31 Ağustos 2018 Cuma

F.FUKUYAMA: SAMUEL HUNTINGTON’IN MİRASI




Francis Fukuyama (The American Interest dergisi yayın kurulu başkanı ve Stanford Üniversitesi Demokrasi, Kalkınma ve Hukuk Merkezi kıdemli üyesi)
The American Interest, 27.8.2017


Tercüme: Zahide Tuba Kor 

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi, son 20 yıldır sayısız Uluslararası İlişkilere giriş dersinde benim Tarihin Sonu tezimle mukayese edildiğinden öncelikle birbirimize karşı konumumuzu ele alarak başlayabilirim. Şu an [bu mukayeselerde] Huntington kazanıyor gibi görünüyor.
Bugün dünya, bir nesli aşkın bir süredir olduğu gibi, liberal demokratik yönetim etrafında birleşmiyor. Huntington’ın bizzat şahit olduğu Üçüncü Demokratikleşme Dalgası, 1970’lerin ortalarından 2000’lerin ortalarına kadarki dönemde seçim yapılan ülke sayısının 35’ten 2008’de muhtemelen 115’e çıkmasıyla ilerleme kaydetti. Ama bu tarihten sonra dalga, Larry Diamond’ın “demokratik gerileme” olarak adlandırdığı gibi, tersine döndü.[1] Demokrasilerin sayısı kısmen de olsa azalmakla kalmadı, önemli niteliksel değişimler de meydana geldi. Rusya ve Çin gibi büyük otoriter güçler özgüven kazandı ve saldırganlaştı. Bu arada mevcut liberal demokrasiler, 2000’lerde ABD’de ve Avro Bölgesi’nde yaşanan mali krizin akabinde cazibesini büyük ölçüde yitirdi ve siyasi sistemlerinin liberal dayanağını tehdit eden popülist isyanlara maruz kaldı.
20. yüzyıl siyasetini karakterize eden -sanayileşmiş bir ortamda sermayenin ve emeğin nisbi iktisadi gücü etrafında dönen meselelerle büyük ölçüde tanımlanan- Sol-Sağ ideolojik ayrışması yerine, şu an -çoğu dar anlamıyla ekonomiden ziyade kültürle tanımlanmış- kimlik meseleleriyle giderek daha fazla şekillenen bir siyasi yelpaze ile karşı karşıyayız. Bu değişim liberal demokrasinin sıhhati için hiç de iyiye alamet değil; bu işlevsizliğin bir numaralı örneği de Donald Trump’ın yükselişinin ülkenin denge-denetleme kurumlarına yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğu ABD. Yükselen popülist milliyetçilik, daha evvel bu dergide[2] ve çok daha uzun bir formatta Kimlik: Onur Talebi ve Kin Siyaseti / Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment başlıklı en son kitabımda incelediğim bir olgu.
Huntington, “Davos Adamı”nı herhangi bir yere güçlü bağlarla bağlanmamış, temelde kendi bireysel menfaatlerine sadık olan kozmopolit bir varlık olarak tasvir ederken oldukça ileri görüşlüymüş. Nitekim şu an Davos Adamı, popülist öfkenin hedefi olmuş durumda; tıpkı bizim küreselleşmiş dünyamızı inşa eden elitler, işçi sınıfının kaygılarından bihaber oldukları için teşhir direğinde cümle âleme rezil oldukları gibi… Ayrıca Huntington, göçün artışının popülizmi tetikleyecek temel meselelerden biri olacağını ve kitlesel göçün kültürel değişimi körükleyeceği korkularını öngörmüştü. Hakikaten de Washington Post’tan Carlos Lozada, Huntington’ı Trump çağının peygamberi olarak nitelemişti.[3]
Mevcut tartışmada hiç kimse öngöremeyeceği konu şu: Hâlihazırda yaşanan demokratik gerileme, acaba küresel siyasette alternatif bir rejim türüne doğru çok daha temel bir kaymaya işaret ederek topyekûn bir buhrana mı yol açacak, yoksa daha ziyade bir borsa düzeltmesine mi benzeyecek? Batı ülkelerindeki mevcut gerilemenin nedenleri gayet açık: Popülizm; küreselleşmenin eşit olmayan etkilerinin yanısıra, -uluslararası sınırlardan giren ve böylelikle geleneksel milli kimlik mefhumuna meydan okuyan- çok sayıda göçmene karşı bir kültürel isyanla tetiklendi.
Bununla birlikte sözkonusu [popülist] güçlerin, dünyayı iktisadi ve siyasi kurumları birbirine çok daha fazla yakınlaştırmaya sevk eden mevcut faktörleri sonunda alt edebilecek kadar güçlenirler mi, yoksa 20. yüzyılın başında yaşananlara benzer ölçekte ciddi bir jeopolitik çatışmaya mı yol açarlar konusunu merak etmek için önümüzde bir dizi neden var. Uzun vadede Çin modeli de Rusya, Türkiye veya Macaristan’ın temsil ettiği henüz filizlenmekte olan popülist-milliyetçi model de, iktisaden veya siyaseten sürdürülebilir bir alternatif olamaz. Öte yandan demokrasiler yanlışları düzeltmek için elverişli mekanizmalara sahipler ve Amerikan demokrasisi için büyük imtihan, önümüzdeki kasım ayında sandık başına gidecek Amerikalıların Donald Trump’ın başkanlığını onaylayıp onaylamamalarıyla görülecek. Ayrıca popülist desteğin ana damarı olan nüfusun kırsal ve az eğitimli kesimi, iktisadi büyüme kaydeden ülkelerde uzun vadeli düşüş seyrinde. Ancak bu noktada bu tür iddialar spekülasyondan öteye geçmiyor.

Kültür önemlidir
1996’da “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı the Wall Street Journal  gazetesi için kaleme aldığım “Hala Tehlikeli Bir Yer / Still a Dangerous Place” başlıklı eleştiri yazıma geri dönerek Huntington’ın argümanını çok daha spesifik şekilde analiz edelim.
Sadece Medeniyetler Çatışması’nda değil, aynı zamanda Biz Kimiz? / Who Are We? (2004), Kültür Önemlidir / Culture Matters  (Lawrence Harrison’la birlikte editörlüğünü yaptığı, benim de katkıda bulunduğum 2001’de basılmış bir kitap), Bir Küre Binbir Küreselleşme [adıyla Türkçeye çevrilen] Many Globalizations (Peter L. Berger’le birlikte editörlüğünü yaptığı eser) ve hatta Üçüncü Dalga / The Third Wave (1991) da dahil Huntington’ın daha sonraki tüm çalışmalarında geçen ortak bir tema var. O da kültür. Huntington’a göre, insanların siyasi davranışı büyük ölçüde kültürle şekilleniyor ve bu kültürel olarak tanımlanan tercihler, sosyoekonomik modernleşme karşısında dirençli olup sonunda modern iktisadın tanımladığı rasyonel bireysel menfaate baskın çıkacak.
Mesela son kitabı Biz Kimiz?’de Amerikan kimliğine odaklandı ve ABD’nin bir ulus olarak başarısını, çok büyük ölçüde, Kuzey Amerika’da “Anglo-Protestan” olarak nitelediği kesimlerin yerleşmesi olgusuna bağladı:
17. ve 18. yüzyılda İngiliz Protestanlar değil de Fransız, İspanyol veya Portekizli Katolikler yerleşseydi acaba ABD bugünkü ABD olabilir miydi? Cevap, hayır. O, bugünkü Amerika olmayacaktı; Quebec, Meksika veya Brezilya da olmayacaktı. [4]
Üçüncü Dalga kitabında Berlin Duvarı’nın çöküşünün ardından dünyada liberal demokrasilerin yükselişinin tarihini yazdı. Ancak burada da kültürel bir argüman satır aralarına örtülü de olsa yerleşikti: Huntington’a göre, sözkonusu demokratik dalga, demokrasi çerçevesinde bir dizi evrensel değerin geniş kabulüne değil, Latin Amerika ve Avrupa’daki yeni demokrasilerin Hristiyan -aslında çoğunlukla Katolik- bir kültürel arka plana sahip olma olgusuna dayanıyordu. Değişen şey, -Macaristan’dan Polonya’ya, Arjantin’den Brezilya’ya demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kabul etmesine izin veren- Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan [Konsili] sonrası modern demokrasilerle uzlaşmasıydı.
Onun kitaplarına eleştiri yazdığım dönemde söylediğim gibi, Huntington, kültürün önemli olduğu genel iddiasında hiç şüphesiz haklı. Kaleme aldığım Güven / Trust başlıklı kitabım, ortak kültürün belirli ülkelerde yüksek düzeyde toplumsal güvenin temeli olduğunu ve iktisadi başarılarına muazzam şekilde katkıda bulunduğunu açıklıyor. Huntington, Biz Kimiz? kitabının yayınlanmasının ardından göçmen karşıtı bir ırkçı olmakla suçlanmıştı; ama bana göre yukarıda alıntıladığım görüşleri gayet doğru: Kuzey Amerika’nın “Anglo-Protestan” yerleşimcileri, etnisiteleri nedeniyle değil, taşıdıkları -Protestan çalışma ahlakı, Lock’cu bireyselliğe inanç, merkezi devlet otoritesine kuşku gibi- kültürel değerler nedeniyle ülkenin başarısına katkı sağladılar. Ancak o dönemde ABD’ye göçün devamlılığını savunma adına söylediğim şey şuydu: Bu kültürel değerler, belirli etnik kökenlerinden çoktan ayrışıp tüm Amerikalılara mâl oldu. Ancak kültürel yatkınlık hala önemli.
Siyasi davranışın bir belirleyicisi olarak kültürün sürekliliğine dair yaptığım bu geniş olumlamanın ötesinde, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezinde birçok problemler sözkonusu. Huntington, özellikle kültürün dinde kökleştiği ve dar kimliklerdense geniş dini bağların müstakbel dünya düzenini yapılandıracağı iddiasında. Her iki iddia da oldukça problemli.
Huntington, dinin modern siyasette yükselen güç olarak geri dönüşüne dikkat çektiğinde birçok gözlemcinin uzağına düşmüştü: sadece Ortadoğu’da değil, Hindu BJP’nin şu an iktidar partisi olduğu Hindistan’da, son yıllarda çoğu Protestan olan Latin Amerika’da ve gerçekten de dini muhafazakârlığın siyasette artan bir rol oynadığı ABD’de... Eğer ki yaşasaydı Sri Lanka’dan Myanmar’a militan Budizm olgusuna da işaret edebilirdi.
Ancak günümüz dünyasında kimlik sağlayıcıları, birçok grup dayanışması türüne dayanmakta olup din bunlardan sadece biri. Mesela sosyoekonomik modernleşme, kadınlar için hem siyasi hem de toplumsal hakların arayışına giren küresel kadın hareketinin yükselmesine yol açtı. Bu hareket sadece Avrupa ve Kuzey Amerika’da güçlü değil, Körfez’in muhafazakâr ülkelerinde bile kök saldı. Bu, üniversite mezunu kadınların sayısının erkekleri aştığı iki ülke olan hem İran hem de Suudi Arabistan’daki muhafazakâr İslam’ın önemli bir karşı dengesi olacaktır. Benzer şekilde eski moda milliyetçilik birçok yerde yeniden ortaya çıktı. Japonya, Kore ve Çin son yıllarda tarihsel mirasları üzerinden birbirlerinin boğazlarına sarılmakta; ortak Konfüçyen medeniyete ait olmaları olgusu günümüz siyaseti için hiçbir önemi taşmıyor. (Huntington bu problemi, Japonların kendilerine has bir medeniyete ait oldukları iddiasını ileri sürerek aşmaya çalışmıştı; onun kendi milli menfaat görüşünü izlediğini söylemek çok daha cimrice.) Din, Avrupa ve ABD’deki yeni popülist hareketlerin arka planında yatabilir; ama etnisite, ırk, iktisadi adaletsizlik ve ortak tarihi hafıza gibi faktörlerin yanısıra birçok eski moda milliyetçilikten de güç topladı.
Huntington müstakbel küresel düzenin doğası hakkında bu zaman diliminde unutulması kolay, son derece spesifik bazı iddialarda da bulundu. Öyle basitçe kültürel grupların çatışacağını söylemedi; ama eski ideolojik bölünmüşlüklerin yerini, dinî temelli 6-7 büyük medeniyete dayalı bir dünya düzeninin alacağını belirtti. Bu medeniyet birimleri içinde, o denli dayanışma olacaktı ki medeniyetler birbirlerine karşı ittifaklar kurarak tıpkı 19. yüzyıl devletleri gibi davranmaya başlayacaktı.
Medeniyetler Çatışması ilk ortaya çıktığında savunduğum gibi, bu türden medeniyetsel terimlerle düşünen dikkate değer sayıda insanı olan tek kültür, Müslüman ümmet veya küresel inananlar topluluğu fikrinin hala daha bir ilgi gördüğü İslam dünyasıdır. Usame bin Ladin, tabii ki İslam adına Hristiyan Dünyasıyla savaştığına inanmıştı. Batı’da, Doğu Asya’da, Latin Amerika’da veya Sahra Altı Afrika’daki insanlar ise bu terimlerle düşünmeme eğiliminde: Pat Buchanan gibi bir avuç popülist dışında Batı’da, [kendi coğrafyasını] -liberal Aydınlanma değerleri etrafında inşa edilmiş bir medeniyet yerine- hala daha bir “Hristiyan Dünyası” olarak gören hiç kimse yok. İslam dünyasının kendisi bugün muazzam derecede bölünmüş durumda: İslam Devleti’nin fanatikleri Şiilerin gerçek Müslümanlar olduğuna inanmıyor ve onlardan olabildiğince fazlasını öldürmeye çalışmakla meşguller. Bugün Büyük Ortadoğu, -Suudi Arabistan ve İran ulus-devletlerinin desteğiyle- İslam’ın iki büyük kolu arasında bölünmüş durumda; bölgede etnik, kabilevi ve mezhebi iç bölünmeler o kadar muazzam ki Afganistan, Somali, Suriye, Libya ve Yemen artık ülke olarak bir arada kalabilir halde dahi değil. Keza Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’ın ortak bir Ortodoks Hristiyanlık geçmişini paylaşmaları olgusu da aralarındaki siyasi çatışmaların yoğunluğunu azaltmıyor.

Kültür Değil, Kimlik
Günümüz siyasetini anlama noktasında kimlik, -dini temelli kültür veya medeniyete kıyasla- çok daha geniş ve esnek bir kavram. Kimlik; haysiyet ve itibarı en iyi halde görmezden gelinen veya en kötü halde çevre toplum tarafından hor görülen bireyin gizli bir iç benliğe sahip olduğu inancından ortaya çıkmış modern bir kavramdır. Kimlik siyaseti; maddi mal veya kaynak değil, kişinin etnisite, din, milliyet veya hatta birey olarak benzersiz özellikleri bakımından haysiyet ve itibarının tanıması talebi etrafında döner. Bu perspektiften hem milliyetçilik hem de İslamcılık -yani siyasallaşmış İslam-, kimliğin farklı tezahürleri olarak görülebilir. 1914’te Sırp milliyetçiler, dünyanın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırplarını tanımaması olgusuna içerleyip kızmışlardı; bu olguya öfke, Gavrilo Princip’in Arşidük Franz Ferdinand’ı suikastla öldürmesine yol açmıştı. Benzer şekilde Usame bin Ladin, onlu yaşlarındayken, Filistinlilere kötü muamelenin yayınlandığı bir haberin ardından gözyaşları içinde ebeveyninin yanına gitmişti; 11 Eylül’de ABD’yi vurarak mukabele etmek, onu Müslümanların bir fail ve haysiyet sahibi insanlar olduğunu tanımaya zorlamanın bir yoluydu.
Gerçekten de eğer ki biz kimlik psikolojisini deşersek, dinî aşırıcılık olarak yaftalanan şeylerin çoğunun aslında yalnız başına -şahsi dindarlık ve belirli bir doktrine bireysel bağlılık anlamında- dini inançtan kaynaklanmadığını görürüz. Suriye’de İslam Devleti safında çarpışmak için doğduğu ülkeyi terk eden genç Avrupalı Müslümanların birçoğu, iki kültür (ebeveyninin dindarlığıyla tanımlanan geleneksel kültür ile yetiştikleri seküler Batı kültürü) arasında kapana kısılmış durumdaydı. Bu kimlik karmaşasına, -“Ben kimim?” sorusuna cevap niteliğinde bir ideoloji sunan ve bireyi dünyadaki daha geniş Müslüman cemaatiyle [yani ümmetle] bağlantılandıran- bir radikal İslamcı tarafından kolayca cevap üretilebilirdi.
Şiddetten daha uzak bir tutumla, başını örtmeye başlayan Müslüman kadınların çoğu, bunu bir anda çok daha fazla dindarlaştıkları için yapmıyorlar; daha ziyade başörtüsü, Müslüman görünmekten gurur duyduğunu ve korkmadığını çevresindekilere ilan eden kimliğin bir nişanesidir. Bu bağlamda din, hırslı siyasetçilerin siyasi desteği harekete geçirebildikleri kullanışlı bir araç haline gelir; tıpkı 19. yüzyılın Avrupalı siyasetçilerinin (ve bugün de bazılarının) milli kimliği, takipçilerini seferber etme aracı olarak kullandıkları gibi.
Aynı olguları, dinî temelli kültür yerine kimlik merceğiyle görmek, günümüz realitelerine daha çok uyar. Huntington, -millete rağmen- medeniyetlerin daha fazla bir arada tutucu hale geldiğini, gerçekleşen toplumsal entegrasyonun ulus-aşırı kültürel düzeyde yaşandığını savunuyordu. Bana göre bunun tam aksi doğru: Kimlik iddiaları toplumları daha daha küçük kimlik gruplarına bölme eğilimde. Bunun, farklı Müslüman fraksiyonların birlikte çalışmak yerine birbirini aforoz ettiği İslam dünyasında yaşandığını daha evvel belirtmiştik. Her ne kadar Rusya, Polonya, Macaristan ve Avrupa’nın diğer yerlerinde yeni popülist milliyetçiler, aralarında dayanışma tesis etmeye çalışsalar da milli menfaatlerinin sıklıkla birbiriyle çatıştığı olgusuyla karşı karşıya kaldılar ve bazı durumlarda kendi milli azınlıklarıyla çatışmaya girdiler.
Kimlik iddialarının medeniyetsel dayanışmaya değil bitmek bilmez fırkalaşmalara/ayrışmalara yol açmasının en belirgin örneklerinden biri ABD’dir. ABD’de kimlik siyaseti; Afrikalı Amerikalıların, kadınların, engellilerin, yerli Amerikalıların, geylerin ve lezbiyenlerin farklı şekillerde ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kaldıklarını hissettikleri 1960’ların toplumsal hareketlerinin akabinde kök saldı. Her grubun farklı “yaşanmışlık tecrübeleri”, bazılarının, grup mensubu olmayanların kendi mücadelelerine sempati göstermeye dahi başlayamayacakları iddiasını savunmalarına yol açtı. Mütemadiyen yeni yeni kimlikler ortaya çıkıyordu: sadece geyler ve lezbiyenler değil cinsiyet değiştirenler ve çift cinsliler; ötekileştirme kategorilerinin örtüşmesinin tamamen yeni kimliklerin doğmasına yol açtığının fark edilmesiyle “kesişimsellik” ortaya çıktı [Z.T.K. Kesişimsellik, özel anlamda, kadınların sosyal konumlarının cinsiyetleri dışında sınıf ve etnik kökenleri tarafından da etkilendiğini savunan görüştür. Genel anlamı ise ırk, sınıf, cinsiyet gibi toplumsal kategorilerin birbiriyle bağlantılı tabiatına işaret ederek bunların kişi veya gruplara yönelik birbiriyle örtüşen ve birbirine bağımlı ayrımcılık sistemleri veya dezavantajlar yaratmasıdır.] 20. yüzyılın ilk yarısında işçi sınıfı dayanışması etrafında inşa edilen Sol, gerek ABD’de gerekse Avrupa’da bu yeni kimlik gruplarını bağrına basar hale geldi, her ne kadar bu durum eski işçi sınıfı seçmenlerinin yabancılaşmasına yol açsa da.
Sol’da yükselen kimlik siyaseti, Sağ’da yeni kimlik iddialarını tetikleyerek meşrulaştırdı. Donald Trump siyasi doğrucu olmadığı [Z.T.K. Siyasi doğruculuk, kısaca belli kesimleri rencide etmemeye özen gösteren bir üslup benimsemektir], yani günümüz Amerikan siyasi söyleminin ayırt edici özelliği olan kimlik hassasiyetlerine saygı duymadığı için destek gördü. Bunu yaparken, -Solcu kimlik gruplarıyla büyük ölçüde benzeşir şekilde- kendilerini eziyet çeken ve ötekileşen azınlıklar olarak gören beyaz milliyetçiliğin ve alternatif Sağ’ın [Z.T.K. Alternatif Sağ, Amerikan ana-akım muhafazakârlığına bir alternatif olan ve küreselleşme, göç ve çok-kültürlülüğe karşı çıkan Sağcı ideolojik alt gruptur] yükselişine büyük ölçüde cesaret verdi. Bugün ABD’de Trumpçı Sağ, birçok Evanjelik Hristiyan’ı kapsıyor; ancak Trump olgusunun din temelinde harekete geçtiğini söylemek çok da doğru olmaz. Seçmenlerinin çoğu, kısmen Hristiyanlıkla, ama aynı zamanda daha genel anlamda etnisiteyle ve muhafazakâr toplumsal değerlerle tanımlanan geleneksel Amerikan milli kimlik kavramını muhafaza etmek istiyor. Elbette bunların hiçbiri, ABD’nin İç Savaşın akabinde yavaş yavaş inşa ettiği liberal vatandaşlık kimlik türüyle eşleşemez.
Huntington’ın kültür kavramına karşı kimlik, günümüz siyasetinin daha iyi bir açıklayıcısı; zira kimlik, tıpkı bugünkü Amerikan milli kimlik tartışmalarının gösterdiği gibi, hem toplumsal olarak inşa edilmiş hem de tartışmaya açık bir kavram. Buna mukabil Huntington’ın kültürleri, sabit/verili olup değiştirmesi neredeyse imkânsız. Birçok milliyetçi ve dindar yandaşın görüşlerinin aksine kimlikler, ne biyolojik olarak yerleşiktir ne de kadim menşelidir. Milliyetçilik modern anlamda Fransız Devrimi öncesinde Avrupa’da mevcut değildi; keza Usame bin Ladin veya Ebubekir el-Bağdadi’nin İslam’ı da İslam fıkhının hiçbir geleneksel ana ekolüne uymuyor. Millet veya din kavramlarına dayanan günümüz kimlikleri, siyasi aktörler tarafından belirli amaçlar için üretilmiş olup siyasi mücadelenin sonucuna göre başka kimlikler bunların yerine geçebilir.
Dolayısıyla kültür önemli olmakla birlikte Huntington’ın teorisi birçok bakımdan günümüz realitesiyle örtüşmüyor. Batılı demokrasiler milli kimlik üzerinden içeride kendi aralarında savaş veriyorlar; “Batı” gibi bir geniş kategoriye girip girmedikleri konusunda azalan bir uzlaşma var. Donald Trump, 2017’de Polonya’daki konuşmasında “Batı”dan bahsettiğinde onun Batı’sı, Başkan Obama’nın Batı’sından farklıydı. Benzer şekilde dünyanın başka yerlerinde de medeniyetsel kırılmalar insanları siyaseten bölen birçok unsurdan sadece biri. Tek dengeleyici güç, ortak kültürel değere dayalı ulus-aşırı yapılar değil, Çin ve Rusya gibi ülkeleri yöneten güçlü devletler.

Evrensel Değerler
Huntington’ın Medeniyetler Çatışması’nda ve ilgili diğer yazılarında gündeme getirdiği en önemli konu, evrensel değerler sorunuyla alakalı, şu an için hala tartışmaya açık olan bir iddia. Huntington evrensel değerlerin mevcudiyetine inanmadı. Ona göre her büyük medeniyet, kökenleri karmaşık bir tarihsel geçmişe dayanan ve nihai olarak birbirleriyle kıyaslanamaz, belli bir ortak değerler dizisi çerçevesinde inşa edilmişti.
Özellikle Huntington, liberal demokrasinin temelini teşkil eden hiçbir evrensel değer olmadığını, onun Batı tecrübesinden kaynaklandığını ve çok büyük ölçüde Avrupa’nın Hristiyan geçmişine dayandığını savundu. Bu nedenle liberal demokrasinin dünyanın kültürel olarak farklı kesimlerine yayılıp kök salacağını düşünmek için ortada bir neden yoktu. Demokrasinin Japonya veya Güney Kore gibi yerlere yayılması aslında Amerikan siyasi, askeri ve iktisadi gücünün bir sonucu olup eğer ki Amerikan gücü diğer medeniyetlere kıyasla düşüşe geçerse demokratik fikirlerin cazibesi de onunla birlikte azalacaktı.
Bu ciddi bir argüman. George W. Bush, ikinci başkanlık döneminin ilk konuşmasında demokrasiden, başarısı belirli kültürel değerlere bağımlı olmayan, evrensel bir değer diye bahsetmişti. Bush yönetiminin işleyen bir liberal demokrasi kurmaya çalıştığı Afganistan ve Irak’taki kısa vadeli örnekler için tabii ki bu doğru değildi. Ancak demokratik evrenselliğe olan inanç, Batı’nın kendi tarihini bile itiraf edip kabullenmekte başarısız oldu. Nitekim demokratik kurumlar sadece son birkaç yüzyıldır var olup 20. yüzyıla kadar Batı’nın birçok yerinde dahi tam olarak tesis edilememişti. Diğer hükümet türleri Avrupa’da yüzyıllarca meşru sayıldı ve halen de dünyanın diğer yerlerinde destek görmeye devam ediyor. Bütün insanların ahlaki eşitliği, tüm kültürel sistemler tarafından evrensel olarak kabul edilmiş bir şey değil; dahası belirli kültürlerde bu açıkça reddediliyor.
Belirli bir değerler dizisinin evrenselliği argümanını sürdürebilmesi için bunun daha geniş tarihsel süreçle bağlantılandırılması gerekir. Eğer ki geriye çekilip insanlık tarihine makroskopik/geniş ölçekli bir perspektifle bakarsak, insan kurumlarının çeşitli aşamalardan geçen uzun vadeli bir evrimi olduğunu görürüz: Avcı-toplayıcı gruplardan kabilevi örgütlenme formlarına, ardından devlet düzeyinde siyasi kurumlarıyla yerleşik tarım toplumlarına ve nihayetinde son derece karmaşık devlet düzeyinde yönetişimle geniş ölçekli şehirli-endüstriyel toplumlara doğru evrim… Bu tarihle ilgili dikkat çekici husus, sözkonusu farklı aşamaların dünyanın dört bir yanında farklı coğrafi, iklimsel ve kültürel şartlar altında benzer şekilde meydana gelmesidir.
Mesela babanın soyundan gelen bölünmüş/parçalı toplumlar (patrilineal segmentary societies) çok benzer toplumsal örgütlenmeler modelinde Çin’den Hindistan’a, Ortadoğu’dan Roma İmparatorluğu’nun her yerine yayılan Germen kabilelere kadar farklı coğrafyalarda görülmüştür. Bunlar dünyanın çoğu yerinde, devlet düzeyindeki kurumlarla ve ardından -uzun vadede iktisaden hayatta kalmak için mülkiyet haklarını savunmanın elzem olduğunu giderek keşfeden- toplumlarla yavaş yavaş ortadan kalktı. Modern Çin’in ortaya çıkışı bu modeli bozmaz: Çin toplumu bugün -şehirlilik, sanayileşmişlik, eğitim ve kazanılan beceriler üzerine inşa edilmiş ve giderek hizmet ağırlıklı ekonomide kadınların erkekleri yerinde ettiği toplumsal hiyerarşiler gibi- birçok bakımdan geçmişteki modernleştiricilere son derece benziyor. Yine daha evvel belirttiğim gibi Suudi Arabistan ve İran çok sayıda kadına eğitim veriyor ve onlar kendi toplumlarında liberalleşme için tabandan yükselen halk hareketinin ön cephesini oluşturuyor. Bu ülkelerin birbirinden ayrıştığı nokta siyasal sistemleri.
Diğer bir deyişle modernleşme, bazı bakımlardan kültürel olarak tanımlanmayan tutarlı/bütüncül bir süreçtir. Benzer gelişmişlik düzeyindeki farklı toplumlarda işlevsel ihtiyaçlara cevap veren evrensel formda toplumsal örgütlenmeler vardır.
Huntington’ın ortaya attığı uzun vadede cevapsız sorular şunlardır: Derinlemesine kökleşmiş kültürel değerler, bazı toplumların modernleşmesini engelleyecek denli kalıcı/dayanıklı olacak mıdır? Eğer modernleşirlerse siyasi kurumlar bakımından benzeşmekte başarısız olacaklar mı? Bu konularda henüz bir karara varılmış değil. On yıllardır Batı’daki insanlar modernleşmenin sadece ve sadece Batılı değerler temelinde gerçekleşebileceğini düşündüler; ancak Doğu Asya’nın yükselişi bu bakış açısını çürüttü. Dünyanın belirli bölgelerinin her daim fakir kalacağını düşünürken dikkatli olmalıyız. Eğer ki Suudi Arabistan, İran ve Çin büyük bir orta sınıfla ve oldukça iyi eğitimli bir nüfusla zenginleşmiş, ileri teknoloji toplumlarına dönüşürlerse, eğitim seviyesi düşük din adamları veya Komünist Parti apparatçikleri tarafından yönetilmekten hala daha memnun kalacaklar mı? Memnun kalmama ve daha fazla siyasi katılım talep etme ihtimalleri, rejim türlerinde benzeşme yaşanabileceğine inancın zeminini oluşturuyor.
Aralık 2008’de ölümünün ardından Samuel Huntington’ın anısına düzenlenen, benim de katıldığım oturumlardan birinde, çok sayıda öğrencisinin gerek akademisyen gerekse şahıs olarak ona olan sevgi ve saygılarını iletip ardından açıkça dile getirdiği belirli görüşleriyle ihtilaflarını sürdürmeleri dikkat çekiciydi. Ben de onlardan biriydim. Geçmişin diğer birçok sosyal teorisyeni gibi, onun alana katkısı da her konuda haklı olmakta değildi. Daha ziyade onun büyüklüğü, genişçe bir alanda büyük fikirleri kavramsallaştırma becerisinde yatıyor; öyle kavramsallaştırmalar ki daha sonra insanların düşünüp tartışacağı istikameti de hazırlamış oldu. Bu, Medeniyetler Çatışması eseri için geçerliydi, tıpkı geri kalan geniş külliyatının büyük çoğunluğu gibi. 

[1]Diamond, “Facing Up to the Democratic Recession,” Journal of Democracy (January 2015).
[2]Fukuyama, “The Populist Surge,” American Interest (March/April 2018).
[3]Lozada, “Samuel Huntington, A Prophet for the Trump Era,” Washington Post (July 18, 2017).
[4]Huntington, Who Are We? The Challenges to America’s National Identity (Simon and Schuster, 2004), p. 59.




25 Ağustos 2018 Cumartesi

Z.T.KOR: FİLİSTİN’İN KADERİNİ BELİRLEYEN BÜYÜK SAVAŞ





FİLİSTİN’İN KADERİNİ BELİRLEYEN BÜYÜK SAVAŞ
Derin Tarih dergisi, 11. özel sayı (2. Dünya Savaşı özel sayısı), Mayıs 2018, sf.52-56
(Dergide kullanılan başlık: HİTLER’İN HOLOKOST’U İSRAİL’İN KURULUŞUNU NASIL HIZLANDIRDI?)

NOT: Aşağıdaki yazı, Derin Tarih’te yayınlanan versiyonla tıpatıp aynı değildir; cümlelerde önemli hiçbir değişiklik olmamakla birlikte, yazının ana başlığı ile ara başlıklar, fiillerin zamanları ve paragrafların ayrıldığı yerlerde farklılıklar bulunmaktadır.
NOT: Lütfen kaynak göstermeden makalenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız. Kaynak gösterirken Derin Tarih dergisine atıfta bulunulması ve  dergideki başlığın kullanılması önemle rica olunur. Yani: Zahide Tuba Kor, Hitler’in Holokost’u İsrail’in Kuruluşunu Nasıl Hızlandırdı?”, Derin Tarih dergisi, 11. özel sayı (2. Dünya Savaşı özel sayısı), 2018, sf.52-56.
Özel sayının içeriğine erişmek için TIKLAYINIZ

2. Dünya Savaşı’nın sahası da tarafı da olmadığı hâlde kaderi doğrudan bu savaşla çizilmiş bir toprak parçası bulmak kolay olmasa gerek. Avrupa Yahudilerinin Naziler eliyle yaşadığı felâketlerden tutun, İngiltere’nin savaş alanı hâline gelip ağır bir yıkıma ve iktisadî krize maruz kalması ve dünya hâkimiyetini ABD ile SSCB’ye kaptırması gibi gelişmeler Filistin’in geleceğini doğrudan etkiler.

Büyük Arap İsyanı’ndan 2. Dünya Savaşı’na
Filistin mandası, 2. Dünya Savaşı’na, 1936-1939 Büyük Arap İsyanı’nın bastırılmasıyla Filistinlilerin kolu kanadı kırılmış hâlde girer. Avrupa’daki krizlere odaklanmak isteyen İngiliz idaresi, Filistin’i ve Ortadoğu’yu sakin tutmak için bir politika değişikliğine gider. 15 Mayıs 1939’da ilan ettiği “Beyaz Kâğıt”la Yahudi devleti planından vazgeçip göçe ve toprak satışına sınırlama getirmeyi ve Filistin’e 10 yıl içinde tam bağımsızlık vermeyi vaat eder. 
Büyük öfke içindeki Siyonistler, Yahudi Devleti rüyalarının sonu mânâsına gelen Beyaz Kâğıt’a ve İngiliz manda idaresine karşı aktif direniş kararı alırlar. Ancak Avrupa’da patlak veren savaş ve Hitler’in yayılma tehlikesi, Yahudi Ajansı Başkanı David Ben-Gurion’u yeni bir politikaya yöneltir: “Beyaz Kâğıt yokmuş gibi Hitler’e karşı İngilizlerle birlikte savaşacağız, savaş yokmuş gibi de Beyaz Kâğıt’la mücadele edeceğiz.” Kararla İngiltere’ye karşı direnişin dozajı düşülürken, silahlı hesaplaşma Hitler’in mağlubiyete uğratılmasının akabine ertelenir.
2. Dünya Savaşı’nda Filistinlilerin durumunu belirleyen temel etken, İngilizlerin kolektif cezalandırma ve karşı-terör usûlleriyle zar zor bastırılabildiği Büyük Arap İsyanı’nın acı sonuçlarıdır: Muazzam bir iktisadî, siyasî ve içtimaî yıkım yaşanır. Filistinlilerin savaşma ve savunma kapasitesine ağır darbe indirilir. Yetişkin Arap erkek nüfusun %10’undan fazlası öldürülür, yaralanır, sürülür veya hapsedilir. Siyasî liderlerin de tamamına yakını bundan nasibini alır. Filistinlilerin manda döneminde sağlam siyasî kurumları zaten yoktur; isyan sırasında Yüksek İslâm Konseyi feshedilirken Arap Yüksek Komitesi de yasadışı ilan edilir. Filistin siyasetine yıllardır büyük zarar veren iç bölünmüşlük ve rekabet, isyanın ertesinde daha da derinleşir. Bu isyan, 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın sonuçlarını da öncesinde altı ay süren Arap-Yahudi toplumları arasındaki iç savaşın kaderini de belirleyecektir. Nitekim 1939’dan itibaren Filistinliler, bir daha kendi kaderlerini tayin edemez hâle gelirler; İsrail ve birbiriyle rekabet eden zayıf Arap devletleri arasında sıkışarak bir fail/özne olmaktan çıkarlar.
Yahudiler ise, tam aksine, üç yıllık isyan ve boykottan iktisadî açıdan güçlenerek çıkarlar ve kendi kendine yetebilir hâle gelirler. Asıl önemlisi, Yahudi silahlı örgütlerinin nicelik ve nitelik bakımından gelişmesidir. Zira İngilizler, bir yandan Yahudileri polis gücüne katarken, diğer yandan gizli yeraltı örgütlerinden gönüllüleri Araplara karşı kullanmak üzere el altından silahlandırıp yetiştirirler. Bu noktada “Judea’nın Lawrence’ı” olarak nam salan İskoç subay Charles Orde Wignate’e değinmek gerekir. Zira Wingate, gizli gizli Yahudilere etkili savaş taktiklerini ve yerel Arap nüfusa karşı misilleme ve cezalandırma metotlarını öğretir; onların Araplara karşı operasyonlarına da bizzat komuta eder. Böylece 1920’de ilk Arap isyanı akabinde Yahudileri ve yerleşimlerini korumak maksadıyla kurulan yeraltı teşkilâtı Hagana, gerek 1936-1939 isyanında gerekse 2. Dünya Savaşı’nda İngilizlerden aldığı askerî destekle muazzam bir savaş tecrübesi kazanır. Yahudi Ajansı’nın askerî kanadı olarak 1948’de İsrail ordusuna dönüşecektir.

2. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin benimsediği politikalar ve taktikler
Avrupa Yahudilerinin trajedisi karşısında, savaş yıllarında devlet olma tutkusu derinleşmiş çok daha katı bir Siyonizm türü ortaya çıkar. Yine de bu devlete nasıl ulaşılabileceği konusunda kendi içlerinde ideolojik ve taktiksel ihtilâflarla boğuşmaya devam ederler. Siyonistlerin en üst icra organı Yahudi Ajansı ve başkanı David Ben-Gurion’un benimsediği politikalar ve taktikler, Siyonistleri hedeflerine ulaştırmada önemli bir rol icra eder. Ben-Gurion, savaş yıllarını bir yandan Hitler’e karşı Yahudileri seferber ederek, diğer yandan Filistin’deki genç Yahudileri İngiliz manda yönetimine ve yerel Arap halka karşı gelecekteki kaçınılmaz silahlı mücadeleye hazırlayarak geçirir; öte yandan bir Yahudi devletinin aciliyeti hususunda özellikle Amerikalı Siyonistleri ve sempatizanlarını iknaya çalışır.
Yahudi Ajansı, Hitler’in başı çektiği Mihver eksenine karşı Müttefiklerin davasını desteklemek için (ve ileride ödüllendirilmek ümidiyle) binlerce Yahudi gönüllünün İngiliz kuvvetlerine katılmasını sağlar. Yine Yahudi bilim ve tıp merkezileri İngiliz birliklerinin erişimine açılırken 140 bin Yahudi doğrudan veya dolaylı olarak savaş hizmetine girer. İngiltere Başbakanı Churchill’in de desteğiyle savaşın sonuna doğru İngiliz ordusu içinde bir Yahudi Tugayı kurulur ve İtalyanlara karşı çarpışması sağlanır. Savaş sona erdiğinde Yahudi Tugayı, Avrupa’daki Yahudi mültecileri kurtarıp Filistin’e göndermeye çalışacaktır. Ayrıca Avrupa’nın dört bir yanındaki Nazileri öldürmek için bir suikast birliği kurulacaktır.
1930’larda başlayıp 1940’larda ivme kazanan yasadışı istihbarat faaliyetleri de dikkat çekicidir. Arapça bilen Siyonist casuslar, tek tek Filistin köylerini gezerek beşerî, fizikî, topografik ve ziraî bütün özelliklerini ve Arap köylülerin siyasî temayüllerini araştırıp detaylı envanterlerini çıkarırlar. Böylelikle 1948’de devreye sokacakları işgal ve sistematik etnik temizlik politikasının planlarını daha 2. Dünya Savaşı yıllarında tüm ayrıntılarıyla hazırlayarak uygun fırsatı kollamaya başlarlar. Bu faaliyetler, ileride (varlığı uzun yıllar gizli tutulan) İsrail iç istihbarat servisi Şin-Bet’in de nüvesini oluşturacaktır.
Savaşla birlikte Ben-Gurion, geleceğin süper gücü olacak ABD’deki Siyonistlerin kalplerini kazanmayı, bunlar üzerinden Amerikan siyasetinden ve kamuoyundan destek devşirmeyi önceler. Bu noktada Mayıs 1942’de New York’ta Biltmore Oteli’nde toplanan olağanüstü Siyonist Kongre son derece kritiktir. Kongrede savaşın ardından bütün Filistin topraklarında bir Yahudi milletler topluluğu kurulması kararı alınır ki bu bir ilktir. Daha evvel ABD’den yükselen Siyonist davaya pasif sempati, 1942 sonbaharında dünya kamuoyuna mâl olan Holokost haberleriyle birlikte aktif siyasî desteğe dönüşür. Bundan sonra ABD uluslararası Siyonist faaliyetlerin merkezi hâline gelir.
Yahudi Ajansı, İngilizlerin Yahudi göçüne getirdiği sınırlamaya karşı var gücüyle mücadelesini sürdürür. Savaş sırasında yaklaşık 50 bin kaçak Yahudi’yi Filistin topraklarına yasadışı yollardan sokar. Manda idaresinin müdahalesi yüzünden Filistin’e ulaşamayanlar ise İngiliz aleyhtarı uluslararası propagandanın bir malzemesi olarak kullanılır.
Ben-Gurion, Nazilerin Yahudi sorununa “Nihai Çözüm” politikası çerçevesinde yürüttükleri Holokost’u aslında Siyonizm davası için muazzam bir fırsat olarak görür. Zira daha evvel barış şartları altında Siyonizm, dünya Yahudilerinin kitleler hâlinde Filistin’e göçünü sağlayamamıştır. Holokost’tan kaçan Yahudilerin dahi göç için ilk tercihi ABD’dir. Balfour Deklarasyonu’nun ilan edildiği 1917’de sadece 56 bin (yani %10) olan Filistin’deki Yahudi nüfus, bütün çabalara rağmen 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde ancak 475 bine (yani %30’a) kadar çıkabilmiştir. Yine Filistin’den elde edebildikleri toprak parçası %6’yı geçememiştir. Tam da bu yüzden dönemin Amerikan Başkanı Roosevelt’in 500 bine yakın Yahudi’yi ABD, İngiltere vd. arasında paylaştırarak katliamdan kurtarma planı, Siyonistlerce bir “ihanet” olarak görülerek rafa kaldırtılır.
1942 sonlarında Nazi katliamlarının boyutları anlaşıldıkça Filistin’de bir Yahudi devleti dışında herhangi bir çözüm bulunmadığı fikri Batı’da iyice yerleşir. Bunda “medenî Batı”nın, bağrında yaşanan katliamdan duyduğu suçluluk hissinin payı büyüktür. Piers Brendon’un o çarpıcı ifadeleriyle, “İsrail Devleti Holokost’un bir kefaleti olacak”, “Hristiyanların günahının cezasını Müslümanlar çekecek”, “Batı’nın suçlu vicdanını bastırmak için emperyalizmin sunağında Ortadoğu kurban edilecekti” (Brendon, s.479). Yahudiler ise bu “ahlakî sermaye”yi kullanarak ileriki dönemde Filistin’de uygulayacakları gayriahlâkî her türlü politikayı meşrulaştıracaktır. Bu sayede diplomatik alanda da ellerini güçlendirecektir.
Siyonistler uluslararası alanda diplomasiyi maharetle kullanırken, Filistinliler bu alanda zayıflıkları ve kaybeden ata oynamaları yüzünden büyük zarar görürler. Bilhassa sürgündeki eski Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî’nin İngilizlere karşı mücadelesinde 1941’de Almanya’ya kaçıp Mihver ekseninden medet umması, 2. Dünya Savaşı’nda bu eksenin mağlubiyete uğramasıyla başarısız olur. İleriki yıllarda Siyonist propagandacılar onu Nazi sempatizanı olarak sunarak Filistin davası aleyhine kullanacaktır.

İngiliz-Yahudi işbirliğinin sonu
Almanların savaş alanında geriletilmesiyle İngiliz-Yahudi işbirliği 1944’te bozulur. Yahudi devletinin ancak güç kullanılarak kurulabileceği fikri çoktan yerleşmiştir. Yahudi millî vatanı önündeki en büyük engel olarak manda idaresi görülür. Artık İngilizler “Çağımızın Titus’u”dur.[1] İngiliz askerî-sivil personel ve manda kurumları, Revizyonist Siyonizmin askerî kolu niteliğindeki İrgun ve Stern çetelerinin terör saldırılarına uğrar. Ben-Gurion’un Hagana’sı da Yahudi göçünün engellendiği gerekçesiyle savaşın sonuna doğru bir taraftan İngilizlere karşı silaha başvurur, diğer taraftan diplomasiyi kullanarak Amerikan idaresini İngiliz politikalarına karşı seferber eder.
Yahudilerin bizzat İngilizlerden öğrendikleri terör taktikleriyle başlattıkları isyan Araplarınkinden çok daha amansız ve acımasızdır. En büyük kurban, 1944’te Stern militanlarınca Kahire’de öldürülen İngiltere’nin Ortadoğu Bakanı Lord Moyne; en sansasyonel saldırı, İngilizlerin Filistin Mandası karargâhı olarak kullandığı King David Oteli’ni -Hagana’nın da örtülü desteğiyle- Irgun çetesinin 1946’da havaya uçurmasıdır (90 küsur kişi hayatını kaybeder). Hükümet binaları, karakollar, askerî karargâhlar, köprüler ve yollar havaya uçurulur; silah depolarına saldırılır ve devriye botları batırılır. Tek bir gecede 20 İngiliz savaş uçağı kullanılamaz hâle getirilir. İngiliz askerleri dövülür, hatta asılır. Mücadele sadece Filistin sınırları içinde de değildir. Roma’daki İngiliz büyükelçiliği bombalanır. İngiliz bakanlara bombalı paketler ve Londra’ya bir suikast timi yollanır.
İngilizler Filistin’e muazzam bir askerî yığınak yaparak Yahudi çeteleri caydırmaya ve bastırmaya çalışır. Ancak 1936-1939 Arap İsyanı’nı her türlü kuvveti kullanarak ezen İngiltere’nin bu defa kararlı bir mücadele yürütme gücü, cesareti ve azmi yoktur. Zira savaşta büyük bir yıkım yaşamış İngiltere mali krizlerle, büyük bir borç yüküyle ve gıda, yakıt ve elektrik sıkıntısıyla boğuşur. Bu şartlar altında Filistin’de tuttuğu 100.000 askerin maliyetini karşılayacak durumda değildir. Dahası, Hindistan ve Burma gibi “Güneş Batmayan İmparatorluğu”nun en değerli topraklarından geri çekilme kararı almasıyla birlikte Filistin’in stratejik bir değeri kalmaz. Ayrıca yükselen SSCB ve komünizm tehdidi karşısında yeni süper güç ABD’nin desteğine hiç olmadığı kadar muhtaçtır.
Yaklaşık iki yıl Yahudi Ajansı’nın sabotajlarına, Yahudi çetelerin terör faaliyetlerine ve Amerikan idaresinin yoğun baskısına direnen İngiliz hükümeti, sonunda “İngiltere öncelik” diyerek pes eder ve kendi elleriyle oluşturduğu 20. yüzyılın bu en ciddi krizinin altından kalkamayarak Filistin Mandası’nın geleceğini 1947’de BM’ye havale eder.
Büyük savaşlar ciddi riskleri ve muazzam fırsatları barındırır ve köklü değişimlere gebedir. 2. Dünya Savaşı’nda Siyonistler, kâh uluslararası alanda diplomasiyi maharetle ve kurnazlıkla kullanarak, kâh akıl almaz propaganda ve casusluk faaliyetiyle, kâh şiddete ve teröre başvurarak Yahudilerin karşı karşıya oldukları muazzam riskleri bir fırsata dönüştürüp yaklaşık 1880 yıl sonra “vaat edilmiş” topraklarda kontrolü ele alıp bağımsız bir Yahudi devletine giden yolun önünü açarlar. Hiç şüphesiz bu noktada işlerini asıl kolaylaştıran gelişme Holokost’tur. Filistinliler ise savaştan evvel aldıkları ağır darbeyle bir daha toparlanamazlar. 1948’de yerli nüfusun yarısından fazlasının yersiz yurtsuzlaşacağı ve toprakların İsrail, Ürdün ve Mısır arasında paylaşılmasıyla hâkimiyetlerini kaybedecekleri o Büyük Felakete/Nekbe’ye duçar olurlar.

KAYNAKLAR
Ahron Bregman, A History of Israel, New York: Palgrave MacMillian, 2002
Avi Shlaim, Filistin’i Bölüşmek, İstanbul: Küre Yayınları, 2017
Avi Shlaim, The Iron Wall: Israel and the Arab World, London ve New York: W.W.Norton & Company, 2000
Ilan Pappe, The Ethnic Cleansing of Palestine, Oxford: Oneworld, 2006
Ilan Pappe, Modern Filistin Tarihi: Tek Ülke İki Halk, Ankara: Phoenix, 2007
Michael Prior, Zionism and the State of Israel, London ve New York: Routledge, 1999
Noah Lucas, The Modern History of Israel, London: Weidenfeld ve Nicolson, 1974
Piers Brendon, Decline and Fall of the British Empire 1781-1997, New York: Vintage Books, 2007
Rashid Khalidi, The Iron Cage: The Story of the Palestinian Struggle for Statehood, Boston: Beacon Press, 2007
Yosef Gorny, Zionism and the Arabs 1882-1948, Oxford: Clarendon Press, 1987




[1] Titus, MS 70’te Yahudi ayaklanmasını bastırarak onları topraklarından süren Romalı generaldir.