SURİYE’NİN AFRİN VE EL-BAB İLÇESİNDE YAŞAYAN SURİYELİLERİ
ZİYARETİM (5-6 MAYIS 2022)
Zahide Tuba Kor
NOT: Blogda
yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
15 gün
aradan sonra tekrar Suriye’deyim. Bir önceki ziyaretimde yardım ulaştırdığım ve
görüştüğüm Azez ilçesindeki Suriyeliler çoğunlukla Halep merkez ve çevresinden
sığınanlardı. Farklı bölgelerden gelenlerin hikâyesini dinlemek ve yardım
ulaştırmak istediğimden bu defa Halep’e bağlı Afrin ve el-Bab ilçelerini ziyaret
ettim.
(20-22
Nisan tarihlerinde gerçekleştirdiğim Azez ve Kilis ziyaretlerimle ilgili gezi
yazısı için TIKLAYINIZ.)
Kolsuz veya
bacaksız veya savaşırken felç olmuş yaşlısı-genci, erkeği-kadını birçok
Suriyeli ile tanıştım. 3-4 yıl sürekli bombardıman ve muhasara altında çoluk
çocuk yaşamış Şam kırsalı Guta'dan göçenlerin akıl almaz hikâyelerini öğrendim. Hama
ve Humus kırsalından gelenlerin de çarpıcı hikâyeleri var.
Buyurunuz
okumaya ve Suriye’de defalarca iç göç yaşamış insanların hikayelerini
öğrenmeye...
5 Mayıs 2022
– Afrin
Ocak
2018’de TSK’nın gerçekleştirdiği Zeytin Dalı harekatı sonucu PYD’nin
kontrolünden ÖSO’nun hakimiyetine geçen Afrin ilçesinde PYD’ye yakın nüfus
hemen güneydoğusundaki Tel Rifat’a kaçarken Suriye’nin farklı yerlerindeki
muhalifler buraya yerleş(tiril)miş. Özellikle birkaç ay sonra rejimin kontrolüne
geçen Şam’ın kırsalındaki Doğu Guta halkının önemli bir kısmı İdlib ve
Afrin’e tahliye edilmiş. Bu insanlar her şeylerini yitirmiş, Afrin'de yeniden hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Öncelikle onların hikayelerini paylaşacağım.
Şam
kırsalındaki Doğu Guta’dan 2017’de İdlib’e ve 2019’da Afrin’e göçmüş 5 kişilik bir
aile. Ama göçleri iki duraktan ibaret değil. 2012’den itibaren önce Guta
içinde, 2017’den sonra da İdlib’de defalarca mahalle ve ev değiştirmişler,
rejimin bombardımanına ve muhasaralarına paralel olarak.
Kendisi
Guta’da rejimle bilfiil savaşmış; ama yıllar evvel Harasta bölgesinde keskin
nişancı tarafından vurulunca kısmi felç kalmış. Şimdi Afrin’de tek odalı bir
evde yatağa bağımlı yaşıyor. Yatmaktan sırtı yaralarla dolu. Ama en azından
yataktan sırtını kaldırabiliyor, bu bile büyük bir nimet. Aylık ilaç masrafı
700 TL; ama evde çalışan olmadığından ilaç parası bulamayabiliyormuş. “Borçla
ve gelen yardımlarla geçiniyoruz” diyor.
Savaşta 2
kardeşi rejim bombardımanında hayatını kaybetmiş. Aynı binaların içinde başka
birçok akrabaları da can vermiş veya yaralanmış, sakat kalmış. Mesela
ziyaretimiz sırasında evde olan amcaoğlu da kendi beline ve koluna şarapnel saplandığını
anlattı.
Üç yıl
rejim bombardımanı ve muhasarasında nasıl hayatta kalabildiklerini sordum:
“Sürekli
mahalle değiştirdik (Harasta, Misraba, Duma), ama nereye sığınsak oraya da
muhasara geldi. Korkunç bir hayattı. Sokağa çıkmak mümkün değildi. Yiyecek
yoktu. Hayvan yemi arpadan ekmek yaptık. Hastane ve okullar bombalandı. İlaç
yoktu. Hayatımız hep bodrumlarda geçti. Evden çıkan dönemeyebiliyordu.
Bidonlarla dışarıdan su taşımak zorundaydık. Ama su için çıkıp da dönemeyen çok
oldu. Çocuklarım iyi beslenemedi; 7 ile 13 yaşındaki çocuklarımın açlıktan
görmesi bozuldu. Yer altında açılan tüneller sayesinde bir yerden diğerine
kaçabiliyorduk. Çok büyük sıkıntılar yaşadık, çok bomba yedik” diye o kötü
günlerini anlattı.
İdlib’de de
sığındıkları yerler bombalandıkça ve rejim ilerledikçe yer değiştirip
durmuşlar. Vaktimiz sınırlı olduğundan bu evreyi soramadım.
Afrin’deki
ziyaretlerde girdiğimiz bazı binalar yarım kalmış inşaatlardı. Kapısız, sıvasız
bu inşaatlar Şam kırsalından gelmiş Suriyelilerle doluydu. Dairelerin kapısı
olmadığından önlerine battaniyeler asılıydı.
Girdiğim
bir binanın giriş katında bu battaniye kapıyı kaldırdığımda bir de ne
göreyim, içeride eşi rejim bombardımanında şehit düşmüş 5 çocuklu dul bir hanım
yaşıyor. Üstelik çocuklarından biri de engelli. 3 sene muhasara ve bombardıman
altında yaşamışlar. Anne-babası Şam’da kalmış; o ise çocuklarıyla Afrin’e
sığınmış.
Üniversite
eğitimli bir hanım, ama burada çalışamıyor. Yardımlarla geçinmeye çalışıyor. “Bütün
param engelli çocuğumun tedavi masraflarına gidiyor, yetmiyor” dedi. Emaneti
bırakıp evinden ayılırken bana dedi ki “Ne olur söyleyin, çocuğumun ilaç
masrafını bir hayır kurumu üstlensin; çok zordayım”.
Vakit
darlığından maalesef ki hayat hikâyesini dinleyemedim. Ama bitmemiş bir
inşaatta, apartmanın sokak kapısının yanı başında, kapı niyetine battaniyenin
asılı olduğu bir ortamda, tek başına dul bir kadın olarak gelen yardımlarla 5
küçük çocuğu büyütmeye çalışmak... Düşündükçe ürkmemek mümkün değil.
İstanbul’a
döndüğümde evimizin çelik kapısına bakakalıp “Çok şükür Allah’ım” diyeceğim hiç
aklımın kıyısından geçmezdi. Bir kapıya sahip olmanın değerini ve ne büyük bir
nimet olduğunu ben Suriye ziyaretlerimde öğrendim.
Kapısız bir
hayata mahkûm olan sadece bu dul hanım değildi hiç şüphesiz. Çadırların da
kapısı yok...
Gelelim bu
apartmanın en üst katındaki bir daireyi ziyaretimize. Yıllardır Doğu Gutalıların
hikâyesini ayrıntılı öğrenmek istiyordum. Afrin’e sığınmış 5 tanesi o günleri 1
saatten fazla anlattı.
Dizinden
aşağısı kesilmiş evin sahibi annesi, babası, hanımı ve 2 çocuğuyla birlikte
inşaatı bitmemiş kapısız bu binada yaşıyor.
Önce
hanımıyla konuştum. 2018’de çatışmasızlık bölgesi bağlamında Doğu Guta
muhaliflerden tamamen temizlenip rejimin kontrolüne geçerken İdlib’e gelmişler.
Burada saldırı başlayınca Afrin’e sığınmışlar. “Hayatımızda her şey değişti;
vatanım Suriye bile değişti” dedi.
Şam’da
sebze meyve satarak geçimini sağlayan eşi tek bacakla artık çalışamıyor. 72
yaşındaki kayınpederi dikiş makinesinde diktiği ufak tefek şeylerle aile geçimini
sağlamaya çalışıyor.
Evin sahibi
beyefendi bakın nasıl sakat kalmış:
“Rejimin bombaladığı
yerdeki yaralılara yardıma koştum. O sırada uçak aynı yeri yine bombaladı.
Ambulansın tam arkasında olduğum için kurtuldum. Yoksa orada 38 kişi şehit
düştü. Benim gibi yaralanan 6-7 kişinin de kolu bacağı kesildi. Uçaklar bir
yeri vurup bekler, insanlar yardıma koşunca aynı yeri tekrar vururdu. Bu yüzden
saldırılarda kimseciklerin kurtaramadığı aileler oldu.”
Mesela 35
ailenin bodrumunda kaldığı bir bina vurulmuş, yardıma gidilemediğinden enkaz
altındakiler kurtarılamamış, 2-3 yıl sonra Ruslar gelince kemik yığınına
dönüşen cesetleri binadan çıkartmış.
200 öğrenci
ve öğretmenin bulunduğu bir okul, rejim tarafından öğlenden akşama kadar bombalanıp
içeride sağ kimse bırakılmamış.
2014 ve
2016’da birer yıl muhasara altında kalmışlar. Başta un olmak üzere gıda
girişinin engellendiği bu dönemi sordum.
“Paran
varsa bile satın alacak gıda yoktu. Önce hayvan yemlerini öğütüp ekmek yapıp
yedik. Yemler tükenince otlar, bitkiler toplayıp pişirmeye başladık. Dikenli
bir bitki vardı, dikenlerini soyup içini yerdik… Henüz evli değildim; evde
yiyecek namına 1 kg turşu kalmıştı; 4 kişi (annem, babam, ninem, ben) 2-3 gün
onu yedik... Tüccarlar içeri gıda soktuğunda 100 kat yüksek fiyata satılırdı. 1
kg şeker 200-300 dolara çıktı. İnsanlar birkaç günlük yiyecek alabilmek için
evini, arabasını yok pahasına satmak zorunda kaldı. Mesela 100 bin TL
değerindeki arabasını 10 bin TL’ye satıp onunla da ancak 5 günlük gıda
alabiliyordu.”
Rejimle
uzun pazarlıklar sonucunda BM yardımlarının içeri girebildiği nadir birkaç
dönemi basında okumuştum. Bakın kendilerine ne verilmiş: “Kişi başı 2 gr tuz,
100 gr pirinç ve şeker!”
(Rejimin
mesela 100 TIR’dan birkaçının girişine basın önünde izin verip, ardından
diğerlerini engellediğini veya gelen yardımların konduğu depoyu vurduğunu da hatırlıyorum.
Ama anlattıklarını bölmemek adına bu bilgileri teyit ettiremedim.)
Peki
bombardıman altında yaşamak nasıl bir şeydir?
“24 saat
İHA’lar tepemizden hiç eksilmezdi; sürekli bombardıman olduğundan bodrumlarda
yaşadık hep. Dışarı çıkamazdık. Uçağın sesinden anlardık nereden nasıl
kaçacağımızı. Evler yıkılırsa sağ çıkabilmek için bodrumlardan caddelere
tüneller açardık.
2 saatlik
ateşkes olduğunda insanlar karınca misali ellerinde boş bidonlarla dışarı su
doldurmaya koşardı. Bu sırada İHA’lar yerimizi tespit eder, 2 saat dolduğu an
bombalama başlardı. Bir defasında su doldurmaktan dönen 200-300 kişi vuruldu.
Biliyor musunuz, biz Guta’da adeta kıyamet gününü yaşardık.”
Arkadaşı da
kendi hikâyesini paylaştı:
“Bir gece
saat 3’te bidonu alıp su doldurmaya çıkacaktım. Annem beni de götür, bir nefes
alayım diye tutturdu. Çıktık. 50 m. ötede tam bidonun yarısını doldurmuştum ki
uçaklardan misket bombası atıldı. Havada patlayan bomba ateş topları gibi
annemin üzerine yağdı. Misket bombasının düştüğü yere su dökseniz daha beter
yakar; ancak toprakla söndürebilirsiniz. Ben de annemin üzerini hemen toprakla
örttüm”
Peki,
muhasara ve bombardımandan kaçış nasıldı?
“Can
havliyle bir bölgeden diğerine kaçışlar dehşet vericiydi. İnsanlar o hengamede
yolda aile bireylerini kaybediyordu. Herkes ağlardı kaybettiklerini arayıp
bulmaya çalışırken… Bodrumdan çıkıp bir yolu geçer, diğer mahallenin bodrumuna
sığınırdık. Bazıları gittikleri binanın bodrumu zaten dolu olduğundan sığınacak
yer bulamazdı… Bodrumlarda uçak veya bombardıman sesi duyulduğunda kadınların
ve çocukların o birbirine karışan çığlık seslerine tahammül edebilmek çok
zordu. 1 yaşında bir çocuk bile uçak sesinden etkileniyordu. Uçak sesine öyle
alışmıştık ki bir gün duymasak garipserdik acaba ne oluyor diye.”
3-4 yıl
sürekli bombardıman altında yaşamak kendilerini nasıl etkilemişti, hala o
günler zihinlerinde canlı mıydı?
“Unutmak
mümkün değil ki. Kendi kendimize otururken bile yaşananları hatırlıyoruz. Bazen
rüyada görüyoruz. Çocuklar daha yeni yeni atlatıyor o travmaları, tedavi
görenler de var. PYD Afrin’i vurduğunda bomba sesinden hala çok korkuyor
çocuklarımız; keza yıldırım sesinden de. Kanser hastalıkları da Gutalılar
arasında 10 kat arttı. Bunun tam sebebini bilmiyoruz.”
Rejimin
kullandığı kimyasal silaha da girdiler. İki bodrum arasındaki tünel klor
gazıyla vurulmuş. İnsanların kıyafetini soyup üzerlerine su dökerek
kurtarmışlar. Ama ağzından köpük çıkanların kurtulma şansı kalmamış.
Dediler ki
“Guta’da hastane yoktu; sağlık alanında elimizde sadece sargı bezleri vardı.
Vücuda saplanan şarapnel parçalarını çıkarıp kanı durdurmak için sarardık.
Yaralananlar için başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.”
Şam’ın
kenar mahallesi Doğu Guta’da yaşayanlardan savaş ve muhasara hikâyesini uzun
uzun dinledikten sonra şeytanın avukatlığını yapıp bunca yıkım yaşadınız, sizce
isyana değdi mi diye sordum.
“Rejimin
zulmü anlatılmaz ancak yaşanır. Her şeyin rüşvetle döndüğü bir rejimdi. Paran
varsa her şeyi elde ederdin. Yeterince para dökersen kendi ellerinle vurduğun
adamı sanki fail gibi hapse bile attırabilirdin. Evet, her şeyimiz vardı, ama
onurumuz yoktu. Sanki hepimiz Esed’in çiftliğinde yaşıyor gibiydik. Başlangıçta
talebimiz çok basitti, temel haklarımızı ve onurumuzu istedik o kadar. Ama
barışçıl gösterilere katılanları katlettiler. Bir defasında büyük bir gösteri
vardı. Komutan dedi ki tamam siz haklısınız, biz de sizinleyiz. Önce izin verir
gibi yaptı, sonra insanları kıstırıp iki taraftan kurşun yağmuruna tutup resmen
katliam yaptılar.”
“2011’de
bir gösteride hepimizi tutukladılar. Gözlerimizi bağlayıp kafamızı coplayarak
ve elektrikli değneklerle vurarak otobüslere bindirdiler. 1 hafta gözaltında
kalıp çıktım. 1-2 defa tutuklananları saldılar; ama daha fazla tutuklananları
bırakmadılar. 2012’de hapse girip bir daha çıkamayan, akıbetini bilmediğimiz
çok insan var. Gösteriler kana bulandığında yaralanan arkadaşlarımızı güya
tedavi için götürdüler, bir daha kendilerinden hiç haber alamadık.”
Bayram
arifesinde çıkan af kararını sordum. Gülerek dediler ki “Bugüne kadar kaçıncı
defa af çıktı, ama hepsi de koskoca bir yalandı. Rejimin geçmiş sicilini
bildiğimizden burada kimse o af yalanını yutmaz”
Ev
sahibinin eşi, ailesinin hala Guta’da yaşadığını söylemişti. Bunu da sordum.
“Guta’da
kalanların çoğu kadınlar ve yaşlılar. Bizim gibi genç erkeklerin kalması imkânsız.
Whatsapp görüşmelerini bile takip ediyorlar; sırf görüştükleri kişiler
nedeniyle insanları tutukluyorlar. Başları belaya girmesin diye bayramda
Guta’da kalan büyüklerimizi arayıp da bayramlaşamadık bile. Eşim en son bir ay
evvel annesiyle görüştü; babası ise korkusundan hiç görüşmüyor kızıyla.”
“Bacanağım
2 defa benimle konuştu diye tutuklandı. Rejim, muhaliflerle görüştün bahanesiyle
istediği kişiyi hapse atıyor. Gutalılar hele de Türk hattından aranırsa işleri
bitti demektir, hayatları kayar.”
Bayramda
çıkan genel af hakkında Suriyeliler ne düşünüyor?
Ülkemde
Esed’in son çıkardığı af kararıyla coşmuş, her şeyin yoluna gireceğini zanneden
bir kitle var. Evet bu, 2011’den beri çıkartılmış on küsur af kararından en
kapsamlısı. Ama Suriye ziyaretimde gördüm ki af kapsamına giren Suriyelilerin
böyle bir gündemi olmadığı gibi buna inanmış da değiller. Bu konuda bakın neler
dediler:
“Bugüne
kadar kaçıncı defa af çıktı, ama hepsi de koskoca bir yalandı. Rejimin geçmiş
sicilini bildiğimizden burada kimse o af yalanını yutmaz.”
“Buradakilerin
rejimle birlikte yaşaması imkansız; biz rejim nazarında öldürülmesi gereken
insanlarız. Geçmişte ilan edilen çatışmasızlık bölgelerinde (Dera’da, Guta’da
vs.) rejimle anlaşıp boyun eğenler, yani sözümona affedilenler, sonradan ya
hapsedildi ya da katledildi. Bir daha buna inanacak değiliz.”
“En son
ilan edilen af, yeni ifşa olan 2013’te Tadamon mahallesindeki katliam
videolarının üzerini örtüp gündemi saptırma amaçlı bir oyun. Dünya medyasında
rejim aleyhine oluşan dalgayı bu af yalanıyla tersine çevirdiler.”
“İşlenen
bunca katliamlardan sonra bu rejimle anlaşıp yeniden bir arada yaşayabilmemiz
için bizim neslin önce ortadan kalkması lazım. 20-30 yıl sonra biz toprağa
karıştığımızda bizden sonraki nesil anlaşabilir belki.”
Kısaca
diyebilirim ki fakirlik sınırı altındaki nüfusun %90’ı aştığı, milyonların çaya
ekmek banmaktan başka gıdasının neredeyse kalmadığı, Esed rejimine sonuna kadar
bağlı kitlelerin bile artık bu ülkede yaşanmaz deyip yurtdışına çıkış yolu
aradığı bir ortamda bu af iyi bir PR çalışması oldu.
2011’de
Suriye sahasında yaşananlara ne kadar yabancıysak ve anlamlandıramadıysak, 11
yıl sonra hala aynı düzeyde sahanın gerçeklerinden bihaberiz. Tam da bu gönüllü
cehalet halimiz, ucuz propagandaların kolay alıcısı kılıyor bizi. Esed de bunun
farkında. 11 yıldır medyamızda Suriye konuşuluyor ve yazılıyor. Nasıl bir
garabet ki biz hala bu ülke hakkında hiçbir şey bilmiyor, ama çok şey bildiğimizi
zannediyoruz.
Bunca
yıldır Suriye’yi küresel veya bölgesel güçler (ABD, Rusya, İsrail, İran), terör
örgütleri (PKK, PYD, IŞİD), doğal kaynak mücadelesi (petrol, doğalgaz), kuzey
Suriye’deki (Halep, İdlib ve ilçeleri) gelişmeler ve mülteciler bağlamında
konuştuk. Ne bir bütün olarak Suriye sahasındaki gelişmelere bakabildik, ne bu
ülkenin siyasi ve sosyoekonomik hayatına, ne de Suriye insanına...
Aslında biz
Suriye’yi konuşur gibi yaparken hep kendi güvenlik meselelerimizi, kendi
korkularımızı ve beklentilerimizi, kendi gündemimizi konuştuk, Suriye’yi ve
Suriyelileri değil.
Şimdi de af
kararını parlatıyor, büyük bir gelişme gibi sunuyoruz; çünkü içimizdeki
mültecilerden kurtulmak istiyoruz. (2011’den beri her sene 1-2 defa af kararı
çıkıyor; daha evvelkilerin medyamızda gündem olduğunu hiç hatırlıyor musunuz?)
Mültecileri
postalayacağımız kuzey Suriye’de güvenlik ve istikrar tam sağlanamadığı ve üçe
bölünmüş ülkenin geleceği halen belirsiz olduğu için üretimin ve dolayısıyla iş
imkanının olmadığını bilmiyoruz bile. Oradaki iş sahibi şanslı azınlığın
(polisin, öğretmenin, belediye çalışanlarının ve diğer memurların) bizdeki
hayat pahalılığının aynısını yaşarken 1000 TL maaşla aile geçindirmeye
çalıştığının farkında bile değiliz. Bir briket ev sunarak her sorunun
çözüleceğini vehmediyoruz. Bu insanlar ne yiyip ne içecek?
Bilmemek,
öğrenmemek, hayalleri gerçek sanmak zihni bir konfordur. Kendimizi dünyanın
merkezine koyarak bırakın dünyayı, kapı komşumuz ülkeyi, hatta kapı komşumuz
mülteciyi bile anlayamayız, anlayamıyoruz. Kendi çıkarlarımız ve kaygılarımız
başka ülkelerin gerçekliği değildir…
Analizlerde
ihmal ettiğimiz bir boyut daha var: Her rejimin ve liderin bir karakteri ve iş
tutuş biçimi vardır. Bunu bilmek, alınan kararların amacını ve anlamını kavramakta
kritiktir. Baas rejiminin ve Esed’in karakterini ve iş tutuş biçimini bilseydik
biz de affa gülerdik.
Sıcağı
sıcağına bu affın Suriye’de nasıl bir yankı bulduğunu sizinle paylaştıktan
sonra Afrin’de tanıştığım Suriyelilerin hikâyelerini anlatmaya devam edeyim.
Hama’nın
el-Ğab bölgesinden 2014’te İdlib’e (önce
Serakib, sonra Sermede’ye), 2019’da da Afrin’e sığınmış 7 çocuklu bir aile.
Yaşadıkları
köy muhaliflerin eline geçince rejim bombardımanı başlamış. Saldırı başladı mı
birkaç günlüğüne kaçar, bitti mi geri dönerlermiş. Ama Hama’daki evi
bombardımanda yıkılınca diğer köylüler gibi yakındaki İdlib’e yerleşmek zorunda
kalmış. “Şu an köyüm boş; evim de kalmadı, köyüm de” dedi.
İdlib’de
yaşadığı yer bir müddet sonra HTŞ kontrolüne geçip cephe hattına dönüşünce bu
sefer vilayet içinde yer değiştirmiş. İdlib’de kira derdi olmadığından çadır
kamplarda kalmayı tercih etmiş. Ama kamp hayatı zor olduğundan ve down
sendromlu çocuğunu tedavi ettirmesi gerektiğinden en sonunda Afrin’e yerleşmiş.
Şu an
ailesinin çoğu İdlib’deymiş. Afrin’de tek bir kardeşi var; onunla da ziyaret
ettiğimiz evin farklı odalarını paylaşıyorlar.
Hama ve
İdlib’deki rejim saldırılarından sağ salim kurtulmuş; ama tam Afrin’de emniyete
kavuştuk derken 2 sene evvel yolda yürürken PYD tarafından rastgele fırlatılmış
bir füze yüzünden bir bacağını kaybetmiş. Biz evini ziyaret ettiğimizde yerdeki
minderde bir protez bacak duruyordu.
Hama’dayken
hal çarşısında muhasebeciymiş; İdlib’e göçtüğünde hamallık, inşaat işçiliği,
kısaca ne iş bulursa onu yapmış. Ama artık tek bacakla işsiz. Evin kirasını
diğer odada yaşayan 6 çocuklu kardeşi ödüyor. Gelen yardımlarla geçiniyor.
“Köydeyken
tepemize bombalar düştüğünden korku içinde yaşardık; hatta gece füze düşerse ne
yapacağız korkusuyla uyuyamazdık. Yarısı yıkık binada da yaşadık. Bacağım evet
Afrin’de gitti; ama en azından burada sürekli bombardıman altında değiliz,
emniyetteyiz” dedi.
Çocukları
yıllardır okula gitmiyor; en son Hama’dayken kesintili olarak okula
gidebilmişler.
Afrin’de
felçlilerin evlerini ziyaretten sonra bombardımanlarda kolları veya bacakları
kopmuş veya kesilmiş genci yaşlısı, kadını erkeği birçok Suriyeli bizden
yardım almak için Türkiye Diyanet Vakfı’nın ofisine geldi. Yan yana
sandalyelerde kolsuz bacaksız sıra sıra insan görmek sarsıcı ve iç
burkucuydu doğrusu.
İlk
fotoğraftaki kişinin iki bacağı birden boydan boya yoktu. Bir akrabası
onu ofise getirmişti. Rejimin bombardımanında iki bacağının yanı sıra kardeşini de
kaybetmiş.
Hangi
biriyle röportaj yapsam bilemediğim bir ortamda Doğu Guta’da rejimin tank
ateşinde bir bacağını kaybetmiş eski bir savaşçıyla konuşmayı tercih
ettim.
Bu genç
Guta’nın Cobar bölgesindenmiş. Rejimin içeri yiyecek sokmadığı bir kuşatmayı
kırmak için 300 arkadaşıyla birlikte harekete geçmiş. Yerin altından 1,5 metre
yükseklikte, 300 metre uzunlukta bir tünel kazarak rejim bölgesine geçip
buradaki depolardan gizli gizli gıda taşımışlar. “1,5 ay süren bu operasyonda
birlikte yola çıktığım arkadaşlarımdan %75’i şehit oldu” dedi.
Gıda
kaçırdıkları yer Şam’ın rejim kontrolündeki Duhaniye mahallesiymiş. “Rejim
buradaki Alevileri çıkardı, Sünni ailelerin ayrılmasına ise müsaade etmedi;
onları aramızda tampon olarak tuttu. Amaç, önümüze Sünni sivilleri koyup
ilerleyişimizi kesmekti. Bu mahallede yaşayan birçok aile rejimin füze
saldırılarında hep can verdi” diye anlattı.
Savaş, bir
bacağınızı kaybetmek dışında sizi nasıl etkiledi diye sordum; “Eşim çok fena
etkilendi, çocuğumuz olmuyor” cevabını verdi.
Her savaş
bölgesinde olduğu gibi önemli bir sektör haline gelen protez kol ve bacak
merkezleri Suriye’de de var. El-Bab’da bunlardan bir tanesini
fotoğraflayabildim. Bu arada herkesin kolunu, bacağını savaşırken veya üzerine düşen bombayla yitirmediğini, kimisinin savaş bittikten sonra patlamadan kalmış mühimmatlar yüzünden bu hale geldiğini de anlattılar.
Savaşlar er
geç bir gün biter, her şey unutulur gider. Ama bazı talihsizlerin bedenlerinde
kalıcı birer iz olarak toprağa girene kadar kalır. Kim demiş ateş kesildiğinde
savaşlar hakikaten biter diye?
Hama
kırsalındaki köyünü 4 sene evvel bırakıp Türkiye’nin kontrol altına aldığı
Afrin’e sığınan kolu kesilmiş yaşlı bir hanım da kızıyla birlikte ofise
gelmişti. Bir oğlu yıllardır hapiste; sağ mı ölü mü bilmiyor. Üç oğlunu toprağa
vermiş: Biri evlerine düşen varil bombasıyla, diğeri köyde yolda yürürken,
üçüncüsü de rejime karşı ÖSO’da savaşırken hayatını kaybetmiş.
Eşi savaşla
bağlantısız bir sebepten vefat eden ve çocuğu bulunmayan kızıyla ve şehit
oğullarından birinin iki küçük çocuğuyla birlikte yaşıyor. Tabii ki evde para
kazanan yok.
Oğlunun
niçin tutuklandığını sordum. Köyden Hama merkeze giderken rejimin kontrol
noktasında tutuklanmış. 2’si engelli 3 çocuğu olan bu oğlunun hiçbir grupla
bağlantısı da yokmuş. Akıbeti belirsiz bu oğlunun yetimlerine hayatta olan
diğer oğlu bakıyormuş. Yıllardır rejimin kontrol noktalarında Suriyelilerin
tutuklandığını veya ortadan kaybolup bir daha haber alınamadığını biliyor
musunuz?
Rejim
bombardımanı yoğunlaştığında iki defa köyünden ayrılmış, ama sonra geri dönmüş.
2018’de tamamen rejim kontrolüne geçen köyü artık bomboşmuş. Zaten evleri de
yıkılmış. Bu yüzden artık Afrin’e yerleşmişler.
Afrin’de
tanıştığım Suriyeli bir STK çalışanının hikâyesini paylaşıyorum.
2010’da
askere gitmiş. Tam o askerdeyken Suriye’de isyan patlak vermiş. İdlib’de
cezaevine yakın bir kontrol noktasında görevli askermiş. Yakındaki bir devlet
fırınından ekmek almaya giden bir grup kadını komutanı durdurmuş ve “yasak,
geri dönün” demiş. Kadınlar durmayıp fırına doğru ilerleyince komutan hepsini
öldürmüş. Buna şahit olan asker dayanamayıp o gece firar etmiş, ama yakalanıp
hapse atılmış. Ailesi çok büyük paralar döküp onu hapisten kurtarmış. “Hapiste
bir ay kaldım; ama gördüğüm işkence çok fenaydı, anlatamam size” dedi.
Hapisten
çıkınca askerlik görevine mecburen devam etmiş. Ama bir ay sonra yine firar
etmiş. Halep-Afrin yolundaki köyünde saklanmış. Sonra köydeki muhaliflerin
yerel meclisinde çalışmış. Köyü havaalanına yakın olduğundan sık sık bombardımana
maruz kalıyormuş. Bu şartlar altında 2013’te Bursa’ya gelmiş; ama dayanamamış,
6 ay sonra Halep’e geri dönüp rejime karşı savaşmaya başlamış. Rejim
muhasarasını kırmak için nasıl hendek açtıklarını vs. anlattı. 2016’da rejim
Halep’i geri alırken ve muhalifleri terke zorlarken o da Türkiye-Suriye
sınırındaki Azez ilçesine sığınmış. Türkiye Afrin’i kontrol altına alınca da evler
bol, kiralar daha düşük olduğundan buraya yerleşmiş.
Şu an Afrin
yerli nüfusunun çoğu Tel Rifat’ta yaşıyor. Afrin ise Suriye’nin farklı
bölgelerinden kaçanların sığınağı haline gelmiş.
Halep’te
bir zamanlar hem imamlık yapan hem de fırınları bulunan 7 çocuklu bir
beyefendiyle Afrin’de görüştüm. Evleri tarihî Halep’in tam merkezindeymiş;
savaş başlayınca yaşadıkları mahalle cephe hattı olmuş. Fırınında çalışan 2
işçisi bombardımanda hayatını kaybetmiş. Varil bombaları altında sahip olduğu 3
evinin 3’ü de yıkılmış; mecburen kiraya çıkmış, ama o da vurulmuş. Oğlu
ayağından yaralanmış. Anne-babasının evi de bombalanmış. Halep’te muhasara
altındayken ve her şeyini yitirince zaten büyük bir fırınının olduğu Afrin’e
2014’te göçmüş. Şu an hem bir STK’da çalışıyor hem fırınını işletiyor.
“Halep’te
muhasara, kıtlık, sürekli bombardıman ve yıkım altında yaşamak korkunçtu; çok
zor ve çok kara günlerdi. Yiyecek içecek yoktu. Ama halkın arasında o kadar
muazzam bir dayanışma vardı ki herkes birlikte hareket ediyor, her şeyini
paylaşıyordu” dedi.
Halep’ten
Afrin’e sığınması hakkında “Adeta ölümden yeni bir hayata doğmak gibiydi” ifadesini
kullandı. PYD altındaki Afrin’de sadece işine odaklanmış, siyasete karışmayıp
normal bir hayat sürmüş. “Benim gibi sivil insanlar için hiçbir sıkıntı yoktu”
diye de ekledi.
Savaşın
ailesini nasıl etkilediğini sordum. Hamile olan eşi zapzayıf bir bebek dünyaya
getirmiş. Çocukları 2 yıl okula gidemediğinden eğitimleri gerilemiş. Ama daha
sonra toparlanmışlar.
Rejimin
varil bombalarıyla yerle bir olan Doğu Halep’ten birkaç fotoğraflar paylaşıyorum.
Bu beyefendinin Halep’in merkezindeki bütün evleri tıpkı bunlar gibi yıkılmış.
Bu
paylaşımım, “Göklerin ve yerin (ve bunların arasındaki her şeyin) mülkü Allah’ındır
ve dönüş yalnızca O’nadır” ayeti ve Suriyelilerin tecrübeleri ışığında mal mülk
kavgalarımız üzerine biraz tefekküre vesile olsun. Sahip olduğumuzu
zannettiğimiz her şey, aslında bize ve ailemize bir müddet üzerinde tasarruf
hakkı bahşedilen Allah’ın bir emaneti. Varlık da yokluk da bir imtihan. Biz
bunun farkında mıyız?
Afrin’de “Süleyman
Salonu Yanındaki Kamp” adı verilmiş dağınık kampta çocuklar dizilmiş bizi
bekliyordu. Kamp sakinlerinin çoğu aynı köyden buraya göçmüşler.
Vardığımızda
güçlü bir rüzgâr altında toz zerrecikleri havada uçuşuyordu. Kampı gezerken bir
anda bastıran yağmurla yerler çamura dönüverdi. Çamurda kayıp da yere düşmemek
için azami gayret sarf etmemiz gerekti. Bu vesileyle kamp hayatının
zorluklarını bizzat hissetme imkânı bulduk.
5 kişilik
bir aileyi çadırında ziyaret ettik. Rejimin
eline geçen İdlib’in Maarrat en-Numan ilçesindeki bir köyden. “Bizden önceki
bir köye rejim saldırınca evimizden hiçbir eşyamızı alamadan çıktık” dedi aile
reisi. Önce inşaatlarda yaşamışlar, sonra buraya yerleşmişler. Ekmek dahil
yiyeceklerini borçla alabiliyorlar. “Burada iş güç yok. Her yere borcumuz var.
Borçlarımı 1000 TL’ye ulaştı” dedi. Kampın muhtarı da “Ekmekçi sağ olsun
merhametli; biriken borçlara rağmen insanlara ekmek veriyor” diye ekledi.
Diğer bir
çadırda köylerinden kaçarken rejim bombardımanına yakalanıp kolundan yaralanmış
bir baba vardı. Geçmişte inşaat işçisiymiş;
ama kolu bu halde artık çalışamıyor. Daha evvel köydeki evinin yanına düşen
bomba yüzünden 9 çocuğundan 16 ve 18 yaşındaki 2’si hayatını kaybetmiş. 1 kızı
boşanmış; o da bebeğiyle aynı çadırda yaşıyor.
Çadırda
hayat nasıl diye sordum; “Evden çadıra geçmek çok zordur. Çadır, sokakta
yaşamaktan farksız; yazın yanıyor, kışın donuyoruz. İnsanın evinde birkaç odası
olur; burada tek göz çadırda tüm aile bir arada yaşıyoruz” dedi.
60 aileye
yardım ulaştırdığımız bu kampta çektiğimiz bazı fotoğrafları da
paylaşıyorum. Bu küçük kamp, daha evvel iki defa ziyaret ettiğim,
Türkiye-Suriye sınırından başlayıp kilometrelerce alana yayılmış Azez’deki
dağınık kamplara kıyasla daha iyi gibiydi, daha düzenliydi, çadırlar daha
büyüktü; ama Afrin şartlarına kıyasla tabii ki daha kötü.
Şartlar ne
kadar iyi gibi görünürse görünsün bir çadırda yıllarca yaşamaya mahkûm kalmak
kadar korkunç bir şey yoktur. Çadırlar hem aile içi hem de aile dışı
mahremiyetin kalmadığı, tuvalet başta olmak üzere günlük ihtiyaçları karşılamanın
çok zor olduğu insanilikten uzak mekânlar. Korona dönemi evlerimizin içine mahkûm
kalmak bizleri deli etmişti ya; onlar tek göz bir çadırda yıllarca yaşıyor.
Afrin’le
ilgili anlatacaklarımı bitirirken Halep’e bağlı bu büyük ve gelişmiş ilçeden
birkaç fotoğraf da paylaşayım.
Azez-Afrin
yolu üzerindeki duvarlar ve topraktan kazılmış siperler, hemen güneyde PYD
kontrolündeki Tel Rifat’tan saldırıları ve sızmaları azaltma amaçlı. Cephelerin
birbirine ne kadar yakın olduğunu bu fotoğraflardan anlayabilirsiniz.
Bir önceki Azez
ziyaretimde tanıştığım çok fazla Tel Rifatlı vardı. PYD kontrolünde olan ve TSK’nın
operasyona hazırlandığı bu ilçe ile ilgili ayrıntılı bilgiye Azez gezi
notlarımdan ulaşabilirsiniz. https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2022/06/gezi-notu-suriye-azez-ve-kiliste.html
Bu da dünyanın
neresine gidersek gidelim illaki karşımıza çıkan tanıdık yüzümüz:)
6 Mayıs 2022
– El-Bab
Bugün
Türkiye’nin 2016’da Fırat Kalkanı Operasyonu’nda IŞİD’den temizlediği el-Bab
ilçesine gittim.
Azez'den el-Bab'a giderken 65 km.lik yolun bir kısmı Türkiye-Suriye sınırına paralel gidiyordu. Sınır boyunca inşa edilen duvarları da gördük. (Fotoğrafları tıklayıp büyütürseniz duvarları daha rahat görebilirsiniz.) Suriyeliler artık Türkiye'ye girmelerinin artık çok çok zor olduğunu, her şeyi göze alarak Türkiye tarafına kaçak yollarla geçmeye çalışanların öldürülebildiğini de söylediler.
Bu arada kuzey Suriye'nin toprakları tıpkı Kilis ve Gaziantep toprakları gibi son derece verimli. Yol boyunca yemyeşil ekili tarlalar gördük.
Hama’nın
merkezinde yaşarken 2012’de İdlib’e göçmek zorunda kalan 9 kişilik bir aileyi ziyaret
ettim. Evin babası kalp hastası ve çalışamıyor. 4 kızı ve 1 oğlu var.
1 kız
babası olan evin oğlu İdlib’de rejime karşı savaşırken omurgasına isabet eden
kurşunla yıllardır felçli. Sürekli yatmaktan sırtı yaralarla dolu. Göğsünden
aşağısını hissetmiyor. Eklemleri dışarı çıkmış.
İdlib’de
yaşadıkları yerde rejim bombardımanı başlayınca ikinci bir göçle Afrin’e
gelmişler. Ardından oğlunun Türkiye’de tedavisi için el-Bab’a göçmüşler.
Daha 20’li
yaşlarındaki gencecik oğul annesiyle Gaziantep’e tedaviye gelmiş, ama tedavi
için gerekli imkânlar bulunmadığından ve hasta bakım evlerinde hem düzgün bakım
olmadığından hem de aç kaldıklarından dönmek zorunda kalmışlar.
Baba, “Tedavi
için her şeye açığız, Türkiye’den gerekli tedavi imkânının doğması için haber
bekliyoruz” dedi acı içinde. Bu arada ailede çalışabilen hiç kimse yok,
yardımlarla geçiniyorlar.
Felçli oğul
hikâyesini anlatırken bütün ızdırabını biz de hissettik. Aslına bakarsanız bu
acıları anlattırıp fotoğrafını çektiğim için kendimden utanıyorum. Niye bu
utanç verici işi yaptım biliyor musunuz? Ülkemde hani deniyor ya “Suriyeli
gençler vatanından kaçıyorlar, savaşmıyorlar” diye. Savaşıp da felçli kalmış ne
çok genç tanıdım bir bilseniz. Bu da küçük bir ispat.
Bu gencin hikâyesini
dinlerken Gaziantep’teki yaralı bakımevindeki açlıklarını duyunca dönüşte Kilis’teki
yaralı bakımevine de uğrayıp zekât dağıtma ihtiyacı hissettim. Bir önceki
ziyaretimde çok istediğim halde uğrayamamıştım. Yine kanserli, felçli, kolu
bacağı kopuk, kör vs. nice genç erkek, çocuk ve kadın vardı. Bir kısmı 2020’deki
ziyaretimde de oradaydı, hatırladım. Yıllarca bu bakımevlerinde kalıp tedavi
için Kilis veya Antep’teki hastanelere gidip geliyorlar; çünkü Suriye’ye
dönerlerse bir daha Türkiye’ye girme imkânları kalmıyor. Bu yüzden küçük
çocuklarını Azez’deki çadırlarda bırakıp kanser tedavisi için mecburen yıllarca
Kilis’te kalan bir hanımla bile tanışmıştım 2020 ziyaretimde.
El-Bab
ilçesinde 80 küsur dul ve yetim ailenin yüzünü güldürürken 3 hanımın hikâyesini
dinledik. Önce muhaliflerin, sonra IŞİD’in, 2016 sonunda da Türkiye’nin
kontrolüne geçen ilçe sakinlerine savaş günlerini sordum. El-Bab’da IŞİD’in
Türkiye’ye karşı en çetin direnişi gösterdiğini hatırlıyordum; anlatılan hikâyeler
de bu bilgiyi teyit etti.
Üç çocuklu
bir dul hanımın eşi ve eşinin tüm ailesi (12 kişi), evlerine füze isabet etmesi
sonucu hayatını kaybetmiş.
“Türkiye ilçeye
girerken çok büyük bir sıkıntı yaşadık. IŞİD el-Bab halkını muhasaraya aldı.
Füze sağanağı altında kaldık; füzeler önceleri uzaklara atılıyordu, sonra
yakınımıza düşmeye başladı. Şarapnel parçaları tepemize düşüyordu. Evlerde
yiyecek kalmadı; ekmek almaya bile çıkamadık. Sokaklar ceset doluydu; füzeler
yüzünden kimse ölülerini alamıyordu. Bu süreçte IŞİD birçok insanı ÖSO’cu diye
infaz etti. Türkiye-Suriye sınırındaki Çobanbey kasabasına kaçtık. Çatışmalar
bittiğinde 13 gün sonra döndük. Şükür ki evimizde pek hasar yoktu.”
Eşi geçen
sene koronavirüsten ölmüş 4 kız annesi bir hanımla konuştum. IŞİD’in ele geçirdiği
Tedmür’den önce Humus’ta rejim kontrolündeki bir mahalleye kaçmışlar, 2017’de
de kaçakçılar sayesinde el-Bab’a ulaşmışlar. Her grubun elindeki bölgede hayatı
tatmış biri olarak dedi ki “IŞİD veya rejim tarafında yaşamaktansa burası çok
daha iyi”.
El-Bab’a
kaçmalarının 2 nedeni varmış: Kızlarının emniyeti ve geleceği, eşinin yedek
asker olarak göreve çağrılması. “Kocam yedek asker olup da ölmesin diye buraya
geldik, ama burada da korona bizi yakaladı” dedi.
Üçüncü
hanımın hikayesi ise şöyle:
“El-Bab’da
rejim ile ÖSO arasındaki cephe hattında yaşıyorduk. Atılan toplar köyümüze
düşüyordu. Daha sonra IŞİD geldi, hepimizi camide toplayıp biat edin dedi.
Fotoğraflarımızı çekip bu köy bize biat etti diye yayın organlarında haber
yaptılar. Bunun üzerine rejimin top atışları başladı ve 2 günde köyümüzü yerle
bir etti.
Ağabeyim
evimizin yıkıntılarından belki kullanılabilecek birkaç eşya alırım diye gitti;
eve girer girmez füze düşmüş, sağ çıkması bir mucizeydi.
Köyümüzden
kaçarken kalp hastası anneme ilaç bulamadığımızdan yolda vefat etti;
sığındığımız köye gömdük. Diğer kardeşlerim evli olduğundan ben tek başıma el-Bab’a
dönmek zorunda kaldım.
Uçaklar
gelişigüzel bombalardı. IŞİD de insanları sokaklarda koyun kurban eder gibi
gözümüzün önünde keserdi. Mesela 12 yaşında bir çocuğun fotoğraf çektiği için
öldürüldüğünü duyduk. Ben de cami içinde fotoğraf çektim diye gözaltına
alındım, nezarethanede su borusuyla dayak yedim.
Evlendikten
2 ay sonra eşim çatışmalar arasında kalıp öldü. Ondan tek bir çocuğum oldu. Ben
en azından eşimin öldüğünü biliyorum. En büyük sıkıntıyı yaşayanlar eşi kayıp
kadınlar; eşi öldü mü hayatta mı, kendisi dul mu değil mi bilmeden sıkıntı ve
sabır içinde bekliyorlar.”
Daha sonra
çatışmaların en sıcak günlerinde çok kısa dönemler hariç el-Bab’dan hiç
ayrılmamış bir imam ve STK çalışanı ile görüştüm. Anlattıkları çarpıcıydı.
Amcası 1980’lerde
el-Bab’daki İhvan’ın başı olduğundan mimlenmiş bir aileden. O yüzden devlette
hiçbir zaman iş bulamamış. Neden bana iş vermiyorsunuz diye itiraz ettiği için
2008’de 18 gün hapis yatmış. Devrim başladığında hemen Yerel Koordinasyon
Komitesine (YKK) katılmış. Hiçbir zaman eline silah almamış; devrimin medya
ayağında etkili olmuş.
ÖSO’nun
kontrolündeki el-Bab’a IŞİD geldiğinde YKK mensupları örgütün arananlar
listesinde olduğundan 15 gün Türkiye’ye kaçmış. Sonra geri dönüp 1 ay el-Bab’da
gizlenmiş. Ortalık yatışınca dışarı çıkmaya başlamış.
IŞİD
döneminde imamlığa dönmesi yasakmış; çünkü örgüt nazarında eski dönemin tüm
imamları sufi sayılıyormuş (yani müşrik). (2020’deki Azez ziyaretimde babası
IŞİD tarafından öldürülmüş imam çocuklarıyla karşılaşmıştım.) Örgüt bekleneceği
üzere kendisine biat etmeyenlere görev vermemiş.
IŞİD’in
kurduğu mahkeme evlerinin yanı başındaki camiymiş ve alt katı nezarethaneymiş.
Bu yüzden evlerinin civarı 3 defa vurulmuş; yan binada 6 kişilik bir aile can
vermiş.
22
yaşındaki teyze oğlunun kafası, hanımı “Allah’a küfretti” diye şikayet ettiği
için kesilmiş. “Kuzenim olan kocası fakirdi; parası bol birkaç IŞİD’çi onu
istemiş, o da kocasından kurtulmak için böyle bir şikayette bulunup idam
ettirdi, sonra da bir IŞİD’çiyle evlendi. Fakirlik yüzünden bazı kadınlar
zengin IŞİD’çilerle evlenmek için böyle şeyler yaptılar” dedi.
(Rejim
bölgesinde de bazı kadınların fakir eşlerinden kurtulup rejimin bol paralı
adamlarıyla evlenmek için ‘Kocam rejime ihanet etti’ diye ihbarda bulunup hapse
attırdığını bir Suriyeliden dinlemiştim. Savaşla gelen fakirliğin bir neticesi
de bu.)
Bu fotoğraflar, IŞİD’in her gün direklere bağlayıp Suriyelileri idam
ettiği meydandan. Türkiye gelince bu meydanı tamamen değiştirmiş; acı
hatıraları silmek için millet bahçesi yapmış.
İmama IŞİD’in
en çok kimleri infaz ettiğini sordum. “Siyaseten ÖSO veya rejimle işbirliği
yapanları; dinen de hakkında Allah’a küfretti ihbarı yapılanları” dedi. Örgüt, ÖSO’cu
esirleri anında infaz edermiş; keza ÖSO’cu bir akrabasıyla görüşeni veya
telefonunda ÖSO’cu fotoğrafı bulunanı da.
IŞİD
nazarındaki diğer suçları sordum. “İnternet, TV, anten vs. yasaktı. Sakal
uzatmayan, namaz kılmayan ve kıyafetini beğenmediklerini önce 15 gün eğitime
alırdı; düzelmezse ikinci aşamada mezar taşlarını kırma veya tünel kazma cezası
verirdi; yine iflah olmazsa bu sefer hapse atardı” dedi.
Türkiye’nin
IŞİD’e yönelik operasyonunda imamın evi de isabet almış ve binanın bir
yarısı yıkılmış. “Kimse sağ çıktığımızı inanamadı” dedi. Savaşın en
şiddetli son 1,5 ayında yeni IŞİD’den temizlenmiş Cerablus’a sığınmış. Zaten en
fakir birkaç aile dışında ilçe tamamen boşalmış.
“Çok
şiddetli çatışmalar neticesinde IŞİD’den temizlendikten sonra Türkiye ilçede
yıkılmış binaların enkazlarını hemen temizledi, yaralar sarıldı. Yurtdışındaki
zengin Bablıların ve Körfez’in de maddi yardımıyla ilçe hızla yeniden inşa
edildi. Burada ev bol olduğundan çadırda yaşayan yok. Ama 4500 yetim aile var.”
“IŞİD ilk
geldiğinde ilçe nüfusunun önemli bir kısmı Türkiye’ye sığındı. Şu an ilçenin
%40’ı yerli; kalanı, güvenlik tesis edildiği için Suriye’nin diğer
bölgelerinden sığınanlar. En büyük problem işsizlik ve hayat pahalılığı” dedi.
Çok
şiddetli çatışmaların yaşandığı ve yıkımın olduğu ilçede savaşın izleri büyük
ölçüde temizlenmiş. Hayat çoktan normale dönmüş. Geçmişi hala hatırlatan birkaç
binanın fotoğrafını paylaşıyorum.
Dönüş
yolunda aracımızı durduran polisler, bir hanım mesai arkadaşlarını yolumuz
üzerindeki Mare’ye götürmemizi rica etti. Hikâyesi dinlenecek bir polis memur
ayağımıza kadar gelmişti; fırsatı kaçırmadım…
Humus
kırsalında rejimin kontrolündeki bir bölgede yaşarken daha olayların en başında
haklarında eşinin bomba yaptığı yalan ihbarında bulunulmuş. Mecburen Ürdün’e
kaçmaya çalışmışlar; ama 20 gün bekledikleri sınırdan karşı tarafa
geçememişler. Bu sefer kaçakçıya para verip ülkenin en güneyinden en
kuzeyindeki İdlib’e 2011’de gitmişler. Daha sonra muhaliflerin kontrolüne geçen
Halep kırsalına yerleşmişler. Rejimin Halep’e saldırıları artınca Türkiye’nin
2016’da kontrolü altına aldığı Mare’ye göçmüşler. Eşi geçen sene böbrek
hastalığından ölmüş. O da geçinebilmek için polis olmuş.
Ailesinin
hepsi Humus’ta yaşıyor. Eşin ölünce neden ailenin yanına dönmedin diye sordum. “Onların
durumu da bir felaket; elektrik yok, ekmeği zor buluyorlar, her şeyin fiyatı
astronomik. Burada da hayat pahalılığı var, maaşlar yetmiyor; ama rejimin
kontrolündeki yerlerden çok daha iyi” dedi.
Türkiye
olarak Esed’le anlaşırsak her şey yoluna giriverir zannedenlerimiz var. Bir
bilseler Esed’in kontrolündeki alanlarda hiçbir şeyin yolunda gitmediğini;
sadık destekçilerinin dahi artık ülkeden kaçmanın bir yolunu aradığını.
Kendisi
polis; en küçük çocuğu okuyor, diğerleri hamallık, seyyar satıcılık gibi ne iş
bulursa onu yaparak aile geçimine katkı sağlıyormuş. Memur maaşlarını sordum;
önceden 800 TL imiş, daha yeni 1150 TL olmuş.
Polis,
öğretmen, imam, belediye memuru vs. işte bu kadarcık maaşla geçinmeye
çalışıyor. Bölgeye her türlü mal Türkiye’den gittiği ve TL kullandıkları için
bizdeki ekonomik kriz orayı da fena vuruyor; fiyatlar aşağı yukarı paralel,
hatta bazı ürünlerde daha pahalı. Hal böyleyken 1150 TL ile 5 kişilik bir aile
nasıl geçinebilir?
Savaştan
nasıl etkilendiniz diye sordum. “Halep’te her gün bombardıman vardı; zemin kata
sığınıyorduk. Büyük oğlum keskin nişancı ateşiyle böbrek ve midesinden, küçük
oğlum da ayağından yaralandı. Türkiye’de ameliyat oldular. Küçük oğlum iyileşti;
büyük oğlum hala toparlanamadı” dedi.
Böylece 15
gün arayla yaptığım ikişer günlük Suriye ziyaretlerimde görüştüğüm insanların
hikâyelerini burada bitiriyorum. Biz savaşlara büyük güç mücadeleleri,
cephelerde kim ne kadar ilerledi ve kaç kişi öldü/yaralandı/göçtü üzerinden
bakıyoruz. Oysa askeri-siyasi süreç kadar toplum ve birey, istatistikler kadar
biyografiler de son derece önemlidir.
Son olarak
Azez-Kilis sınırında bir sürprizle karşılaştım. Çıkış işlemleri için kimliğimi
uzattığım Türk güvenlik görevlisi yüzüme gülümsedi ve “Hocam nasılsınız? Ben
sizin öğrencinizim; Ortadoğu okuma grubunuza online katıldım” dedi. Nasıl
şaşırdığımı ve mutlu olduğumu anlatamam…
Bayram ve haftasonu tatili olmasına rağmen bu ziyaretimin organizasyonunda
emeği geçen, bizi gezdiren ve sorularıma içtenlikle cevap veren Türkiye Diyanet
Vakfı’nın Azez, Afrin ve el-Bab ofislerinde görevli Suriyeli çalışanlara ve
ikinci ziyarete teşvik eden Abdülhamit Gülşahin Beyefendiye müteşekkirim.