LEYLA CERRAR: “HER FİLİSTİNLİ TOPRAĞINI
KAYBETME, BİR BAŞKA ÜLKEDE YERSİZ YURTSUZ KALMA KORKUSUYLA YAŞAR”
16 Ekim 2023, İstanbul
Röportajı yapan: Zahide Tuba Kor
Röportajı tercüme eden: Yasemen Toruloğlu
NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Leyla Cerrar, Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin şehrinde dünyaya geldi. Röportajda da okuyacağınız üzere çocukluktan itibaren İsrail işgalini yaşadı. Mücadeleci, eğitimli ve köklü bir Filistinli aileden geliyor. İsrail’in emrine direnen babası tutuklanma ihtimali karşısında Filistin’den ayrılmak zorunda kaldı ve Leyla Hanım küçücük yaştan itibaren babasız büyüdü. Kendisi de dahil bütün kardeşleri İsrail hapishanelerine girip çıktı. Şam Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Gençliğinde direniş örgütlerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne katıldı. Çok uzun yıllar BM çatısı altında Filistinli mültecilere yardım programlarında görev aldı. Suriye’deki savaş yıllarını, kendi hayatını tehlikeye atma pahasına, hem Filistinli mültecilere hem de Suriyelilere yardım götürerek geçirdi. Emekli olunca Türkiye’ye yerleşti ve ülkemizdeki savaş mağduru mültecilere psikolojik destek ve başka türlü yardımlar için sürekli koşturuyor. Geçtiğimiz aylarda maalesef ki Hataylı depremzede bir Türk tarafından iş kurup yatırım yapma vaadiyle dolandırıldı; hayat güvencesi olan on binlerce dolarlık emeklilik ikramiyesini kaptırmanın şokunu ve üzüntüsünü yaşıyor.
Bu röportajda Ceninli bir ailenin hikâyesi
üzerinden İsrail işgali altında yaşamanın ne demek olduğunu çok farklı
boyutlarıyla öğreneceksiniz. Röportajı, Gazze savaşının başlarında yaptığımı,
ama maalesef yoğun programlarım yüzünden yayınlayamadığımı bir not olarak
düşeyim. Röportajı yayınladığım bugünlerde ise İsrail Cenin’e büyük bir saldırı
başlatmış bulunuyor.
İsrail’in 1967’de Batı Şeria’yı
işgalini hatırlıyor musunuz?
Evet, hatırlıyorum. Biz 1948’de
İsrail’le sınır şehirlerinden birine dönüşen Cenin’de yaşıyorduk. Şehrimiz İsrail’in
kontrolüne geçen Hayfa ve Nasıra’ya da yakındı. Hayfa ile aramızda sadece 27
kilometre vardı. Batı Şeria 1967’ye kadar Ürdün yönetimi altında kaldığı için bizim
Ürdün vatandaşlığımız ve pasaportumuz vardı. Gazze ise Mısır’ın yönetimindeydi.
1948-1967 arasında Cenin’e bağlı
köylerin yarısı Ürdün yönetiminde, diğer yarısı İsrail işgali altında kaldı. 1967’deki
Haziran Savaşı’nda İsrail Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Ürdün’ün bir kısmını, Gazze’yi
ve Sina’yı işgal etti. İşgal altında öyle zorluklar ve zulümler çektik ki tasviri
mümkün değil. Sürekli tutuklamalar, bastırma, sokağa çıkma yasakları, şehir
dışına ya da ülke dışına çıkma yasakları vardı. Tek çıkış noktamız karayoluyla Ürdün’e
geçişti. Ürdün pasaportu taşımamız bir avantajdı. Bu sayede Batı Şeria’daki
erkek nüfusun çoğunluğu Körfez ülkelerinde çalışıp ailelerine para yolluyordu. Gazze’dekilere
ise seyahat belgesini Mısır verdiğinden birçok ülkeye girişleri yasaktı. Yüzölçümü
küçük ama yoğun bir nüfus barındıran Gazze, İsrail işgali altında bizden çok
daha fazla zorluk çekti.
Daha somut örnekler verebilir misiniz? Mesela
işgal altında sizin ve yakınlarınızın başlarına neler geldi?
Kendi ailemle başlayayım. Mesela -Allah
rahmet eylesin- babam, işgalden bir sene sonra 1968’de çok büyük baskılara
maruz kaldı. Cenin şehrinin postane müdürüydü; babamdan direnişçilerin bütün
telefon konuşmalarının kayıtlarını teslim etmesini istediler. O dönemde gelişmiş
iletişim cihazları, cep telefonları yoktu; telefon da sınırlı şartlarda
kullanılabiliyordu. Babam tabii ki işgalcinin isteklerini kabul etmedi. Ama baskılara
direndiği için hapse atılabilirdi, mecburen bir gece vakti Ürdün’e kaçtı. Biz o
zaman küçücüktük; babamın neden bizi terk ettiğini anlayamamıştık. Babam
Ürdün’den Birleşik Arap Emirlikleri’ne geçti ve orada çalıştı. Ömrünün sonuna
kadar bir daha Filistin’e geri dönemedi, babasız kaldık.
En büyük ağabeyim Usame (Allah rahmet
eylesin), 1969’da İsrail tarafından hapse atıldı. 16-17 yaşında Amman’da
Filistin direnişine katılmıştı; arkadaşlarıyla birlikte Ürdün’den işgal
altındaki Filistin topraklarına fedai saldırıları düzenliyordu. Çatışmalara
girdiği Ürdün-Filistin sınırındaki ormanlık arazide bir seferinde ayaklarından
ve kafasından vurularak yaralanmış. İsrail askerleri çatışma alanından onu alıp
götürmüş; bir sene boyunca İsrail tarafında tedavi görmüş ve biz bu süreçte
kendisinden hiç haber alamadık. Şehit düştüğünü zannediyorduk. Annem Ürdün’e
gidip Filistin kamplarındaki direnişçilere sordu. Ağabeyimin çatışmaya
gittiğini ve geri dönmediğini, hakkında başka bir şey bilmediklerini söylediler.
Ama annem ümidini hiç kaybetmedi ve İsrail hapishanelerinde onu aramaya devam
etti. En sonunda el-Halil’deki bir hapishanede olduğunu öğrendi. Biz o zaman
küçüktük.
Ağabeyinize ne zaman kavuştunuz?
1969’da tutuklandı, esir takası sayesinde
1985’te hapisten çıktı. Üç kez müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Yani ölene
kadar hapiste kalacaktı. Ama Filistin gerillaların Nevras Operasyonu sayesinde
serbest kaldı. Kardeşim 16 yıl hapis yattığından çok hastalanmıştı.
Hapishanedeyken liseyi ve Birzeit
Üniversitesi Dil Fakültesini bitirdi. Yine hapishanede İngilizce, İbranice, Fransızca,
Almanca ve Rusça öğrenmişti. Hapisten çıktıktan sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
Lübnan ve Amman’daki merkezlerinde görev aldı ve generalliğe kadar yükseldi. 8
sene önce kanserden vefat etti. Kansere yakalanma sebebi, hapse atılmadan önce
kafasına isabet eden ve çıkarılamayan kurşunmuş.
Üç kez müebbet hapis cezasına
çarptırıldığına göre ağabeyiniz İsrail askerlerini öldürmüş olmalı…
İsrail askerleriyle savaştığından
onları öldürmüş veya yaralamış, ama sivilleri değil. Askerlerini öldürdüğü için
ona kin besliyorlardı.
Hapisteyken Uluslararası Kızılhaç
Örgütü aracılığıyla ağabeyime para ve kitap gönderiyorduk. Bizden sürekli kitap
istiyordu. Her ay ziyaret ediyorduk. Ama sık sık bir hapishaneden diğerine
naklediyorlardı. Askalan (Aşkelon), Bi’rüssebi (Beerşeba), el-Halil, Eylat ve
hatırlayamadığım başka yerlerde de hapis yattı. Bir sürü hapishane değiştirdi. Ne
zaman ziyaretine gitsek bize diyorlardı ki onu şu hapishaneye yolladık; biz de dedikleri
yere gidiyorduk. Allah rahmet eylesin annemle beraber sabah saat 3-4 gibi
kalkar, diğer esirlerin yakınlarıyla birlikte Kızılhaç’ın otobüsüne binerdik.
1985’teki esir takasına kadar hayatımız her ay hep bu şekilde devam etti.
Biz iyi bir aileye mensuptuk, vatanseverdik.
Bir okulun müdürü olan annemin terbiyesinden geçmiştik. Annem mücadeleci ve
mümin bir kadındı. Filistin mücadelesine gönülden inanırdı. Bizi de öyle
eğitti. Kardeşlerimin hepsi, lise ve üniversitede okurken defalarca
tutuklandılar, İsrail hapishanelerine girdiler. Erkek kardeşlerimden Main iki
sene, Mehdi aylarca tutuklu kaldı. Abdullah da evimize baskına gelen işgal
güçlerine direnirken tutuklandı. Kardeşlerim her baskında işgal güçlerine engel
olmaya çalışır; “Yasal izniniz olmadan evimize giremezsiniz, yaptığınız uluslararası
hukuka ve sözleşmelere aykırı” diyerek direnirlerdi. Sürekli işgal güçleri eliyle
sıkıntı çekerdik. Hatta ben de Ramle’de 2 ay hapis yattım.
Siz neden hapis yattınız?
Ağabeyim Main’in Filistinli örgütlerle
bağı vardı. Ben ondan daha küçüktüm ama en yakın dostu ve sır ortağıydım. Onun
Filistinli direnişçilerle olduğunu itiraf etmem için beni de sorguladılar. Bir
şey bilmediğimi söylesem de inanmayıp iki ay boyunca sorgulamaya devam ettiler.
Hiçbir şey söylemeyince sonunda mecburen saldılar.
Ama o iki ay boyunca İsrail
hapishanelerindeki zulmü kendi gözlerimle gördüm; kadın mahkûmların
yaşadıklarına, müebbet hapis cezasına çarptırılanların, işkence görenlerin
haline şahit oldum. Bunlar arasında benim ailem ve akrabalarım da vardı. Mesela
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi mensubu dayımın oğlu müebbet hapis cezasına
çarptırıldı. Teyzemin de bütün oğulları tutuklandı. Üniversitede, sokakta, her
yerde işgal kuvvetleri gençleri Filistin direniş hareketlerine destek veriyor
gerekçesiyle tutukluyordu. Komşularımızın çocuklarını da alıp gidiyorlardı. Filistin
halkı sürekli cezalandırılıyordu. Bu arada tutuklanmamız için illa bir şey
yapmamız da gerekmiyordu; sebepsiz yere evlere baskın yapıp aile fertlerini
götürüp gidiyorlardı.
Mesela evde ağabeylerimle oturuyorduk;
bir anda askerler kapıyı kırıp evimizin salonuna kadar ayakkabılarıyla daldılar.
Ağabeylerim onlara “Bu şekilde içeri giremezsiniz, evde hanımlar var, üst başları
uygun olmayabilir, buna hakkınız yok” dedikleri için önce kadın-erkek demeden hepimizi
darp edip sonra da ağabeylerimi tutuklayıp götürdüler. Her seferinde kefalet
ödeyerek onları hapisten çıkartıyorduk. Aynısı komşularımızın da başına
geliyordu.
İkinci İntifada sırasında işgal
kuvvetleri, ailemi evimizden zorla çıkarttı ve biraz yüksekte olduğundan bizim
evi direniş kuvvetlerini gözlem ve takip etmek için bir askeri kışla gibi
kullandı. Annem o sırada yatalaktı, bir odada tek başına kalakaldı. Erkek
kardeşim “Bırakın yatalak annemi alıp çıkayım” diye ısrar etmesine rağmen izin
vermemişler. Üç gün boyunca annemi aç bıraktılar; arada yemesi için üzerine
kuru ekmek parçaları atmışlar sadece. Kardeşlerim, işgal kuvveleri evden ayrıldığında,
annemi tuvaletini de yapmak zorunda kaldığı yatağında pislik içerisinde ve artık
neredeyse son nefesini verecek halde bulmuşlar. Bu manzaraya dayanması çok zor.
İşgal ve işgalci işte böyle bir şey. Onların kimseye merhameti yok.
Filistin halkı on yıllardır acının da,
işkencenin de her türlüsünü yaşadı. Her gün istisnasız bombalamalar,
tutuklamaklar, işkenceler, öldürmeler devam etti. Hala da bitmiş değil. Ben
Cenin’i ne zaman ziyaret etsem aynı şeylere tekrar tekrar şahit oluyorum. Filistinli
insanları balık gibi avlamak onlar için adeta bir eğlence. Yolda yürüyen insanların
üzerine keyfi ateş açıp sebepsiz yere öldürüyorlar. Filistin halkının yaşadığı
zorlukların derecesini varın siz düşünün.
Bütün bu yaşananlar sizin hayatınızı, duygu
ve düşüncelerinizi nasıl etkiledi?
Yaşanan zorlukların şiddeti ve vahameti
insanımızı daha güçlü kıldı. Vatan toprağına bizi daha çok bağladı. Annem hep “Arap
ülkeleri de dahil başka diyarlarda yersiz yurtsuz olacağımıza kendi
toprağımızda acı çekelim ve ölelim” derdi. Çünkü Arap rejimleri bize asla acımazdı.
Hiçbiri Filistinlilerin iyi durumda olmasını, demokratik bir idareyle
yönetilmesini istemezdi. Bilerek veya bilmeyerek İsrail’e yardım eden, işgalcinin
bize yaptığı zulmü artırmasını sağlayan bir sürü Arap ülkesi oldu. Biz de buna
karşılık bir yandan vatanımıza daha fazla bağlandık, diğer yandan eğitime ve ilme
sarıldık. Kendi kendimize biz okumak zorundayız, üniversite diploması alıp
kendi ayaklarımız üzerinde durmalıyız diyorduk. Çünkü her Filistinli toprağını
kaybetme, bir başka ülkede yersiz yurtsuz kalma korkusuyla yaşar. Bu zorluklar
karşısında elimizde eğitim gibi bir silah olmak zorundaydı.
İşte tüm bu zorluklar neslimizi daha da
güçlü kıldı. Yeni nesil ölümden korkmuyor; vatanına, toprağına, milletine
inanıyor; haklarının peşinden gidiyor. Siyonist yapı tam bir gaspçıdır. Planlı
bir şekilde dünyanın dört bir yanından gelip toprağımızı gasp ettiler ve içimize
girdiler. Onlar Arap topraklarının orta yerinde eğreti duran bir topluluk.
İsrail askerleri size nasıl davranıyordu?
Filistinli algıları nasıldı?
İsrail askerleriyle sürekli muhataptık.
Kullanmak zorunda olduğumuz köprülerden ve yollardan tutun başvurmamız gereken
devlet dairelerine kadar her yerde karşılaşıyorduk. İsrail işgal ordusu ve ona
bağlı istihbarat servisleri Filistin’in her yerine sızmıştı. Gençleri ve halkı
sürekli takip ediyorlardı. İsrail askerleri küçük yaştan itibaren Filistinlilere
karşı kin ve nefretle yetiştirilmişti; bizi yok edilmesi gereken bir virüs gibi
görüyorlardı. Bizi öldürmeye hakları olduğunu düşünüyor, bir Filistinli ya da
Müslüman öldürdükleri takdirde cennete gireceklerine inanıyorlardı. Keza onlara
göre Filistin, Allah tarafından kendilerine vaat edilmiş kutsal topraklardı.
1994’te Filistin Özerk Yönetimi kurulana
kadar tamamen işgal altındaydınız. O dönem devlet dairelerinde, okullarda ve
günlük hayatta size muamele nasıldı?
1967’den sonra bütün devlet daireleri
İsrail’in yönetimine geçti. Ehliyet alımı gibi resmi işlemler İsrailli yetkililerin
kontrolünde gerçekleşiyordu İsrail’le en yakın ve doğrudan temasımız
belediyeler üzerindendi. Bir de herhangi bir yere gitmek istediğimizde seyahat
izni alma mecburiyeti yüzünden muhatap oluyorduk. Biz Batı Şerialılar 1948-1967
arası Ürdün yönetimi altındayken Ürdün müfredatına göre eğitim almıştık. İsrail
işgalden sonra okul müfredatımıza karıştı, istediklerini ekleyip çıkardı. Her
şey aslında bir bakıma İsrail’in kontrolü altındaydı. En çok müdahaleleri
Ürdün’e geçişlerdeydi. Ürdün üzerinden çıkıp girmek istediğimizde önce İsrail
istihbaratının onaylaması ve yazılı izin vermesi gerekiyordu. Düşünün, vatanımıza
giriş-çıkışımız ve seyahat edebilmemiz hep İsrail kontrolündeydi. Hepimiz
İsrail’in bize verdiği kimliği taşımak zorundaydık.
Eğer Filistin direnişiyle alakalıysanız
veya İsrail’e muhalifseniz asla seyahat izni alamazdınız; dolayısıyla ülkeden
çıkamaz, çıktıysanız geri giremezdiniz. Ehliyet alamazdınız. Bütün medeni
haklarınızdan mahrum bırakılırdınız. Yoksa hemen sizi tutuklarlardı, hatta evinize
el koyarlardı. Mesela bir Filistinli genç, herhangi bir fedai eylemine giriştiyse
hemen ailesi evinden çıkartılır, evin üzerine kocaman kırmızı bir X işareti
konur ve üzerinde “İçeriye askerî yönetimin izni olmadan giriş yasaktır” yazılı
bir uyarı eklenirdi. Cenin’deki evlerin birçoğuna bu şekilde el kondu. Tabii Filistin’in
her yerinde durum benzerdi. Arazilere de el kondu. Mesela işgalin başlarında
yurtdışında çalışanlar eğer ki bütün aile fertlerini yanlarında götürmüşse ve
evleri boşsa İsrail evlerini ve arazilerini gasp etti. Bu yüzden insanlar, mülklerini
bir an olsun boş bırakamadı; ne kadar zorluk yaşarlarsa yaşasınlar, ne
çekerlerse çeksinler topraklarına ve vatanına dört elle sarıldılar. Annem de
sahip olduğumuz mülkleri İsrail’e kaptırmamak için babam ülkeyi terk etmek
zorunda kaldığında onunla birlikte gidemedi. 1990’larda Oslo süreciyle Filistin
Özerk Yönetimi kuruluncaya kadar bu şekilde yaşadık.
Peki, Filistin Özerk Yönetimi’nin
kurulmasıyla neler değişti?
1994’ten sonra anlaşmalara tâbi olarak resmi
kurumlar ile Filistin pasaportu ve seyahat belgesi gibi işlemler Filistin
otoritesine devredilse de her alanda İsrail’in denetimi devam etti. İrtibat
Bürosu adlı birimler kuruldu; bu, İsrail’in her şeye müdahil olacağı anlamına
geliyordu. Filistin yönetiminin yetki alanı sınırlı ve basitti. Yine de biz ilk
başlarda işgalden kurtulduğumuzu zannettik. Artık Filistin’in kurumları ve
devlet daireleri vardı. Yaser Arafat o dönemde hayatta ve yönetimin başındaydı.
HAMAS ile işgal güçleri arasında ilk çatışmalar başlayınca İsrail Filistin
yönetimine ait tüm kurumları yıktı ve bütün ilişkileri kesti.
Bu, 2002 yılında yaşandı, öyle değil
mi?
Evet. Bu olaylar ve Cenin’deki şiddetli
çatışmalar 2002-2003’te yaşandı. Filistin yönetimi, İsrail’in o dönem Cenin’de yaptığı
yıkımı üzerinden yirmi yıl geçtiği halde hala yeniden inşa edebilmiş değil; çünkü
yıkılanları inşa yetkisi yok. İsrail ordusunun istediği zaman Filistin
yönetimindeki topraklara girip istediği genci tutuklamaya veya öldürmeye,
istediği kişinin evine el koyup yıkmaya yetkisi var. Filistin yönetiminin ise
bu durum karşısında hiçbir yetkisi yok. Filistin yönetiminde çalışan devlet
memurları ve polisler, Oslo Anlaşması dahilinde maaşlarını alıyorlar; işgale
karşı herhangi bir eylemde bulunmaları yasak. Bulundukları konumlar ellerinden
gitmesin diye İsrail devletine karşı sessiz bir dost gibi davranıyorlar. Onlar
da -tıpkı işgal güçlerinin yaptığı gibi- ister HAMAS’lı olsun isterse olmasın
aktif gençleri tutukluyorlar. Aslen İsrail-ABD-Batı üretimi ve Oslo
Anlaşmalarının bir ürünü olan mevcut yönetim, İsrail nasıl istiyorsa öyle
davranmaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.
Yaser Arafat’ın yönetimi de Mahmud
Abbas’ınkine benzer miydi?
Yaser Arafat, Oslo Anlaşmalarına imza
koydu ama onun aşılmasına müsaade etmediği kırmızı çizgileri vardı. İsrail de
bunun farkındaydı; önce onu karargâhında kuşatıp kıstırdı, ardından zehirleyip
yerine Mahmud Abbas’ı geçirdi. Geçmişte hep Arap ülkelerinde yaşamış Abbas, bir
savaşçı değildi; maddi ayrıcalıkları ve imkanları vardı, devrimle alakası da yoktu.
Kendisinden beklenen görevi yerine getirdi. Kendisi savaş ve direniş istemiyor.
ABD, İsrail ve Arap ülkelerinin kendisinden beklediği rolü oynuyor.
Tekrar aile hikâyenize dönelim. Siz küçükken
babanız Filistin’i bırakıp gitmek zorunda kaldı. Babasız kalınca hayatınız
nasıl değişti?
Gerçekten çok zordu. Çünkü biz
kalabalık bir aileydik. 6 erkek, 2 kız kardeştik. Annem bize hem annelik hem
babalık yapmak zorunda kaldı, her şeyden o sorumluydu. Annem, Ürdün’ün başkenti
Amman’da direniş kamplarında yaşayan ağabeyim Usame’yi her ay ziyarete gidiyordu.
Ağabeyim tutuklandıktan sonra bu sefer her ay hapishanede ziyaretine gitmeye
başladı. Tabii annemin annesi de bize yardım ediyordu; bazen ninemde, bazen
kendi evimizde kalıyorduk. Babam BAE’de çalışmaya başlamıştı ve ağabeylerimi
okutuyordu. Ailemde herkes liseyi bitirir bitirmez hemen üniversiteye devam etti.
Ağabeyim Mazin üniversite için Ürdün’e, Fehd de Mısır’a gitti; onları babam
okuttu. Sonra onlar mezun olup işe girince biz küçük kardeşlerini okutmaya
başladılar. Her büyük kardeş, bir ya da iki küçük kardeşin sorumluluğunu alıyor
ve onu üniversiteye gönderiyordu. Kardeşim Abdullah dışında hepimiz Filistin
dışında üniversiteyi bitirdik. Ben Suriye’de Şam Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum.
Mehdi, Belarus/Minsk’te makine mühendisliği okudu. Kız kardeşim Muna Halep
Üniversitesi’nde diş hekimliğinden mezun oldu. Hepimiz birbirimize yardım ettik;
çünkü babam yaşlandı ve Ürdün’e yerleşti. Kısaca bizim için hayat gerçekten zordu.
Bu arada komşularımızın, akrabalarımızın da benzer hikâyeleri var; hatta
bazılarının hayatı bizimkinden çok daha zordu. Bizimki yine en iyilerden bir
tanesi.
[Leyla Hanım’dan daha evvel ailesinin hikâyesini
uzun uzun dinlemiştim. Bana anlattıklarından bir kısmını eklemek istiyorum.
Makine mühendisi ağabeyi Ramallah’ta bir şirkette çalışıyor; her fırsatta Kudüs’e
gidip murabıtlara destek veriyor. Dubai’de yaşayan ABD’den doktoralı diğer
ağabeyi, on yıllarca çeşitli bankaların müdürlüğünü yürütmüş ve en son Dubai’de
Bankalardan Sorumlu Müsteşar olarak görev yapmış ve özel üniversitelerde dersler
vermiş. Suudi Arabistan’da 40-50 seneye yakın Tarım Bakanlığında çalışmış diğer
ağabeyi şu an Ürdün’de yaşıyor ve emekliliğini ressamlıkla geçiriyor. Kalp
hastalığından vefat eden diğer ağabeyi, Mısır’da Arap Edebiyatı doktorası yapmış,
Libya’nın başkenti Trablus’taki üniversitede dersler vermiş; ardından Ürdün’de UNRWA
ofisinde çalışmış. Şair ve dilbilimci olan bu ağabeyinin yazdığı Arapça dilbilgisi
kitapları halen Ürdün’deki bazı okullarda ders kitabı olarak okutuluyor. Diğer erkek
kardeşi, iktisat mezunu olup Cenin’de -Osmanlı döneminden kalma tarihî- aile
evinde oturuyor. Cenin Belediyesi İtfaiye Müdürlüğünden emekli olmuş ve her
fırsatta Mescid-i Aksa’da namaz kılıp murabıtlara destek olmaya gidiyor. Kız
kardeşi ise ABD’de diş hekimliği yapmış ve emekli olmuş. Gördüğünüz üzere Leyla
Hanım’ın her kardeşi ve -burada yazmadığım- her çocuğu farklı bir ülkede yaşıyor.
Birçok Filistinli aile bu şekilde dünyaya dağılmış bir şekilde ve oradan oraya defalarca
göçerek yaşamakta ve hayatta kalmaktadır.]
Siz Filistin, Ürdün, Suriye ve
Türkiye’de yaşadınız. Bize Filistin’de yaşamak ile Türkiye ya da başka bir
ülkede yaşamak arasındaki farkı anlatır mısınız?
Filistin’de hayat gerçekten çok zor.
Bugün hala Filistin’de yaşayan kardeşlerimin Ürdün’e gitmeye kalkışmaları adeta
bir işkenceye dönüyor. Mesela çocukları yurtdışında veya yurtiçinde okuyanlar,
eğer işgale karşı eyleme veya Gazze’ye destek protestosuna katıldılarsa, tutuklanıyorlar
ya da üniversitede okumaları engelleniyor. Filistin’dekiler, özellikle içeride bir
yerden bir yere gitmek istediğinde veya eğitim konusunda yahut yurtdışına gitmek
istediğinde büyük eziyetlere maruz kalıyorlar. Ama ne yaşarlarsa yaşasınlar
sabrediyorlar ve “Biz son nefesimize kadar, kıyamet gününe kadar bu toprakların
murabıtları, koruyucuları olacağız” diyorlar. Allah bize bunu emretti diye
düşünüyor ve bu iman gücüne sarılıyorlar.
Ramallah’ta, Kudüs’te, Cenin’de yaşayan
kardeşlerim ve akrabalarım var; onlarla kendiniz röportaj yaparsanız size her
gün ne eziyetler çektiklerini daha ayrıntılı anlatabilirler. Mesela Birzeit
Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi olan yazar ve mütefekkir amcam Dr. Bessam Carrar ve
ailesi sık sık gözaltına alınıyor; bir yerden bir yere gitmeleri sürekli engelleniyor.
Ramallah’ta makine mühendis olan ağabeyim, yaşlı olmasına rağmen, türlü türlü
zulümlere maruz kalıyor. Cenin’deki kardeşlerimi ziyaret etmek istese yol boyunca
kelle koltukta gidiyor. Biliyorsunuz, yol boyu işgalci yerleşimciler var; her
an durdurup sebepsiz yere saldırıyor, kadın-erkek fark etmez öldürebiliyorlar. Dolayısıyla
biz bir yerden bir yere gitmeye korkuyoruz; her an bir işgalci gelip sebepsiz
yere tutuklayabilir, vurup öldürebilir veya yaralayabilir diye. Biz her an
işkencenin her türlüsüne hazırlıklı olarak yaşamak zorundayız. İşte biz
Filistinlilerin vatanımızdaki gündelik hayatı böyle.
Ben liseyi bitirdikten sonra Suriye’ye
Şam Üniversitesi’nde okumaya gittim ve orada Gazzeli olan eşimle evlenip üç
çocuğumu büyüttüm. Suriye’de hayat, Filistin’dekinden çok daha iyiydi. Ama 2011’de
Suriye’de savaş başlayınca durum tamamen değişti. Çatışmalar dindikten sonra da
hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Öyle ki Suriye’de yaşayamadım ve birkaç sene
evvel Türkiye’ye geldim. Suriye’de durumun ne kadar kötüleştiğini tahayyül dahi
edemezsiniz. Yokluğun her türlüsü yaşanır oldu. Savaş dinse bile elektriksizlik,
susuzluk, fakirlik had safhadaydı. Hiçbir şey kalmamıştı. İnsanlar her gün acı
içinde kıvranıyordu. Son zamanlara doğru artık her şey daha da zorlaştı. Hele
son dönemlerde işimi bir an önce bitirip gitmek için dua ediyordum.
Sonunda Suriye’deki işimden emekli oldum;
ama Filistin’e geri dönemedim. Çünkü annem de, babam da artık yok. Erkek
kardeşlerimin her birinin kendi sıkıntıları olduğundan Filistin’e dönüp de
onlara yük olamazdım. Üstelik çocuklarım da Suriye’de savaş başlayınca farklı
ülkelere dağıldılar; artık Filistin’den çok uzaktalar. Onların yanına Avrupa’ya
da gidemezdim. Çünkü Ürdün pasaportum olduğu için bana Avrupa ülkeleri vize ya
da oturum vermiyor. Eşim Gazzeli olduğundan çocuklarım da Gazze kayıtlı olup
Filistin Yönetimi’nin pasaportunu taşıyorlar. Hal böyle olunca ben de yaşanabilir
bir ülke olan Türkiye’ye geldim.
Türkiye’deki hayatınıza gelelim. Vaktinizi
nasıl geçiriyorsunuz, neler yapıyorsunuz?
Türkiye’de tek başıma olduğum için zorlanıyorum.
Ama burada hem Arap hem de Türk arkadaşların arasına karıştım. Türkçe öğrenmek
için dil kursuna gidiyorum. Türk halkıyla kaynaşmaya çalışıyorum. Evde boş
oturmak yerine bütün sosyal imkânları değerlendiriyor, ulaşabildiğim bütün Arap
derneklerinin ve kuruluşlarının düzenlediği faaliyetlere katılıp kendi mesleğim
ve becerilerim ölçüsünde özellikle zor durumdaki kadınlara yardım etmeye
çalışıyorum. Suriyeli ve Filistinli savaş mağduru kadınlara, hapishanelerde yatmışlara
gönüllü olarak psikolojik destek veriyorum. Mavi Kalem Derneği’nde de benzer
faaliyetleri sürdürüyorum. Suriye’de UNRWA çalışanı olarak on yıllar boyunca
Filistinli mültecilere destek olmuş, kadınların toplumsal ve bireysel
problemleriyle ilgilenmiştim. Benzer çalışmaları Türkiye’de de sürdürüyorum. Çünkü
burada da mülteci ve göçmen kadınlar çok zorluklar çekiyorlar. Türk toplumuyla
kaynaşamamaktan kaynaklı sıkıntıları oluyor; buna bir de karşılaşılan ırkçı
muameleler eklenince iş daha da sarpa sarıyor. Irkçılık ve ırkçılar tabiatı
gereği birbirini besler. Dolayısıyla ırkçılık sadece Türkler değil, bazen
yabancılar, hatta Araplar tarafından da yapılabiliyor. Bu da karşılıklı
tepkileri doğuruyor. Her toplumda ırkçılar dar bir kesimdir, keza kötü insanlar
da. İyiler her yerde kötülerden kat kat fazladır. Kötüyü görüp bütün bir topluma
mâl etmemek gerekir. Bunun için de toplumsal, bireysel ve kültürel bir bilince
ihtiyaç var.
Bir Filistinli yabancı olarak Türkiye’de
yaşadığınız bireysel zorluklar neler?
Türk halkı biz Filistinlilere karşı
daha hoşgörülü ve merhametli; sayıca daha az olduğumuz için varlığımızı kabul
ediyorsunuz. Suriyeliler ise sayıca çok olduklarından onları kabullenmeme
toplumunuzda daha fazla. Şunu bilmenizi isterim: Suriyeliler ülkelerinden zorla
çıkarıldılar; Türkiye’ye kendi
istekleriyle değil, başka çareleri kalmadığı için geldiler. Biz ise kendi
isteğimizle buraya geldik. Irkçılığa bağlı yaşadığımız zorluklar var tabii. Yabancılara
karşı bu ırkçılık hiç mantıklı değil. Geçmişte milyonlarca Türk de Avrupa’ya
gitti ve orada aynı ırkçılığa maruz kaldı.
Bir Filistinli olarak Türkiye’ye geldim
ve bugüne kadar Türk devletinden tek kuruş para veya herhangi bir destek
almadım. Kendi birikmiş paramla buradan bir ev satın aldım, yatırım yaptım. Yurtdışındaki
çocuklarım da bana destek veriyor. Türkiye’ye yük olmadığım halde sırf
yabancıyım diye beni niçin reddediyorsunuz? Parasıyla Türkiye’ye gelip burada yatırım
yapan bir insana neden karşı çıkıyorsunuz? Devletler yatırımla ayakta kalır.
Mesela Singapur çok fakir bir ülkeyken dünyaya kapılarını açması ve dış yatırım
çekmesi sayesinde inanılmaz gelişti ve zenginleşti. AK Parti’nin ilk
dönemlerinde açık kapı politikası ile aldığınız dış yatırımlar sayesinde 2001
ekonomik krizinden toparlandınız ve iktisadi olarak büyük bir kalkınma yaşadınız.
Ben 1990’larda Türkiye’yi ziyaret ettiğimde harap haldeydi. Ulaşım ve iletişim araçlarınız,
ekonominiz, her şeyiniz çarpıcı bir şekilde gelişti, güçlendiniz. Bütün bunlar
dış yatırımlar sayesinde gerçekleşti. Dış yatırımların size getirisinin ne
kadar çok olduğunun farkında değilsiniz.
Bundan beş-altı yıl evvel Arap ve
yabancı yatırımcılar ülkenizde iş yapmak için can atıyordu. Herkes Türkiye’yi
yeryüzündeki cennet olarak görüyordu. İnsan gibi onurlu bir şekilde yaşamak isteyen
Türkiye’ye gitsin deniyordu. Ama maalesef bugün gelinen noktada pek çok yabancı
Türkiye’den bir an önce ayrılmak istiyor. Neden biliyor musunuz? Irkçılık
yüzünden. Türkiye’nin gelirine katkı sağlayıcı bir yatırımcı bile olsa
yabancıyı kabullenmeme durumunuz yüzünden. Bu sistemli, mantık dışı,
objektiflikten uzak reddediş hali, maalesef ki Türkiye’yi başta ekonominiz
olmak üzere her alanda çok olumsuz etkileyecek.
Şunu da eklemek istiyorum: Ülkenizde
yasadışı işler çevirip yabancıları sömürenlerin, kanunlarınızı bilmemelerini
istismar ederek yabancıları dolandıranların sayısı hiç az değil ve bunlar hak
ettikleri cezalara da çarptırılmıyor. Bunlara karşı bir yaptırım ya da
cezalandırma sistemi hayata geçirilmeli. Dolandırmayı engelleyici güçlü
kanunlarınız olsa bu kadar rahat hareket edemezler, hemen cezaya çarptırılırlardı.
Irkçı ve dolandırıcı insanlarınız böyle başıboş bırakılmaya devam eder ve
cezalandırılmazlarsa, yabancılar -başlarına bu tarz şeylerin gelme korkusuyla- ülkenizden
bir an önce ayrılmaya çalışacaklardır. Şu an durum maalesef böyle.
Son olarak, Gazze’de tanıdıklarınız,
akrabalarınız vardır; onlardan haber alabiliyor musunuz, ne durumdalar?
Akrabalarım ve BM görevlisi
arkadaşlarım var. Merhum eşimin bütün ailesi ve akrabaları Gazze’de. Çok
kalabalıklar. Onlarla hep iletişim içindeydim; ama son günlerde internet
bağlantısı kesildi. En son görüştüğümde “Bir yerden diğerine sığınarak hayatta
kalmaya çalışıyoruz, durumumuz çok kötü, yardım alabileceğimiz hiçbir yer yok,
bombardıman altında herkes ölümle yüz yüze” dediler. BM’nin Gazze’deki kadın
programının müdürü olan arkadaşımla görüştüm. Kendisi Gazze’nin lüks mahallesi
Rimel’de bir villada yaşıyordu; eşinin yüzme havuzu ve lokantası vardı. Her
şeyleri yerle bir oldu. İki torunu hayatını kaybetti, biri üç yaşındaydı. Oğlu
Fransa’da evliydi; ona torunumu bize gönder demişti, gönderdiler. O üç
yaşındaki kız torunu kendisiyle kalıyordu, bombardımanda öldü. Merhum eşimin
ailesinden kaç kişi hayatını kaybetti bilmiyorum; ama çok olduğuna eminim.
Çünkü bombardıman çok fena. Küçücük bir alan olan Gazze’de 2,3 milyon
Filistinlinin sığınabileceği hiçbir yer yok. Dolayısıyla bombalar her nereye
düşse Gazzelileri katlediyor.
Batı Şeria ve Kudüs’teki akrabalarınız
ne durumda?
Ramallah’ta yaşayan akrabalarıma ne
durumdasınız diye sorduğumda her gün şehit verildiğini anlatıyorlar. Batı
Şeria’da her gün gençler Gazze’ye destek için gösteriye çıkıyor ve işgalciye
karşı mücadele yürütüyorlar. İsrail işgal güçleri ve Yahudi yerleşimciler de
her gün Filistinli gençleri vurup şehit ediyor. 3-4 gün evvel Batı Şeria’nın
Cenin, Tulkerim, Kalkilya ve Ramallah şehirlerinde 50 genç şehit düştü
demişlerdi.