Francis Fukuyama (The American Interest dergisi yayın kurulu
başkanı ve Stanford Üniversitesi Demokrasi, Kalkınma ve Hukuk Merkezi kıdemli
üyesi)
The American Interest, 27.8.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin
bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda
yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu
olarak ulaşabilirsiniz.
Samuel
Huntington’ın Medeniyetler Çatışması
tezi, son 20 yıldır sayısız Uluslararası İlişkilere giriş dersinde benim Tarihin Sonu tezimle mukayese
edildiğinden öncelikle birbirimize karşı konumumuzu ele alarak başlayabilirim.
Şu an [bu mukayeselerde] Huntington
kazanıyor gibi görünüyor.
Bugün
dünya, bir nesli aşkın bir süredir olduğu gibi, liberal demokratik yönetim
etrafında birleşmiyor. Huntington’ın bizzat şahit olduğu Üçüncü Demokratikleşme
Dalgası, 1970’lerin ortalarından 2000’lerin ortalarına kadarki dönemde seçim
yapılan ülke sayısının 35’ten 2008’de muhtemelen 115’e çıkmasıyla ilerleme
kaydetti. Ama bu tarihten sonra dalga, Larry Diamond’ın “demokratik gerileme”
olarak adlandırdığı gibi, tersine döndü.[1] Demokrasilerin
sayısı kısmen de olsa azalmakla kalmadı, önemli niteliksel değişimler de
meydana geldi. Rusya ve Çin gibi büyük otoriter güçler özgüven kazandı ve
saldırganlaştı. Bu arada mevcut liberal demokrasiler, 2000’lerde ABD’de ve Avro
Bölgesi’nde yaşanan mali krizin akabinde cazibesini büyük ölçüde yitirdi ve
siyasi sistemlerinin liberal dayanağını tehdit eden popülist isyanlara maruz
kaldı.
20.
yüzyıl siyasetini karakterize eden -sanayileşmiş bir ortamda sermayenin ve
emeğin nisbi iktisadi gücü etrafında dönen meselelerle büyük ölçüde tanımlanan-
Sol-Sağ ideolojik ayrışması yerine, şu an -çoğu dar anlamıyla ekonomiden ziyade
kültürle tanımlanmış- kimlik meseleleriyle giderek daha fazla şekillenen bir
siyasi yelpaze ile karşı karşıyayız. Bu değişim liberal demokrasinin sıhhati
için hiç de iyiye alamet değil; bu işlevsizliğin bir numaralı örneği de Donald
Trump’ın yükselişinin ülkenin denge-denetleme kurumlarına yönelik ciddi bir tehdit
oluşturduğu ABD. Yükselen popülist milliyetçilik, daha evvel bu dergide[2]
ve çok daha uzun bir formatta Kimlik:
Onur Talebi ve Kin Siyaseti / Identity: The
Demand for Dignity and the Politics of Resentment başlıklı en
son kitabımda incelediğim bir olgu.
Huntington,
“Davos Adamı”nı herhangi bir yere güçlü bağlarla bağlanmamış, temelde kendi
bireysel menfaatlerine sadık olan kozmopolit bir varlık olarak tasvir ederken
oldukça ileri görüşlüymüş. Nitekim şu an Davos Adamı, popülist öfkenin hedefi
olmuş durumda; tıpkı bizim küreselleşmiş dünyamızı inşa eden elitler, işçi
sınıfının kaygılarından bihaber oldukları için teşhir direğinde cümle âleme
rezil oldukları gibi… Ayrıca Huntington, göçün artışının popülizmi tetikleyecek
temel meselelerden biri olacağını ve kitlesel göçün kültürel değişimi
körükleyeceği korkularını öngörmüştü. Hakikaten de Washington Post’tan Carlos Lozada, Huntington’ı Trump çağının peygamberi
olarak nitelemişti.[3]
Mevcut
tartışmada hiç kimse öngöremeyeceği konu şu: Hâlihazırda yaşanan demokratik
gerileme, acaba küresel siyasette alternatif bir rejim türüne doğru çok daha
temel bir kaymaya işaret ederek topyekûn bir buhrana mı yol açacak, yoksa daha
ziyade bir borsa düzeltmesine mi benzeyecek? Batı ülkelerindeki mevcut
gerilemenin nedenleri gayet açık: Popülizm; küreselleşmenin eşit olmayan
etkilerinin yanısıra, -uluslararası sınırlardan giren ve böylelikle geleneksel
milli kimlik mefhumuna meydan okuyan- çok sayıda göçmene karşı bir kültürel
isyanla tetiklendi.
Bununla
birlikte sözkonusu [popülist] güçlerin,
dünyayı iktisadi ve siyasi kurumları birbirine çok daha fazla yakınlaştırmaya
sevk eden mevcut faktörleri sonunda alt edebilecek kadar güçlenirler mi, yoksa
20. yüzyılın başında yaşananlara benzer ölçekte ciddi bir jeopolitik çatışmaya
mı yol açarlar konusunu merak etmek için önümüzde bir dizi neden var. Uzun
vadede Çin modeli de Rusya, Türkiye veya Macaristan’ın temsil ettiği henüz
filizlenmekte olan popülist-milliyetçi model de, iktisaden veya siyaseten
sürdürülebilir bir alternatif olamaz. Öte yandan demokrasiler yanlışları
düzeltmek için elverişli mekanizmalara sahipler ve Amerikan demokrasisi için
büyük imtihan, önümüzdeki kasım ayında sandık başına gidecek Amerikalıların
Donald Trump’ın başkanlığını onaylayıp onaylamamalarıyla görülecek. Ayrıca
popülist desteğin ana damarı olan nüfusun kırsal ve az eğitimli kesimi,
iktisadi büyüme kaydeden ülkelerde uzun vadeli düşüş seyrinde. Ancak bu noktada
bu tür iddialar spekülasyondan öteye geçmiyor.
Kültür önemlidir
1996’da
“Medeniyetler Çatışması” tezine karşı the Wall
Street Journal gazetesi için kaleme aldığım “Hala Tehlikeli Bir Yer / Still a Dangerous Place” başlıklı eleştiri yazıma geri dönerek Huntington’ın argümanını çok daha
spesifik şekilde analiz edelim.
Sadece
Medeniyetler Çatışması’nda değil, aynı
zamanda Biz Kimiz? / Who Are We? (2004),
Kültür Önemlidir / Culture Matters
(Lawrence Harrison’la birlikte editörlüğünü yaptığı, benim de katkıda
bulunduğum 2001’de basılmış bir kitap), Bir
Küre Binbir Küreselleşme [adıyla Türkçeye çevrilen] Many Globalizations (Peter
L. Berger’le birlikte editörlüğünü yaptığı eser) ve hatta Üçüncü Dalga / The Third Wave (1991) da dahil Huntington’ın
daha sonraki tüm çalışmalarında geçen ortak bir tema var. O da kültür.
Huntington’a göre, insanların siyasi davranışı büyük ölçüde kültürle
şekilleniyor ve bu kültürel olarak tanımlanan tercihler, sosyoekonomik
modernleşme karşısında dirençli olup sonunda modern iktisadın tanımladığı
rasyonel bireysel menfaate baskın çıkacak.
Mesela
son kitabı Biz Kimiz?’de Amerikan
kimliğine odaklandı ve ABD’nin bir ulus olarak başarısını, çok büyük ölçüde,
Kuzey Amerika’da “Anglo-Protestan” olarak nitelediği kesimlerin yerleşmesi
olgusuna bağladı:
17. ve 18. yüzyılda İngiliz Protestanlar değil de
Fransız, İspanyol veya Portekizli Katolikler yerleşseydi acaba ABD bugünkü ABD
olabilir miydi? Cevap, hayır. O, bugünkü Amerika olmayacaktı; Quebec, Meksika
veya Brezilya da olmayacaktı. [4]
Üçüncü Dalga kitabında Berlin
Duvarı’nın çöküşünün ardından dünyada liberal demokrasilerin yükselişinin
tarihini yazdı. Ancak burada da kültürel bir argüman satır aralarına örtülü de
olsa yerleşikti: Huntington’a göre, sözkonusu demokratik dalga, demokrasi çerçevesinde
bir dizi evrensel değerin geniş kabulüne değil, Latin Amerika ve Avrupa’daki
yeni demokrasilerin Hristiyan -aslında çoğunlukla Katolik- bir kültürel arka
plana sahip olma olgusuna dayanıyordu. Değişen şey, -Macaristan’dan Polonya’ya,
Arjantin’den Brezilya’ya demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kabul etmesine
izin veren- Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan [Konsili] sonrası modern demokrasilerle uzlaşmasıydı.
Onun
kitaplarına eleştiri yazdığım dönemde söylediğim gibi, Huntington, kültürün
önemli olduğu genel iddiasında hiç şüphesiz haklı. Kaleme aldığım Güven / Trust başlıklı kitabım, ortak
kültürün belirli ülkelerde yüksek düzeyde toplumsal güvenin temeli olduğunu ve
iktisadi başarılarına muazzam şekilde katkıda bulunduğunu açıklıyor.
Huntington, Biz Kimiz? kitabının
yayınlanmasının ardından göçmen karşıtı bir ırkçı olmakla suçlanmıştı; ama bana
göre yukarıda alıntıladığım görüşleri gayet doğru: Kuzey Amerika’nın “Anglo-Protestan”
yerleşimcileri, etnisiteleri nedeniyle değil, taşıdıkları -Protestan çalışma
ahlakı, Lock’cu bireyselliğe inanç, merkezi devlet otoritesine kuşku gibi-
kültürel değerler nedeniyle ülkenin başarısına katkı sağladılar. Ancak o
dönemde ABD’ye göçün devamlılığını savunma adına söylediğim şey şuydu: Bu
kültürel değerler, belirli etnik kökenlerinden çoktan ayrışıp tüm Amerikalılara
mâl oldu. Ancak kültürel yatkınlık hala önemli.
Siyasi
davranışın bir belirleyicisi olarak kültürün sürekliliğine dair yaptığım bu
geniş olumlamanın ötesinde, Huntington’ın Medeniyetler
Çatışması tezinde birçok problemler sözkonusu. Huntington, özellikle
kültürün dinde kökleştiği ve dar kimliklerdense geniş dini bağların müstakbel
dünya düzenini yapılandıracağı iddiasında. Her iki iddia da oldukça problemli.
Huntington,
dinin modern siyasette yükselen güç olarak geri dönüşüne dikkat çektiğinde
birçok gözlemcinin uzağına düşmüştü: sadece Ortadoğu’da değil, Hindu BJP’nin şu
an iktidar partisi olduğu Hindistan’da, son yıllarda çoğu Protestan olan Latin
Amerika’da ve gerçekten de dini muhafazakârlığın siyasette artan bir rol
oynadığı ABD’de... Eğer ki yaşasaydı Sri Lanka’dan Myanmar’a militan Budizm
olgusuna da işaret edebilirdi.
Ancak
günümüz dünyasında kimlik sağlayıcıları, birçok grup dayanışması türüne
dayanmakta olup din bunlardan sadece biri. Mesela sosyoekonomik modernleşme,
kadınlar için hem siyasi hem de toplumsal hakların arayışına giren küresel
kadın hareketinin yükselmesine yol açtı. Bu hareket sadece Avrupa ve Kuzey
Amerika’da güçlü değil, Körfez’in muhafazakâr ülkelerinde bile kök saldı. Bu,
üniversite mezunu kadınların sayısının erkekleri aştığı iki ülke olan hem İran
hem de Suudi Arabistan’daki muhafazakâr İslam’ın önemli bir karşı dengesi
olacaktır. Benzer şekilde eski moda milliyetçilik birçok yerde yeniden ortaya
çıktı. Japonya, Kore ve Çin son yıllarda tarihsel mirasları üzerinden
birbirlerinin boğazlarına sarılmakta; ortak Konfüçyen medeniyete ait olmaları
olgusu günümüz siyaseti için hiçbir önemi taşmıyor. (Huntington bu problemi,
Japonların kendilerine has bir medeniyete ait oldukları iddiasını ileri sürerek
aşmaya çalışmıştı; onun kendi milli menfaat görüşünü izlediğini söylemek çok
daha cimrice.) Din, Avrupa ve ABD’deki yeni popülist hareketlerin arka planında
yatabilir; ama etnisite, ırk, iktisadi adaletsizlik ve ortak tarihi hafıza gibi
faktörlerin yanısıra birçok eski moda milliyetçilikten de güç topladı.
Huntington
müstakbel küresel düzenin doğası hakkında bu zaman diliminde unutulması kolay,
son derece spesifik bazı iddialarda da bulundu. Öyle basitçe kültürel grupların
çatışacağını söylemedi; ama eski ideolojik bölünmüşlüklerin yerini, dinî
temelli 6-7 büyük medeniyete dayalı bir dünya düzeninin alacağını belirtti. Bu
medeniyet birimleri içinde, o denli dayanışma olacaktı ki medeniyetler
birbirlerine karşı ittifaklar kurarak tıpkı 19. yüzyıl devletleri gibi
davranmaya başlayacaktı.
Medeniyetler Çatışması
ilk ortaya çıktığında savunduğum gibi, bu türden medeniyetsel terimlerle
düşünen dikkate değer sayıda insanı olan tek kültür, Müslüman ümmet veya
küresel inananlar topluluğu fikrinin hala daha bir ilgi gördüğü İslam
dünyasıdır. Usame bin Ladin, tabii ki İslam adına Hristiyan Dünyasıyla
savaştığına inanmıştı. Batı’da, Doğu Asya’da, Latin Amerika’da veya Sahra Altı
Afrika’daki insanlar ise bu terimlerle düşünmeme eğiliminde: Pat Buchanan gibi
bir avuç popülist dışında Batı’da, [kendi
coğrafyasını] -liberal Aydınlanma değerleri etrafında inşa edilmiş bir
medeniyet yerine- hala daha bir “Hristiyan Dünyası” olarak gören hiç kimse yok.
İslam dünyasının kendisi bugün muazzam derecede bölünmüş durumda: İslam
Devleti’nin fanatikleri Şiilerin gerçek Müslümanlar olduğuna inanmıyor ve
onlardan olabildiğince fazlasını öldürmeye çalışmakla meşguller. Bugün Büyük
Ortadoğu, -Suudi Arabistan ve İran ulus-devletlerinin desteğiyle- İslam’ın iki
büyük kolu arasında bölünmüş durumda; bölgede etnik, kabilevi ve mezhebi iç
bölünmeler o kadar muazzam ki Afganistan, Somali, Suriye, Libya ve Yemen artık
ülke olarak bir arada kalabilir halde dahi değil. Keza Ukrayna, Rusya ve
Gürcistan’ın ortak bir Ortodoks Hristiyanlık geçmişini paylaşmaları olgusu da
aralarındaki siyasi çatışmaların yoğunluğunu azaltmıyor.
Kültür Değil, Kimlik
Günümüz
siyasetini anlama noktasında kimlik, -dini temelli kültür veya medeniyete
kıyasla- çok daha geniş ve esnek bir kavram. Kimlik; haysiyet ve itibarı en iyi
halde görmezden gelinen veya en kötü halde çevre toplum tarafından hor görülen
bireyin gizli bir iç benliğe sahip olduğu inancından ortaya çıkmış modern bir
kavramdır. Kimlik siyaseti; maddi mal veya kaynak değil, kişinin etnisite, din,
milliyet veya hatta birey olarak benzersiz özellikleri bakımından haysiyet ve
itibarının tanıması talebi etrafında döner. Bu perspektiften hem milliyetçilik
hem de İslamcılık -yani siyasallaşmış İslam-, kimliğin farklı tezahürleri
olarak görülebilir. 1914’te Sırp milliyetçiler, dünyanın Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu Sırplarını tanımaması olgusuna içerleyip kızmışlardı; bu olguya
öfke, Gavrilo Princip’in Arşidük Franz Ferdinand’ı suikastla öldürmesine yol
açmıştı. Benzer şekilde Usame bin Ladin, onlu yaşlarındayken, Filistinlilere
kötü muamelenin yayınlandığı bir haberin ardından gözyaşları içinde ebeveyninin
yanına gitmişti; 11 Eylül’de ABD’yi vurarak mukabele etmek, onu Müslümanların
bir fail ve haysiyet sahibi insanlar olduğunu tanımaya zorlamanın bir yoluydu.
Gerçekten
de eğer ki biz kimlik psikolojisini deşersek, dinî aşırıcılık olarak yaftalanan
şeylerin çoğunun aslında yalnız başına -şahsi dindarlık ve belirli bir doktrine
bireysel bağlılık anlamında- dini inançtan kaynaklanmadığını görürüz. Suriye’de
İslam Devleti safında çarpışmak için doğduğu ülkeyi terk eden genç Avrupalı
Müslümanların birçoğu, iki kültür (ebeveyninin dindarlığıyla tanımlanan
geleneksel kültür ile yetiştikleri seküler Batı kültürü) arasında kapana
kısılmış durumdaydı. Bu kimlik karmaşasına, -“Ben kimim?” sorusuna cevap
niteliğinde bir ideoloji sunan ve bireyi dünyadaki daha geniş Müslüman
cemaatiyle [yani ümmetle] bağlantılandıran-
bir radikal İslamcı tarafından kolayca cevap üretilebilirdi.
Şiddetten
daha uzak bir tutumla, başını örtmeye başlayan Müslüman kadınların çoğu, bunu
bir anda çok daha fazla dindarlaştıkları için yapmıyorlar; daha ziyade
başörtüsü, Müslüman görünmekten gurur duyduğunu ve korkmadığını
çevresindekilere ilan eden kimliğin bir nişanesidir. Bu bağlamda din, hırslı
siyasetçilerin siyasi desteği harekete geçirebildikleri kullanışlı bir araç
haline gelir; tıpkı 19. yüzyılın Avrupalı siyasetçilerinin (ve bugün de
bazılarının) milli kimliği, takipçilerini seferber etme aracı olarak
kullandıkları gibi.
Aynı
olguları, dinî temelli kültür yerine kimlik merceğiyle görmek, günümüz
realitelerine daha çok uyar. Huntington, -millete rağmen- medeniyetlerin daha
fazla bir arada tutucu hale geldiğini, gerçekleşen toplumsal entegrasyonun
ulus-aşırı kültürel düzeyde yaşandığını savunuyordu. Bana göre bunun tam aksi
doğru: Kimlik iddiaları toplumları daha daha küçük kimlik gruplarına bölme
eğilimde. Bunun, farklı Müslüman fraksiyonların birlikte çalışmak yerine
birbirini aforoz ettiği İslam dünyasında yaşandığını daha evvel belirtmiştik.
Her ne kadar Rusya, Polonya, Macaristan ve Avrupa’nın diğer yerlerinde yeni
popülist milliyetçiler, aralarında dayanışma tesis etmeye çalışsalar da milli
menfaatlerinin sıklıkla birbiriyle çatıştığı olgusuyla karşı karşıya kaldılar
ve bazı durumlarda kendi milli azınlıklarıyla çatışmaya girdiler.
Kimlik
iddialarının medeniyetsel dayanışmaya değil bitmek bilmez
fırkalaşmalara/ayrışmalara yol açmasının en belirgin örneklerinden biri
ABD’dir. ABD’de kimlik siyaseti; Afrikalı Amerikalıların, kadınların,
engellilerin, yerli Amerikalıların, geylerin ve lezbiyenlerin farklı şekillerde
ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kaldıklarını hissettikleri 1960’ların
toplumsal hareketlerinin akabinde kök saldı. Her grubun farklı “yaşanmışlık
tecrübeleri”, bazılarının, grup mensubu olmayanların kendi mücadelelerine
sempati göstermeye dahi başlayamayacakları iddiasını savunmalarına yol açtı.
Mütemadiyen yeni yeni kimlikler ortaya çıkıyordu: sadece geyler ve lezbiyenler
değil cinsiyet değiştirenler ve çift cinsliler; ötekileştirme kategorilerinin
örtüşmesinin tamamen yeni kimliklerin doğmasına yol açtığının fark edilmesiyle “kesişimsellik”
ortaya çıktı [Z.T.K. Kesişimsellik,
özel anlamda, kadınların sosyal konumlarının cinsiyetleri dışında sınıf ve
etnik kökenleri tarafından da etkilendiğini savunan görüştür. Genel anlamı ise
ırk, sınıf, cinsiyet gibi toplumsal kategorilerin birbiriyle bağlantılı
tabiatına işaret ederek bunların kişi veya gruplara yönelik birbiriyle örtüşen
ve birbirine bağımlı ayrımcılık sistemleri veya dezavantajlar yaratmasıdır.]
20. yüzyılın ilk yarısında işçi sınıfı dayanışması etrafında inşa edilen Sol,
gerek ABD’de gerekse Avrupa’da bu yeni kimlik gruplarını bağrına basar hale
geldi, her ne kadar bu durum eski işçi sınıfı seçmenlerinin yabancılaşmasına
yol açsa da.
Sol’da
yükselen kimlik siyaseti, Sağ’da yeni kimlik iddialarını tetikleyerek
meşrulaştırdı. Donald Trump siyasi doğrucu olmadığı [Z.T.K. Siyasi doğruculuk, kısaca belli kesimleri rencide
etmemeye özen gösteren bir üslup benimsemektir], yani günümüz Amerikan
siyasi söyleminin ayırt edici özelliği olan kimlik hassasiyetlerine saygı
duymadığı için destek gördü. Bunu yaparken, -Solcu kimlik gruplarıyla büyük
ölçüde benzeşir şekilde- kendilerini eziyet çeken ve ötekileşen azınlıklar
olarak gören beyaz milliyetçiliğin ve alternatif Sağ’ın [Z.T.K. Alternatif Sağ, Amerikan ana-akım muhafazakârlığına bir
alternatif olan ve küreselleşme, göç ve çok-kültürlülüğe karşı çıkan Sağcı
ideolojik alt gruptur] yükselişine büyük ölçüde cesaret verdi. Bugün ABD’de
Trumpçı Sağ, birçok Evanjelik Hristiyan’ı kapsıyor; ancak Trump olgusunun din
temelinde harekete geçtiğini söylemek çok da doğru olmaz. Seçmenlerinin çoğu,
kısmen Hristiyanlıkla, ama aynı zamanda daha genel anlamda etnisiteyle ve
muhafazakâr toplumsal değerlerle tanımlanan geleneksel Amerikan milli kimlik
kavramını muhafaza etmek istiyor. Elbette bunların hiçbiri, ABD’nin İç Savaşın
akabinde yavaş yavaş inşa ettiği liberal vatandaşlık kimlik türüyle eşleşemez.
Huntington’ın
kültür kavramına karşı kimlik, günümüz siyasetinin daha iyi bir açıklayıcısı;
zira kimlik, tıpkı bugünkü Amerikan milli kimlik tartışmalarının gösterdiği
gibi, hem toplumsal olarak inşa edilmiş hem de tartışmaya açık bir kavram. Buna
mukabil Huntington’ın kültürleri, sabit/verili olup değiştirmesi neredeyse
imkânsız. Birçok milliyetçi ve dindar yandaşın görüşlerinin aksine kimlikler,
ne biyolojik olarak yerleşiktir ne de kadim menşelidir. Milliyetçilik modern
anlamda Fransız Devrimi öncesinde Avrupa’da mevcut değildi; keza Usame bin
Ladin veya Ebubekir el-Bağdadi’nin İslam’ı da İslam fıkhının hiçbir geleneksel
ana ekolüne uymuyor. Millet veya din kavramlarına dayanan günümüz kimlikleri,
siyasi aktörler tarafından belirli amaçlar için üretilmiş olup siyasi
mücadelenin sonucuna göre başka kimlikler bunların yerine geçebilir.
Dolayısıyla
kültür önemli olmakla birlikte Huntington’ın teorisi birçok bakımdan günümüz
realitesiyle örtüşmüyor. Batılı demokrasiler milli kimlik üzerinden içeride
kendi aralarında savaş veriyorlar; “Batı” gibi bir geniş kategoriye girip
girmedikleri konusunda azalan bir uzlaşma var. Donald Trump, 2017’de
Polonya’daki konuşmasında “Batı”dan bahsettiğinde onun Batı’sı, Başkan
Obama’nın Batı’sından farklıydı. Benzer şekilde dünyanın başka yerlerinde de
medeniyetsel kırılmalar insanları siyaseten bölen birçok unsurdan sadece biri.
Tek dengeleyici güç, ortak kültürel değere dayalı ulus-aşırı yapılar değil, Çin
ve Rusya gibi ülkeleri yöneten güçlü devletler.
Evrensel Değerler
Huntington’ın
Medeniyetler Çatışması’nda ve ilgili
diğer yazılarında gündeme getirdiği en önemli konu, evrensel değerler sorunuyla
alakalı, şu an için hala tartışmaya açık olan bir iddia. Huntington evrensel
değerlerin mevcudiyetine inanmadı. Ona göre her büyük medeniyet, kökenleri
karmaşık bir tarihsel geçmişe dayanan ve nihai olarak birbirleriyle
kıyaslanamaz, belli bir ortak değerler dizisi çerçevesinde inşa edilmişti.
Özellikle
Huntington, liberal demokrasinin temelini teşkil eden hiçbir evrensel değer
olmadığını, onun Batı tecrübesinden kaynaklandığını ve çok büyük ölçüde
Avrupa’nın Hristiyan geçmişine dayandığını savundu. Bu nedenle liberal
demokrasinin dünyanın kültürel olarak farklı kesimlerine yayılıp kök salacağını
düşünmek için ortada bir neden yoktu. Demokrasinin Japonya veya Güney Kore gibi
yerlere yayılması aslında Amerikan siyasi, askeri ve iktisadi gücünün bir
sonucu olup eğer ki Amerikan gücü diğer medeniyetlere kıyasla düşüşe geçerse
demokratik fikirlerin cazibesi de onunla birlikte azalacaktı.
Bu
ciddi bir argüman. George W. Bush, ikinci başkanlık döneminin ilk konuşmasında
demokrasiden, başarısı belirli kültürel değerlere bağımlı olmayan, evrensel bir
değer diye bahsetmişti. Bush yönetiminin işleyen bir liberal demokrasi kurmaya
çalıştığı Afganistan ve Irak’taki kısa vadeli örnekler için tabii ki bu doğru
değildi. Ancak demokratik evrenselliğe olan inanç, Batı’nın kendi tarihini bile
itiraf edip kabullenmekte başarısız oldu. Nitekim demokratik kurumlar sadece
son birkaç yüzyıldır var olup 20. yüzyıla kadar Batı’nın birçok yerinde dahi
tam olarak tesis edilememişti. Diğer hükümet türleri Avrupa’da yüzyıllarca
meşru sayıldı ve halen de dünyanın diğer yerlerinde destek görmeye devam
ediyor. Bütün insanların ahlaki eşitliği, tüm kültürel sistemler tarafından
evrensel olarak kabul edilmiş bir şey değil; dahası belirli kültürlerde bu açıkça
reddediliyor.
Belirli
bir değerler dizisinin evrenselliği argümanını sürdürebilmesi için bunun daha
geniş tarihsel süreçle bağlantılandırılması gerekir. Eğer ki geriye çekilip
insanlık tarihine makroskopik/geniş ölçekli bir perspektifle bakarsak, insan
kurumlarının çeşitli aşamalardan geçen uzun vadeli bir evrimi olduğunu görürüz:
Avcı-toplayıcı gruplardan kabilevi örgütlenme formlarına, ardından devlet
düzeyinde siyasi kurumlarıyla yerleşik tarım toplumlarına ve nihayetinde son
derece karmaşık devlet düzeyinde yönetişimle geniş ölçekli şehirli-endüstriyel
toplumlara doğru evrim… Bu tarihle ilgili dikkat çekici husus, sözkonusu farklı
aşamaların dünyanın dört bir yanında farklı coğrafi, iklimsel ve kültürel
şartlar altında benzer şekilde meydana gelmesidir.
Mesela
babanın soyundan gelen bölünmüş/parçalı toplumlar (patrilineal segmentary societies) çok benzer toplumsal
örgütlenmeler modelinde Çin’den Hindistan’a, Ortadoğu’dan Roma
İmparatorluğu’nun her yerine yayılan Germen kabilelere kadar farklı
coğrafyalarda görülmüştür. Bunlar dünyanın çoğu yerinde, devlet düzeyindeki
kurumlarla ve ardından -uzun vadede iktisaden hayatta kalmak için mülkiyet
haklarını savunmanın elzem olduğunu giderek keşfeden- toplumlarla yavaş yavaş
ortadan kalktı. Modern Çin’in ortaya çıkışı bu modeli bozmaz: Çin toplumu bugün
-şehirlilik, sanayileşmişlik, eğitim ve kazanılan beceriler üzerine inşa
edilmiş ve giderek hizmet ağırlıklı ekonomide kadınların erkekleri yerinde
ettiği toplumsal hiyerarşiler gibi- birçok bakımdan geçmişteki modernleştiricilere
son derece benziyor. Yine daha evvel belirttiğim gibi Suudi Arabistan ve İran
çok sayıda kadına eğitim veriyor ve onlar kendi toplumlarında liberalleşme için
tabandan yükselen halk hareketinin ön cephesini oluşturuyor. Bu ülkelerin
birbirinden ayrıştığı nokta siyasal sistemleri.
Diğer
bir deyişle modernleşme, bazı bakımlardan kültürel olarak tanımlanmayan
tutarlı/bütüncül bir süreçtir. Benzer gelişmişlik düzeyindeki farklı
toplumlarda işlevsel ihtiyaçlara cevap veren evrensel formda toplumsal
örgütlenmeler vardır.
Huntington’ın
ortaya attığı uzun vadede cevapsız sorular şunlardır: Derinlemesine kökleşmiş
kültürel değerler, bazı toplumların modernleşmesini engelleyecek denli
kalıcı/dayanıklı olacak mıdır? Eğer modernleşirlerse siyasi kurumlar bakımından
benzeşmekte başarısız olacaklar mı? Bu konularda henüz bir karara varılmış
değil. On yıllardır Batı’daki insanlar modernleşmenin sadece ve sadece Batılı
değerler temelinde gerçekleşebileceğini düşündüler; ancak Doğu Asya’nın
yükselişi bu bakış açısını çürüttü. Dünyanın belirli bölgelerinin her daim
fakir kalacağını düşünürken dikkatli olmalıyız. Eğer ki Suudi Arabistan, İran
ve Çin büyük bir orta sınıfla ve oldukça iyi eğitimli bir nüfusla zenginleşmiş,
ileri teknoloji toplumlarına dönüşürlerse, eğitim seviyesi düşük din adamları
veya Komünist Parti apparatçikleri tarafından yönetilmekten hala daha memnun
kalacaklar mı? Memnun kalmama ve daha fazla siyasi katılım talep etme
ihtimalleri, rejim türlerinde benzeşme yaşanabileceğine inancın zeminini
oluşturuyor.
Aralık
2008’de ölümünün ardından Samuel Huntington’ın anısına düzenlenen, benim de
katıldığım oturumlardan birinde, çok sayıda öğrencisinin gerek akademisyen
gerekse şahıs olarak ona olan sevgi ve saygılarını iletip ardından açıkça dile
getirdiği belirli görüşleriyle ihtilaflarını sürdürmeleri dikkat çekiciydi. Ben
de onlardan biriydim. Geçmişin diğer birçok sosyal teorisyeni gibi, onun alana katkısı
da her konuda haklı olmakta değildi. Daha ziyade onun büyüklüğü, genişçe bir
alanda büyük fikirleri kavramsallaştırma becerisinde yatıyor; öyle
kavramsallaştırmalar ki daha sonra insanların düşünüp tartışacağı istikameti de
hazırlamış oldu. Bu, Medeniyetler
Çatışması eseri için geçerliydi, tıpkı geri kalan geniş külliyatının büyük
çoğunluğu gibi.
[1]Diamond,
“Facing Up to
the Democratic Recession,” Journal
of Democracy (January 2015).
[4]Huntington, Who Are We? The Challenges to America’s
National Identity (Simon and Schuster, 2004), p. 59.