17 Eylül 2017 Pazar

N.STROTE: ALMANYA SEÇİMLERİNDE BİR HRİSTİYAN İÇ SAVAŞI



ALMANYA SEÇİMLERİNDE BİR HRİSTİYAN İÇ SAVAŞI

Noah B. Strote (Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi)
Foreign Policy, 11.9.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Sabırsızlıkla beklenen, geçtiğimiz hafta yapılan Alman şansölye adayları tartışmasının gerçek galibi sahnede yoktu bile. Ülkenin en büyük iki partisinin lideri Hristiyan Demokratlardan Angela Merkel ve Sosyal Demokratlardan Martin Schulz’un seçimlerden evvelki son düellosu için ekranlara kilitlenmiş milyonların şahit oldukları şey, daha yeni siyaset sahnesine girmiş yükselişteki Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin hayaletinin baskın olduğu bir tartışmaydı. AfD, Merkel’in Hristiyan Demokrat blogundan (CDU) kopan sağcı bir hareket. 24 Eylül’deki genel seçimler yaklaşırken yapılan son anketlere göre bu popülist hareket üçüncü sıraya yükselmiş durumda. Siyasi uzmanlar, önümüzdeki yıllarda AfD’nin çok daha büyük ve çok daha yıkıcı bir hale gelebileceğini öngörüyorlar.
(…) Genel olarak Amerikalı liberaller, –bu yılın başında İngiltere, Hollanda ve Fransa’da popülizmin yükselişi karşısındaki endişeli bekleyişlerine kıyasla– Almanya seçimlerine çok daha az aldırış ediyorlar. Ama aslında eskinin istikrarlı ve sıkıcı Almanya’sında sınırların açılmasına ve çok-kültürlülüğe en dramatik meydan okuma kapıda.
Şu an Merkel’in temsil ettiği “müesses nizam”ın muhafazakâr siyasetine muteber bir alternatifin ortaya çıkması, partisi Hristiyan Demokrat Birliği (CDU)’nin Nazi sonrası dönemin Almanya’sını şekillendirmekte oynadığı rol bakımından son derece önemli. 1945’te kurulan parti, o günden beri ülke tarihinin neredeyse dörtte üçünde iktidarda kaldı. CDU, İkinci Dünya Savaşı akabinde özelde Alman ulusunun ve genelde Avrupa’nın Hristiyan karakterini korumaya ahdedenlerce kurulmuştu; ancak onların beyaz milliyetçileriyle ilişkileri hep gelgitlerle seyretti.  
Bu, daha partinin kurulmasından önce de hep böyleydi. Nitekim CDU’nın kurucularının büyük çoğunluğu, tarihsel olarak Hristiyanlığın en kökleşmiş olduğu ve başlangıçta Nazizm’i desteklemeyi tercih etmiş Almanya’nın batı bölgelerindendi. [Nazizm’le] İttifakları, bir rastlantı olmaktan ziyade, demografik korkuların mantıklı bir sonucuydu. İleride partinin ilk lideri ve ilk şansölyesi olacak Konrad Adenauer, ülkesinin kuzeydoğu kısmının –yani başkenti Berlin olan Prusya’nın kalbinin– melezleşmiş, Asyalı, saf beyaz ırktan olmayanlarla dolu olduğu ve bunların Hristiyanlık dışı kültürlerinin yayılma tehlikesi arz ettiği inancında yalnız değildi. İktidara gelmeden evvel –birçok nedenle şüphe uyandırsa da– Adolf Hitler, en azından ülkesinin Hristiyan kimliğini bu tür habis unsurlardan korumaya ahdetmişti.
Hitler’in Hristiyanlığı korumaya kıyasla fetihlerle topraklarını genişletmeyi çok daha umursadığını ispatladığı İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra, aynı siyasetçiler bu defa Almanya, Avrupa ve dünya siyaseti için yeni bir vizyon önerisiyle, –ama bu defa çok daha güvenilir ve güçlü bir ortak olan ABD’yle birlikte– ortaya çıktılar. Kendilerini Nazizm’den uzaklaştırarak bireysel özgürlükler, iktisadi serbestlik ve kültürel açıklık değerlerine dayalı bir “Hristiyan siyaset tasavvuru”nu savundular. Bu vizyon Amerikalı işgalcileri cezbettiği gibi, CDU, Almanya’nın batı bölgelerinin Rus işgali altındaki kuzeydoğusundan ayrılmasına yardımcı olduğunda denge, [otomatikman] Hristiyan Demokratlar lehine bozulmuş oldu. Her ne kadar Soğuk Savaş’ın ilk dönemlerinde resmen iki Almanya’nın birleşmesi çağrısı yapsalar da Adenauer gibi CDU liderleri, Hristiyan merkezin demografik olarak Asyalılardan bu şekilde tecrit olmasından aslında gizliden gizliye memnundu.
Ama bu memnuniyet fazla uzun sürmedi. Katolik Kilisesi’nin pazar ayinlerine her hafta düzenli katılan ve 1963’e kadar ülkeyi yöneten Adenauer, kanun yapımında, yönetimde ve milli eğitimde kilisenin öncülüğünü sağlayarak devletin Hristiyan kültürü güvence altına almasında ısrarcı oldu. Ancak bundan sonra cinsiyet devrimi ve dünyanın Hristiyan ve beyaz olmayan kısımlarından (özellikle de nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerden) Batı Almanya’ya artan göç, CDU’yu seçimlerde kendisine olan ilgiyi korumak adına rota değiştirmeye zorladı. Soğuk Savaş’ın sonunda Doğu Almanya’yla birleşmeye nezaret eden 1980’lerin ve 1990’ların CDU’lu Başbakanı Helmut Kohl, ebeveyninin Katolik dindarlığına vurgu yapsa da kendisi kilisenin ayinlerine nadiren katıldı ve okullarda dini önemsizleştiren Sosyal Demokrat eğitim politikalarının çoğunu aynen korudu. Kendisi Katolik olmayan bir kadınla evlendi ve yetiştirdiği iki oğlu da Hristiyan ve beyaz olmayan (biri Türk, diğeri Koreli) kadınlarla evlendi. Zamanla partinin sosyal politikası Sosyal Demokratlarınkinden giderek daha az ayırt edilebilir hale gelirken, CDU liderliği parti isminde yer alan “Hristiyan” kelimesini meşrulaştırmakta gitgide daha da zorlandı.
Almanya’nın mevcut şansölyesi Merkel, uzun yıllar başta kalan CDU başbakanlarından belki de en az dindar olanı. Geçen hafta yapılan televizyon tartışmasında moderatör ona ve Sosyal Demokrat rakibine o günün sabahı kiliseye gidip gitmediğini sorduğunda her ikisi de olumsuz cevap verdi. Bu bakımdan Merkel, –Almanların sadece %10’unun düzenli olarak kiliseye gittiği düşünüldüğünde– vatandaşların kahir ekseriyetinin bir temsilcisi sayılır; ancak bu durum, AfD gibi bir Hristiyan muhafazakâr meydan okuyucu karşısında onu zayıf hale getiriyor. O makamdaki ilk Protestan olarak Merkel, dinî meşruiyetini büyük ölçüde Luteryen papaz olan babasının mirasından alıyor. Dinî bağlılığı olmayan Doğu Alman bir adamla evli Merkel, konuşmalarında –çoğunlukla yerleşik Batılı hukukî özgürlüklere bağlılık olarak tanımladığı– insanlığın “Hristiyan tasavvuru”nu sürdürme gibi müphem söylemlere dayanıyor. Merkel, 12 yıllık başbakanlığının 8 yılını Sosyal Demokratlarla bir koalisyon hükümetiyle geçirdi.
Başbakanın dindar olmaması Hristiyan partisinin daha muhafazakâr kanadını çok da rahatsız etmemekteydi, ta ki 2015’te Ortadoğu’dan yüz binlerce Hristiyan ve beyaz olmayan mültecinin Almanya’ya girişine izin verene kadar. İşte o andan itibaren birçokları, henüz iki sene evvel kurulmuş yeni rakibi Hristiyan muhafazakâr parti Almanya İçin Alternatif lehine partiden ayrılmaya başladılar.
AfD’nin kurucuları, Merkel’in –AB’nin iktisadi bütünlüğünü korumak adına elzem gördüğü Almanya öncülüğünde uygulanan Yunan hükümetini kurtarma paketini savunmak için– 2013’te kullandığı “Bunun alternatifi yok” sözünden esinlenerek parti isimlerini koydular. “Alternatif” kelimesi, partinin bir yandan milliyetçiliğine ve Avrupa şüpheciliğine işaret ederek, diğer yandan Almanya’nın –ve Avrupa’nın– Hristiyan kimliğinin gerçek koruyucusu olma hedefini tanımlayarak AfD’ye çifte sorumluluk yüklüyor.
Ülkedeki piskoposların çoğundan kabul görmese de AfD destekçileri kervanına birçok etkili Katolik ve Protestan ilahiyatçı katıldı ve bunlar dinleyici ve okuyucularına AfD’nin argümanlarını ciddiye almalarını ısrarla tavsiye etmeye başladı. Hareketin “AfD’li Hristiyanlar” manifestosu, milli eğitimde dinî bilinci güçlendirme çağrısı yapıyor ve Hristiyan kimliğin buharlaşması “devlet sistemimizin ve medeniyetimizin temellerini tehlikeye atacaktır” diye de uyarıyor. Bu bakımdan manifesto, Adenauer döneminin bir belgesine benziyor; tek farkı, tanımladığı demografik tehdidin Doğu Avrupa’dan değil, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan gelmesi. Son günlerde yapılan bir seçim toplantısında AfD destekçileri “AfD yeni CDU’dur” diyordu.
AB’den çıkma çağrılarının ötesinde, AfD’nin politika önerileri kolaylıkla özetlenebilir: Müslüman göçünü durdurmak ve aile refahını artırarak beyaz çocukların doğumunu teşvik etmek. AfD adayları son dönemde yayınlanan bir hükümet raporundan alıntı yapıyorlar: Yaklaşık 400.000’i aşkın yeni Suriyeli, “aile birleşmesi” politikası çerçevesinde 2018’de ülkeye gelebilir ve bu da “toplumsal kaos” yaratabilir. Parti, “Burka mı? Biz bikiniliyiz” sloganıyla kumsaldaki genç kızları ve “Yeni Almanya? Biz onu kendi kendimize doğuralım” diyen genç bir beyaz hamile kadını seçim afişi olarak kullanıyor.
Her ne kadar AfD (tıpkı CDU gibi), bu yaz parlamentoda kabul edilen eşcinsel evlilikleri yasasına karşı çıkmış olsa da seçim listesinin baş sıralarına koyduğu adaylarından Alice Weidel bir lezbiyen. Önemli olan bakış açısı. Wiedel, ne de olsa İsviçre kökenli Alman beyaz partnerinden doğmuş iki küçük çocuğu büyütüyor. AfD Genel Başkanı Frauke Petry, 5 beyaz çocuk annesi 41 yaşında alımlı bir kadın olup çocuğu bulunmayan ve [bu nedenle] üstü kapalı şekilde ırkına ve dinine ihanet etmiş gibi sundukları “mülteci başbakan” Merkel’in güçlü bir tezadı.
AfD, Merkel’in ve CDU’nun her daim değer verdiklerini iddia ettikleri şey –yani Hristiyan bir Almanya’nın ve Avrupa’nın korunması– uğruna mücadeleye cesaret edemeyeceklerini göstermeye hevesli. Bunu yaparken de CDU’nun programının özünde saklı bir gerilimi ifşa ediyor: Bu projenin başarıya ulaşması için belirli bir tür etnik çoğunluğun korunması elzemdir şeklindeki bastırılmış faraziyeyi... AfD, “beyaz milliyetçisi” damgasını, model aldığı tarihî CDU’dan daha fazla hak etmediği iddiasında.
Almanya’da AfD ile CDU arasındaki çatışma, ABD’de Hristiyan siyasetin hâkim temsilcisi olan Cumhuriyetçi Parti’nin Trump yanlısı kanadı ile müesses nizam kanadı arasındaki mevcut iç savaşa da ışık tutuyor. Tıpkı Merkel gibi, Senatör Mitch McConnell ve Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan, sıklıkla parti içindeki meydan okuyucu kanat tarafından, beyaz Hristiyan Amerika’yı tehdit eden demografik tehlikeleri açık açık telaffuz etme noktasında fazlaca “siyaseten doğrucu” görülüyorlar. Bu Atlantik ötesi yakınlaşmayı değerlendirmek için, AfD’nin seçimlerde yürüttüğü büyük tanıtım kampanyasının danışmanı olarak Harris Medya şirketinden Hristiyan muhafazakâr genç siyasi stratejist Vincent Harris’i kiraladığı olgusuna bakılabilir. Harris, etnik demografik korkularla dinî kimlikleri iç içe geçirerek, daha evvel Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu için cinselliğin kullanıldığı reklam kampanyası çalışmasıyla tanınıyor.
Son anketlere göre AfD yaklaşık %10’luk bir oy alacak, ama bu sadece bir başlangıç olabilir. Berlinli siyaset bilimci Oskar Niedermeyer’e göre, AfD’nin popülizm tarzının potansiyeli, göçün Alman toplumunu kutuplaştırma şekli dikkate alındığında çok büyük – ki parti liderliğinin profesyonellikten yoksunluğu nedeniyle bu potansiyelden henüz tam kapasite istifade edilebilmiş değil. Gerçekten de partinin yol gösteren öncülerinin birçoğu, fazla siyasi tecrübesi bulunmayan akademisyenler veya uzmanlar. (2015’te basın AfD’ye “profesörler partisi” adını takmıştı.) Eski nesillere kıyasla siyasi partilerde giderek daha aktif hale gelen genç Alman seçmenlerin AfD’nin mesajını sahiplenip sahiplenmeyecekleri temel soru.

Geçen haftaki tartışmada Merkel, CDU’nun ırkçı AfD’yle koalisyon ihtimalinin sözkonusu dahi olamayacağını belirtti. Aşırı sağcılara sadece Almanya’da değil, “dünyanın her neresinde olursa olsun” karşı konulması gerektiğinde ısrarcıydı. Ancak kamuoyu önünde söyleyemediği şey, partisi CDU’nun, şimdilerde kendisinin kınadığı türden bir siyasetin ta derinliklerinden çıktığıydı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder