10 Nisan 2018 Salı

J.L.SHAPIRO: İDEOLOGUN İRAN’A KARŞI DAVASI





Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)
Geopolitical Futures, 28.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Bir Müslüman çoğunluklu ülke düşünün ki cihatçılığın yayılmasını varoluşsal bir tehdit olarak görüp onu yenilgiye uğratmak için kendi halkını kurban etmeye dahi razı ve istekliydi. Farz edin ki bu, büyük nüfusu, güçlü ordusu ve bolca doğal kaynağıyla cihatçı tehlikeyi kendinden uzak tutan bir ülkeydi. Yine farz edin ki coğrafi olarak Müslüman dünyanın tam kalbindeydi; öyle ki her biri farklı düzeylerde istikrarsızlığı tecrübe eden Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’ya gücünü yayacak şekilde ideal bir noktadaydı. Son olarak düşünün ki bu ülke, bir zamanlar -Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye karşı Amerikan çevreleme stratejisinin mihenk taşı olmuş- ABD’nin bir müttefikiydi ve tekrardan bir müttefike dönüşebilirdi.
Hala zihninizde canlanmadıysa belirtelim, bu öyle hayali bir ülke değil. İran İslam Cumhuriyeti.
İran, Amerikalı politika üreten kuşakların kafasını karıştırıp durdu. ABD, İkinci Dünya Savaşı Soğuk Savaş’a yol verirken İran’ın stratejik açıdan ne denli önemli olduğunu kavradı. Washington (ve Londra), İran’ın yeni seçilen başbakanı Muhammed Musaddık’ı SSCB’yle müttefik olacağı endişesiyle 1953’te devirip yerine nice İranlının gayrimeşru saydığı kukla bir hükümeti geçiren askerî bir darbeyi destekledi. İranlıların buna karşı ayaklanması biraz zaman alacaktı ama isyan 1979’da gerçekleşti. Bu tarihten itibaren teokratik bir yönetim başa geçti ve Amerikan-İran ilişkileri karşılıklı husumetle tanımlanır hale geldi; vekâlet savaşları, tehlikeli tehditler ve karşılıklı atışmalar ilişkilere damga vurdu.
İran’ı kaybetmek ABD için büyük bir stratejik yenilgiydi. Geriye dönüp baktığımızda biliyoruz ki o dönem SSCB düşüşteydi ve kısa bir süre sonra içeriden patlayacaktı. Ama aynı zamanda bu, bir anda Ortadoğu’daki güçler dengesinin kapanın elinde kalacağı anlamına geliyordu. ABD hızla harekete geçerek [1980-1988] İran-Irak Savaşı’nda Bağdat’la istihbarat paylaşımı ve iktisadi yardımlar yoluyla komşu Irak’ı destekledi. Ayrıca ABD Tahran’daki yeni rejimin meşruiyetini baltalamanın yollarını aramaya başladı.
Diğer bir deyişle ABD, hiçbir zaman Tahran ve Bağdat’ın yeni yönetimlerinin ideolojik temayüllerine gerçek anlamda aldırmadı; tek umursadığı, bu ülkelerin Sovyetlere karşı koymaktaki faydalarıydı. Moskova baş düşmandı ve Amerikan dış politikası ideolojik tercihlere değil, kuvvet politikasına göre yönetilmeliydi. Mesela Suudi Arabistan, hem demokratik değildi hem de dinî bakımdan radikaldi; ama petrolü vardı ve Amerikan koruması karşılığında petrolü sadece dolar cinsinden satmaya istekliydi. Mısır, askerî bir diktatörlükle yönetiliyordu; ama Sovyet kampını terk edip İsrail’le barış antlaşması imzalamaya hazır olduğunda ABD, her yıl milyarlarca dolarlık askerî yardım sağlamak suretiyle Kahire’nin sadakatini ödüllendirdi. Washington’ın Soğuk Savaş’taki en önemli müttefiklerinden biri olan Türkiye birçok askerî darbeye maruz kaldı; ama ABD için Türkiye’de demokrasi, bu ülkeyi ve stratejik Boğazlarını Batı ittifakı içinde tutmaktan çok daha az önem arz ediyordu. 


Hülyalar
Ama daha sonra her şey bir anda değişiverdi. (…) SSCB çöktü. (…)
(…)
Bir bakıma ABD de Avrupa kadar hayaller âlemindeydi. (…) Ancak [1990’larda] tarihin sonunun ilan edilmesiyle birlikte, birçok Amerikalı kendi değerlerinin herkesin değerleri olması gerektiğine ve Washington yönetiminin bu değerleri başkalarına dayatma yükümlülüğü olduğuna inandı. Bu, şimdilerde “yeni-muhafazakârlık” dediğimiz düşünce tarzıyla en iyi şekilde tecessüm eden bir hissiyattı. Tıpkı AB’nin Avrupa’nın destansı hülyası olduğu gibi, yeni-muhafazakârlık da bunun ABD’deki muadiliydi.
Yeni-muhafazakârlığın kökeni, Amerikan değerlerini dünyaya yaymaya değil, 1970’ler ve 1980’lerde SSCB’ye karşı çok daha etkin bir saldırıya can atmaya dayanır. Ancak 1991’den sonra dünya düzeni değiştiğinde ABD’nin dünyayla irtibatı de değişti. Bu değişimin ilk laboratuvarı, genellikle “liberal uluslararasıcılık”la nitelenen Clinton yönetimiydi. Liberal uluslararasıcılık da, tıpkı yeni-muhafazakârlık gibi, Amerikan değerlerinin dünyaya yayılmasını savunuyordu.
Bunun nasıl yapılması gerektiği konusunda ise ihtilaf içindelerdi. Yeni-muhafazakârlar uluslararası kurumlara güven duymuyordu, liberal uluslararasıcılar ise bu kurumları destekliyordu. Liberal uluslararasıcılara göre, -Soğuk Savaş siyasetinin kısıtlamalarından artık kurtulmuş olan- BM değişimin gerçek itici gücü olabilirdi. Dolayısıyla [Clinton döneminde] ABD, AB’nin kurulmasını alkışladı, NATO ittifakını genişletti ve Somali ile Balkanlar gibi coğrafyalara bu defa stratejik değil ideolojik nedenlerle müdahale etti.
Yeni-muhafazakârlar (neoconlar), George W. Bush yönetimi başa geçtiğinde kendi ilkelerini küresel çapta uygulama şansı elde ettiler. Yeni bir güç ve yetki kazanarak ve SSCB’nin Amerikan dış politikasına dayattığı rekabetin kısıtlamalarından kurtulmuş halde, -geçmişe kıyasla- çok daha hırslı bir şekilde düşünmekte özgürdüler. Artık hedefleri SSCB’yi yenmek değildi; ABD’nin tahayyülüne uygun şekilde dünyayı en iyi nasıl yeniden kuracaklarına odaklandılar. Yeni-muhafazakârlar, Amerikan değerlerini yaymanın sadece arzu edilir bir şey olmayıp aynı zamanda Amerikan milli menfaatleri için de zaruri olduğuna inanmaya başladılar. İdeolojik düşmanlara karşı bu türden bir ideolojik “cihat”/seferberlik çok daha etkili olduğundan ABD, ideologlara -yani radikal İslam’a (ayrım gözetmeksizin hem Sünni hem de Şii versiyonuna) ve komünizmin son kalıntısına (Kuzey Kore’ye)- gözlerini dikti.

ABD’nin ihtiyacı olan şey
İşte bu, Amerikan Başkanı Donald Trump’ın -Bush döneminin en saldırgan neoconlarından biri olan- John Bolton’ı milli güvenlik müsteşarı olarak atamasının tarihî bağlamı. Bu adım, en hafif deyimiyle, karışık mesajlar yolluyor. Trump, Irak Savaşı’nın feci bir hata olduğu inancıyla seçim kampanyasını yürüttü; Bolton ise bu savaşın en güçlü savunucularındandı. Trump, “Amerika öncelik” sloganına dayalı bir dış politika kampanyası yürüttü; Bolton da Amerika’yı öncelik sayıyor ama aralarındaki fark şu: Bolton, ABD’yi sadece içeride değil, dünyanın her yerinde öncelik kılmayı/başat hale getirmeyi düşünüyor. [Milli güvenlik müsteşarlığına] Atanmasının hem Amerikan müttefikleri hem de hasımları nezdinde kafa karışıklığına ve kaygıya yol açması hiç de sürpriz değil. Rusya’yı ele alalım. Modern Rusya, bir SSCB değil; harekete geçirici ilkesi de proleterya devrimi değil Rus milliyetçiliği. Moskova, bunun ikili ilişkileri yürütmenin daha akıllıca bir temeli olduğuna inanıyor. Suriye, Ukrayna ve yaptırımlar gibi konularda tavizin önünde duran fikirler savaşıyla ilgilenmiyor, özellikle de Soğuk Savaş dönemindeki türden…
Ancak belki de hiçbir ülke Trump yönetimi içinde yaşanan gelişmelerden İran kadar endişe etmiyor. Bütün göstergeler Trump’ın İran’la nükleer anlaşmadan 12 Mayıs’ta çekileceği yönünde. Bunun 12 Mayıs’ta mı bir başka tarihte mi olacağı önemli değil; gerçek şu ki Washington, Tahran’la pragmatik bir ilişkiyi kaybedip apaçık bir husumete geçişin eşiğinde. Yüzeysel olarak bu bir nebze anlaşılabilir. İran nükleer anlaşması belirli jeopolitik şartlarda ortaya çıktı. İran, İslam Devleti (İD)’nin yükselişini, en iyi ihtimalle Ortadoğu’da bölgesel bir oyuncu olmasını engelleyebilecek ve en kötüsü Sünni Arapları kendisine karşı birleştirebilecek muhtemel bir varoluşsal tehdit olarak gördü. Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaştan yorgun düşüp bezmiş ABD, İran’ın bu mücadelede kendi üzerine düşeni yapması için [nükleer] anlaşmayı imzaladı. İran ile ABD’nin birbirine ihtiyacı vardı. İdeoloji bir kenara bırakıldı.
İD artık yenilgiye uğratıldı ve Tahran, Irak’taki kontrolünü kurumsallaştırmaya kalkışarak ve Suriye topraklarını İran kara güçleri ve askerî üsleriyle doldurup Esed hükümetini tamamen bir İran vekil gücüne dönüştürerek [İD’e karşı kaydettiği] başarıyı kendi lehine çevirdi. Bu, ABD için ideal bir durum sayılmaz. ABD -sürekli dünyanın en büyük devlet terörü destekçisi olarak nitelediği- İran’ın Akdeniz’e eriştiğini tabii ki görmek istemiyor.
ABD’nin Ortadoğu’da en çok ihtiyaç duyduğu şey istikrarlı bir güç dengesi. Dış politika kararlarında giderek ABD’den bağımsızlaşan Türkiye de potansiyel bir bölgesel hegemon haline gelmekte ve bu şartlar altında ABD, eğer ki tamamen stratejik kavramlarla düşünebilseydi İran meselesine mutlak hükümlerle yaklaşmazdı.
Şunu düşünün. İran’da büyük bir siyasi güç mücadelesi yaşanıyor. Bu yılın başındaki protestolar bunun bir ispatı. Hasan Ruhani yönetimi, İD’le savaşmayı kabul edip geçici de olsa İran’ın nükleer arayışından vazgeçti; çünkü petrol gelirlerine ve daha da önemlisi, anlaşmayla gelecek dış yatırımlara ihtiyacı vardı. Eğer ki Ruhani, İran siyasetine Devrim Muhafızları’nın tamamen hâkim olmasını engelleyecekse ekonominin büyümeye devam etmesi lazım ve bu da dış yatırımsız olmaz. İşte bu yüzden Ruhani, ABD çekilse bile İran’ın nükleer anlaşmanın bir parçası olarak kalabileceğini söyledi. ABD yaptırımları dayatmaya başlamadan çok evvel 2005 yılında AB, petrolünün %6’sını İran’dan ithal ediyordu. 2012’de ekonomik yaptırımlar İran’ın tüm petrol ihracatını durdurdu (en azından resmiyette). Geçen sene AB, petrolünün neredeyse %5’ini İran’dan ithal etti. Tahran yönetimi bu satışları korumak ve artırmak istiyor; bu da uluslararası topluma Ruhani hükümeti üzerinde güçlü bir koz veriyor.
Uluslararası alanda İran aşırı yayılmış durumda. Tahran, bölgesel hedeflerinden bazılarını başarmasına yardım edeceğine inandığı Rusya’yla yakından iş tutuyor; ancak Moskova’nın -Washington’a kıyasla- İran’ın Ortadoğu’da tahakküm kurmasından çıkarı çok daha az (ve zaten ikili arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı bile). ABD İran’dan koskoca bir kıta ve bir okyanusla ayrılmış durumda. Rusya’nın İran’la arasında ise sadece Kafkaslar ve Orta Asya var; bu iki bölge bugün Rusya’nın kurmak istediği nüfuz alanı içinde ve her iki bölgelerin yüzyıllarca Fars nüfuzu altında kalmış olması İran’ı Rus kontrolü karşısında önemli bir tehdit kılabilir. Ve dolayısıyla ABD’nin -tamamen stratejik düzeyde- Türkiye’yle İran arasında güç dengesini sürdürmeye çalışması ve gıpta edilen eski tampon bölgelerinde Rus ihtiraslarını püskürtmek için her iki ülkeyi de kullanması akıllıca olacaktır. İran’ı düşmanlaştırmak, Tahran’ı ancak ve ancak daha da saldırganlaştıracak ve Rusya’ya daha da yakınlaştıracaktır. Nükleer anlaşmayı yırtıp atmak ve İran’a karşı yeni yaptırımlar koymaya çalışmak, AB’yi İran’dan petrol ithalatını durdurmaya ikna etmek demektir ki bu da AB’nin Rusya’ya olan bağımlılığını çok daha fazla artırmak anlamına gelir.


İran’ın ABD’nin baş düşmanı olduğu görüşü ideolojik olup Washington’ın İran’la uzun ve karmaşık ilişkilerinin ve Soğuk Savaş’ın muzafferinin [ABD’yi kastediyor] dünyaya tozpembe gözlüklerle bakan zihniyetinin bir kalıntısı. Ama olgular ortada. İran’da rejim değişikliğini başarmak, tamamen imkânsız olmamakla birlikte zordur ve böyle bir kalkışma sadece ve sadece İran içindeki en Amerikan karşıtı gruplara hizmet edecektir. İran’a karşı başarılı bir Amerikan askerî harekâtı neredeyse imkânsızdır; zira İran dağlık coğrafyasıyla hakiki bir müstahkem kaledir ve ABD Ortadoğu’da savaşı sürdürmek istese bile dünyaya yayılmış haldeki askerî güçleri, aşırı derecede kanlı ve maliyetli bir savaşa girişmek için son derece zayıftır. Tarih bize gösteriyor ki eğer ki bir ülke nükleer silahlar edinmeyi kafaya koymuşsa çoğunlukla bunu elde etmiş ama hiçbir zaman kullanamamıştır (bkz. İsrail, Pakistan ve Hindistan). Dahası ABD’nin İran’a karşı herhangi bir başarılı saldırı hamlesi, sonunda hiçbiri ABD’nin milli çıkarına hizmet etmeyecek üç ana aktöre yarayacaktır: Rusya, Türkiye ve Sünni cihatçılar.
Geçtiğimiz Aralık ayında Beyaz Saray tarafından yayınlanan Milli Güvenlik Stratejisi belgesi, Çin ve Rusya’yı “Amerikan gücü, nüfuzu ve çıkarları”na meydan okuyucu aktörler olarak tanımlıyordu. Kuzey Kore ve İran, “bölgelerini istikrarsızlaştırıcı, Amerikalıları tehdit edici ve kendi halklarına merhametsizce davranışları” yüzünden ismen zikredilen diğer düşmanlardı. Washington bu savaşların ikisini birden aynı anda veremez ve tarih göstermiştir ki ABD ikincisiyle değil, ilkiyle baş etmek için son derece iyi bir konumda. İran nükleer anlaşması meselesi tali bir konu; daha büyük konu ise ABD’nin İran’la pragmatik bağlantı için temeller bulup bulamayacağı. Şu an hayal etmesi çok zor olmakla birlikte jeopolitik bize diyor ki ABD, -liderleri ister yeni-muhafazakâr ister liberal uluslararasıcı isterse izolasyoncu olsun hiç fark etmez- ufukta beliren çok daha büyük tehditlerle boğuşurken İran’la bir tür uzlaşmaya varacak. Diğer bir deyişle ABD, jeopolitiği büyük bir sınavdan geçirmek üzere ve dünya endişe içinde bunun sonuçlarını beklemekte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder