MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM
Munsif
Merzuki (Arap dünyasının en
önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus
cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 20.11.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Bugün siyasi, iktisadi ve
toplumsal kurumlarımız, çatlaklarla dolu, yıkılma tehlikesiyle yüz yüze, içinde
oturanların ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, sallanan binalara benziyor.
Peki ama niçin? Çünkü
bataklık üzerine inşa edilmiş durumdalar.
Tıp fakültesinde hocalıkla
geçen yıllarım boyunca öğrencilerime hep şunu tekrarlayıp durdum: Sağlık
sistemine gerekli her türlü kaynak ve tecrübe aktarılabilir; ancak eğer ki
doktorda meslekî vicdan, hemşirede saygı ve hastada disiplin yoksa sistem
çatırdayıp çöker.
Sistemlerimizdeki
krizlerin ekseriyeti işte hep bu türden. Yani köklerine krizlerin en kötüsü olan
ahlaki kriz iyice sinmiş durumda.
Ahlaki kriz o denli
tehlikeli ki konuyla ilgili vizyonumuzu yenilememiz şart; yoksa bizatihi
“ahlak” söylemi, bu krizin semptomlarından biri olarak kalacaktır. Yani meşhur
şair Ahmed Şevki’nin alakalı alakasız tekrarlanagelen “Milletler ahlaklarıyla
kâimdir, ahlak gitti mi milletler de yok olup gider” beyitiyle toplumumuzdaki
ahlaki çöküşe dair timsah gözyaşları dökülen yapay, klişe söylemden artık
uzaklaşılması lazım. Zira Peygamberlerin Peygamberi Efendimiz’in (SAV)
tamamlamak üzere gönderildiği güzel ahlaka tam olarak hiçbir zamanda ya da
mekanda ulaşılamadı.
9. yüzyıl Arap toplumu
için Câhız’ın yazdıklarını, 17. yüzyıl Fransız toplumu için Molière’in
tiyatrolarını, 19. yüzyıl Rus toplumu için Dostoyevski’nin romanlarını
okuduğunuzda aslında “meselenin hep aynı” olduğunu göreceksiniz.
Öncelikle kavramı tam
olarak anlamaya çalışalım.
Uyulup uyulmadığına veya
riyakârca istismarına bakmaksızın, toplumda eğitimle ve vaazla teşvik edilmekte
olan değerler listesini ele alalım. Bu liste, her kültür tarafından farklı
sıralamalarla yapılsa da aynıdır. Geçmiş nesillerin deneyimlerinden süzülen bir
özet ve bir hayat tecrübesi olduğundan nesilden nesle aktarılarak zaman içinde sabitleşir.
Güngörmüşlerin bir tavsiyesi niteliğinde olup lisanıhâlle şöyle der: “Dikkatli
olun, biz yalanı bizzat tecrübe edip gördük ki yalancının mumu yatsıya kadar
yanar... Kardeşlerimizin arkasından kazdığımız kuyuya kendimiz düşüverdik...”
Değerler, insanlık
tecrübesinin bir hazinesidir; hem bireysel hem de toplumsal bazda, imkan
dahilindeki en iyi hayat için en iyi tavsiyelerin aktarıldığı bir tecrübeler
hazinesi... Aynı zamanda bir ikazdır; değerlere uyulmadığı takdirde, bazen
anlık menfaatler elde edilse dahi sonunda zararlara uğranacağına dair bir ikaz…
O zaman değerleri, asırlar
boyunca insanoğlunun tecrübesiyle kanıtlanan ve –o an ödenen bedele rağmen–
bireyin ve toplumun menfaatine en iyi şekilde hizmet eden duruş ve davranışlar
bütünü olarak tarif edebiliriz. İki menfaat birbiriyle çatıştığında en uygun
seçenek, toplumun menfaatini bireyin menfaatine öncelemek suretiyle bir bütün
olarak toplumun zararlarını azaltmaktır. Bunun için bütün toplumlar, kendini
feda etmeyi değerler listesinin en başına koyar.
Gayriahlaki davranışlar neden
pekişir?
Soru şu: Yüzyıllardır
bitip tükenmeyen nasihatlere ve yine bireylere ve toplumlara verdiği apaçık
zararlara rağmen, gayriahlaki davranışların zamanı ve mekânı aşarak yayılıp
pekişmesinin sebebi ne?
Bu şaşırtıcı soruya
cevaben İtalyan sosyolog Costantino Cipolla, bunun sırrı insan tabiatında
gizlidir, diyor. Konuyla ilgili tasnifi ırka, dine ve dile değil, –gerek bizim
gerekse dünyamız üzerinde tesirli tek ölçüt olduğundan– eylemlerin sonucuna
bakarak yapmaya davet ediyor.
Cipolla, bu perspektiften
insanoğlunu dört “kategori”ye ayırıyor:
-
Eylemleri kendisine ve başkalarına fayda sağlayanlar, akıllılardır.
-
Eylemleri kendisine fayda sağlayıp başkalarına zarar verenler, kötülerdir.
-
Eylemleri kendisine zarar verip başkalarına faydalı olanlar, akılsızlardır.
-
Eylemleri kendisine ve başkalarına zarar verenler, ahmaklardır.
Kötü haber şu: Sürekli
gayriahlaki davranışlar sergileyen ahmaklar, kötüler ve akılsızların oranı,
kadınlarla erkekler, medenilerle vahşiler, okuma-yazma bilmeyenlerle âlimler ve
yönetenlerle vatandaşlar arasında hep aynıdır. Daha kötüsü ise “parlak”
gelecekte hiçbir şey değişmeyecek; zira bu yapı eğitim, din ve siyasetin baş
edemeyeceği değişmez bir unsurdur.
Ben Cipolla kadar karamsar
değilim. Zira bu “kategoriler” siyah-beyaz, kadın-erkek gibi değişmez olgular
değil, değişebilir dinamiklerdir.
Bütün eğitmenler,
özellikle 2-5 yaş arasındaki çocukların emretmeyi seven narsist benciller
olduklarını bilirler. İstediklerinin hemen gerçekleşmesini isterler. Bunun için
ebeveynlerine her türlü baskıyı ve şantajı yaparlar ve genellikle başkalarını
hiçe sayarlar. İçgüdüsel şiddeti had safha kullanırlar.
Burada ebeveynler olarak
rolümüz, nezaketi, saygıyı, sabrı ve başkalarıyla paylaşmayı öğreterek küçük
yaramazları ehlileştirmektir. Bütün yaptığımız, çocuklara örnek olmak ve
nasihat etmek, bazen de hafifçe vurmaktır. Böylelikle çocuğu toplum içinde
eriyip entegre olmaya ve hem topluma faydası dokunup hem de ondan faydalanması
için olgunlaşmaya zorlamaktır.
Bu olgunlaşma süreci
çocukluktan ergenliğe, gençlikten olgunluğa ve yaşlılığa kadar devam eder.
Yıllar geçtikçe tecrübesi derinleşir ve hem insanlara hem de kendisine faydası
dokunacak etkin davranışları giderek artar.
Asıl problem, bireyin hiç
durmadan işleyen biyolojik saati ile kimilerinde durup kalan psikolojik
olgunlaşma saati arasındaki farklılık. Bundan dolayı, 50’li yaşlardaki
ergenlerin ve 60’lı yaşlardaki çocukların, yani yaşları ilerlese dahi
çocukların bencilliğini, narsistliğini ve yalana, şiddete vs. meyyalliğini
sürdüren şahısların sıkıntısını her daim çekeriz.
Doğru olan teori, ister
Cipolla’nınki ister benimki olsun, isterse her ikisinde de doğru taraflar
bulunsun, sonuç tektir: Sürekli kendisine ve başkalarına zarar verici
davranışlar sergileyen insanlar hep vardır. Zamana ve mekâna göre oranı değişse
de hep var olan bu sabit olguyla toplumlar nasıl baş etmeli?
Tunuslular Fransa’da neden
farklı davranır?
1970’lerin ortalarında
Fransa’daki öğrenimimi tamamlayıp Tunus’a döndüğümde merakımı celbeden olgu,
Tunusluların kuyruğa girmek sözkonusu olduğunda yaptıkları üçkâğıtlardı – ki bu
hâlâ devam ediyor.
Devlet dairelerinde olsun,
hastanelerde olsun, [Tunusluların kendi ülkelerinde] çalışma hayatındaki uygulamaları
anlatmakla bitmez. Hele ev yaptırmaya kalkışırsanız sinirleriniz yıpranır
gider.
Oysa aynı insanları
Fransa’dayken düzgünce kuyruğa girmiş, Fransız hastanelerinde ciddi, disiplinle
ve samimiyetle çalışırken görüyordum. Ben de onlardan biriydim.
Eğer ki Tunuslular
tembellik, sahtekârlık ve disiplinsizlik geni taşısalardı, Fransa’daki
davranışları da tıpkı Tunus’taki gibi olurdu. Ancak durum böyle değil, kusur
bireylerde değil.
Peki sebep ne?
Sebep, [Fransa’da] kamusal
alanda her türlü ihlali yasaklayan ve cezalandıran katı bir kültürel atmosfer
olması. [Orada] hiç kimse annesini kim kandırıyor sorusuyla ilgilenmez, ama
vergi idaresini kandıranın –uzaktan bir akrabası üst mevkilerde dahi olsa– başı
fena halde derde girer.
Kamusal alan ile özel alanı
ayırmak
Bu noktada, tutumlarımızı
ve davranışlarımızı sergilediğimiz kamusal alan ile özel alan arasında köklü
bir ayrım yapma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Aksi takdirde ahlaki geri
kalmışlığımızı yanlış anlamayı sürdüreceğiz.
Eğer Araplar, Batılılar,
Afrikalılar ve Asyalılardan temsili bir örneklem alıp dar özel alandaki, yani
sadece aile ve arkadaş çevresindeki davranışlarını incelerseniz, ahlaki ve
gayriahlaki davranışların oranında çok büyük bir ihtimalle öyle derin bir fark
bulamazsınız. Fransızlarla Tunuslular arasında yalancılarla dürüstlerin,
iftiracılarla iftiracı olmayanların ve ciddilerle gayriciddilerin vs. oranının
aşağı yukarı aynı olduğunu göreceksiniz.
Bir de binlerce yabancıyla
muhatap olunan kamusal alana çıkıp inceleme yapın. Kamusal alanda çocukça
davranışlar ille de ortadan kalkmayacaktır; ancak topluma bir bütün olarak
zarar verici davranışları çevrelemede ve caydırmada etkili olan, çeşitli ve
farklı toplumsallık siyasetleriyle karşı karşıya kalacaksınız.
Soru şu: Kamu
menfaatlerini tam kalbinden vuran tehlikeli işler neler? Cevabı zor değil ve
bütün toplumlar için geçerli: Yolsuzlukla uzaktan ve yakından alakalı her şey.
Bazıları bu suçun halktan
çalınanın miktarıyla alakalı olmadığını anlayamıyor. Zira bu miktar ne kadar
büyük olursa olsun, sadece büyük sorunun küçük bir parçası, yani denizde bir
damla.
Yolsuzluğun asıl tehlikesi
çalışma, dürüstlük, eşitlik ve doğruluk değerlerine darbe vurması. Nitekim bu
gidişat yüzünden toplumda şu kanaat yaygınlaşıyor: “Eğer kıt kanaat geçinmek
istiyorsan çalış; ama servet elde etmek istiyorsan başka yollar ara.” Yani
yolsuzluk yapmanın yolunu...
Şimdi de yolsuzluğun
doğurduğu sonuçlara ve hem geçmişte hem de bugün hak ve hürriyetleri yerle bir
etmiş istibdatla ilişkisine bakalım.
Yolsuzluğun boyutunu en
iyi bilen, yozlaşmış hükümdardır. Bu yüzden yolsuzluğu örtmek için eleştirileri
bastırmak ve tüm özgür sesleri susturmak zorunda kalır. Daha sonra da bu
seslerin sahiplerini korkutmak için işkenceye başvurma gerekliliği ortaya
çıkar. Rejimin savunucularını artırmak için mümkün olduğunca fazla sayıda
insanı yolsuzluğa bulaştırmak gerekir. Muhasebe ya da takibat yapılmayacağından
emin olmak için de yargıyı kontrol siyaseti devreye girer.
Bağımsızlığa kavuşmamızdan
bu yana [Arap dünyasında] bizi yönetenler alenen hep narsizme, bireyselciliğe (personalizm),
akraba kayırmacılığa, bölgeselciliğe ve utanmazca yalana tevessül ettiler.
Böylelikle bu davranışları, tıpkı bir hastanın bedenine yayılan kanser
hücreleri gibi, toplumsal bünyeye sirayet ettirerek genele yaydılar. Gerçek şu
ki bizi sağlığa kavuşturmasını beklediğimiz doktorların bizzat kendileri,
toplumun en tehlikeli hastalıklarının bizzat uygulayıcıları, taşıyıcıları ve
yayıcıları.
Böylelikle karşınızda, beyninde
bir tümörle başlayıp ardından bedenindeki bütün hücreleri saran toplumsal
kanserle malul durumda bir toplum var.
Arap-İsrail çatışmasına
bir de bu açıdan bakın.
İsrail’in farkı ne?
İsrail’deki ırkçıların
insanlarımıza gayriahlaki bir şekilde davrandığına hiç şüphe yok. Ancak bütün
zulümlerinden ve ihlallerinden duyduğumuz öfke, İsrail’in bizden askeri,
iktisadi ve ilmi üstünlüğünün bir tesadüf olmadığı, bu alanlarda bizden
üstünlüğünün en önemli sebeplerinden birinin ahlaki üstünlüğü olduğu gerçeğinin
üzerini örttürmemeli.
Delilimiz ne? Bugün İsrail
hapishanelerinde, siyasi bir mücadele çerçevesinde düzmece değil, gerçekten
yolsuzluğa bulaşması nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış eski bir başbakan
[Ehud Olmert] ve dahası cinsel taciz davasından mahkûm olmuş eski bir
cumhurbaşkanı [Moşe Katsav] var. Bu, arızi bir olay değil; vatandaşlar (tabii
ki Yahudi olanlar) arasında kanun önünde eşitlik olduğunun bir göstergesi ve
aynı zamanda yolsuzluğa karşı şiddetli bir savaş olduğunun bir işareti ki bu savaş,
çalışmanın ve dürüstlüğün kendilerinden beklenen yapıcı rolü icra etmesine de
imkân sağlıyor.
Bu sayede küçük bir devlet
olan İsrail, bizim hastalıklı bütün devletlerimizi mağlup edebildi. Ve yine bu
nedenle kanser, hastalıklı ümmetimizin bedenini bütünüyle sarmadan evvel
yolsuzluk tümörünü yok etmezsek hiçbir alanda başarılı olamayacağız.
Peki, yolsuzluğa nasıl
karşı konabilir? Tabii ki özel alanda eğitimle. Ancak devlet piramidinin en
tepesinde yolsuzluğa batmışların bulunması, bir kesimin bu eğitimden kaçtığının
veya eğitim alsalar dahi fiiliyatta bundan hiç nasiplenemediklerinin bir
delili.
İşte bu noktada hukukun
rolü devreye giriyor. Zira hukuk, kamusal alanda ahlakın en önemli koruyucusu.
Kim bilir, belki de meşhur şair Ahmed Şevki’nin beyitini “Milletler hukukla
kâimdir, hukuk gitti mi milletler de yok olup gider” şeklinde yorumlama zamanı
geldi.
Yolsuzluk ve hukuk
Ahlak meselesinin teorik
ana çerçevesini artık ortaya koyabiliriz:
— İnsanoğlunun başkalarına
zarar vermeden bireylerin ve grupların menfaatlerini garanti altına alacak
tutum ve davranışlara dair bir tecrübe hazinesi var. Buna ahlak hazinesi
denir.
— İnsanoğlu, grubun
aleyhine de olsa kendi bireysel menfaatine ulaşmaktan başka hiçbir şeye önem
vermeyen, içgüdüleriyle yetişmiş birçok nesil gördü geçirdi.
— Bu nesillerin eğitilmesi
için ilk savunma hattı, üç kurumdan müteşekkil bir filtre: aile, okul ve cami
(kilise veya diğer kültürleri de dikkate alırsak genel olarak mabetler). Bu
kurumlar görevlerini yerine getirdiklerinde şunu tekrarlamamız lazım:
“Eğitmenlere, öğretmenlere ve vaizlere saygı gösterin”. Onlar olmasaydı toplum,
içinde en vahşi ve kötülerden başka kimsenin yaşamayacağı bir orman olurdu.
— Ancak söz konusu filtre
çok önemli olmakla birlikte tüm meseleleri tek başına çözemez ve bu noktada
ikinci savunma hattı, yani hukuk devreye girer. Hatırlatmak isterim ki yol
ortasında insan satmayı, eğitim ve vaazlar sayesinde değil, köleliği yasaklayan
kanunlar neticesinde bıraktık. Bu kanunları koyanlar da ailesinde, okulda ve
dini kurumlarda iyi eğitim alanlardı.
— Bütün halkların
tecrübelerinden hareketle bugün apaçık olan şey şu ki, kitlesel olarak yıkıcı
davranışların en büyük nedeni yolsuzluk. Yolsuzluğun ortadan kalkabilmesi de
ancak ve ancak (i) son derece katı kanunlar konmasına, (ii) yozlaşmamış hür bir
basın, rüşvetçi hâkimlerden temizlenmiş bağımsız bir yargı ve diğerlerini
temizleyen bir güvenlik aygıtı gibi yolsuzluğu açığa çıkarmak için etkili
mekanizmalar oluşturulmasına ve (iii) özellikle de farkındalığı yüksek bir
sivil toplumun ve bitmek bilmez savaş boyunca gözünü kırpmadan uyanık kalan
yozlaşmamış bir siyasi iktidarın varlığına bağlı.
Hukukun rolü tabii ki
sadece yolsuzluk meselesiyle sınırlı değil. Genel ahlakın -hiç kimsenin
çiğneyemeyeceği kanunlar olmadan- kendi başına düzenleyemeyeceği birçok alan
var. Mesela umuma açık alanlarda sigara içmenin yasaklanması, gürültü
yapanların ve çevreyi kirletenlerin cezalandırılması...
Ancak ve ancak bu şekilde
büyük halkları üreten bütün değerleri, özellikle de kamu yararı için canla
başla çalışmayı, adil rekabeti, doğruluk ve dürüstlüğü tekrar
canlandırabiliriz.
— “Gerekli tüm kanunlar
var olduğu halde yolsuzlukla birlikte diğer yıkıcı davranışlar bizi hâlâ
çürütüyor” diyenler olabilir. Onlara cevabım şu: Kanun zorunlu bir şart olmakla
birlikte kendi başına yeterli değil. Eğer ki evladınızın Peygamberlerin
Peygamberi Rasulullah’ın (SAV) güzel ahlakına uygun şekilde yetişmesini
istiyorsanız, ona bir kanunlar listesi hazırlayıp öylece eline tutuşturmamanız,
bu güzel ahlakı kendinizin de bizzat yaşayarak bir model ve örnek olmanız
lazım. Kamusal alandaki mekanizma da aynı şekilde işler. Eğer ki devlet
başkanları, krallar, prensler, valiler ve üst düzey devlet erkânı ya kendi
kanaatleriyle ya da hukuktan duydukları korkuyla vatandaşların önünde bir model
olmazlarsa, bizler aynı kısır döngü içinde daha çok dönüp dururuz.
Son olarak, kendisini ve
çocuğunu besleyecek parayı bulamayan bir kadının bedenini satmasını ahlaksızlık
olarak yargılayamazsınız. Asıl kınanması gereken o değil, toplumdur.
Aç olandan çalmamasını
istemeden evvel ona bir ekmek verin.
Cahili cehaleti yüzünden
kınamadan evvel, “Ben kime ne öğrettim?” diye kendinize sorun.
Başkalarından ahlaki
davranış beklemeden evvel “Ben örnek biri miyim, yoksa emirler yağdırmakla
yetinen biri miyim?” sorusunun yanıtını verin.