çöken Baas rejiminin Gazze’ye, Lübnan’a, Körfez ülkelerine, direniş örgütlerine ve Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağını öngörüyorsunuz? 8 Aralık’tan sonra bizi nasıl bir Suriye ve nasıl bir Ortadoğu bekliyor?

(…)

Müstakbel Suriye’nin önündeki en büyük meydan okuma dış güçlerdir. Çünkü Suriye’de başarılı bir model kurulması, otoriter Arap rejimleri açısından tam bir kâbus demektir. Düşünsenize, Suriye başarılı olursa özellikle Mısır ve Ürdün halkı yeniden hareketlenmez mi?

Bu iki devletin İsrail’le komşu olduklarını unutmayın. Süreci baltalamasından en çok korktuğum ülke, 2013’ten beri karşı-devrimlerin üssü olan ve İsrail’le her alanda birlikte hareket eden BAE. Çeşitli siyasi veya askeri grupları paraya boğarak, suikastlarla ve medya propagandası üzerinden istikrarsızlık çıkarmaya çalışacaktır. Bu konuda geçtiğimiz on yılda oldukça deneyim kazandı. 

Türkiye bu işten en ve hatta belki de tek kârlı çıkan ülke. Yeni Suriye Türkiye’nin nüfuz alanında olacaktır. Tam da bu yüzden bölgesel ve küresel güçler açısından Suriye modelinin başarılı olmaması gerekiyor. 2011’de ilk Arap devrimleri dalgası tamamen Türkiye lehineydi; bu nedenle 2013’te Mısır’daki darbenin hedeflerinden biriydik.

Ortadoğu’nun en büyük güçleri Türkiye-Mısır-İran arasında jeopolitik bir denge vardır ve bunların her daim birbirine rakip olması dış güçler tarafından istenir. Üçünün bir araya gelmesi hem İsrail hem küresel güçler açısından tam bir kabus senaryosudur. Ama herhangi ikisinin de müttefik olup birlikte hareket etmesi, bölge dengelerini değiştireceği için istenmez.

Yıllar evvel “Arap Baharı”nın sembol isimleriyle bir araya gelmiştik. İçlerinden birisi dedi ki “bize açık açık söylediler, size destek çıkmak isterdik, ama bunun kazananı Türkiye olur; biz Türkiye hegemonyasında bir Ortadoğu istemiyoruz.” Suriye, Mısır kadar başat bir ülke değil, ama coğrafi bakımdan çok önemli. Bu yüzden Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu kırmaya dönük adımlar atılabilir. 

“SURİYELİLER, BARIŞÇIL DEVRİMİN SİLAHLI İSYANA DÖNÜŞMESİNDE, İRAN’IN KİRLİ ROLÜNÜ ÇOK İYİ BİLİYORLAR”

Katar hariç Körfez ülkeleri, bilhassa BAE ve hızla sekülerleşen Suudi Arabistan bu durumdan rahatsız oldu. Kurmaya çalıştıkları yeni düzeni bozduk. Her türlü İslami hareketle mücadele içindeki BAE yıllardır Esad yönetiminin Arap dünyasına geri dönmesi için çabalıyordu.

2022’de Esad, 11 yıl sonra ilk kez Rusya ve İran dışında bir ülke olarak BAE’yi ziyaret etmiş, 2023 Mayıs’ında Suriye rejimi Arap Ligi’ne yeniden kabul edilmiş, Arap ülkeleri büyükelçiliklerini yeniden açmıştı. Halep düşmeden evvel BAE, ABD’yi Esed’in İran’la arasına mesafe koyması karşılığında Sezar Yasası’nı 20 Aralık’ta uzatmamaya ikna etmişti.

“Arap milliyetçiliğinin kalbi” olarak anılan Suriye, terör örgütü kabul edilen İslamcı silahlı grupların eline düştü. Bunu sindirebilmesi çok zor. 

Sürecin tam kaybedeni İran oldu. 1979’dan beri Baas rejimiyle yakın ilişki içindeydi ve kurduğu “direniş ekseni”nin temel direği Suriye’ydi. İran, 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda ciddi yıkım aldı ve bundan sonra kendi topraklarını savaş alanı olmaktan çıkartıp savunmasını başka topaklardan başlatma kararı aldı.

ABD-İsrail’le mücadelesini Lübnan toprakları üzerinden veriyordu; Lübnan Hizbullah’ına silah sevkiyatını Suriye’den yapıyordu. İran 2011’de muhaliflerle anlaşsaydı kanaatimce bu lojistik hat kesilmezdi. Ama Suriyeliler, barışçıl devrimin silahlı isyana ve savaşa dönüşmesinde İran’ın kirli rolünü çok iyi biliyorlar.

İran Esad rejimi için milyarlarca dolar akıttı ve hepsi çöpe gitti. Bu durum İran içinde istikrarsızlıkları tetikleyecektir. İsrail’in rejimi devirip şahın oğlunu başa geçirme senaryosu olsa da, İran sekülerleşirse bölgede Sünni-Şii mezhep kavgası dinecek, bu da bölgeyi zayıflatan önemli bir kozun ortadan kalkmasına yol açacağından son kertede vazgeçebilir. Ama Trump döneminde İran ve Irak’ın hedef olma ihtimali yüksek. Yine de yükselişteki Türkiye’ye karşı bir denge unsuru olarak kalması için yıkıcı seçeneklerden vazgeçebilirler. 

“İLERİDE, SURİYE VE LÜBNAN’IN KADERİNİ BELİRLEYECEK BİR TÜRKİYE-İSRAİL HESAPLAŞMASI YAŞANABİLİR”

Suriye’deki değişimin en çok etkileyeceği ülke, Baas zulmünü en çok ve bilfiil yaşayan ülkelerden Lübnan’dır. Direniş ekseni ve Esad rejimi çöktüğü için İran’ın ve Suriye’nin Lübnan’daki etkisi azalacaktır, bu da Batı ve Körfez yanlısı gruplara yarayacaktır. Tabii Türkiye yanlısı Sünni ve Dürzi çevreleri de olumlu yönde etkileyecektir.

Bu arada Lübnan bölgede küresel ve bölgesel güç mücadelesinin bir sahası olduğundan kaderini dışarıdaki gelişmeler etkileyecektir. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah’la savaşı bitti mi, bu henüz belirsiz. İleride gerek Suriye’nin gerekse Lübnan’ın kaderini belirlemek üzere bir Türkiye-İsrail hesaplaşması yaşanabilir. 

Gazze’ye etkisine gelince, maalesef önce Lübnan’daki savaş, ardından Suriye’de rejimin devrilmesi nedeniyle Gazze’deki soykırım gündemimizden düştü. Ekim ayı başından itibaren İsrail Gazze’nin kuzeyini, Yahudi yerleşimleri kurmak üzere tamamen insansızlaştırma kararını yürürlüğe koydu ve insanlar en perişan dönemlerini yaşıyorlar.

Trump gelmeden bir ateşkese varılabilir mi emin değilim. İsrail’in niyeti, Gazzelileri hem kuzeyden hem de Mısır’la sınır bölgesinden çıkararak ortada daracık bir alana hapsetmek, dışarıyla bağlantısı kopmuş bir Gazze’ye dönüştürmek. 

7 Ekim Aksa Tufanı, Gazze’nin yıkımına yol açarken Suriye’nin rejimden kurtulmasını tetikledi. Suriye’deki değişim bundan sonra başka direniş örgütlerini veya halk kitlelerini harekete geçirecektir. Mısır’dan Ürdün’e ve Batı Şeria’daki Abbas yönetimine kadar bölge rejimlerini korkuya sevk ettiği aşikâr. Yeni denklem, Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşme anlaşmasına imza atma ihtimalini azalttı. 

 

“İSRAİL, ORTADOĞU’DA AZINLIK YÖNETİMLERİNİ VE DİKTATÖRLÜKLERİ HER ZAMAN TERCİH EDER”

İsrail’in Baas rejiminin çökmesini nasıl baktığını düşünüyorsunuz? İsrail için bir kazanım mıdır bir tehdit midir? İsrail’in Suriye muhalefetini örtük desteklediğine dair argümanları nasıl buluyorsunuz? Baas diktasının çöktüğü günden beri sürekli Suriye’deki askeri ve istihbarı üsleri, liman ve havaalanlarını, kimyasal ve balistik füze araştırma merkezini, hava savunma sistemlerini, radar sistemlerini, muhaberat binasını, göç ve nüfus binasını vs. imha etmesini nasıl yorumluyorsunuz? İşgal ettiği Golan tepelerinden inip Kunetyra ve Dera bölgesine doğru izlediği işgal politikası ile İsrail, Suriye’nin yeni döneminde neyi hedefliyor? Davut koridorunu inşa edeceği iddialarını nasıl buluyorsunuz?

Olumlu baktığını düşünmüyorum. İsrail her zaman Ortadoğu’da azınlık yönetimlerini ve kendi halkını bastıran diktatörlükleri tercih etmiştir. Çoğunluk nüfusun (Sünnilerin) bir araya gelme girişimlerini her zaman kendi bekasına yönelik bir tehdit sayıp baltalamıştır.

Ayrıca İsrail, Esad rejiminin bütün davranış kalıplarını çok iyi biliyor ne zaman ne yapar belli. Yani öngörülebilir bir düşman. Tam da bu yüzden 2012, 2013 ve 2015’te Esad rejimi düşme noktasına geldiğinde ABD’yi ikna edip bunu engelleyen İsrail oldu; zayıflamış, kolu kanadı kırılmış bir Esad rejimini tercih etti. Çünkü kuzeydoğu cephesi, kontrollü gerginlik politikasına rağmen on yıllardır istikrarlıydı; Esad sonrası yeni kurulacak yönetimin ve silahlı grupların ne yapacağı belli olmazdı.

İsrail hep şöyle düşünür: “Bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytandan yeğdir.” Tam da bu yüzden Ortadoğu’da diktatörlükleri desteklemiştir. Halkın taleplerini dikkate alan yönetimlerle, çoğulcu ve açık toplumlarla uğraşmak, otoriter rejimlerle anlaşmaya çalışmaktan çok daha zordur. Bugün için İsrail’in zihninde HAMAS ile HTŞ arasında hiçbir fark yok.

İsrail’i savaşta da barışta da en zorlayan ülke 1948’den beri Suriye’dir. En büyük Arap ülkesi Mısır’ın 1979’da İsrail’le barışmasından sonra Suriye’nin tek başına savaş açma imkânı kalmadı. Ama Esad rejimi, hem İsrail’i kendisine savaş açmaktan caydırmak hem de Ürdün, Lübnan gibi küçük Arap devletlerinin Mısır’ın peşinden gidip İsrail’le barışmasını engellemek için 1980’lerde “stratejik eşitlik” politikasına geçerek aşırı derecede silahlandı ve ordusunu birkaç kat büyüttü.

Sonunda Ortadoğu’da “Mısırsız savaş Suriyesiz barış olmaz” denklemini kurdurdu. Bir de 1973’ten sonra Ortadoğu’da bir daha düzenli orduların İsrail’le savaşmadığı bir ortamda asimetrik güç unsurlarını devreye soktu; yani Lübnanlı ve Filistinli direniş örgütlerini destekleyerek İsrail’i dolaylı yoldan baskıladı.

Ancak Esad rejimi elindeki o silahları İsrail’e karşı değil, 2011’den sonra kendi halkına karşı kullanacaktı. Hatta İsrail geçen 10 yılda yüzlerce defa Suriye’yi bombaladığı halde doğru düzgün mukabele etmedi. 

“REJİM İLE İSRAİL’İN İŞBİRLİĞİNE DAİR BELGELERİN ÇIKMASI AKABİNDE, İSTİHBARAT VE BAKANLIKLARIN BOMBALANMASI ÇOK MANİDAR”

İsrail’in 2011’den sonra Suriye’de istediği savaşın uzadıkça uzaması, Sünni-Şii mezhep çatışmasının derinleşmesiydi. Bölge ne zaman savaş içindeyse bu kendi lehinedir. Tam da bu yüzden muhaliflerin güneydeki çeşitli unsurlarına da Esad rejimine de dolaylı destek verdi. Aynısını Lübnan İç Savaşı’nda da yapmıştı.

Dolaylı desteği taraflara sevgisinden değildi. İstediği, savaş uzadıkça uzasın. Bu destek sayesinde Suriye içinden hem istihbarat toplama imkanına kavuştu hem de ileride kullanacağı kendisine müzahir gruplar oluşturdu. Tam da bu faaliyetlerinin neticesinde geçtiğimiz günlerde bazı Dürzi köyler İsrail’e bağlanmak istedi.

Ayrıca Hizbullah’ın ve İran’ın Suriye’deki savaşa tamamen dahil olduğu ve saflarını yeni yeni savaşçılarla genişlettiği bir ortamda İsrail istihbaratının sızması çok kolaylaştı. Son bir senedir İran Devrim Muhafızlarının, Hizbullah’ın ve diğer milis gruplarının yönetici kadrolarına bu kadar kolay suikastlarının nedeni tam da bu. 

Esad rejiminin devrilmekte olduğu gece Habertürk canlı yayınında İsrail’in bundan sonra Suriye ordusunun envanterindeki tüm önemli silah sistemlerini ve askeri tesisleri muhaliflerin eline geçmemesi için vuracağını söylemiştim. İsrail, Esad rejiminin o silahları kendisine karşı kullanmak değil, kendisini saldırıdan caydırmak için biriktirdiğini biliyordu zaten. Ama muhaliflerin ne yapacağı belli olmaz.

Ayrıca rejim ile İsrail arasındaki işbirliğine dair bazı belgelerin ortaya çıkması akabinde bazı bakanlıkları ve istihbarat binalarını bombalaması da çok manidardı. Esad rejimiyle İsrail’in temaslarına dair kim bilir ne çok gizli belgeyle doluydu bu binalar. 

“İSRAİL’İN GÜCÜ, ARAP/İSLAM DÜNYASININ GÜÇSÜZLÜĞÜNDEN KAYNAKLANIYOR VE DİKTATÖRLÜKLER DE BU GÜÇSÜZLÜĞÜN TEMEL NEDENİ”

Neticede yeni yönetimi ordusuz bırakarak İsrail’e karşı gelecekte saldıramayacak hale getirme niyetinde. Keza bu silahların el altından direniş örgütlerine geçmesini de engelleme hesabında. Yani oyunun kurallarını kendisi daha baştan belirliyor. İşgal ettiği yerlerin çoğu 1967’de de işgal edip sonra geri çekilmek zorunda kaldığı, BM güçlerinin yerleştirildiği Golan Tepeleri’nin Suriye’ye bakan kısmı.

Buraları işgali, İsrail’in başkent Şam ve ülkenin ortası ve güneyini doğrudan gözetleme imkânına kavuşturdu ama zaten bu kapasiteye geçmişte de sahipti. Hermon/Şeyh Dağı’nda gözetleme ve radar sistemleri vardı. Şam, Golan’ı işgal ettiği 1967’den beri İsrail’in vuruş menzilinde; ama değilken de 1950’ler ve 1960’larda -türlü bahanelerle- kaç defa Şam’ı bombaladı…

İsrail’in Suriye içinde çok fazla ilerleyeceğini düşünmüyorum. Hedefi, yönetim değişirken oyunun kurallarını kendi güvenliğini teminat altına alacak şekilde yeniden belirlemek. Yakında Irak’a ve belki İran’a da saldırı başlatması muhtemel; bunun için de -bütün hava savunma sistemlerini yok ettiği bir ortamda- Suriye hava sahasını kullanabilecek. 

İsrail’i çok güçlü bir aktör olarak vehmediyoruz ama öyle değil. Gazze Savaşı’yla ordusunun çapı görüldü; ABD-İngiltere-Fransa-Almanya-BAE desteği olmasa bunların hiçbirini yapamaz, Gazze’de bile savaşı sürdüremezdi. Ayrıca İsrail’in gücü, Arap ve İslam dünyasının güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Diktatörlükler bu güçsüzlüğün temel nedeni. 

 

“ESAD REJİMİNİN DÜŞTÜĞÜ BİR ORTAMDA, PYD/YPG’NİN YAŞAYABİLİRLİĞİ KALMAZ”

Baas diktasının çökmesiyle birlikte PKK/YPG’nin izlediği politikayı ve attığı hamleleri nasıl buluyorsunuz? ABD ve Rusya ile olan ortaklıklarının geleceği sizce nasıl şekillenecek? Suriye’nin yeni yönetimi ile PKK/YPG arasında siz nasıl bir ilişkinin kurulacağını öngörüyorsunuz? Uzlaşacaklar mı çatışacaklar mı? PKK/YPG’nin Suriye’nin geleceğinde yeri ne olacak?

Ben her zaman analizlerimi yaparken “peki ama sürdürülebilir mi?” sorusunu sorarım. Bu soruya cevabım, Esad rejiminin düştüğü bir ortamda PYD/YPG’nin yaşayabilirliği kalmaz. Çünkü (i) savaştan evvel Suriye’deki Kürt nüfusu yüzde 7-8 kadardı, (ii) Fırat’ın doğusunda kontrolünde tuttuğu Suriye’nin yüzde 25’lik toprağında Kürt nüfus sadece Türkiye sınırına yakın kuzey bölgelerde yaşıyor, kalanı tamamen Arap aşiretler, (iii) bu Arap aşiretlerin çoğu geçmişte zaten Kürtleri sevmezdi (hatta 2004’te Kamışlı’daki bir futbol maçında Deyrizorlu Araplar ile Kamışlılı Kürtler arasında çatışmalar çıkmıştı),  (iv) Arap aşiretlerin bir kısmı PYD/YPG’yi Esad rejimine tercih ettiği, diğer kısmı güç kimdeyse ona -yani ABD’ye- boyun eğdiği için SDG çatısı altında YPG’yle birlikte hareket etti. Sıradan halkın savaşlardan çok yorulup artık istikrar istemesi de bunda etkili oldu. 

Ayrıca PYD/YPG yüzünden Suriye’yi terk edip Kuzey Irak’a, Türkiye’ye veya Avrupa’ya sığınan bir yığın Kürt var. (Bilhassa YPG’nin “zorunlu askerlik” getirmesiyle birçok Kürt genci dışarı kaçtı.) Suriyeli Kürtlerin de azımsanmayacak bir kısmı, örgüt güçlü olduğu ve kendisini tehditler karşısında koruduğu için PYD/YPG’ye boyun eğdi; yoksa ideolojisini benimsemiş değil. Suriye Kürtlerinin çoğu, savaştan evvel ya Barzani ya da Talabani destekçisiydi. 

“SURİYELİ KÜRTLERİN BİR KISMI, TEHDİTLER KARŞISINDA KENDİSİNİ KORUDUĞU İÇİN PYD/YPG’YE BOYUN EĞDİ; YOKSA İDEOLOJİSİNİ BENİMSEMİŞ DEĞİL”

Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretler ayaklandığı takdirde -ki rejim düşer düşmez ayaklanma başladı- PYD/YPG orada kan akıtmadan kalamaz. Bu arada rejim, içeride tabanı sınırlı ve kökü dışarıda olan PYD’yle hem Kürt nüfusu sindirmek ve muhaliflere katılmalarını engellemek hem de Türkiye’yi tehdit etmek amacıyla işbirliği yaptı.

2012’de Türkiye sınırından güvenlik güçlerini geri çekerken Kürt nüfuslu bölgelerde bütün kurumsal yapıyı PYD’ye devretti; yani en baştan beri rejim ile PYD arasında işbirliği vardı. Bu arada PKK 1978’de kurulduktan bir sene sonra Abdullah Öcalan’a kucağını açan ve Türkiye’nin savaşla tehdit etmesi üzerine 1998’de mecburen topraklarından çıkaran, Hafız Esad’ın ta kendisiydi.

PKK’nın Suriye istihbaratıyla yakın ilişkileri 1979’a kadar geri gider. Bunu niye söylüyorum? Bazıları yıllarca PKK-PYD’yi bitirmek için rejimle masaya oturup işbirliği yapmamız şart deyip durdu. Halbuki rejim bu örgüte bizzat alan açan ve onu koruyandı. Düşmeden evvel kontrolündeki bölgeleri örgüte bırakması da bunun son kanıtıydı. 

PYD/YPG, IŞİD sayesinde, özellikle IŞİD’in Kobani’ye girişiyle birlikte ABD’nin kara gücüne ve müttefikine dönüştü. Ama o devasa coğrafyayı Amerikan hava desteği ve yoğun bombardımanları olmasa ele geçiremezdi. Yani gücünü dışarıya borçluydu. Örgüt hem Rusya ve ABD’yle hem de Körfez ve İsrail’le ilişkilerini geliştirerek küresel ve bölgesel güçlerin Türkiye’ye karşı en önemli kozuna dönüştü.

Onlar bir Kürt devleti kurmak isteseler de bu, sosyolojik olarak mümkün değil. Çünkü mesela kuzey Irak’ta IKBY sahasında nüfusun çoğu Kürt iken, Fırat’ın doğusunda böyle değil. Suriye Kürtleri Türkiye sınırı boyunca üç bölgede öbekleşiyordu, ama araları Türkmen ve Arap nüfusla dolu. Afrin’i Türkiye kontrolüne aldı ve oradaki PKK/PYD unsurlarını çıkarttı. SDG kontrolündeki alanda sadece kuzeyde Kobani ve Cezire kısmında Kürtler yaşıyor; daha aşağısında uzun vadeli kontrol kurması mümkün değil.

“HTŞ KAPSAYICI BİR YÖNETİM KURABİLİRSE, PYD/YPG’NİN FIRAT’IN DOĞUSUNDA TUTUNMASI SOSYOLOJİK OLARAK MÜMKÜN DEĞİL”

Şunu demek istiyorum: PYD/YPG rejimin düştüğü bir ortamda, eğer ki HTŞ kapsayıcı bir yönetim kurabilirse, Fırat’ın doğusundaki o koca toprak parçasında tutunması sosyolojik bakımdan mümkün değil. Tabii kritik nokta, ABD ve İsrail kullanışlı bir araç olan PYD/YPG’yi gözden çıkarabilecek mi? İstemese de mecbur kalacaklar diye düşünüyorum.

Yıllar yılı ABD ve Rusya desteğiyle tahkim ettiği, hatta yerin altında Gazze gibi tünellerle ikinci bir şehir kurduğu Tel Rıfat ve Munbiç’ten nasıl fazla direnemeden çıkmak zorunda kaldığını gördük. Batı’nın ürettiği cesur savaşçı YPG miti çözüldü. Bu şartlar altında örgüt tutumunu yeni duruma adapte etmek zorunda kalacaktır.

PKK-PYD karşıtı Kürt grupların merkezi hükümette yer bulması örgütün etkinliği kırmak bakımından önemli olacaktır. Ama PYD’yi de silahlı mücadeleden vazgeçirecek adımlar atılmalıdır. Yoksa terör eylemleriyle yeni kurulacak yönetimi sarsabilir. 

Kürtlere ABD ve Rusya desteği daha PKK ortaya çıkmadan on yıllar evvel başlamıştı, hatta 19. yüzyılın sonunda Rus Çarlığının Kürtlere yönelik faaliyetleri vardı. Suriye’de her ne yaşanırsa yaşansın, PKK’nın akıbeti her ne olursa olsun, çeşitli Kürt grupların küresel ve bölgesel güçlerle ilişkileri devam edecektir.