9 Aralık 2016 Cuma

ARALIK 2016 – İÇİNDEKİLER




ARALIK 2016 – İÇİNDEKİLER 


BATI’YA ELVEDA (Project Syndicate, 5.12.2016)
Joschka Fischer (Almanya eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı (1998-2005); Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve liderlerinden)

MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM (El-Cezire Arapça, 18.9.2016)
MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM (El-Cezire Arapça, 20.11.2016)
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)

ARAP DÜNYASI İÇİN İKTİSADİ ÜLTİMATOM (Project Syndicate, 16.11.2016)
Marwan Muasher (Ürdün eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı; hâlihazırda Carnegie Endowment Uluslararası Barış Araştırmaları başkan yardımcısı; “The Second Arab Awakening and the Battle for Pluralism” kitabı yazarı)

Patrick Cockburn (Ortadoğu uzmanı, ödüllü Independent gazetesi yazarı)

Francis Fukuyama  (Stanford Üniversitesi Freeman Spogli Enstitüsü kıdemli araştırmacısı; “Political Order and Political Decay” kitabının yazarı)

DONALD TRUMP DIŞ POLİTİKADA REALİST DEĞİL (Washington Post, 11.11.2016)
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)

TRUMP’IN MUHTEMEL GÜVENLİK POLİTİKASI (The Chipher Brief, 9.11.2016)
Michael Hayden (CIA [2006-2009] ve Milli Güvenlik Ajansı NSA [1999-2005] eski direktörü, Amerikan Hava Kuvvetlerinden emekli general)

Daniel Pipes (Middle East Forum başkanı)

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
AMERİKAN KABALIĞI VE KORKUSUNUN KÖKENLERİ (Geopolitical Futures, 1.11.2016)
BAŞKAN SEÇİLEN DONALD TRUMP (Geopolitical Futures, 9.11.2016)

ABD TAHRİKLERE KAPILMAMALI (Geopolitical Futures, 4.11.2016)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)

Michael Doran (Hudson Enstitüsü kıdemli uzmanı ve eski Beyaz Saray Ortadoğu danışmanı; “Ike’s Gamble: America’s Rise to Dominance in the Middle East” kitabının yazarı)

Laura Kasinof (2011-2012 döneminde New York Times’ın Yemen muhabirliğini yaptı; “Don’t Be Afraid of the Bullets: An Accidental War Correspondent in Yemen” kitabının yazarı)


David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
RUSYA YARALI, AMA HALA ISIRABİLİR DURUMDA (Washington Post, 3.11.2016)
ÇİN İÇİN YENİ BİR ÇALKANTI YILI (Washington Post, 14.1.2016)
ABD AFGANİSTAN VE PAKİSTAN’I UNUTAMAZ (Washington Post, 6.10.2015)
SUUDİLERİN KRALI OLACAK OĞUL KİM? (Washington Post, 8.9.2015)

Cemal Kaşıkçı (Suudi kraliyet ailesi ve istihbaratına en yakın gazetecilerden. Daha evvel Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Prens Türki el Faysal’ın basın müşavirliğini yürüttü. Yine birçok Arap ülkesinde muhabirlik yaptı. Şu anda yazılı ve görsel birçok Arap medya kuruluşunda yazılarıyla ve yorumlarıyla öne çıkıyor)
EL-BARADEY VE BİR ARAP RÖNESANSI PLANI (İngilizcesi, Arab News, 18.11.2015 / Arapçası, el-Hayat, 14.11.2015)
1988 CEZAYİR BAHARI HATIRALARI (İngilizcesi, Arab News, 13.10.2015 / Arapçası, el-Hayat, 10.10.2015)
SELMAN DOKTRİNİ (İngilizcesi, Arab News, 1.4.2015 / Arapçası, el-Hayat, 28.3.2015)


BU BLOGDA NELER VAR? (tüm içerik)





J.FISCHER: BATI’YA ELVEDA



BATI’YA ELVEDA

Joschka Fischer (Almanya eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı (1998-2005); Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve liderlerinden)
Project Syndicate, 5.12.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 8.12.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/batiya-elveda  

Donald Trump’ın Amerikan başkanı seçilmesiyle birlikte, şimdiye kadar “Batı/the West” olarak tanımlanan şeyin sonu kaçınılmaz olarak geliyor. Bu kavram, 20. yüzyıldaki iki dünya savaşıyla birlikte ortaya çıkan, 40 yıl süren Soğuk Savaş’ta uluslararası düzeni yeniden tarif eden ve bugüne kadar yerküreye egemen olan Atlantik ötesi bir dünyayı tanımlamaktaydı.
“Batı/The West” kavramı, “Garp/the Occident” kavramıyla birbirine karıştırılmamalı. “Batı”nın kültürü, normları ve hâkim dini, köken olarak büyük ölçüde “Garplı” olsa da zaman içinde başka bir şeye evirildi. Garp’ın temel karakteri, (her ne kadar Alplerin kuzeyindeki Avrupa toprakları da bu gelişmeye önemli katkılarda bulunmuş olsa da) yüzyıllar içinde Akdeniz bölgesi tarafından şekillendi. Batı ise, aksine, Atlantik ötesi bir kavram olup 20. yüzyılın bir çocuğu.
Birinci Dünya Savaşı başladığında aslında bu, Merkezî Güçler (İttifak Devletleri) ile İngiliz-Fransız-Rus İtilafı arasında cereyan eden bir Avrupa çatışmasıydı. Gerçek anlamda bir dünya savaşına dönüşmesi ise 1917’de ABD’nin savaşa dâhil olmasıyladır. Bizim hâlihazırda Batı dediğimiz şey, işte o an oluşmaya başladı.
Batı kavramının nüfus cüzdanını İkinci Dünya Savaşı sırasında aldığı söylenebilir. 1941 Ağustos’unda Nazi Almanya’sının SSCB’yi işgal etmesinin ardından İngiltere Başbakanı Winston Churchill ile Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt, [Z.T.K. Kuzey Amerika kıtasının doğu kıyısında Kanada’ya bağlı bir ada olan] Newfoundland açıklarında bir savaş gemisinde buluşup Atlantik Sözleşmesi’ni imzaladı. Bu sözleşme, daha sonra NATO’ya dönüşecek ve 40 yıl boyunca ortak değerlerle ve piyasa ekonomisiyle Sovyet tehdidine karşı direnecek bağımsız demokrasileri bir ittifak çatısı altında birleştirerek bugüne kadar Avrupa’yı koruyacaktı.
Esasen Batı, müttefiklerini savunmaya dönük Amerikan taahhüdü üzerine inşa edildi. ABD hayati bir rol oynamadan Batılı düzen var olamaz, ki Trump idaresi altında Washington bu rolden vazgeçilebilir. Sonuç olarak Batı’nın geleceği artık tehlike altında.
Hiç kimse Trump’ın seçilmesinin Amerikan demokrasisi için ne anlama geleceğinden veyahut göreve geldiğinde ne yapacağından emin olamaz. Ancak şimdiden mantıklı iki çıkarımda bulunabiliriz. Birincisi, Trump’ın başkanlığı Amerikan iç ve dış politikası için epeyce yıkıcı/bozucu olacaktır. Trump, Amerikan siyasetinin yazılı olmayan neredeyse bütün kurallarını hiçe sayıp alaya alarak seçimi kazandı. Sadece Hillary Clinton’ı değil, aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin egemen çevrelerini de yenilgiye uğrattı. 20 Ocak tarihi gelip de başkanlık koltuğuna oturduğunda kendisine seçimi kazandıran bu stratejiyi bir anda terk edeceğini zannetmek için ortada çok az neden var. 
Yine Trump’ın “Amerika’yı yeniden yüceltme” vaadine sıkı sıkıya bağlı kalacağından emin olabiliriz; her ne pahasına olursa olsun, bu onun başkanlığının temeli olacaktır. Eski başkanlardan Ronald Reagan da bu sözü vermişti; ancak o bunu Soğuk Savaş hala devam ederken ABD’nin emperyal bir yaklaşım sergileyebildiği bir dönemde gerçekleştirdi. Reagan, o denli büyük çaplı bir silahlanma süreci başlattı ki sonunda SSCB’nin çökmesine yol açtı ve ayrıca kamu borcunda devasa bir artışla Amerikan iktisadi patlamasının da önünü açtı.
Trump’ın emperyal bir yaklaşım sergileme lüksü yok. Aksine, seçim kampanyası sırasında Amerika’nın Ortadoğu’da giriştiği saçma sapan savaşlara eleştiriler yağdırdı; zaten destekçilerinin istediği de ABD’nin küresel liderlik rolünü bırakıp dünyadan el etek çekmesiydi. İzolasyoncu milliyetçiliğe doğru kayan bir ABD, açık ara dünyanın en güçlü ülkesi olarak kalacaktır; ancak artık Batı ülkelerinin güvenliğini garanti altına almayacak veyahut serbest ticarete ve küreselleşmeye dayalı bir uluslararası düzeni savunmayacaktır.
Geriye kalan tek soru, Amerikan siyasetinin ne denli hızlı değişebileceği ve bu değişimlerin ne denli radikal olacağı. Trump 12 üyeli Transpasifik Ortaklığı’nı çoktan ıskartaya çıkarma sözü verdi. Bilmem Trump farkında mı ama bu karar Çin için bir lütuf olacaktır. [Yeni Amerikan Başkanı] ayrıca Güney Çin Denizi’nde Amerikan angajmanını azaltarak Çin’e bir lütuf daha bahşedebilir.  Çin kısa bir süre sonra kendisini küresel serbest ticaretin yeni garantörü –ve belki de iklim değişikliğiyle mücadelede yeni küresel lider– olarak bulabilir.
Suriye savaşına gelince, Trump bu yerle bir olmuş ülkeyi Rus Devlet Başkanı Putin ile İran’ın kollarına bırakabilir. Uygulamada bu durum, bölgenin çok ötesinde üreteceği ağır sonuçlarıyla Ortadoğu’daki güç dengesini değiştirecektir. Ahlaki açıdan ise bu, Suriye muhalefetine dönük çok insafsızca bir ihanet ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’e de bir ihsan olacaktır.
Eğer ki Trump, Ortadoğu’yu Putin’e havale ederse bundan sonra Ukrayna, Doğu Avrupa ve Kafkaslarda ne yapacağı merak konusu. Acaba Putin’in yeni de facto nüfuz alanını kabul edecek Yalta Konferansı 2.0 sürümünü mü beklemeliyiz?
Trump’ın ABD için planladığı yeni akış daha şimdiden belirginleşiyor; henüz bilmediğimiz şey ise buna ne denli hızlı yelken açacağı. Hemen her şey, Trump’ın Amerikan Kongresinde karşılaşacağı (gerek Demokrat gerekse Cumhuriyetçi) muhalefete ve kendisine oy vermemiş Amerikalı çoğunluğun geri itişine bağlı.
Ancak herhangi bir hayale kapılmamalıyız: Avrupa, ABD’ye stratejik olarak vekâlet edebilmek için fazlasıyla zayıf ve bölünmüş halde. Dahası ABD liderliği olmaksızın Batı ayakta kalamaz. Bu sebeple, bugün hemen herkesin bildiği şekliyle Batı dünyası, çok çok büyük bir ihtimalle gözlerimizin önünde son nefesini verecek.

Peki arkasından ne gelecek? Emin olun Çin, Amerika’nın yerini doldurmak için hazırlık içinde. Avrupa’da ise milliyetçiliğin  tabutunun kapağı açılıyor ve vakti geldiğinde zebanileri bir kez daha kıtaya ve dünyaya yayacak. 

M.MERZUKİ: MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM



MUHTAÇ OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 20.11.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 9.12.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-ahlaki-devrim


Bugün siyasi, iktisadi ve toplumsal kurumlarımız, çatlaklarla dolu, yıkılma tehlikesiyle yüz yüze, içinde oturanların ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, sallanan binalara benziyor.
Peki ama niçin? Çünkü bataklık üzerine inşa edilmiş durumdalar.
Tıp fakültesinde hocalıkla geçen yıllarım boyunca öğrencilerime hep şunu tekrarlayıp durdum: Sağlık sistemine gerekli her türlü kaynak ve tecrübe aktarılabilir; ancak eğer ki doktorda meslekî vicdan, hemşirede saygı ve hastada disiplin yoksa sistem çatırdayıp çöker.
Sistemlerimizdeki krizlerin ekseriyeti işte hep bu türden. Yani köklerine krizlerin en kötüsü olan ahlaki kriz iyice sinmiş durumda.
Ahlaki kriz o denli tehlikeli ki konuyla ilgili vizyonumuzu yenilememiz şart; yoksa bizatihi “ahlak” söylemi, bu krizin semptomlarından biri olarak kalacaktır. Yani meşhur şair Ahmed Şevki’nin alakalı alakasız tekrarlanagelen “Milletler ahlaklarıyla kâimdir, ahlak gitti mi milletler de yok olup gider” beyitiyle toplumumuzdaki ahlaki çöküşe dair timsah gözyaşları dökülen yapay, klişe söylemden artık uzaklaşılması lazım. Zira Peygamberlerin Peygamberi Efendimiz’in (SAV) tamamlamak üzere gönderildiği güzel ahlaka tam olarak hiçbir zamanda ya da mekanda ulaşılamadı.
9. yüzyıl Arap toplumu için Câhız’ın yazdıklarını, 17. yüzyıl Fransız toplumu için Molière’in tiyatrolarını, 19. yüzyıl Rus toplumu için Dostoyevski’nin romanlarını okuduğunuzda aslında “meselenin hep aynı” olduğunu göreceksiniz.
Öncelikle kavramı tam olarak anlamaya çalışalım.
Uyulup uyulmadığına veya riyakârca istismarına bakmaksızın, toplumda eğitimle ve vaazla teşvik edilmekte olan değerler listesini ele alalım. Bu liste, her kültür tarafından farklı sıralamalarla yapılsa da aynıdır. Geçmiş nesillerin deneyimlerinden süzülen bir özet ve bir hayat tecrübesi olduğundan nesilden nesle aktarılarak zaman içinde sabitleşir. Güngörmüşlerin bir tavsiyesi niteliğinde olup lisanıhâlle şöyle der: “Dikkatli olun, biz yalanı bizzat tecrübe edip gördük ki yalancının mumu yatsıya kadar yanar... Kardeşlerimizin arkasından kazdığımız kuyuya kendimiz düşüverdik...”
Değerler, insanlık tecrübesinin bir hazinesidir; hem bireysel hem de toplumsal bazda, imkan dahilindeki en iyi hayat için en iyi tavsiyelerin aktarıldığı bir tecrübeler hazinesi... Aynı zamanda bir ikazdır; değerlere uyulmadığı takdirde, bazen anlık menfaatler elde edilse dahi sonunda zararlara uğranacağına dair bir ikaz…
O zaman değerleri, asırlar boyunca insanoğlunun tecrübesiyle kanıtlanan ve –o an ödenen bedele rağmen– bireyin ve toplumun menfaatine en iyi şekilde hizmet eden duruş ve davranışlar bütünü olarak tarif edebiliriz. İki menfaat birbiriyle çatıştığında en uygun seçenek, toplumun menfaatini bireyin menfaatine öncelemek suretiyle bir bütün olarak toplumun zararlarını azaltmaktır. Bunun için bütün toplumlar, kendini feda etmeyi değerler listesinin en başına koyar.

Gayriahlaki davranışlar neden pekişir?
Soru şu: Yüzyıllardır bitip tükenmeyen nasihatlere ve yine bireylere ve toplumlara verdiği apaçık zararlara rağmen, gayriahlaki davranışların zamanı ve mekânı aşarak yayılıp pekişmesinin sebebi ne?
Bu şaşırtıcı soruya cevaben İtalyan sosyolog Costantino Cipolla, bunun sırrı insan tabiatında gizlidir, diyor. Konuyla ilgili tasnifi ırka, dine ve dile değil, –gerek bizim gerekse dünyamız üzerinde tesirli tek ölçüt olduğundan– eylemlerin sonucuna bakarak yapmaya davet ediyor.
Cipolla, bu perspektiften insanoğlunu dört “kategori”ye ayırıyor:
-          Eylemleri kendisine ve başkalarına fayda sağlayanlar, akıllılardır.
-          Eylemleri kendisine fayda sağlayıp başkalarına zarar verenler, kötülerdir.
-          Eylemleri kendisine zarar verip başkalarına faydalı olanlar, akılsızlardır.
-          Eylemleri kendisine ve başkalarına zarar verenler, ahmaklardır.
Kötü haber şu: Sürekli gayriahlaki davranışlar sergileyen ahmaklar, kötüler ve akılsızların oranı, kadınlarla erkekler, medenilerle vahşiler, okuma-yazma bilmeyenlerle âlimler ve yönetenlerle vatandaşlar arasında hep aynıdır. Daha kötüsü ise “parlak” gelecekte hiçbir şey değişmeyecek; zira bu yapı eğitim, din ve siyasetin baş edemeyeceği değişmez bir unsurdur.
Ben Cipolla kadar karamsar değilim. Zira bu “kategoriler” siyah-beyaz, kadın-erkek gibi değişmez olgular değil, değişebilir dinamiklerdir.
Bütün eğitmenler, özellikle 2-5 yaş arasındaki çocukların emretmeyi seven narsist benciller olduklarını bilirler. İstediklerinin hemen gerçekleşmesini isterler. Bunun için ebeveynlerine her türlü baskıyı ve şantajı yaparlar ve genellikle başkalarını hiçe sayarlar. İçgüdüsel şiddeti had safha kullanırlar.
Burada ebeveynler olarak rolümüz, nezaketi, saygıyı, sabrı ve başkalarıyla paylaşmayı öğreterek küçük yaramazları  ehlileştirmektir. Bütün yaptığımız, çocuklara örnek olmak ve nasihat etmek, bazen de hafifçe vurmaktır. Böylelikle çocuğu toplum içinde eriyip entegre olmaya ve hem topluma faydası dokunup hem de ondan faydalanması için olgunlaşmaya zorlamaktır.
Bu olgunlaşma süreci çocukluktan ergenliğe, gençlikten olgunluğa ve yaşlılığa kadar devam eder. Yıllar geçtikçe tecrübesi derinleşir ve hem insanlara hem de kendisine faydası dokunacak etkin davranışları giderek artar.
Asıl problem, bireyin hiç durmadan işleyen biyolojik saati ile kimilerinde durup kalan psikolojik olgunlaşma saati arasındaki farklılık. Bundan dolayı, 50’li yaşlardaki ergenlerin ve 60’lı yaşlardaki çocukların, yani yaşları ilerlese dahi çocukların bencilliğini, narsistliğini ve yalana, şiddete vs. meyyalliğini sürdüren şahısların sıkıntısını her daim çekeriz.
Doğru olan teori, ister Cipolla’nınki ister benimki olsun, isterse her ikisinde de doğru taraflar bulunsun, sonuç tektir: Sürekli kendisine ve başkalarına zarar verici davranışlar sergileyen insanlar hep vardır. Zamana ve mekâna göre oranı değişse de hep var olan bu sabit olguyla toplumlar nasıl baş etmeli?

Tunuslular Fransa’da neden farklı davranır?
1970’lerin ortalarında Fransa’daki öğrenimimi tamamlayıp Tunus’a döndüğümde merakımı celbeden olgu, Tunusluların kuyruğa girmek sözkonusu olduğunda yaptıkları üçkâğıtlardı – ki bu hâlâ devam ediyor.
Devlet dairelerinde olsun, hastanelerde olsun, [Tunusluların kendi ülkelerinde] çalışma hayatındaki uygulamaları anlatmakla bitmez. Hele ev yaptırmaya kalkışırsanız sinirleriniz yıpranır gider.
Oysa aynı insanları Fransa’dayken düzgünce kuyruğa girmiş, Fransız hastanelerinde ciddi, disiplinle ve samimiyetle çalışırken görüyordum. Ben de onlardan biriydim.
Eğer ki Tunuslular tembellik, sahtekârlık ve disiplinsizlik geni taşısalardı, Fransa’daki davranışları da tıpkı Tunus’taki gibi olurdu. Ancak durum böyle değil, kusur bireylerde değil.
Peki sebep ne?
Sebep, [Fransa’da] kamusal alanda her türlü ihlali yasaklayan ve cezalandıran katı bir kültürel atmosfer olması. [Orada] hiç kimse annesini kim kandırıyor sorusuyla ilgilenmez, ama vergi idaresini kandıranın –uzaktan bir akrabası üst mevkilerde dahi olsa– başı fena halde derde girer.

Kamusal alan ile özel alanı ayırmak
Bu noktada, tutumlarımızı ve davranışlarımızı sergilediğimiz kamusal alan ile özel alan arasında köklü bir ayrım yapma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Aksi takdirde ahlaki geri kalmışlığımızı yanlış anlamayı sürdüreceğiz.
Eğer Araplar, Batılılar, Afrikalılar ve Asyalılardan temsili bir örneklem alıp dar özel alandaki, yani sadece aile ve arkadaş çevresindeki davranışlarını incelerseniz, ahlaki ve gayriahlaki davranışların oranında çok büyük bir ihtimalle öyle derin bir fark bulamazsınız. Fransızlarla Tunuslular arasında yalancılarla dürüstlerin, iftiracılarla iftiracı olmayanların ve ciddilerle gayriciddilerin vs. oranının aşağı yukarı aynı olduğunu göreceksiniz.
Bir de binlerce yabancıyla muhatap olunan kamusal alana çıkıp inceleme yapın. Kamusal alanda çocukça davranışlar ille de ortadan kalkmayacaktır; ancak topluma bir bütün olarak zarar verici davranışları çevrelemede ve caydırmada etkili olan, çeşitli ve farklı toplumsallık siyasetleriyle karşı karşıya kalacaksınız.
Soru şu: Kamu menfaatlerini tam kalbinden vuran tehlikeli işler neler? Cevabı zor değil ve bütün toplumlar için geçerli: Yolsuzlukla uzaktan ve yakından alakalı her şey.
Bazıları bu suçun halktan çalınanın miktarıyla alakalı olmadığını anlayamıyor. Zira bu miktar ne kadar büyük olursa olsun, sadece büyük sorunun küçük bir parçası, yani denizde bir damla.
Yolsuzluğun asıl tehlikesi çalışma, dürüstlük, eşitlik ve doğruluk değerlerine darbe vurması. Nitekim bu gidişat yüzünden toplumda şu kanaat yaygınlaşıyor: “Eğer kıt kanaat geçinmek istiyorsan çalış; ama servet elde etmek istiyorsan başka yollar ara.” Yani yolsuzluk yapmanın yolunu...
Şimdi de yolsuzluğun doğurduğu sonuçlara ve hem geçmişte hem de bugün hak ve hürriyetleri yerle bir etmiş istibdatla ilişkisine bakalım.
Yolsuzluğun boyutunu en iyi bilen, yozlaşmış hükümdardır. Bu yüzden yolsuzluğu örtmek için eleştirileri bastırmak ve tüm özgür sesleri susturmak zorunda kalır. Daha sonra da bu seslerin sahiplerini korkutmak için işkenceye başvurma gerekliliği ortaya çıkar. Rejimin savunucularını artırmak için mümkün olduğunca fazla sayıda insanı yolsuzluğa bulaştırmak gerekir. Muhasebe ya da takibat yapılmayacağından emin olmak için de yargıyı kontrol siyaseti devreye girer.
Bağımsızlığa kavuşmamızdan bu yana [Arap dünyasında] bizi yönetenler alenen hep narsizme, bireyselciliğe (personalizm), akraba kayırmacılığa, bölgeselciliğe ve utanmazca yalana tevessül ettiler. Böylelikle bu davranışları, tıpkı bir hastanın bedenine yayılan kanser hücreleri gibi, toplumsal bünyeye sirayet ettirerek genele yaydılar. Gerçek şu ki bizi sağlığa kavuşturmasını beklediğimiz doktorların bizzat kendileri, toplumun en tehlikeli hastalıklarının bizzat uygulayıcıları, taşıyıcıları ve yayıcıları.
Böylelikle karşınızda, beyninde bir tümörle başlayıp ardından bedenindeki bütün hücreleri saran toplumsal kanserle malul durumda bir toplum var.
Arap-İsrail çatışmasına bir de bu açıdan bakın.
İsrail’in farkı ne?
İsrail’deki ırkçıların insanlarımıza gayriahlaki bir şekilde davrandığına hiç şüphe yok. Ancak bütün zulümlerinden ve ihlallerinden duyduğumuz öfke, İsrail’in bizden askeri, iktisadi ve ilmi üstünlüğünün bir tesadüf olmadığı, bu alanlarda bizden üstünlüğünün en önemli sebeplerinden birinin ahlaki üstünlüğü olduğu gerçeğinin üzerini örttürmemeli.
Delilimiz ne? Bugün İsrail hapishanelerinde, siyasi bir mücadele çerçevesinde düzmece değil, gerçekten yolsuzluğa bulaşması nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış eski bir başbakan [Ehud Olmert] ve dahası cinsel taciz davasından mahkûm olmuş eski bir cumhurbaşkanı [Moşe Katsav] var. Bu, arızi bir olay değil; vatandaşlar (tabii ki Yahudi olanlar) arasında kanun önünde eşitlik olduğunun bir göstergesi ve aynı zamanda yolsuzluğa karşı şiddetli bir savaş olduğunun bir işareti ki bu savaş, çalışmanın ve dürüstlüğün kendilerinden beklenen yapıcı rolü icra etmesine de imkân sağlıyor.
Bu sayede küçük bir devlet olan İsrail, bizim hastalıklı bütün devletlerimizi mağlup edebildi. Ve yine bu nedenle kanser, hastalıklı ümmetimizin bedenini bütünüyle sarmadan evvel yolsuzluk tümörünü yok etmezsek hiçbir alanda başarılı olamayacağız.
Peki, yolsuzluğa nasıl karşı konabilir? Tabii ki özel alanda eğitimle. Ancak devlet piramidinin en tepesinde yolsuzluğa batmışların bulunması, bir kesimin bu eğitimden kaçtığının veya eğitim alsalar dahi fiiliyatta bundan hiç nasiplenemediklerinin bir delili.
İşte bu noktada hukukun rolü devreye giriyor. Zira hukuk, kamusal alanda ahlakın en önemli koruyucusu. Kim bilir, belki de meşhur şair Ahmed Şevki’nin beyitini “Milletler hukukla kâimdir, hukuk gitti mi milletler de yok olup gider” şeklinde yorumlama zamanı geldi.

Yolsuzluk ve hukuk
Ahlak meselesinin teorik ana çerçevesini artık ortaya koyabiliriz:
— İnsanoğlunun başkalarına zarar vermeden bireylerin ve grupların menfaatlerini garanti altına alacak tutum ve davranışlara dair bir tecrübe hazinesi var. Buna ahlak hazinesi denir.  
— İnsanoğlu, grubun aleyhine de olsa kendi bireysel menfaatine ulaşmaktan başka hiçbir şeye önem vermeyen, içgüdüleriyle yetişmiş birçok nesil gördü geçirdi.
— Bu nesillerin eğitilmesi için ilk savunma hattı, üç kurumdan müteşekkil bir filtre: aile, okul ve cami (kilise veya diğer kültürleri de dikkate alırsak genel olarak mabetler). Bu kurumlar görevlerini yerine getirdiklerinde şunu tekrarlamamız lazım: “Eğitmenlere, öğretmenlere ve vaizlere saygı gösterin”. Onlar olmasaydı toplum, içinde en vahşi ve kötülerden başka kimsenin yaşamayacağı bir orman olurdu.
— Ancak söz konusu filtre çok önemli olmakla birlikte tüm meseleleri tek başına çözemez ve bu noktada ikinci savunma hattı, yani hukuk devreye girer. Hatırlatmak isterim ki yol ortasında insan satmayı, eğitim ve vaazlar sayesinde değil, köleliği yasaklayan kanunlar neticesinde bıraktık. Bu kanunları koyanlar da ailesinde, okulda ve dini kurumlarda iyi eğitim alanlardı.
— Bütün halkların tecrübelerinden hareketle bugün apaçık olan şey şu ki, kitlesel olarak yıkıcı davranışların en büyük nedeni yolsuzluk. Yolsuzluğun ortadan kalkabilmesi de ancak ve ancak (i) son derece katı kanunlar konmasına, (ii) yozlaşmamış hür bir basın, rüşvetçi hâkimlerden temizlenmiş bağımsız bir yargı ve diğerlerini temizleyen bir güvenlik aygıtı gibi yolsuzluğu açığa çıkarmak için etkili mekanizmalar oluşturulmasına ve (iii) özellikle de farkındalığı yüksek bir sivil toplumun ve bitmek bilmez savaş boyunca gözünü kırpmadan uyanık kalan yozlaşmamış bir siyasi iktidarın varlığına bağlı.
Hukukun rolü tabii ki sadece yolsuzluk meselesiyle sınırlı değil. Genel ahlakın -hiç kimsenin çiğneyemeyeceği kanunlar olmadan- kendi başına düzenleyemeyeceği birçok alan var. Mesela umuma açık alanlarda sigara içmenin yasaklanması, gürültü yapanların ve çevreyi kirletenlerin cezalandırılması...
Ancak ve ancak bu şekilde büyük halkları üreten bütün değerleri, özellikle de kamu yararı için canla başla çalışmayı, adil rekabeti, doğruluk ve dürüstlüğü tekrar canlandırabiliriz.
— “Gerekli tüm kanunlar var olduğu halde yolsuzlukla birlikte diğer yıkıcı davranışlar bizi hâlâ çürütüyor” diyenler olabilir. Onlara cevabım şu: Kanun zorunlu bir şart olmakla birlikte kendi başına yeterli değil. Eğer ki evladınızın Peygamberlerin Peygamberi Rasulullah’ın (SAV) güzel ahlakına uygun şekilde yetişmesini istiyorsanız, ona bir kanunlar listesi hazırlayıp öylece eline tutuşturmamanız, bu güzel ahlakı kendinizin de bizzat yaşayarak bir model ve örnek olmanız lazım. Kamusal alandaki mekanizma da aynı şekilde işler. Eğer ki devlet başkanları, krallar, prensler, valiler ve üst düzey devlet erkânı ya kendi kanaatleriyle ya da hukuktan duydukları korkuyla vatandaşların önünde bir model olmazlarsa, bizler aynı kısır döngü içinde daha çok dönüp dururuz.
Son olarak, kendisini ve çocuğunu besleyecek parayı bulamayan bir kadının bedenini satmasını ahlaksızlık olarak yargılayamazsınız. Asıl kınanması gereken o değil, toplumdur.
Aç olandan çalmamasını istemeden evvel ona bir ekmek verin.
Cahili cehaleti yüzünden kınamadan evvel, “Ben kime ne öğrettim?” diye kendinize sorun.
Başkalarından ahlaki davranış beklemeden evvel “Ben örnek biri miyim, yoksa emirler yağdırmakla yetinen biri miyim?” sorusunun yanıtını verin.


6 Aralık 2016 Salı

M.MERZUKİ: MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM




MUHTAÇ OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM


Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 18.9.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 18.11.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-fikri-devrim


1960’lı yıllarda toplumlarımızda bu denli büyük bir mezhepçilik, aşiretçilik, bölgecilik ve sınıfsal nefret olduğunu kim düşünebilirdi ki? Bu derin çatlakların varlığını hep inkâr ettik; vatanperverlik ve milliyetçilik kabuğuyla üzerlerini örttük. Ama bu süreçte gelişen olaylar, henüz fikrî açıdan teşhis koyamadığımız ve siyaseten çözüm üretip tedavi edemediğimiz o derin nefreti yüzümüze çarptı.
Tarihin derinliklerinden miras kalan bu çatlaklar yetmezmiş gibi, geçen yüzyılın ortalarından itibaren bunlara bir de (farklı türlerden) İslamcılar ile (sekülerler, liberaller, laikler, solcular gibi) modernistler arasındaki derin ayrılık eklenerek işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Bu iki akım arasındaki mücadele, hiçbir zaman yapıcı bir rekabet ve fikir alışverişi düzeyinde olmadı. Geçmişte de, günümüzde de yaşanan hep karşısındakini kendi vesayeti altına alma ve dışlama rekabetiydi. Her akım, toplumun bir kesiminin varlığını inkâr etti veya onu hor gördü ya da imkân bulduğunda ona baskı ve işkence uyguladı. Buna mukabil söz konusu akımların toplum açısından kayda değer bir faydaları olmadı.
Ne modernistler ne de halkların kendilerine ümit bağladığı İslamcılar, iktidara geldiklerinde toplumun problemlerini çözme noktasında rüştlerini ispat edebildiler. Hal böyle olunca kendilerini meşrulaştırmak ve pazarlamak için geriye, “gerici karanlık güçler”e karşı toplumu koruyan “modernleştirici” kahramanlar veya “kökü dışarıda olanlar”a ve “Batı’nın ajanları”na karşı bir kalkan olan siyasi İslam’ın süvarileri mitleriyle karşı tarafı korkutmaktan ve rakiplerine karşı kitleleri harekete geçirmekten başka bir şey kalmadı.
Ne ağır bir insanî bedel!
Herhangi bir tarihçi çıkıp da Cezayir, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde hayatını kaybeden, hapse atılan, işkence gören, sevdiğini yitiren, dul ve yetim kalan, mülteci durumuna düşen ve böylece hayatı mahvolan insanların sayısını belirleyebiliyor mu? Her bir istatistik yüz binlere işaret ediyor olmalı. Ama daha da dehşetengiz olan şey, bu ağır bedelin boşu boşuna ödenmiş olması.
Toplumsal açıdan bunun maliyeti şu şekilde:
1.      Gerginlik, şiddet ve bölünme ikliminin giderek artması ve hatta – tıpkı Mısır’da Sisi darbesinden sonra olduğu gibi – [Müslüman Kardeşler’i] affetme, “Siz de halksınız, biz de” şarkısında görüldüğü üzere bu iklimin artık marşlarla terennüm edilir düzeye gelmesi.
2.      Fakirlik, işsizlik, yolsuzluk gibi gerçek afetlerle mücadele için sarf edilmesi gereken bütün o devasa enerjinin heder edilmesi. Aslında bu problemlerin hepsinin ahlaki, siyasi ve iktisadi çözümleri var ve söz konusu çözümler, o veya bu ideolojiyle bağlantılı olmayı ve herhangi bir gruba mensubiyeti gerektirmiyor.
3.      Bu afetlerin çoğunun nedeni ve kökeni, istibdat süresinin uzadıkça uzaması. Tıpkı 1990’larda Tunus’ta olduğu gibi, nice modernistler İslamcı canavardan kendilerini korusun diye eski düzenin kucağına düştüler. Ve yine Tunus’ta son dönemde nice İslamcılar, kökten yok edilmekten kurtulmak için aynı kucaklara oturdular. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutuldular.
Ancak sonuç, her daim bozguncuların/fitne odaklarının menfaatine. Budalaların yürüttüğü fikrî-ideolojik kavgalar bunların umurlarında bile değilken, en temel endişeleri hep hilekârların para üzerinden girdikleri çekişmeler oldu.

İslamcılarla modernistlerin kutuplaşması nasıl kırılır?
Bütün siyasi partiler ve fikrî akımlar içindeki âkillerin, İslamcılarla modernistler arasındaki bu ikili kutuplaşmayı kırmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Zira bu kutuplaşma, mevcut sefaletimizin ve geri kalmışlığımızın en önemli sebebi.
Peki, bu nasıl olacak? Başarmanın yolu, hiç de kolay olmayan iki tür mücadeleden geçiyor:
Siyasi mücadele: 21. yüzyıl partilerini belirlemek (yaratmak) üzere siyasi bir mücadele verilmeli. Bu mücadelede totaliter bir vizyona sahip olanlara, hazır çözümlere ve toplum kesimlerinden herhangi birinin hor görülmesine kesinlikle yer olmamalı. Siyasi partiler, mensuplarını bütün ideolojileri kesen ortak hedef ve değerler ve yine ideolojileri aşan değerler etrafında toplamalı. Ahlak İslamcıların, fakir sınıfları sevmek solcuların tekelinde olmadığı gibi, modernite de sadece laiklerin bir alamet-i farikası değil.
Fikrî mücadele: Bu partiler, ikiz düşmanların (modernistlerin ve İslamcıların) görüşlerinden tamamen farklı bir fikir geliştirip bunu ete kemiğe büründürmeli ve savunmalı; yoksa başarısızlıklarına başarısızlık katmaktan başka bir şey yapamazlar. Gelinen noktada bu öldürücü hastalığın gizli kaynağını anlamak ve ondan kaçınmak için ikiz düşmanların fikrini otopsi masasına yatırmamız lazım.
Gençliğimden beri dikkatimi çeken ve bu ideolojilerle sürekli bir fikrî mücadele içinde olmama yol açan temel olgu şuydu: Söz konusu ideolojilerin ortaya koydukları düşünceler birbirinden son derece farklı olsa da düşünme biçimlerinde büyük bir benzerlik mevcuttu.
Her iki tarafın tezlerine olan ilmî merakım, yavaş yavaş bu akımların düşünme biçimini anlama çabasına dönüştü. Bu çabalarımın neticesi ise 25 yıl önce kaleme aldığım Aklın Hapishanesinde adlı kitabım oldu (Bu kitap internet sitemde de mevcut). Kitapta din ve mezhep farklılıklarına rağmen bu ideolojik grupları aynı noktada buluşturan şeyleri açıklamaya çalıştım.
Buna göre, söz konusu ideolojik grupların hepsi kibirli ve ötekini reddetme eğilimindeydi. Karmaşık gerçekliği basite indirgeme ve hareketli/devingen olanı sabitleme konusunda hepsi aynı yöntemi kullanıyor, şek ve şüphe veya görecelilik nedir bilmeyip aynı çıkarımlara ulaşıyordu.
Görünüşte aşırı İslamcı ile aşırı modernist kadar birbirine uzak iki akım yoksa da derine inildiğinde birbirine bunlar kadar yakını da yok. Her ikisi de aynı totaliter düşüncenin rahminden doğmuş, birbirine kaburga kemiği gibi sıkıca bağlı ikizler. Ve her biri diğer yarısından ayrıldığı takdirde ölüme mahkûm. Zira biri olmadan diğeri olmaz, varlıklarının devamını birbirlerine borçlular.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu ilk iddia eden de ben değilim. İbnü’l-Mukaffa yüzyıllar evvel bu olguya dikkat çekmiş. Kendisinin şu ifadeleri muhteşem: “Dinlere gelince, çok ve çeşitli olmakla birlikte temelde üç türdür: Dinlerini atalarından miras alan kavimler, dine zorla girenler ve dünyaya talip olanlar. Hepsi de kendisinin doğru yolda ve hidayete ermiş, kendisine muhalefet edenin ise yanlış yolda ve dalalet içinde olduğunu iddia eder.”

İdeolojiler, tepeden bakma, fikri körlük
Her ideolojinin “Biz doğru yoldayız ve hidayete ermişiz, bize muhalefet edenler ise yanlış yolda ve dalalet içinde” şeklindeki kanaati, işte bu ortak zihniyetin temel taşı. İster tutucu isterse açık fikirli olsun, tek bir ideoloji dahi bilmiyorum ki, “hakikati elinde tutan” bu ideolojinin mensubu değilseniz size tepeden bakmasın. İşte bu kibir, bütün fikirleri öldüren şeyin ta kendisi. Zira aldandığı ideolojinin gözlüğüyle dünyaya bakan, tıpkı Hz. İsa’nın buyurduğu gibi, “Kendi gözündeki merteği görmezken kardeşinin gözündeki saman çöpünü görür” ve sonunda fikrî körler hiçbir şey göremez hale gelirler.
İdeolojilerin ikinci ortak özelliği, anlamaya ve değiştirmeye çalıştığı gerçekliğin en önemli vasfı olan karmaşıklığı ve dinamizmi inkâr etmesi. Maxime Rodinson diyor ki “Yüzlerce ve binlerce çeşit Marksizm var. Marx o kadar çok şey söylemiş ki herhangi bir fikri meşrulaştırmak için onun mirasından bir şeyler bulmamız gayet kolay. Bu miras adeta bir kutsal kitap gibi. Şeytan bile bunun içinden kendi sapkınlığını destekleyici şeyler bulabilir.”
Laiklik dendiğinde ne kastedilir? Radikal veya ılımlı Fransız laikliği mi, İngiliz sekülerliği mi, yoksa Türkiye’deki Kemalizm mi? “İslam (veya siyasal İslam) çözümdür” teorisyenlerini de aynı minvalde bir karşılaştırın. Onlar da onlarca, hatta belki de yüzlerce çeşide ayrılıp karmaşıklaşıyor ve parçalanıyor. İslamcılık yelpazesi içinde yer alan IŞİD’in, el-Kaide’nin, Müslüman Kardeşler’in, Nahda hareketinin, Hizbu’t-Tahrir örgütünün, Ayetullahların çözümlerinden acaba hangisi gerçek çözüm?
Fakat “Ey Davud, Zebur’u kime okuyor, kime hitap ediyorsun?”. İdeolojik fikirler gerçeklikle örtüşmez. Kendi içinde çelişen onlarca “modernlik”, birbirini boğazlayan onlarca çeşit “siyasal İslam”… (Genel olarak) İslam, modernizm, demokrasi, sosyalizm gibi ideolojilerin gerçeklikle alakası olmayan, her yere çekilebilir muğlâk kavramlarla tanımlandığını görürsün.
Bütün bu kavramlar, sadece “fikirler bütünü”dür, yani semboller âlemindeki kurgusal teoriler dünyasından başka bir şey değil. O dünyaya fildişi kulelerinde gerçekliğin kaosundan korunan kibirli aydınlardan başkası uğramaz. Bu gerçeklik uzun zaman evvel insanoğlunun hakikatinden ayrıştı. Aydınlar buralarda hayali savaşlar yaratmakla kalmaz, hayali uzlaşmalar da yaparlar. Gençliklerini boşu boşuna İslam’la sosyalizmi bağdaştırmakla zayi eden onca insanı hatırladığımda bu zavallılara acımaktan kendimi alamıyorum.
20. yüzyılın en büyük iki fizikçisi Einstein ve Niels Bohr’un ölümü, onların tabiatta hâkim olan güçlerin doğası hakkında birbiriyle çelişen görüşlerini ve bu iki büyük bilim adamının görüşlerini bağdaştıran bir teori bulma çabasıyla her ikisinin de takipçileri arasında bugüne kadar süren şiddetli tartışmaları ortadan kaldırmadı. İslam’la sosyalizmi bağdaştırma problemi ise sosyalizmin çöküşünün ardından bir gecede sona eriverdi ve bu da gösteriyor ki söz konusu çaba, ideolojik düşüncenin ürettiği birçok problem gibi, dönemsel bir problemden başka bir şey değil.

İslam ve demokrasi bağdaşır mı?
Bugün de aynı zihniyet İslam’la demokrasiyi bağdaştırma olgusuyla tekrar ediyor. Ancak yukarıda sözü geçen İslamlardan hangisi demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyle bağdaşmayan diğer İslam çeşitlerini ne yapacağız? Acaba geçmişte siyasal İslam’ın şu ya da bu çeşidi demokrasiyi dışladı diye şimdi biz de tutup onları demokrasi adına dışlayacak mıyız? “Gerçek” İslam’ın temsilcisi diye şu veya bu tarafın görüşünü destekleyenlerin hepsi aynı iddiayı dile getiriyor ve iddiasından başka buna bir delil de gösteremiyor. Buna bir de demokrasinin teoride tek olmasına rağmen fiiliyatta çeşit çeşit olduğu ve üstelik bir yığın eksik ve gediklerle dolu ve her an değişim halinde olduğu gerçeğini de ekleyerek şu soru üzerinde düşünmek lazım: Kendi içlerinde zıtlıklarla malul olan ve durmaksızın değişen iki şey nasıl birbiriyle bağdaşacak?
Bu durumun gerçeklikle tek bağlantısı şu: Bu bağdaştırma ve uzlaştırma çabası, kimileri için bir geçim kaynağı olan ve kötü niyetli çevrelerin çıkarlarına hizmet karşılığında finanse ettiği bir “iş” koluna dönüştü. Eğer bir gün bu çevreler siyasetlerini değiştirirse, bununla geçinenler kayıplara karışacaklar ya da bu “bağdaştırma/uzlaştırma işi”nden çıkarları olan başka finansörler arayacaklar.
İdeolojik olanları bir araya getiren en önemli şey, kibir, yüzeysellik, hayali savaşlar ve barış anlaşmaları üretmek değil, bağımlılıktır.
İbn Haldun bize şunu öğretti: Hezimete uğrayan, muzaffer olanı taklit eder. İşte bu tam da her iki tarafın düşünme biçiminin özü. Bir kesim tarihi baz alarak geçmişteki muzafferleri, yani gerçek ve hayali ecdadımızı; diğer kesim ise coğrafyayı baz alarak günümüzün muzafferlerini, yani yine gerçekteki ve hayallerdeki Batı’yı taklit ediyor.
Aşırı İslamcılara bakarsanız tarihe, aşırı modernistlere odaklanırsanız coğrafyaya bağımlılık karikatürünü görürsünüz. İlki, hiçbir beis görmeden cariyelik ve köle ticaretini yapan insanların izinden gidiyor. Diğeri ise, eşcinsel evliliklerini modernitenin zirvesi olarak görüyor. İlki, insanın gözlerinden başka hiçbir yerinin görünmediği burka giyiyor, diğeri  – şıklık adına – dizi yırtık kot pantolonlara bir yığın para ödüyor. Kadınlarımızı ne geçmişten gelen ne de dışarıdan ithal edilmiş, tamamen Arap moda tasarımcılarının dehasının bir ürünü olan Arap kıyafetleri içinde gördüğümüz ve Paris, Tokyo ve Boston'daki şık kadınların da bunları almak için yarışır hale geldiği gün, kesinkes verimsiz bir ümmet olmaktan çıktığımız gündür. Zira kıyafet ihracı, ümmetin diğer alanlardaki üstünlüğünün dışa yansıyan sadece bir yönü olacaktır.
İnsanlar 21. yüzyılın başında gerek gerçek gerekse sonradan Araplaşmış biz Arapların hicri 1. yüzyıldaki Araplar veya siyahlaşmış Batılılar vs. olmadığımızı nasıl ve ne zaman anlayacaklar?
Peygamberlerin Peygamberi, geçmişi tekrar etmek veya Kureyş düzeniyle arasında orta yolcu bir çözüm bulmak üzere gelmedi, keza onlarla çatışmaktan da kaçınmadı; kavminin siyasi ve fikrî yapısında köklü değişiklikler yapmak üzere geldi.
Aynısı Batı modernitesi için de geçerli. Batı modernitesi, eski teolojik düşünceden köklü bir kopuş üzerine inşa edildi ve Giordano Bruno ve Galileo Galilei gibi düşünürler bu özgürlük için çok büyük bedeller ödediler. Ancak diğer taraftan, Batılıların Ay’ın yüzeyinde yürümelerini sağlayan yolun önünü de onlar açmış oldular.
Daha da önemlisi, her iki durumda da düşüncenin evrimi sistem içinden geldi. Tıpkı İslami sıçrama gibi, Batı modernitesi de kendi gerçeklikleri içinde derinleşen yerel düşünürlerin üretici, geliştirici, yenileyici ve bazen de dışarıdan aktarıcı, ama bunu da kendi dilleriyle, tamamen kendi iradeleriyle, tercih ve karar almada bağımsız duruşlarıyla gösterdikleri çabaların bir sonucuydu.
Bu okumadan şu dersleri çıkarabiliriz:
— Sadece geçmişten gelen veya dışarıdan ithal edilen okumalarla bir gerçekliği anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Sürekli hareket/devinim halindeki bir dünyayı sabit düşüncelerle anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Karmaşık bir gerçekliği basite indirgeyen bir düşünme biçimiyle anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
— Bir toplumsal gerçeği ancak topluma içeriden bakmak suretiyle ve kültürel özellikleri, nesnel şartları ve çatışma dinamiğinin unsurları eşliğinde anlayabilir ve geliştirebilirsiniz.
— Bir toplumu, kendi mirasıyla bağlarını tepeden dayatmalarla toptan koparttırmak suretiyle de, sadece ve sadece bu mirasa bağlı kalıp sonuna kadar bütünüyle sürdürmeyi dayatarak da anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Zira toplumların istikrarı için değişime, değişimi için de istikrara ihtiyaç vardır.
— Büyük tecrübeyle şekillenen bir gerçekliği tecrübeye dayalı olmayan bir akılla anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Tecrübeye dayalı akıl, hatalarını meşrulaştıran değil, ondan ders alıp düzelten akıldır.

— Çok büyük bir devinim ve artan bir karmaşıklık içinde, zorlu dengeler kurma arayışındaki bir toplumda taklit değil, yenilik unsuru değilsen, faal bir aktör olamazsınız. Sloganınız şu olmalı: “Gerçek genç, işte ben buradayım diyendir; babam böyleydi diyen değil”.

M.MUAŞİR: ARAP DÜNYASI İÇİN İKTİSADİ ÜLTİMATOM



ARAP DÜNYASI İÇİN İKTİSADİ ÜLTİMATOM

Mervan Muaşir (Ürdün eski dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı; hâlihazırda Carnegie Uluslararası Barış Vakfı başkan yardımcısı; “The Second Arab Awakening and the Battle for Pluralism” kitabı yazarı)
Project Syndicate, 16.11.2016


Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ortadoğu ülkeleri temel siyasi ve iktisadi reformlarda gerçek bir ilerleme kaydetmeye başlamazlarsa bölgesel kargaşanın daha da büyümesi kaçınılmaz olur. Onlarca yıldır hükümetlerin sürdürdüğü rantçı sistemler artık bir kırılma noktasında. Siyaset üretenlerin zorlu ama imkânsız da olmayan yeni toplumsal sözleşmeler yapma sürecine başlaması lazım.
Şişirilmiş bütçeleri ve kabarık bürokrasileriyle hükümetlerin sağlık ve eğitim gibi temel hizmetleri yeterince sağlayamaz, gerektiği kadar yeni iş imkânı yaratamaz, gıda ve yakıt sübvansiyonlarını sürdüremez hale geldiği yeni yüzyılın başında Arap ülkelerindeki mevcut toplumsal sözleşmeler aşınmaya başladı. Ancak devlet yardımları azalmasına rağmen liderlerin çoğu, vatandaşlarının kamu hayatına anlamlı bir şekilde katılmamak suretiyle toplumsal sözleşmenin bitişini önledikleri konusunda ısrarcılar.
Arap yönetimleri, petrol gelirlerine yaslandıkları için verimsiz ekonomilerini onlarca yıldır döndürebildiler. Geçtiğimiz on yıllarda Arap ülkelerinin ekseriyeti Ortadoğu’nun bol petrol ve doğalgaz rezervlerinden bir şekilde istifade ettiler. Hidrokarbon üreticisi ülkeler, kârlarını vatandaşlarının sadakatlerini satın almak ve etkili refah devletleri kurmak için kullandılar; petrol üreticisi olmayan ülkeler ise yardım paralarından, sermaye akışından ve kaynak zengini ülkelerde çalışan vatandaşlarının gönderdiği işçi dövizlerinden istifade ettiler.
Petrol üreten ülkelerin hükümetleri, elde ettikleri gelirleri vatandaşlarının ekseriyetinin –iş, sosyal hizmet ve yardım gibi– ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığından, özel sektörü geliştirmek üzere müteşebbisliği ve kendi kendine yetebilirliği teşvik etmek yerine bir bağımlılık kültürü geliştirdiler. Ayrıca gelir elde etmek amacıyla vatandaşlarına vergi koyma ihtiyacı da duymadıklarından mevcut otoriterliğe meydan okuyacak çok az gerekçe vardı. Siyasi kültür basit bir ilkenin yansımasıydı: “vergi yoksa siyasi temsiliyet de yok”.
Şimdi ise petrol fiyatlarının düşmesi ve önümüzdeki yıllar boyunca da düşük seviyede kalması, muhtemelen Ortadoğu’nun rantçı sistemlerini önemli bir meydan okumayla karşı karşıya bırakacak. Mesela Suudi Arabistan, artık vergileri artırıyor, içeride sübvansiyonları kesiyor ve dış yardım paradigmasını hibe vermek yerine yatırım yapmaya doğru dönüştürüyor. Suudi kraliyeti çok uzun bir süredir Mısır, Ürdün ve bölgedeki diğer ülkelere mali yardım yapmaktaydı; dolayısıyla bu değişiklikle birlikte sözkonusu ülkeler, özel sektör büyümesine dayalı bir iktisadi performans iyileşmesi takip etmek zorunda kalacaklar.
Ancak Arap dünyasındaki hükümetler daha fazla istihdam yaratma, kamu borçlarını artırma ve dışarıdan hibe çekme imkânlarının sınırlarına artık ulaşırlarken, mevcut rantçı sistemin kayırdığı bu ülkelerin siyasi ve iktisadi elitinin anlamlı ve esaslı reform çabalarına karşı direnmeleri muhtemel görünüyor. Dahası, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir iktisadi modele geçiş konusunda hiçbir vizyonu bulunmayan devlet bürokrasilerinden de muhalefetin yükselmesi beklenmeli.
Ortadoğu ülkeleri böyle bir geçiş olmaksızın müreffeh ekonomiler geliştirmeyi ümit edemezler. Onlarca yıldır yeraltı kaynaklarının rantına bel bağlamış hükümetlerin bundan böyle sadece yeni büyüme modellerine değil, aynı zamanda daha temsili yönetimlere de geçmeleri şart. Arap toplumlarından sübvansiyonların azaltılmasını, daha az memuriyet kadrosunu ve genel olarak devletin daha az şey vermesini kabullenmeleri istendiğinde, karşılığında onlar da karar alma süreçlerinde daha fazla pay talep edeceklerdir.
Şu an itibarıyla Arap dünyası, sürdürülemez bir iktisadi ve siyasi statüko ile kapsayıcı ve liyakate dayalı bir iktisadi sistem arasında sıkışıp kalmış durumda. Arap hükümetlerinin ekseriyeti, ülkelerinin ihtiyaç duyduğu yönetişim kurumlarını tesis etmeyi pek de düşünmeden kendi kendilerini bu sürdürülebilmesi imkânsız hale soktular.
Aralık 2010’da başlayan ve 2011 Arap Baharı’na yol açan ilk Arap isyan dalgası, aslında eski toplumsal sözleşmenin çöküşünün bir yansımasıydı. Düşen petrol fiyatları ve kapalı siyasi sistemlerden kaynaklı bugünün kusursuz fırtınası ise bilhassa rantçılığın sonunun eski toplumsal sözleşmenin sonu anlamına geldiğini kabullenmeyen yönetimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde yeni bir isyan dalgasını tetikleyebilir.
Bu yönetimler için iktisadi reform bir hayatta kalma meselesi. Daha açık ve şeffaf bir sisteme geçildiğinde Arap yönetimlerinin birçok kamu şirketini özelleştirmesi gerekecek ve müteşebbislerin yeni işler kurmaları çok daha kolaylaşacak. Ve nihai olarak Arap devletlerinin iktisadi performansları, ancak ve ancak vatandaşlarının yönetimde daha güçlü bir söz hakkı edinmesi halinde başarılı olacak.
Tunus, yeni bir toplumsal sözleşmenin eski rantçılığın yerini almaya başladığı bir ülke. Arap dünyasının geri kalanı ise iki alternatifle yüz yüze: Arap liderler, ya artık sürdürülemez durumdaki statüko kanseriyle –tüm acılarına ve nihai kertedeki belirsizliğine katlanarak– mücadele etmeye başlayacaklar veyahut kanserin ölümcül son aşamasına varmasını bekleyerek yok olup gidecekler.