İSRAİL,
ABD’NİN ŞIMARIK ÇOCUĞUDUR
Zahide
Tuba Kor
Lacivert dergi,
s.107, Aralık 2023, sf.85-86.
NOT:
Lacivert derginin 4 sorudan oluşan röportajına yazılı cevap verdim.
Cevaplarım fazla uzun olduğundan ve kısaltmaya vakit bulamadığımdan istediğiniz
yerleri kesin demiştim. Kısaltılan yerleri kırmızılaştırarak aşağıda
paylaşıyorum.
NOT:
Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
İsrail’in
kurulmasından evvel yaklaşık 20 yıl süren İngiliz işgali yaşandı. Bu dönemde
Filistinliler giderek marjinalleştirilirken Siyonist öncüler İngiliz manda
dönemini müstakbel devletin altyapısını inşa için bir fırsat olarak
değerlendirdi. İngiliz tecrübesinden bolca istifade ettiler. 1920’den itibaren
tesis ettikleri kurumlar (yasama meclisi, işçi sendikası, siyasi partiler,
silahlı çeteler, istihbarat toplayan birimler vs.) 1948’de bağımsızlık ilanının
akabinde devlet kurumlarına dönüştü.
Bu arada Filistin topraklarına Yahudi göçleri, İngiliz işgalinden
çok önce, Rus Çarlığı’nda Yahudilere yönelik pogromla birlikte 1882’de başladı.
Ancak Rus ve Doğu Avrupa Yahudilerinin ekseriyeti nazarında kurtuluş
“özgürlükler diyarı” ABD olduğundan 1920’lere kadar Filistin topraklarında
Yahudi nüfusun oranı değişmedi (%8). 1920’lerden sonra, özellikle 1930’larda
Yahudi göçleri ve toprak edinmeleri arttı. Bu durum Filistinlilerin defalarca
isyanını tetikledi. Kanla bastırılan 1936-39’daki Büyük Arap İsyanı sonunda eli
silah tutan nüfusunun %10’unu yitiren Filistinliler lidersiz ve savunmasız
kaldı.
İngilizler
İsrail devletinin kuruluşuna giden yolu kolaylaştırsa da, 1944-47 arasında
Siyonist çetelerin Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak gördükleri
İngilizlere karşı kanlı terör eylemlerine giriştiğini bilmek gerekir. Sonunda
İngiltere pes ederek konuyu BM’ye havale etti ve Kasım 1947’de BM Genel
Kurulu’nda iki devletli çözüm kabul edildi. Buna göre 1880’lerden 1947’ye
kadarki süreçte bütün çabalarına rağmen Filistin topraklarının sadece %6,5’ine
sahip olan Yahudilere BM’de masa başında %56’lık toprak vaat edildi. Akabinde
Filistinliler ile Siyonistler arasında bu topraklar üzerinde 6 ay boyunca iç
çatışmalar oldu ve 1948’de Arap devletleri ile İsrail’in ilk savaşı yaşandı. Bu
savaşın sonunda İsrail Filistin topraklarının %78’ini fiili ve psikolojik
savaşla, yani kanla kontrolü altına aldı. 1,4 milyon Filistinliden 800 bini
mülteci konumuna düştü. Geri kalan %22’lik toprak (Batı Şeria, Doğu Kudüs ve
Gazze) Ürdün ile Mısır arasında paylaşıldı. 1967’ye gelindiğinde ise İsrail, 3
Arap ülkesine açtığı sürpriz savaşla 6 günde 3 kat genişlerken Filistin
topraklarının tamamını işgal etti. Bugün Filistinlilerin yarısı topraklarından
uzakta mülteci olarak yaşıyor. Kalan yarısı da kendi vatanında İsrail’in
uyguladığı türlü bastırma, yıldırma ve mülksüzleştirme politikalarıyla
boğuşuyor.
Şunu
da bilmek gerekir: Eğer ki I. ve II. Dünya Savaşları ve özellikle Hitler’in
Doğu Avrupa’da yaptığı soykırım olmasaydı İsrail 1948’de kurulamazdı.
Sorunuzun yerleşimci mi
işgalci mi kısmına gelirsek, kavram tercihleri kişinin ideolojik veya insani
duruşuna ve beslendiği kaynaklara göre değişir. İsrail’i sorunsallaştıranlar
işgalci, destekleyenler yerleşimci diyor. Son yıllarda özellikle sömürgeci
kavramı daha fazla kullanılır oldu.
Filistin’de
gündelik hayat çok zor
Filistinliler farklı bölgelere dağılmışlardır ve yaşadıkları bölgeye
göre günlük hayatları da farklılaşmaktadır. O yüzden bir genelleme yapmak uygun
olmaz. Bahsettiğiniz bombardıman ve abluka şu an sadece Gazze’de yaşanıyor;
İsrail içindekiler (1948 Filistinlileri), Batı Şeria ve Doğu Kudüs’tekiler
-üzerlerindeki baskılar iyice artsa da- bunlara maruz kalmıyor. Ama geçtiğimiz
yıllarda Suriye’deki Filistinlilerin çoğu da Esed rejiminin bombardımanı ve ablukası
altında yaşadı, mülteci kamplarının ve yaşadıkları mahallelerin birçoğu yerle
bir edildi, hatta binlercesi hayatını kaybetti. 1970’lerin ikinci yarısı ve
1980’lerde de Lübnan’daki Filistinliler benzer bir kaderi paylaşmıştı. Yine geçmişte
özellikle İkinci İstifada yıllarında Batı Şerialılar, Gazzelilerle birlikte,
abluka ve bombardımana maruz kalmıştı.
Bu
son Gazze’deki soykırıma kadar -1948 ve 1967’deki etnik temizlik hariç- İsrail
doğrudan Filistinlileri öldürmek yerine hayatlarını çekilmez kılarak ‘gönüllü’
olarak terke zorlamaya veyahut direniş ruhunu yok edip tamamen kendisine boyun
eğdirmeye çalışıyordu. Bunun için en fazla ekonomik ve psikolojik harp
yöntemlerini kullanıyordu.
Gazze’ye
yönelik 16 yıldır devam eden abluka da bunun bir parçasıydı. İşgal ve abluka
altında Filistin’deki hayatı anlatmak bir röportaja sığmaz. “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” başlıklı 4 oturumluk
seminerimi BİSAV TV YouTube kanalından izleyebilirsiniz.
Şunu
belirtmekle yetineyim. 1948 ve 1967 acı tecrübelerini yaşayan Filistinliler,
İsrail işgali altında ne yaşarlarsa yaşasınlar -hayat
kalitesinin iyice düşmesi, bütün malını mülkünü yitirmek, hatta ölüm
pahasına- topraklarını terk etmemek için aktif veya pasif muazzam bir direniş
gösteriyorlar. Direnemeyenleri de kınamamak gerekir; çünkü İsrail’in uyguladığı
yıldırma taktiklerine tahammül edebilmek her yiğidin harcı değildir.
İlk Siyonistler Protestan
Hristiyanlardır
İsrail, ABD’nin şımarık çocuğudur,
Batılıların bölgesel hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtır. Ama
Almanya gibi soykırımın faili ve geçmişi kirli ülkeleri bir kenara bırakırsak,
İsrail’i kuran ve bugüne kadar hayatta kalmasını sağlayan, aslında Protestan
aklı, parası ve gücüdür. İlk Siyonistler de Yahudiler değil, Protestan
Hristiyanlardır. Yahudi Siyonizmi Hristiyan Siyonizminden on yıllar sonra
ortaya çıkmıştır. Bugün de ABD’de -kahir ekseriyeti Cumhuriyetçileri
destekleyen- Evanjelik Hristiyanlar Yahudilerden daha fazla İsrailcidir.
Amerikan Yahudilerinin birçoğu İsrail’i eleştirirken Evanjelik Hristiyanlar kayıtsız
şartsız destek vermektedir.
İsrail’in kurucuları dönemin büyük gücüne
sırtını dayamayı dış politikanın temel ilkesi haline getirmiştir. ABD siyasi,
askeri ve iktisadi desteğin yanı sıra BM Güvenlik Konseyi’nde aleyhte
kararlarda veto kartını kullanarak diplomatik olarak da İsrail’i koruma altına
almış, işlediği bütün suçların cezasız kalmasını sağlamıştır. On yıllardır
ABD’nin açık ara en çok maddi yardımda bulunduğu ülkedir. İkinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana dünyada hiçbir devlet İsrail kadar çok dış yardım
almamıştır desem herhalde yanlış olmaz. Bu arada İsrail ABD için sadece bir dış
politika değil, aynı zamanda bir iç politika meselesidir. İsrail lobisi
Amerikan iç siyasetinde önemli bir güçtür, kolay kolay hiçbir Amerikalı
siyasetçi onları göz ardı edemez ve hilafına hareket edemez.
Kısaca ABD ile İsrail
arasında simbiyotik bir ilişki biçimi vardır. Öte yandan Siyonizmin gücünü
tamamen dış himayeye de bağlamamak gerekir. Siyonist önderler kendi davaları
için uzun yıllar boyunca sistematik bir şekilde var güçleriyle çalışmışlardır.
Batı’daki boykotlar İsrail için büyük
tehdit
İsrail, imajına zannettiğimizden çok
daha fazla önem verir. Kurduğu propaganda tekeliyle kendisi hakkında ürettiği
hikâyeyi dünyaya yayar. Bu propaganda tekelinin özellikle Batı’da kırılmasını
ve psikolojik savaşta inandırıcılığını yitirmeyi sindiremez. İsrail kanalı i24’u izlerken analistlerin bu noktadaki
rahatsızlıklarını her sefer yakinen görüyorum.
Geçtiğimiz yıllarda İsrail’in ilan
ettiği bir numaralı milli güvenlik tehdidi, 2005’te kurulan ve Batı’da giderek
yayılan BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırım) hareketiydi. Onları HAMAS’ın roketlerinden
daha tehlikeli görüyor. Donald Trump bu hareketi antisemitist diye yasaklamıştı;
ama ABD’de hala etkililer. İsrail, BDS üyelerini Yahudi bile olsa ülkeye sokmuyor.
Kısaca İsrail kendisini boykot ve tecrit eden ve yaptırım uygulamaya çalışan her
hareketten rahatsız. Bu arada size tavsiyem, Gazze’de savaş bittikten sonra da
İslam dünyasının düştüğü mevcut halde doğrudan payı olan İsrail’i ve
destekçilerini boykota devam edin. Altımızı oyan devletlere mecbur ve mahkûm
olmamalıyız. Boykotun diğer boyutu da onlarınkinden
daha kaliteli mallar üretmek olmalı; yani alternatiflerini de insanlara
sunabilmeliyiz. Ve bu vesileyle tüketim toplumu olmayı bırakıp üretim toplumuna
geçmeyi hedeflemeliyiz.
Batı’da mitingler ve eylemler
bizdekinden çok daha profesyonelce, yaratıcı ve süreklilik içinde yürütülüyor.
Biraz oraları örnek almamız lazım. Miting deyince, üç-beş
tanesine katılıp, saatlerce boş boş slogan atıp rahatlamış şekilde eve dönmeyi
kastetmiyorum. Mitinglere giderken yanınıza Filistin veya İsrail’le ilgili bir
kitap alıp okuyun veya kulağınıza kulaklık takıp bu konuların anlatıldığı
videoları izleyin. Bilgimiz, en büyük davamız dediğimiz Filistin konusunda bile
o kadar az ki... Bilgi ile eylemi eş zamanlı yürütmeliyiz; bilgisiz eylem de,
eylemsiz bilgi de bir problemdir.
Sosyal medyaya gelince
Filistin’i destekleyen yayınlar yapmak önemli olmakla birlikte tek başına
yeterli değil. İsrail’in bitmez tükenmez yalanlarını deşifre edici yayınlar
yapmak da çok önemli. Bunun için de yine bilgi gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder