İKİ ÜSTADIN UZLAŞMASI SONRASI NAHDA HAREKETİNİN SEÇENEKLERİ
Tarek Chamkhi (Siyasal
İslami hareketler, jeopolitik ve uluslararası ilişkiler alanına odaklanan
doktora adayı)
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme Al Sharq Forum web
sitesinde 10.9.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://research.sharqforum.org/2019/09/10/iki-ustadin-uzlasmasi-sonrasi-nahda-hareketinin-secenekleri/?lang=tr
Makalenin Türkçe PDF’sine, Arapça
orijinaline ve İngilizce tercümesine yine Al Sharq Forum’dan ulaşabilirsiniz.
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Özet: Kırılgan Tunus demokrasisi, çalkantılar ve iç savaşlarla dolu bir
bölgenin ortasında yolunu bulmaya çalışıyor. Sonraları “iki üstadın uzlaşması”
diye meşhur olan, Sayın Baci Kaid es-Sibsi ile Raşid el-Gannuşi arasında 13
Ağustos 2013’te Paris’teki tarihi buluşmada varılan uzlaşmanın, demokratik
sürecin devamında ve ülkenin hâlihazırdaki nispi istikrarında çok önemli bir
etkisi olmuştu. Bu tarihi uzlaşmanın dayandığı iki temelden biri olan Sibsi’nin
vefatından sonra, Tunus’un demokratik dönüşümünün kaderini ve önümüzdeki
parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bunun Nahda hareketinin
seçeneklerine ve stratejilerine nasıl etki edeceğini izlemek önemli.
Giriş
2010 Aralık’ında Muhammed Buazizi’nin
tetiklediği devrimden bu yana Tunus, demokratikleşme ve hürriyetler
doğrultusunda gözle görünür bir ilerleme kaydediyor. Ancak tökezletici ve
geriye döndürücü birçok faktör de mevcut: Başta eski rejimin kalıntılarının
varlığı ve derin devletin “Yasemin Devrimi”nin kazanımlarıyla menfaat çatışması
olmak üzere, iktisadi gelişme göstergelerinde düşüş, işsizliğin ve yasadışı
göçün dramatik bir şekilde yükselişi, üretim sektörlerini 2012-2014 yıllarında
tamamen felç eden ardı ardına yaşanan kamu sektöründeki grevler… Bütün bu
faktörlere rağmen Tunusluların ekseriyeti, hürriyetlerin seviyesinde şimdiye
kadar kaydettikleri ilerlemeden gurur duyuyor.
Tunusluların karşı-devrim diye
nitelediği muazzam baskının altında yalpalayan kazanımlardan biri şudur:
iktidarın el değiştirmesi ve ülke tarihinde ilk kez Ekim 2011’de serbest
demokratik seçimlerin düzenlenmesi, ardından 2014’te parlamento ve
cumhurbaşkanlığı ve 2018’de belediye seçimleriyle birlikte iktidarın el
değiştirmesinin yerleşmesi; ayrıca Nahda Partisi’nin 2014 seçimlerine kadar
ülkeyi yönetecek teknokrat bir hükümet kurulması için kendi isteğiyle iktidarı
bırakma kararı almasıyla 2013’te iktidarın barışçıl bir şekilde el değiştirmesi
ve buna paralel olarak ilk demokratik anayasanın Ocak 2014’te yayımlanması. Bunların
yanı sıra, Tunus’un yeni gelişen demokrasisinde son ve en dikkat çekici
gelişme, Cumhurbaşkanı Sibsi’nin vefatının ardından iktidardaki yumuşak geçiş
oldu.
Sonraları “Paris’te iki üstadın
uzlaşması” diye meşhur olan, 13 Ağustos 2013’te Sayın Sibsi ile Gannuşi’nin
Paris’teki (gizli) buluşmalarında vardıkları tarihi uzlaşma, Tunus’un mevcut
duruma ulaşmasında bir dönüm noktası niteliğindeydi. Zaman zaman Sibsi’nin
destekçilerinden gelen, liderlerini [eski rejimin partisi] Anayasal Demokratik
Birlik’in tarihi düşmanı İslamcılarla ittifak kurmakla itham eden ağır
eleştirilere ve benzer şekilde İslamcı tabandan yükselen, Nida Tunus ve
özellikle Sibsi ile kurduğu bu ittifakla veya taktikle -kendi deyimleriyle-
İslamcı projeyi boğan liderleri Gannuşi aleyhine en şiddetli eleştirilere
rağmen, 13 Ağustos 2013 gününün, devrim sonrası Tunus tarihinde son derece
önemli bir an olduğuna şüphe edecek neredeyse hiç kimse yoktur.
Dolayısıyla bu makalenin temel sorusu
şudur: Uzlaşmanın dayandığı iki temelden birinin ve aynı zamanda 2011’den sonra
Tunus’ta etkin en büyük iki siyasi örgütlenmeden birinin liderinin vefatından
sonra Tunus’un demokratik dönüşümünün kaderi ne durumdadır? Sibsi’nin
vefatından sonra Tunus’un demokratik yolculuğunu tamamlamasında Nahda hareketinden
beklenen rol nedir?
Son dönemlerinde iyice bitkinleşmesi ve
sıhhatinin bozulmasına rağmen Sibsi’nin 25 Temmuz 2019’da apansız ölümü hem
içerideki siyasi güçleri hem de bölgesel ve küresel aktörleri şaşırttı.
Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu 6 Ekim’de yapılması planlanan parlamento seçimleri
için adaylık başvurusunun kapılarını hemen kapattı. Sonuç kabarıktı: Sadece 217
sandalyeli parlamentoda milletvekili olabilmek için 695’i parti, 707’si
bağımsız ve 190’ı koalisyon olmak üzere toplamda 1592 liste yarışa girdi. 2011
kurucu meclis veya 2014 yasama meclisi seçimleriyle kıyaslandığında,
bağımsızların listeleri ilk defa belirgin bir şekilde ağır basıyor; 223
partiden sadece 10 tanesi 33 seçim çevresinin tamamında aday çıkarırken,
yaklaşık 175 parti sadece tek bir seçim çevresinde aday göstermekle yetindi ve
10 parti ise hiç aday göstermedi. Bütün bunlar, parti yapısında zayıflığın ve
Tunusluların partilere güveninin genel olarak azaldığının bir göstergesi. [1]
Tunusluların siyasi eyleme duydukları
açlık bağlamında ve erken cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylık kapılarının
açılmasıyla birlikte, en yüksek makama seçilebilmek, yani cumhurbaşkanı
olabilmek için farklı toplumsal kökenlerden ve siyasi ve fikri aidiyetlerden
yaklaşık 100 kişi aday oldu. Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu, başvuranların dörtte
üçünün adaylığını belgelerinin eksikliği veya kanuni ehliyetsizlik nedeniyle
reddetti. [2]
Partilerin bu denli kaotik yayılması,
aslında parti haritası ve onu yöneten güç dengesi hakkında karikatürvari bir
tablo sunuyor. Öyle ki sayıları 10’u geçmeyen sadece bir avuç parti siyasi
tabloyu fiilen etkilemeye devam ediyor ve bu partilerin çoğu da son beş senede
ortaya çıktı. Söz konusu partiler; ya tarihi liderliğini eski Cumhurbaşkanı
Sibsi’nin yaptığı ve kendi içinde birçok partiye veya (oğlu Hafız Kaid es-Sibsi
ile hükümetin başbakanı Yusuf eş-Şahid’in başını çektiği) çatışan hiziplere
bölünen Nida Tunus Partisi bünyesinden kopuşlar nedeniyle ya da Tunus’un Umudu
ve Tunus’un Kalbi gibi partilerin çizgisinde aceleci birleşmeler ve kopuşlar
yüzünden ortaya çıktılar. Zaman zaman da yeni partiler, seçim yarışı başlamadan
birkaç hafta evvel keyfi ve istismar edici bir şekilde -Körfez’in muazzam
paralarının ve hayır işlerinin istismarıyla, kamu fonlarının ve İslamcı
Nahdacıların geleneksel düşmanı olan resmi medya organlarının kötüye
kullanımıyla alakalı şüphelerin gölgesinde- bütünüyle demokratik sürecin
dürüstlüğüne gölge düşürücü bir bağlamda doğdular.
Cumhurbaşkanı Sibsi’nin Ölümünün Akabinde Gannuşi’nin
Sürpriz Adaylığı
Tunus’un en büyük, en örgütlü ve en
geniş halk tabanı bulunan partisi Nahda, sekizinci demokratik yılına giriyor.
Modern Tunus tarihinin ilk şeffaf ve demokratik seçimlerini kazanmasından bu
yana hiç durmadan karşı karşıya kaldığı karalama ve engelleyici kampanyalar
yüzünden güçten düşmüş durumda. Nahda kadroları Arap Baharı’ndan sonraki
süreçte iktidar tecrübesinden epeyce şey öğrendi ve hâlâ da öğrenmeye devam
ediyor. 2013’te Şükri Bilayd ve Muhammed el-Burahimi suikastlarının ardından
yönetimi bıraksa bile Nahda’nın Ekim 2011 seçimlerini kazanmasından bu yana
iktidardan fiilen hiç ayrılmadığını buraya not düşelim. Bu durumu en iyi şöyle
açıklayabiliriz: Nahda bakanlık yaptı, yani koalisyon hükümetlerine
bakanlarıyla katıldı, ama hâkimiyet kurmadı; diğer bir deyişle, Temmuz 2013’te
Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik darbenin baskısı altında kendi
isteğiyle iktidardan çekildiğinde çoğunluğa sahip olsa da -yeni doğan
demokratik kazanımları korumak için ve karşı-devrimci dalgayla baş etmede
uzlaşmanın ve yumuşaklığın ne denli önemli olduğunun bilinci içinde- herhangi
bir hükümeti yönetmemeyi seçti. Nahda hareketi, [iki seküler partiyi yanına
alarak kurduğu] Troyka hükümetinden sonra kurulan her hükümette -bugüne kadar-
en az iki bakan ve bürokrat verdi; böylece kadrolarının birçoğu devlet işlerini
yönetmede ve kamu işlerini uygulamada çokça tecrübe kazanırken, devrimcilerin
spontanlığından ve devrimci söylemlerden devlet adamının tarafsızlığına,
inceliğine ve ciddiyetine doğru -bazen radikal şekilde- niteliksel bir dönüşüm
yaşadı.
Ancak tarihi müttefiki Sibsi ölüm
döşeğindeyken üstat Gannuşi’nin Tunus’un başkentinden milletvekilliği için
sürpriz adaylığı, içeride ona karşı bir öfke dalgasını tetikledi. Geçtiğimiz
Haziran ayında Nahda adayları için yapılan geniş çaplı parti içi önseçimlere
girmedi ve böyle bir niyet de göstermedi; ardından önseçimlerin sonucuna parti
Yürütme Kurulunun müdahalesi geldi ve parti içindeki yarışı kazanan diğer
adaylar yerine Gannuşi liste başına kondu.
Eleştiriler, çoğunlukla Nahda içinde
karar alma noktasında mücadele eden iki kesim arasında dönüyor: (i) Sayın
Gannuşi’nin liderlik ettiği, aralarında Troyka hükümetinde başbakanlık yapmış
Sayın Ali el-Urayyid’in de bulunduğu bir grup parti liderinin yer aldığı, “Yeni
Nahda” denilen kesim; (ii) genel olarak Gannuşi’nin tek başına parti
kararlarını almasına ve daha dünyevi veya profesyonel siyasi faaliyet uğruna
davet seçeneğinin bırakılmasına karşı çıkan “gelenekselciler” veya şahinler.
Devrim sonrası Nahda hareketinin
stratejisi bir boşluğu ortaya çıkardı: yeraltında ve sürgünde (üstat
Gannuşi’nin erken dönemde İslam Devletinde Kamusal
Özgürlükler kitabında en sarih şekilde ortaya çıkan
demokrasiyi, hürriyetleri, iktidar paylaşımını ve gayri İslami yönetime katılımı
benimseme çağrılarının damgasını vurduğu) İhvani davet aşamasının literatürü
ile (Gannuşi’nin kendisinin birçok defa otokratik bir davranış tarzı izlediği
ve son olarak Temmuz ayında Nahda Yürütme Kurulunun parlamento seçimlerinde
aday listelerine müdahale ettiği) iktidar aşaması arasında bir boşluk…
Eski cumhurbaşkanının ölümüyle ve 15
Eylül tarihine çekilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin koşuşturması esnasında,
Nahda mensupları kendilerini farklı türden ve her bakımdan kritik, cazip ve
stratejik bir meydan okuyucu seçim kazanımıyla karşı karşıya buldular. Bu durum
beraberinde birçok soruyu da gündeme getirdi: Sibsi’nin vefatının ardından, iki
büyük üstat arasında varılmış ve beş yıldan fazla sürmüş, tartışmalı uzlaşmanın
sona ermesiyle birlikte, demokrasi ayakta kalacak mı? Nahda olarak
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde parti içinden mi yoksa dışından mı aday
gösterilecek? Parlamento seçimlerini yeniden kazanırsa acaba seküler güçler,
Bin Ali dönemindeki iktidar partisinden arta kalanlar ve yabancı güçler -tıpkı
Troyka döneminde olduğu gibi- Nahda’ya karşı ittifak kuracak mı, yoksa bugün
artık durum değişti de demokrasi düşmanları 2011 seçimleri akabinde
uğraştıkları ve başarısız oldukları hamleleri yapamaz hâle mi geldi? En kritik
ve belki de stratejik olarak en tehlikeli soru şu: Nahda adayı cumhurbaşkanlığı
seçimlerini kazanırsa ne olacak? Merhum Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin
maruz kaldıklarına mı uğrayacak? Yoksa Tunus gerçekten doğusundaki Arap
devletlerinin hepsinden farklı mı?
Nahda mensupları bu sorulara cevap
verirken bölündüler; ancak bölünmeleri, Yeni veya Eski Nahda arasında
geleneksel ayrışmaya değil, şahısların fikirlerine ve durum
değerlendirmelerine, dolayısıyla ne olduğu veya ne olacağına dair analizlerine
dayanıyordu. On binlerin sosyal medya üzerinden, parti teşkilatlarında,
toplantılarında ve kamusal alanlarda iştirak ettiği tartışmalar iki temel görüş
etrafında şekillendi: İlk görüşe göre, Nahda’nın cumhurbaşkanlığına aday
göstermesi gerekmiyor; zira bu, karşı-devrimcilerin Tunus’ta yeni gelişen
demokrasiye saldırmalarına fırsat verecektir. Bunun yerine -demokratik
gidişatın kazanımlarını hayal kırıklığından ve tökezlemeden korumak için-
tedrici bir ilerleme, sabır ve sebat gösterme, meclis içinde ve dışında uzlaşma
siyasetini sürdürmek gerekir.
Nahda liderleri arasında yer alan,
mesela Troyka hükümetinde dışişleri bakanlığı yapmış genç isimlerden Refik
Abdüsselam, -demokratik değerlere kıymet vermeyen, gerici milliyetçi eğilimlere
yerleşmiş sağcı dalgaların damgasını vurduğu mevcut uluslararası koşullarda-
Gannuşi de dahil Nahda kadrolarından aday gösterilmesine karşı çıktı. Refik
Abdüsselam’a göre, başta Arap Körfezi olmak üzere karşı-devrim ekseni, üst
anlatısını -Mısır, Yemen, Libya, Suriye ve ötesinde açıkça görüldüğü üzere- Arap
bölgesinde değişimin ve demokrasinin felaket getirdiği üzerine inşa etmiş
durumda.
Bu görüş, cumhurbaşkanlığı yarışına
girmeye çok istekli diğer tarafça, “karşı-devrim fobisi” ve “Mursi’nin
kaderinden korku” olarak niteleniyor. Bu ikinci tarafın görüşü şu şekilde:
Genel bölgesel ve küresel durum İslami hareketler ve değişim güçleri için
kırılgan ve uygun olmasa bile, ayrıca -Trumpçı- aşırı sağ hâlâ daha bölgede
dolanıp devletlerin istikrarına ve yeni gelişen demokratik gidişata zarar verse
dahi Tunus, (2012-2013’te) Şükri Bilayd ve Muhammed el-Burahimi suikastlarının
akabindeki en karanlık şartlarda bile fitnelere karşı dayanıklılığını ispat
etti. Bu dayanıklılık; ordunun tarafsızlığı, halkın birbirine bağlılığı ve
aralarında Cezayir, Türkiye, Katar ve diğerlerinin bulunduğu birçok dost
ülkenin desteği sayesindeydi.
Dolayısıyla bu ikinci görüşe göre, Nahda
hareketinin kadrolarından birini aday göstermesi mümkün ve hatta gerekli; zira
Tunus’ta durum sağlamlaştı, demokrasi yerleşti ve asıl önemlisi, ittifak nasıl
kurulur, diyaloga nasıl geçilir ve özellikle uluslararası düzeyde dostluklar ne
şekilde kurulur konusunu öğrendi. Keza bu görüşün destekçileri; Nahda’nın
-zorlamayla değil kendi iradesiyle ve iktidarın el değiştirmesi, çoğulculuk ve
hürriyetlere inanarak- sivil milli bir parti seçeneğini tercih edip geleneksel
İslami hareketler kampını terk ettiğini düşünüyor.
Öte yandan bu görüşü eleştirenlere ve
Tunus’ta siyasi istikrarın kırılgan olduğunu düşünenlere göre, eğer iki üstadın
hikmeti ve Paris’teki meşhur uzlaşmaları olmasaydı Tunus darbelerden veya
çatışmalardan kurtulamazdı. Cumhurbaşkanı Sibsi’nin ölümünden sonra Nahda,
ülkeyi birlikte kurtuluşa yönelttiği hikmet sahibi bir ortağını kaybetti.
Bu meseleyi çözmek üzere partinin Şura
Meclisi Ağustos ayı başında toplandığında konuyu tartışma ve oylama üç gün
sürdü; yapılan ikinci oylamada neredeyse oybirliğiyle (103 oyun 98’iyle) üstat
Abdülfettah Moro’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı kabul edildi. Bu tarihi anda,
Nahda hareketi lideri üstat Gannuşi’nin, yardımcısının cumhurbaşkanlığı
adaylığına yeşil ışık yakması, (özellikle de Gannuşi’nin, damadı Refik
Abdüsselam’ın dile getirdiği aynı sebeplerle içeriden aday göstermeye karşı
olduğu dışarı sızmışken) parti içinde demokratik bir yönetim sergilediği imajını
destekledi. Sonuç olarak, Tunus cumhurbaşkanının ölümünden evvelki üç hafta
boyunca seçim listeleri nedeniyle meydana gelen ihtilafları neredeyse herkes
unuttu. İşte bu noktada Nahda, parlamento yarışında -ve belki de meclis
başkanlığını elde etmesinde- Gannuşi’nin ve cumhurbaşkanlığı yarışında Moro’nun
arkasında birleşti; Nahdalıların rüyası Moro’yu Kartaca Sarayı’na taşımak.
Nahda hareketinin Troyka yönetimi
sırasındaki dönüşümüne ve üstat Gannuşi’nin demokrasi ve sekülarizmle ilgili
teorilerini veya yaklaşımlarını ilk uygulamalarına -yani ikinci cumhuriyetin
anayasasının 2014’te kabul edilmesi sırasında Tunus bağlamındaki İslam’la (veya
aksiyle) bir sorun yaşamadıklarına ve Tunus devletinin İslamiliğine ilişkin
bilinen görüşlerini gözden geçirdiklerine- daha evvel dikkat çekmiştim.
(1980’ler ve 1990’ların Nahda literatüründe post-kolonyal Tunus, çoğunlukla
radikal Atatürkçü ve kırılgan melez laik bir devlet olarak resmedilmekteydi.)[3] Bu,
niteliksel ve dikkat çekici bir dönüşüm; zaten üstat Gannuşi, 1980’lerin
sonlarından itibaren Hasan Turabi’nin teorik ve Necmettin Erbakan’ın pratik
olarak başlattığı çizgide çağdaş İslami siyaset fikrinin tecdidinde öncü oldu;
tıpkı Tunus İslami projesini devrim kuyusundan devlet koridorlarına veya
dehlizlerine mümkün olan en az hasarla geçirme noktasında başarılı olduğu gibi.
Ancak her defasında bu kadar şanslı ve başarılı olabileceğinin garantisi var
mı? Acaba Gannuşi, rahmetli Sibsi gibi hikmet sahibi ve etkili bir siyasi
ortağının yokluğunda, salt kendi zekâsı ve hikmetiyle bunu sürdürebilecek mi?
Arap Baharı sonrası dönemde, -krizlerin
idaresinde, karşı devrimle mücadelede ve kasıp kavurucu iktisadi krizlerde
belirgin bir kaosun eşlik ettiği- zorluklarla kuşatılmış demokratik geçiş
sürecinde Yeni İslamcıların[4] nispi
başarısını gördük. Bununla birlikte hâlihazırda parti iç işlerinin idaresinde
Nahda’nın yeni siyasi tavrını düşünürken iktidarın, devletin ve şartların
gerektirdiği şekilde rekor bir sürede sivil bir partiye dönüşmenin herkesten
evvel Nahda mensupları için ne denli yorucu ve meşakkatli bir iş olabileceğinin
farkına varıyoruz.
Nahda içinde parti demokrasisi, hiç
şüphesiz 1980’lerin başından bu yana uzun ve köklü olmakla birlikte, çevresel
siyasi koşulların zorlayıcılığı yüzünden, Yürütme Kurulu bazılarınca otokratik
olmakla suçlanıyor ve bu suçlamalar aynı zamanda parti genel başkanına da
yönelik. Buna rağmen Nahda şimdiye kadar büyük kopuşlara karşı iç bütünlüğünü
korudu.
2016 yılı ortasında yapılan ve davet
çalışmaları ile siyasi faaliyetleri birbirinden ayırma ve Nahda’yı sivil bir
siyasi partiye dönüştürme kararı alınan 10. Kongreden bu yana, üstat
Gannuşi’nin, -hareketin iç işlerini ve halkla ilişkileri yönetmekte etkinlik ve
verimlilik, koordinasyonu gerektirdiğinden ve bu da her zaman sandık yoluyla
gerçekleşmediğinden- kendi liderliği altında -adeta kendi hükümetini kurmak
gibi- Yürütme Kurulunun tayini veya teşkilinde seçilmiş başkan olarak rolünü
güçlendirmesine karşı eleştiriler yükseliyor. Bu seçenek tabii ki seçilmiş
hükümetlerde yaygın bir uygulamadır. (Partiler seçimi kazanır ve genel başkan,
hükümetin kurulmasında mutlak veya yarı mutlak yetkiler ve sorumluluklar taşır;
tayin ettiği bakanlar demokratik olarak meclise seçilmemiş de olabilir.) Bu
eğilim, Batı’daki liberal demokratik partilerde bile var olup geçerli ama
tartışılabilir bir bakış açısıdır. Ancak önseçimlerde belirlenen
milletvekilliği aday listelerinde ve adayların sıralamasında veya uygun
görülmeyen bazılarının adaylığının geri çevrilmesinde son karar merci olarak
kanuni yetkinin Yürütme Kuruluna verilmesi, bazı parti kadrolarında ve üyeleri
arasında öfkeye neden oldu.
Seçimlerin Akabinde Yatıştırma, Uzlaşma ve
Taviz Siyasetinin Sürme İhtimali
Tedrici, sabırlı ve temkinli olma ister
Türkiye ister Fas ister Tunus her nerede olursa olsun Yeni İslamcıların
özelliklerinden biri. Ancak ülkenin büyük resminden, aşamalardan ve Arap ve
İslam dünyasında demokratik değişim düşmanlarıyla çatışmadan habersiz olan
gözlemciler, Batılı liberal anlamda modernlikleri ve demokratikliklerinin
samimiyeti konusunda tüm eleştiri oklarını Yeni İslamcılara yöneltiyorlar.
Acaba Yeni İslamcılar gerçekten demokratik ve liberal mi? Yoksa herhangi bir
İslami hareket olmaksızın, İslami devlete ve şeriata bağlı ideolojik
doktrinleri olmadan İslamcı kalabilirler mi? Neden ülkeleri ve partileri
otoriter eğilimler olmadan yöneten liberal demokratik temellere Batı’da olduğu
şekliyle bağlı değiller? Yeni İslamcılar ve en başta da Gannuşi, İslami
özellikleri bulunan, melez veya liberal olmayan, gerçek bir İslami demokrasiyi
teorileştirebilirdi veya teorileştirme çabalarını sürdürebilirdi; ancak yazmak
ve okumak, böylelikle bilgi biriktirip problemleri teorileştirmek için vakit
gerçekten uygun mu?
Tunus’taki durum; demokratik dönüşüm, bu
tecrübenin başarısı ve geriye dönüşün olmaması noktasında hâlâ kırılgan. Tıpkı
2014 seçimlerinde Nida Tunus Partisi kazandığında kimi haberlere yansıdığı
gibi, kırsaldaki fakirleri ve dışlanmışları bir kez daha yozlaşmış paranın
satın alacağına dair korkular devam ediyor. Yine Bin Ali hükümetlerinin çoğunda
ve devrimden sonra görev almış savunma bakanı Sayın Abdülkerim ez-Zubeydi’nin
sürpriz şekilde ortaya çıkması da ortalığı karıştırabilir ve Nahda mensuplarının
Abdülfettah Moro’nun seçileceği hayallerini bulandırabilir. Aralarında [devrim
sonrası dönemde başa geçen eski Cumhurbaşkanı] Munsif el-Merzuki’nin de olduğu
devrimci çizgideki adayların şansı, 2014 seçimlerinin aksine, Nahda’nın oyları
bu defa onlara gitmeyeceği için zayıf görünüyor. “Tunus’un Berlusconi’si”
lakaplı Nessma televizyon kanalının sahibi Sayın Nebil el-Karavi gibi başka
adaylar sürpriz yapabilir. El-Karavi, fakir ve ihtiyaç sahipleri arasında hayır
işlerine yaptığı yatırımlar nedeniyle epeyce seçmenin desteğini alsa da 25
Ağustos’ta yolsuzluk ve vergi kaçırma suçlamasıyla sürpriz bir şekilde
tutuklanması şansını ve hayallerini nihai olarak sonlandırabilir. Aynısı, diğer
bir aday olan, adaletten kaçan iş adamı Sayın Selim Şeybub için de geçerli.
Eski Başbakan Mehdi Cuma’ya ve mevcut Başbakan Yusuf eş-Şahid’e gelince, son
dönemdeki kamuoyu yoklamaları, halkın beklentilerine karşılık verecek sürpriz
bir atılım yapabileceklerini göstermiyor.
Beklentilerin çoğu, Nahda adayının
seçimlerden ikinci sırada çıkıp büyük ihtimalle ikinci turda Abdülkerim
ez-Zubeydi ile yarışacağı yönünde. Ancak Sayın Moro’nun seçim gezilerinden
görünen o ki, -tıpkı diğer adaylar gibi- henüz cumhurbaşkanlığı için belirgin
bir siyasi programı yok. Moro’nun karizması hasımlarının dahi dikkatinden
kaçmıyor ve bu da hiç şüphesiz Nahdacı olmayanların birçoğunun oyunu almasını
kolaylaştıracak. Ancak Moro’nun başarması, onun ardından demokratik tecrübenin
başarıya ulaşması ve Tunus’un demokratik yollarla devletin başına İslamcı
birinin gelişine müsamaha gösteren ilk Arap ülkesi olması mümkün mü?
Araştırma sorusunun cevabını, Tunuslu
seçmenlerin niyetlerini ortaya koyacakları önümüzdeki haftalarda kesin olarak
öğreneceğiz. Daha kesin şekilde şunu biliyoruz ki Nahda hareketi cumhurbaşkanlığı
veya parlamento seçimlerini kazanırsa, çok büyük bir ihtimalle partinin tarihi
lideri uzlaşma, taviz ve ittifak için meclis içinde ve hükümet kurmakta yeni
ortaklar bulmaya devam edecek. Peki, doğrudan veya perde arkasından etkin olan
diğer aktörler buna hazır mı? Önümüzdeki günler bize bunun cevabını kesin
olarak gösterecek.
Referanslar
[1]
Mehdi Mabrouk, “Seçime Giden Tunus ve Demokrasi Korkusu”, el-Arabi el-Cedid, https://bit.ly/2m22yT1
[3] Tarek Chamkhi, (2015)
“Neo-Islamism after the Arab spring: Case study of the Tunisian Ennahda party”,
Murdoch Üniversitesi yüksek lisans araştırma tezi.
[4]“Neo-İslamcılar” veya “Yeni İslamcılar”
terimini yazar, Nahda hareketinin, devrim sonrası ilk seçimleri kazanmasının
ardından Arap dünyasında bir ilk olan Troyka hükümetinde eşsiz yönetim
tecrübesini ele aldığı 2015’te yayımlanan çalışmasında kullandı.
Neo-İslamcılık, geleneksel İslami
hareket tecrübesinden keskin bir kopuş anlamına gelmediği gibi, sosyolog Asef
Bayat’ın teorileştirdiği üzere post-İslamcılık da değildir; ikisi arasında bir
yerdedir. Neo-İslamcılığın temel özellikleri pragmatizm, milliyetçi veya
devletçi eğilim, Batı’yla kültürel uzlaşma, davet söylemini bırakma ve İslami
hareket olarak isimlendirilmekten vazgeçme, hepsinden önemlisi İslam devleti ve
İslami yönetim arzusunu bir kenara bırakmaktır.
Bütün bunlara rağmen neo-İslamcılar hâlâ
daha İslami çalışma ve İslami değişim hayalini ve bir çeşit İslami devlet
rüyasını sürdürmekteler; her ne kadar bunun nereden, ne zaman ve nasıl
geleceğini veya buna nasıl ulaşılacağını bilmeseler de.
Tarek Chamkhi,
(2014) Neo-Islamism in the post-Arab Spring, Contemporary Politics, 20:4, 453-468, DOI: 10.1080/13569775.2014.970741
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder