ORTADOĞU KONUŞMALARI
Bölgesel ve Küresel
Perspektiften “Arap Baharı”
Editör:
Zahide Tuba Kor
Küre
Yayınları: İstanbul, Aralık 2014
728 sayfa
Ortadoğu’da
dengelerin derinden sarsıldığı ve olayların baş döndürücü hızda aktığı bir
dönemden geçiyoruz. Bu minvalde, modern Ortadoğu tarihinin en önemli kırılma
noktalarından biri olan “Arap Baharı” an odaklı, sığ ve kısır analizler
tuzağına düşmeden süreç odaklı bir perspektiften ele alınmaya muhtaç.
Bu kitap, Şubat
2011’den Haziran 2014’e kadarki dönemde Bilim ve Sanat Vakfı Küresel
Araştırmalar Merkezi’nin alanında uzman akademisyen, araştırmacı ve
gazetecilerle düzenlediği Ortadoğu’yla ilgili yirmi iki toplantıyı ve bir
söyleşiyi ihtiva ediyor. Çalışma; yerel, bölgesel ve küresel perspektiften
“Arap Baharı”nı değerlendirirken, güncel siyasetin dar çerçevesine
sıkışmaksızın, sürecin arka planına, gidişatına ve muhtemel sonuçlarına dair
kapsamlı bir bakış sunuyor.
İÇİNDEKİLER
Giriş
Ortadoğu Uluslararası İlişkiler Çalışmaları: Tarih, Teori
ve Metodoloji Üzerine Bir Haşiye
Arap Devrimleri ve Uluslararası Sistem: Gidişat,
Problemler ve Hedefler
Mısır’da 25 Ocak Devrimi’nin Arka Planı: “Ekmek,
Hürriyet, Adalet”
Mısır’da İhvan-ı Müslimin ve İslamcılık
Mısır’da “Devrim Hikâyesi” ve Geçiş Sürecinin Temel
Problemleri
“Arap Baharı”nın İlk Demokratik Deneyimi: Tunus Seçimleri
Bir Gazetecinin Gözünden “Arap Baharı”: Suriye, Libya ve
Yemen İzlenimleri
İşgalin Dokuzuncu Yıldönümünde Irak
Ateş Çemberinde Irak
“Arap Baharı”nda Medyanın Rolü
“Arap Baharı”nda Yeni Sosyal Medyanın Etkisi
“Arap Baharı” Sürecinde Rusya’nın Ortadoğu Politikası
Avrupa Birliği-Rusya İlişkilerinde Ortadoğu
Amerika’nın Ortadoğu’da Stratejik Arayışları
Ortadoğu’da Mezhepler ve İslami Hareketler
Ortadoğu’nun Tetiklenen Fay Hattı: Mezhep Gerilimleri
“Arap Baharı” Sürecinde İran’ın Ortadoğu Politikası
İranlı Bir Diplomatın Gözünden Değişen Ortadoğu
İsrail Siyaseti ve “Arap Baharı” Sonrasında
Türkiye-İsrail İlişkileri
İktisadi Açıdan Türkiye-Ortadoğu İlişkileri
2011 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi Paneli
2012 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi Paneli
2013 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi Paneli
Özgeçmişler
ORTADOĞU KONUŞMALARI
Bölgesel ve
Küresel Perspektiften “Arap Baharı”
GİRİŞ
Modern Ortadoğu’yu derinden etkileyen
bazı kritik dönüm noktaları vardır. Bunları (i) Birinci Dünya Savaşı sonunda
Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopuşu ve İngilizler-Fransızlar eliyle bölgenin
yeniden dizaynı, (ii) 1948’de İsrail devletinin kurulması ve müteakip çeyrek
yüzyılda yaşanan dört Arap-İsrail Savaşı, (iii) 1979’daki İran İslam Devrimi,
Mısır-İsrail Barışı ve Afganistan işgali, (iv) 1989’da Soğuk Savaş’ın sona
erişi ve 1991 Körfez Savaşı, (v) 2001’deki 11 Eylül saldırıları ve (vi) “Arap
Baharı” süreci[1]
olarak sıralayabiliriz.
“Arap Baharı” süreci, bir yüzyıl evvel
Batılılar eliyle kurulan ve her kritik dönüm noktasının ardından kısmi
dönüşümlerle yakın döneme kadar gelen devlet yapılarının
çatırdamasına/çözülmesine yol açmış durumda. Yüzyıl evvel dışarıdan
dayatmalarla kurulan bölgesel düzenin artık devam etmeyeceği, bir daha 2011
öncesine dönülmeyeceği aşikâr; ama bugün bizi bir kaosla yüz yüze bırakan bu
sürecin yarın ne yöne evrileceğini ve nihayetinde nasıl bir düzenin ortaya
çıkacağını şimdiden kestirebilmek oldukça zor. Yeni Ortadoğu’nun kaderi, daha
uzun yıllar sürecek bölgesel ve küresel aktörler arasındaki derin rekabete ve
yerel aktörlerin iç mücadelelerinin alacağı seyre göre şekillenecek. Bu haliyle
“Arap Baharı”, bölgenin son yüzyıllık tarihinde en kritik dönüm noktası
diyebiliriz; hem de küresel sistemin dönüşümünü de etkileyecek bir dönüm
noktası…
“Arap Baharı”, Sovyet Bloku’nun
çöküşünün üzerinden yirmi yıl geçmesine ve oldukça genç ve dinamik bir nüfusa
sahip olmasına rağmen, hâlâ Soğuk Savaş kalıntısı bir zihniyetle ve yönetim
yapısıyla idare edilen, hızlı toplumsal değişime ayak uyduramayan bir bölgede
patlak veren, aslında epeyce gecikmiş bir süreçti. 42 yıldır Libya’yı yöneten
Muammer Kaddafi, 33 yıldır Yemen’in başındaki Ali Abdullah Salih, 30 yıldır
Mısır’a hâkim Hüsnü Mübarek ve 23 yıldır Tunus’u idare eden Zeynelabidin bin
Ali 2011’de birbiri ardına devrildi. Onlarca yıldır kâh dışarıdaki İsrail
tehdidini ve Batı emperyalizmini kâh içerideki İslamcı akımların yükselişini
kullanarak meşruiyet sağlamaya çalışan mevcut otoriter sistem çatırdadı. Bu
haliyle “Arap Baharı”, olağanüstü riskleri ve olağanüstü fırsatları bir arada
barındıran geçmişle bir hesaplaşma, statükoya büyük bir meydan okumaydı.
“Arap Baharı”, komplocu bakışların
iddialarının aksine kendiliğinden, iç dinamiklerle gelişen beklenmedik bir
süreçti. Zira Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakması gibi “sıradan”
bir olayın bölgesel sistemi kökünden sarsacak ve küresel sistemi de derinden
etkileyecek bir dönüşümü tetikleyeceği senaryosunu herhalde en komplocu toplum
mühendisleri dahi akıl edemezlerdi. Sürpriz bir şekilde içeriden başlayan ve
Tunusluların Mısırlılara, onların da Arap halklarının geri kalanına verdiği
ümit, cesaret ve ilhamla adeta bir domino etkisiyle yayılan; ancak aşağı yukarı
eşzamanlı iki sürprizin ardından müteakip dalgalarda hem içeride mevcut
rejimlerin tedbir alarak önünü kesmeye hem de dış güçlerin devreye girerek
süreci geri döndüremeseler de kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye,
yönlendirmeye ve en az hasarla atlatmaya çalıştıkları bir süreçti “Arap
Baharı”. Aynı zamanda ortaya koyduğu model ve ideallerle sadece Ortadoğu’nun
belli ülkelerinde değil, dünyanın dört bir yanında statükodan rahatsızlık duyan
ve değişim isteyen kitlelere bir ilham kaynağı oldu; Tahrir modelinin çekiciliği ve potansiyeli, ülke ve bölge sınırlarını aşan bir
etki uyandırdı.
Hâlihazırda bölge tarihinin yeniden
yapılmaya ve yazılmaya çalışıldığı ve bu haliyle olayların baş döndürücü hızda
aktığı bir dönemden geçiyoruz. Tıpkı mevsimlerin art arda birbirini takip
ettiği ve –güney ve kuzey yarımküreleri düşünürsek– yazın ve kışın aynı anda
yaşandığı gibi, bölgede de bir “oluş ve bozuluş hali”nin hem birbirinin peşi
sıra hem de eşzamanlı yaşandığı; dönüşümün darbeler, karşı-darbeler, toplumsal
isyanlar, iç çatışmalar döngüsünde daha uzun yıllar alacağı; küresel ve
bölgesel aktörler arasındaki koalisyonların/ittifak ilişkilerinin de hem
gelişmelerin seyrine göre hem de ülkeden ülkeye sık sık değişeceği bir süreçle
karşı karşıyayız. Dolayısıyla üzerinden çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen bir
türlü kurtulamadığımız bölgeye Soğuk Savaş kalıplarıyla bakma alışkanlığımızdan
artık kurtulmamız gereken bir döneme girmiş bulunuyoruz.
“Arap Baharı”, mevcut yaygın
teorilerin anlamakta, anlamlandırmakta ve açıklamakta yetersiz kaldığı; bu bakımdan entelektüel ve
akademik çevrelerde yeni bir hareketliliği, yeni bir düşünsel çabayı tetikleyen
bir süreçti. Bu çerçevede Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlamaya dönük
içeriye/bölgeye odaklı çalışmaların artması, önümüzde verimli bir tartışma
ortamının oluşması, daha da önemlisi bölgeyi Batı üzerinden ve Batılı
kavramlarla okuma alışkanlığından kurtulma ihtimalimizin doğması değerli bir kazanım.
Teknolojinin ve iletişim araçlarının
çok hızlı ilerlemeler kaydettiği küreselleşme çağında –en azından başlangıç
itibarıyla– geleneksel devrimlerden, isyanlardan ve halk hareketlerinden daha
farklı bir süreç yaşandı Arap coğrafyasında. Zira “meydan”ları yönlendiren
ideolojisiz, lidersiz, alttan gelen, orta ve üst-orta sınıflara dayanan, toplum
merkezli, sivil ve barışçıl girişimlerdi. İdeolojisizdi; zira “ekmek, onur ve
adalet” tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettiği ortak taleplerdi. Lidersizdi;
zira otoriter rejimler tüm muhalefet odaklarını, lider olabilecek kapasitedeki
insanları zaten ya hapse atmış ya da sürgüne yollamıştı. Dolayısıyla meydanları
peşinden sürükleyen güçlü ve karizmatik liderler yoktu. Klasik devrimlerdeki
gibi askerî veya sivil elitin halkı peşinden sürüklediği bir süreç değildi;
tabandan gelen, toplum merkezli bir hareketlenmeydi. Barışçıldı; zira mevcut
rejimler güç kullansa da halk şiddete başvurmamaya özen göstermişti; ta ki
Libya’ya kadar.
Arap ülkelerinin birçoğunda halklar korku
duvarlarını aşarak aynı ideallerle sokaklara döküldü; bir kısmında barışçıl
eylemlerle, bir kısmında şiddet yöntemiyle asla gitmez zannedilen (dahası
koltuklarını oğullarına “miras” bırakmayı hedefleyen) liderler devrildi. Ama
gelinen noktada her ülke bambaşka bir noktaya savruldu. Zorlu geçiş
süreçlerinde yaşanan bu farklı savrulmaların ardında, hem isyanlar sürecinde
liderlerin devrilme şekli (kanlı mı kansız mı olduğu) hem de geçiş sürecinin ne
şekilde ve kimler (siviller mi askerler mi) eliyle yönetildiği önemli bir
husustu. En az bunlar kadar önemli başka iç boyutlar da söz konusuydu: Her bir
ülkenin geçen yüzyılda Batılılar eliyle kuruluş şekilleri; o dönemden günümüze
tevarüs ettikleri siyasi, iktisadi, askerî, hukuki ve toplumsal yapıları ve kodları;
coğrafi konumlarıyla bugün jeopolitik ve jeostratejik oyundaki rolleri de son
derece kritikti. Değişim dalgasının kendisini de vuracağından endişe eden dış
aktörlerin sürecin önüne set çekme ve kurdukları ilginç koalisyonlar üzerinden
karşı bir dalgayla statükoyu geri getirme girişimlerini ise zikretmeye dahi
gerek yok.
“Arap Baharı” sürecinin dönemsel bir
muhasebesini yaptığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: 2011 yılı bölgede
“devrimler/isyanlar” dönemiydi; farklı toplumsal ve siyasal kesimlerin ortak
hedefler etrafında kenetlenerek tek ses olmasıyla mevcut otoriter yönetimler
bir bir düştü, statüko bozuldu ve çok daha zorlu bir mücadeleyi gerektiren
geçiş dönemine girildi. 2012 yılı, yeni rejimlere rengini vermesi beklenen
anayasaları kaleme alacak “kurucu meclisler” için sandık başına gidildiği, ilk
defa çok partili/adaylı serbest seçim heyecanının yaşandığı, İhvan-ı Müslimin
menşeli hareketlerin bölge çapında yükselişe geçerek önemli bir iktidar
alternatifi haline geldiği, ama suların durulmadığı, iktidar mücadelesinin hiç
dinmediği bir dönemdi. 2013’ün ortalarından itibaren ise beklentileri çok
yüksek olan toplumsal kesimlerin yaşadıkları hayal kırıklıkları kullanılarak,
ordular veya çeşitli silahlı gruplar üzerinden “karşı-devrimler”le eski
rejimlerin geri gelmesinin önü açıldı; İslamcı ve devrimci diğer güçlerin
şiddetle bastırılarak toplumlardaki dinamizmin kırılmaya çalışıldığı, mutedil
bir çizgideki İhvan Hareketinin terörle özdeşleştirilerek sistem dışına
itildiği ve İhvanofobinin
körüklendiği, dahası bölgede İhvan çizgisine destek veren aktörlere de farklı
araçlarla “operasyonlar” yapılmaya çalışıldığı bir döneme geçildi. Mısır’daki
karşı-darbe ve Suriye’deki iç savaş, “Arap Baharı”nın gidişatına sekte vuran en
kritik gelişmelerdi. Bu dönemde meşru siyaset yoluyla değişim ümitlerinin
budanması ve barışçıl siyasal ve toplumsal muhalefetin ölçüsüz güç kullanımıyla
bastırılması karşısında 2014, artık radikalleşmenin mağduriyetlerden beslenerek
bölgede kök saldığı, silahlı
terörün neredeyse tek “muhalefet dili” haline ge(tiri)ldiği bir yıl oldu.
Önümüzdeki yıllar ise barışçıl değişim umutlarını kanla ve devlet terörüyle
bastıran veya bastırılmasına göz yuman/çanak tutan bölge içindeki ve dışındaki
güçlerin, kendi elleriyle yaratıp geriye tek seçenek olarak bıraktıkları
canavarın, yani cihadi Selefi silahlı grupların bir bumerang gibi kendilerini
de vuracağı bir dönem olacaktır. Zira bugüne kadar bölgede günü
kurtarmaya dönük, basit çıkar hesaplarıyla yapılan hamlelerin, orta ve uzun vadede
meydana gelebilecek hasarı düşünmeden uygulanan “miyop” politikaların nasıl
ayaklara dolanarak çok daha büyük sıkıntılara yol açtığına defalarca şahit
olduk. Mevcut mağduriyetleri, haksızlıkları ve adaletsizlikleri giderme yolunda
hızlı, kalıcı ve samimi adımlar atılmadığı ve dışlanan çok geniş halk
kesimlerine yeniden siyasal alanda kendilerini ifade edebilme imkânı
verilmediği takdirde, bölgedeki radikalleşme temayülünün önüne geçilemeyeceği
gibi, modern teknolojilerle destekli baş edilmesi güç yeni terör metotları
Libya, Yemen, Suriye ve Irak’ın sınırlarını aşarak dünyanın birçok noktasını
vuracaktır.
Büyük ümitlerle ve beklentilerle
başlayan “Arap Baharı” süreci ağır maliyetlerle ilerliyor. 2014 Haziranı
itibarıyla çoğunluğu Suriye’den olmak üzere iki yüz bini aşkın insan hayatını
kaybetmiş, yüz binlercesi yaralanmış, milyonlarcası
evlerini terk ederek ya ülke içinde daha güvenli yerlere ya da yurtdışına
sığınmış durumda. Yağan bombalarla ve sıkılan kurşunlarla sadece altyapı çöküp
fiziken çok ağır bir yıkım yaşanmıyor Arap coğrafyasında; ondan çok daha
vahimi, insanî değerler, tarihî hafıza ve medeniyet birikimi yok ediliyor. Altüst olan bölgesel düzen ve siyasi
ve iktisadi yapı hep zarar hanesinin en tepesinde zikredilse de büyük resmin
gölgesinde kalan başka trajik gelişmeler de yaşanıyor bölgede: Siyasi alandaki
kutuplaşma toplumsal dokuyu dinamitleyerek ve hatta aile yapılarını sarsarak
uzun yıllar sürecek tamiri zor bireysel travmalara, aile içi kavgalara ve
parçalanmalara yol açıyor. Kin ve nefret tohumları saçılarak ve intikam hissi
körüklenerek bölgede anne babaya, kardeş kardeşe, komşu komşuya düşman hale
getiriliyor.
“Arap Baharı”nın ilk aşamasında
halklar arasında oluşan dayanışma ruhunun aksine, bugün ister seküler Arap milliyetçiliği isterse
İslam ümmeti vurgusu üzerinden olsun bölgede kardeşliği, birlik ve beraberliği
savunan neredeyse tüm akımlar ve yapılar sarsılmış durumda. Bir tarafta seküler-İslamcı
mücadelesi, diğer tarafta İran ile Suudi Arabistan menşeli mezhepçi kışkırtma
devam ederken; öte tarafta makro seküler-otoriter yapıların devrilmesiyle
yıllardır bastırılmış durumdaki mikro etnik, mezhebî, dinî, kabilevî ve
bölgesel kimlikler ve yapılar bir anda güçlü bir damar olarak ortaya çıkarak
yeni birer fay hattı ve çatışma alanı haline gelmiş bulunuyor. Bilhassa devlet
mekanizmasının çöktüğü veya büyük ölçüde kontrolü kaybettiği Libya, Yemen ve
Suriye’de söz konusu fay hatları üzerinden silahlı grupların özerklik
ilanlarına yol açan gelişmelerle karşı karşıyayız. Geçen yüzyılda dil veya din
üzerinden geliştirilen Arap birliği projeleri ve girişimleri, Batılılar eliyle
kurulan ulus-devlet sistemi karşısında tutunamamıştı; bugün ise mevcut
ulus-devletler çatırdıyor. Önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek yeni
ulus(çuk)lar ve yeni devlet(çik)lerle bölge birliğini ararken daha da
parçalanabilir.
Bölgedeki kaos ortamında bir tarafta
Selefi akımlar giderek güçlenirken ve radikalleşme temayülü artarken, diğer
tarafta ölenin de öldürenin de din adına hareket ettiği mevcut ortam, kitleleri
orta vadede İslam’dan soğutarak daha seküler bir çizgiye çekebilir. Dolayısıyla
bugün karşı-devrimci rejimlerin uyguladığı şiddet yüzünden bölgede daha orta
yolcu, mutedil grupların buharlaşmaya başlaması, önümüzdeki dönemde iki ayrı uç
olan Selefiler ile seküler kesimler arasında çok daha ciddi bir kutuplaşma ve
çatışma riski doğuruyor. Öte yanda İran’ın Şii(ci)liğe dayanan siyaseti ile
Suudi Arabistan’ın Vehhabiliğe dayalı modeli arasındaki sert mücadele Libya’dan
Irak’a, Suriye’den Lübnan’a, Yemen’den Bahreyn’e kadar birçok bölge ülkesine
istikrarsızlık ve kanlı vekâlet savaşları olarak yansıyor. Buna bir de bölgede
değişimi destekleyen Türkiye ile statükonun her ne pahasına olursa olsun
muhafazasından yana olan diğer güçler arasındaki özellikle İhvan üzerinden
yürüyen mücadele ekleniyor. Bütün bu karmaşanın ortasında, ciddi savrulmalara
rağmen âkil liderleri ve güçlü sivil toplumu sayesinde süreci nispeten doğal
akışı içinde yaşayan Tunus’un yeni anayasasını hazırlaması ve 2014 Ekiminde
ikinci demokratik seçimlerine gidecek olması tehlikeli gidişat içinde umut
verici bir gelişme.
“Arap Baharı”nın doğal ve meşru
kanallardan (yani seçim sandıkları ve siyasetle) akışı içeriden ve dışarıdan
müdahalelerle engellendiğinden ne yazık ki dönüşüm sürecinin kaderini –istisnalarla
birlikte– artık sandıkların değil, silahların belirleyeceği bir kıvama gelmiş
bulunmaktayız. Demokrasiye inancın sarsıldığı bu dönemde toplumsal uzlaşma ve
farklılıklarla bir arada yaşama temelinde katılımcı ve kuşatıcı bir siyaset
ihtimali/ümidi artık büyük oranda yok edilmişken, silahların gölgesinde
yaşanacak bir dönüşümün ne yöne evrileceğini önümüzdeki yıllarda hep birlikte
göreceğiz.
***
Ortadoğu tarihinin yeniden yapılmaya
ve yazılmaya başlandığı bir dönemde Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar
Merkezi olarak süreci daha doğru tahlil edebilmek adına “Ortadoğu Konuşmaları”
toplantı dizimizi, Mısır’da Mübarek rejiminin düştüğü günün ertesine tesadüf
eden 12 Şubat 2011’de Türkiye’deki önde gelen Mısır uzmanlarından Prof. Dr.
Fulya Atacan’ı misafir ederek başlatmıştık. O tarihten Haziran 2014’e kadar
Ortadoğu konulu çok sayıda yuvarlak masa toplantısı, paneller ve bir de
sempozyum düzenledik. Bu toplantılar arasından “Arap Baharı” sürecine
odaklananları veya bu süreci daha iyi anlamımızı sağlayacak olanları
–konuşmacılarımızın da izniyle– bu kitap altında topladık. Çoğunluğu
akademisyen ve gazeteci olan konuşmacılarımızı belirlerken de büyük bir
titizlik gösterdik. Bu kitapta fikirlerini ve değerlendirmelerini okuyacağınız
kişilerin çoğu, daha “Arap Baharı” süreci başlamadan evvel konuştukları konu
üzerine akademik veya profesyonel anlamda çalışmalar yapmış; bir kısmı, bölgeye
defalarca gidip gelerek ve hatta bizzat uzunca bir süre kalarak alanı yakından
tanıma fırsatı elde etmiş ve her şeyden önemlisi dilini bildiği bölgeye
içeriden bakabilme imkânı bulmuş isimler. Yine birçoğu süreç başladıktan sonra
bölgeye giderek yerinde gözlem yapmış kişiler. Dolayısıyla bu kitapla
okuyucularımıza içeriden, güvenilir, detaylı ve doyurucu bilgiler sunuyoruz.
Daha sürecin ilk yılında olaylar henüz sıcaklığını korurken ve gelecekten büyük
beklentiler, ümitler söz konusuyken davet ettiğimiz konuşmacıların yaptıkları
temkinli/endişeli yorumların ve ikazların, paylaştıkları öngörülerin
ekseriyetinin ne kadar isabetli olduğunu, bugün gelinen noktada bizzat görmüş
bulunuyoruz.
Kitapta doğrudan toplantı tarihlerine
göre değil, –keskin çizgilerle sınıflandırmak mümkün olmasa da– konuların
birbiriyle irtibatına göre sıraladığımız konuşmaların ilk ikisi, teorik bir
çerçeve sunuyor. Daha sonraki yedi konuşma, yerele, yani bizzat Arap ülkelerine
odaklanarak içeriden son derece önemli bilgiler veriyor. Müteakip bir konuşma
ve bir söyleşi, geleneksel medya ile yeni sosyal medyanın süreci ele alış
biçimini eleştiriyor; öte yandan konuyu hem yerel hem de küresel bazda
değerlendirerek önceki bölümün hitamı, sonraki bölümün ise girizgâhı niteliği
taşıyor. Bunları küresel güçlerin bölge politikalarına odaklanan üç konuşma
takip ediyor. Sonraki iki konuşma, mezhepler ve dinî ve siyasi hareketler
zaviyesinden bölgeyi derinlemesine tahlil ederek siyasi-stratejik
değerlendirmelerin genelde gözden kaçırılan veya görmezden gelinen boyutuna
önemli bir açılım getiriyor. Son yedi konuşma ise Türkiye de dâhil bölgesel
güçlerin Ortadoğu politikalarına ışık tutuyor.
Bu genel çerçeve dâhilinde kitap, önde
gelen Ortadoğu uzmanlarından Prof. Dr. Fawaz
Gerges’in, Ortadoğu üzerine yapılmış uluslararası ilişkiler çalışmalarını
eleştirel bir perspektifle değerlendirerek bölgeye ilgi duyan genç
akademisyenlere ve araştırmacılara nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini
salık veren konuşmasıyla başlıyor. Ardından Prof. Dr. Nadia Mostafa, devrimlerle
ilgili mevcut literatürün problemlerini ortaya koyuyor ve yeni bir model olduğunu vurguladığı Arap Halk Devrimleri üzerinde bölgesel
ve küresel uluslararası sistemin etkisini “sistemik yaklaşım” çerçevesinde
örneklerle derinlemesine tartışıyor. Gerek Gerges’in gerekse Mostafa’nın
yaptığı teorik katkı ve ayrıca bölgede yaşanan gelişmelere dair yorumları ve
geleceğe dair öngörüleri son derece ufuk açıcı.
Bu iki teorik açılışın ardından kitap
bölge ülkelerine odaklanan konuşmalarla devam ediyor. “Arap Baharı”nın en
kritik ayağı olan ve Nadia Mostafa’nın da sık sık atıfta bulunduğu Mısır
örneği, bu alanda uzman akademisyenlerimizden
Prof. Fulya Atacan’ın iki ve Dr. İsmail Yaylacı’nın bir konuşmasıyla –bizzat
alandaki gözlemlerine dayanarak– derinlemesine tahlil ediliyor.
Fulya Atacan, temkinli bir iyimserlikle yaptığı
ilk konuşmasında 25 Ocak Devrimi’nde isyan eden kitlelerin dillendirdiği
“ekmek, hürriyet ve adalet” taleplerinin arka planını, yani Mısır’ın iktisadi,
siyasi ve adli sistemini ele alarak Hüsnü Mübarek’in devrilmesine yol açan
faktörlere ışık tutuyor. İki yıl
sonra yaptığı konuşmasında ise Mısır’da yaşananlarla ilgili anlatılanların
birçoğunun gerçeklikle alakası olmamasından hareketle “devrim hikâyesi”ne,
başta seçimler olmak üzere geçiş sürecinde yaşanan temel problemlere ve farklı
katmanlarda yaşanan keskin iktidar mücadelesine odaklanıyor. Böylece 2013
Temmuzunda karşı-devrimle eski rejimin çok daha güçlü bir şekilde geri
dönmesine yol açacak sürecin arka planına ışık tutmuş oluyor. İsmail Yaylacı ise İhvan-ı Müslimin Hareketine ve
İslamcılık/post-İslamcılık tartışmalarına odaklanıyor. İhvan’ın tarihinden,
içindeki fay hatlarından, siyasal söyleminden, karşı karşıya olduğu meydan
okumalardan bahsediyor; ayrıca Mısır’daki seküler anlayıştan Sufi ve Selefi
gruplara, ülkede dinin algılanması ve yaşanmasından ordunun rolüne kadar farklı
konularda dikkat çekici ayrıntılar sunuyor.
Mısır’ın ardından, isyan sürecinin ilk
patlak verdiği ve nispeten başarılı bir geçiş sürecinin yaşandığı Tunus konusu
geliyor. 2011’deki Tunus seçimlerini gözlemci olarak yerinde takip eden Hasan Kösebalaban, Muzaffer Şenel ve Ufuk
Ulutaş buradaki
izlenimlerinden ve yaptıkları mülakatlardan hareketle Tunus’un uluslararası
konumuna, siyasi sistemine, devrim sürecine, seçimlerle ilgili ayrıntılara,
halkın ümit ve beklentilerine değiniyorlar. Sürecin başarısız örnekleri olarak
ciddi riskler barındıran Libya, Yemen ve Suriye ise kitapta, TRT muhabiri olarak bu ülkelerde görev
yapmış Mehmet Akif Ersoy’un
dilinden yer buluyor. Ersoy, bizzat sahadaki gözlemlerinden ve yaptığı
mülakatlardan hareketle her üç ülkedeki isyanın sebeplerini ve bu süreçte
yaşananları anlatıyor. Siyasal ve toplumsal dinamiklerindeki farklılıklardan
hareketle bahsi geçen ülkeleri bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor; başta
Türkiye olmak üzere bölgesel ve küresel güçlerin “Arap Baharı” politikalarını
ele alıyor.
Irak’la ilgili önemli çalışmalara imza
atan Furkan Torlak ve Doç. Dr. Mesut Özcan, Amerikan işgalinin dokuzuncu
yıldönümünde gerçekleştirdiğimiz Irak panelinin konuşmacılarıydı. Furkan Torlak Amerika’nın çekilmesinin ardından
Irak’ın yakın geleceğini etkileyecek –egemenlik, siyasi istikrar,
birlik/bölünme ihtimali, güvenlik ve jeopolitik boşluk– meselelerini
değerlendirerek içeriden dikkat çekici ayrıntıları paylaşıyor. Komşu ülkelerin
Irak politikalarına da değinen Torlak’ın bıraktığı yerden Mesut Özcan sözü alarak konuyu Türk dış politikası
açısından değerlendiriyor. Kitabımızın yayın hazırlıklarını tamamlamak üzere
olduğumuz bir anda, Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’un IŞİD öncülüğünde ele
geçirilmesinin bölge dengelerini kökünden sarsacağını öngörerek Mesut Özcan’ı
tekrar davet ettik ve kendisinden meselenin yakın tarihî ve siyasi arka planını
ve Irak’ı bekleyen tehlikeleri dinledik.
Kitabın yerele odaklanan kısmını
tamamlayıp küresel boyuta geçerken aslında muhteva olarak her iki boyutla da
örtüşen, geleneksel ve yeni sosyal medyanın rolüne odaklanan konuşmalara yer
verdik. Hindistan’ın önde gelen gazetecilerinden Saeed Naqvi, alandaki
gözlemlerine de dayanarak “Arap Baharı”nda medyanın rolünü eleştirel bir
perspektifle değerlendiriyor; bu sürecin ekseriyetle dile getirilmeyen
yönlerini, görünmeyen/görülmek istenmeyen yüzünü içeriye odaklanarak ortaya
koyuyor. Küresel medyanın icadını ve manipülasyonlarını, bizim de nasıl birer
pasif izleyici ve aktarıcı haline geldiğimizi anlatıyor. Felsefe, hukuk ve
insan hakları alanlarında çok önemli çalışmalara imza atan Prof. Dr. Hans Köchler ise “Arap Baharı”nda yeni sosyal
medyanın etkisi başta olmak üzere bu sürecin geldiği nokta, bundan sonra
yaşanabilecekler ve ayrıca Batı’nın izlediği politikalar hakkında
gerçekleştirdiğimiz söyleşide, yeni sosyal medya araçlarının anarşiye yol
açabileceğini ve kitleleri harekete geçirici araçlarla elde edilen başarıların
sürdürülebilir olmadığını vurguluyor.
Bundan sonra, konunun ülkemizde sıkça
tartışılan boyutuna, yani küresel güçlerin genel olarak Ortadoğu
politikalarına, özel olarak da “Arap Baharı” sürecindeki duruşlarına ve
rollerine odaklanan üç konuşmaya yer veriyoruz. Bu bağlamda öncelikle Osmanlı
ve Türkiye uzmanı olan Türkolog Doç. Dr. Aleksandr
Sotniçenko’nun Rusya, ardından Doç. Dr. Esra
Hatipoğlu’nun Avrupa Birliği ve Rusya, son olarak da Doç. Dr. Şaban Kardaş’ın Amerika
bağlamında geniş bir perspektiften yaptıkları değerlendirmeleri okuyabilirsiniz.
Kitabın son bölümü olan bölgesel
güçlerin Ortadoğu politikalarına geçerken -bu boyutun daha da iyi
anlaşılabilmesi için- öncelikle, bölgenin bugününe ve geleceğine yönelik en
temel tehdit olan ve aslında perde arkasında yürüyen jeopolitik rekabetin bir
nevi üzerini örtme işlevi gören dinî-mezhebî meselelere odaklanan bir seminer
ile bir panele yer veriyoruz. Bu alanda yetkin üç değerli isim Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Prof. Dr. Burhanettin Duran ve Ömer
Korkmaz Ortadoğu’daki
mezheplere ve İslami hareketlere, bunların aralarındaki tehlikeli rekabete ve
“Arap Baharı”ndaki duruşlarına ilişkin içeriden, doyurucu birer bakış
sunuyorlar. İslam dünyasının önündeki en büyük tehlike olan Sünni-Şii ve
İslamcı-Selefi kutuplaşmasına ve bunun siyasal ve toplumsal alandaki
yansımalarına dair çok önemli ayrıntıları paylaşıyorlar.
Bölgedeki mezhepçi kışkırtmanın
taraflarından biri olan İran kitapta iki konuşmayla yer buluyor. Öncelikle Doç.
Dr. Bayram Sinkaya, bu
ülkenin genelde Ortadoğu politikasını, özelde ise “Arap Baharı”nı nasıl
değerlendirdiğini ve hangi politikaları izlediğini, Ortadoğu politikasının
muhtemel sınırlarını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Ardından Türkiye’de
bulunduğu bir sırada davet ettiğimiz İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamenterler
Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Ali
Asghar Muhammadi Sijani’den eski bir diplomat olarak şahsının ve ülkesi
İran’ın “Arap Baharı”na bakışını, özellikle Suriye’ye yönelik politikasını
birinci ağızdan öğrenme fırsatı buluyoruz. Bölgenin iki önemli aktörü olan
Türkiye ve İsrail’in hem ikili ilişkilerinin seyrini hem de “Arap Baharı”
karşısındaki duruşlarını Hasan
Kösebalaban ve Louis Fishman değerlendiriyorlar; ayrıca İsrail iç
ve dış siyasetine ve toplumuna ilişkin de dikkat çekici değerlendirmelerde
bulunuyorlar.
Daha sonra Süleyman Beşli, iktisadi açıdan
Ortadoğu’yu ve Türkiye-Ortadoğu iktisadi ilişkilerini ele alan konuşmasıyla
kitaba önemli bir katkı sağlıyor. Kitabımızın en sonunda, Aralık 2011’den
itibaren düzenli olarak her sene organize ettiğimiz Türk dış politikası yıllık
değerlendirme panellerinin Türkiye-Ortadoğu ilişkilerine odaklanan kısımlarına
yer veriyoruz. Bu panellerin ilkinde Prof. Dr. Burhanettin Duran, ikincisinde Nuh Yılmaz ve Yrd. Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, üçüncüsünde
ise Prof. Dr. Muhittin Ataman o sene içerisinde hem “Arap Baharı”nda
yaşananları hem de Türkiye’nin takip ettiği politikaları değerlendiriyorlar. Bu
haliyle söz konusu panellerdeki konuşmaların, gerek “Arap Baharı”nın izlediği
seyri, yol açtığı fırsatları ve riskleri/tehditleri nispeten kronolojik bir
süreç dâhilinde takip etme imkânı sunması gerekse Türk dış politikasını anlama
ve anlamlandırma noktasındaki işleviyle kitabı tamamlayıcı önemli birer katkı
olduğunu söyleyebiliriz.
Bu muhtevasıyla kitap, hem teorik hem
de pratik açıdan “Arap Baharı”nı yerel, küresel ve bölgesel perspektiften
değerlendiriyor. Daha da önemlisi bölgeyi güncel siyasetin dar çerçevesine
sıkışmaksızın tarihî, toplumsal, yeri geldikçe iktisadi, güvenlik-askerî,
stratejik ve dinî-mezhebî açıdan da ele alarak kapsamlı ve ayrıntılı bir bakış
sunuyor. Özellikle bölgedeki toplumsal hareketler, dinî-mezhebî ve siyasi
gruplar hakkında oldukça önemli ve değerli bilgiler içeriyor. Konuşmalar hem
“Arap Baharı”nın arka planına hem gidişatına hem de muhtemel sonuçlarına ışık
tutuyor. Üç buçuk sene boyunca yapılan toplantıların bir kitap altında
toplanması, bu çalışmayı belirli bir döneme odaklı olmaktan kurtarıyor; halen
devam eden süreç içinde “Arap Baharı”nda çizilen zikzakları, yaşanan gelgitleri
görmemize de imkân veriyor. Bu haliyle kitabın en önemli özelliklerinden
birisi, güncel gelişmelere “an” odaklı, kısa vadeli, sığ ve kısır analizler
tuzağına düşmeden “süreç” odaklı bir perspektiften ışık tutması. Zira dünyada
gelişen olayları, hele de değişim-dönüşüm süreçlerini an odaklı okumak, nokta
atışı analizler yapmak ancak akış içinde boğulmaya yol açar.
Kitabın teknik detaylarına dair de
birkaç hususu paylaşmak isteriz. Bu kitabı yayına hazırlarken sadece
konuşmaları yazılı bir metne dökerek derlemekle yetinmedik; metinlerin
redaksiyonunu son derece titiz bir çalışmayla tamamladıktan sonra, hem toplantı
sırasında tartışılmamış boyutlara değinilmesini sağlamak hem de –“Arap Baharı”
sürecinde yaşanan ciddi değişiklikleri de hesaba katarak– son gelişmeleri de
ıskalamamak için 2014 yılı başında konuşmacılarımıza yazılı olarak yeni sorular
gönderdik. Yoğun iş tempolarında vakit ayırabilenler ilave sorularımıza
cevaplarını 2014’ün Ocak ve Şubat aylarında bize yine yazılı olarak ilettiler.
Sonradan yaptığımız bu eklemeleri soru-cevap fasıllarının ikinci bölümlerinde bulabilirsiniz. Öte
yandan konuşmacıların salt konu başlıklarına bağlı kalmadıklarını, özellikle
soru-cevap fasıllarında gelen sorularla çok farklı konulara da değinerek
meseleleri enine boyuna tartıştıklarını, dolayısıyla konuşma içeriklerinin
başlıklara yansıyandan çok daha kapsamlı olduğunu özellikle belirtmek isteriz.
Bu çerçevede dikkat çekmek istediğimiz bir husus daha bulunuyor: Başlı başına
Suriye’yi konu alan herhangi bir konuşmanın bulunmaması kitap için bir eksiklik
sayılabilir. Ancak birçok konuşmacının kendi konusundan hareketle bir şekilde
Suriye meselesine değindiğini ve söz konusu boşluğu doyurucu
değerlendirmeleriyle doldurduklarını belirtmek isteriz. Bu kitapla birlikte
toplantı dizimizi tamamlamış değiliz. Önümüzdeki dönemde alanında uzman
isimleri davete devam ederek Suriye meselesi, Yemen ve Libya’nın durumu, Körfez
ülkelerinin izledikleri bölge politikaları, IŞİD ve benzeri sınırötesi terör
grupları, karşı-devrimci koalisyonların niteliği başta olmak üzere bu kitapta
eksik kalan konuları, müteakip toplantı ve yayınlarımızda telafi etme
niyetindeyiz.
***
Bu kitap, Şubat 2011’den Haziran
2014’e kadarki dönemde Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi (KAM)
tarafından düzenlenen Ortadoğu’yla ilgili yuvarlak masa toplantıları, paneller,
sempozyum ve seminerler arasından seçilen yirmi iki toplantıyı ve bir söyleşiyi
ihtiva ediyor. Öncelikle toplantı davetimizi kabul ederek bölgeyle ilgili bilgi
birikimlerini ve tecrübelerini bizimle paylaşan yirmi dört değerli isme
–Aleksandr Sotniçenko, Ali Asghar Muhammadi Sijani, Bayram Sinkaya, Burhanettin
Duran, Esra Hatipoğlu, Fawaz Gerges, Fulya Atacan, Furkan Torlak, Hans Köchler,
Hasan Kösebalaban, İsmail Yaylacı, Louis Fishman, Mehmet Akif Ersoy, Mehmet Ali
Büyükkara, Mesut Özcan, Muhittin Ataman, Muzaffer Şenel Nadia Mostafa, Nuh
Yılmaz, Ömer Korkmaz, Saeed Naqvi, Süleyman Beşli, Şaban Kardaş ve Ufuk
Ulutaş’a– müteşekkiriz.
Bu toplantıların tertibinde ve
kitaplaştırılmasında birçok kişinin emeği geçti. “Ortadoğu Konuşmaları”
dizisini başlatan ve bu kitapta yer alan üç toplantıyı birlikte tertip
ettiğimiz eski KAM Koordinatörleri Sevinç Alkan Özcan ve Mesut Özcan’a; ardından
2011 sonbaharından itibaren yapılan toplantıları beraberce düzenlediğimiz KAM
Koordinatörü Talha Köse ile Koordinatör Yardımcıları Kadir Temiz ve Özgür
Dikmen’e teşekkür ederiz. Bu kitap, KAM’da stajyer olarak çalışan lisans
öğrencileri –Uğur Topal, Meltem Dumanlıkaya, Yunus Bağırmaz, Buket Nur
Kırmızıgül, Elif Nur Kaya ve Mugdim Alihodzic– için de ilk iş tecrübesi
niteliğindeydi; her biri birkaç konuşmanın deşifresini ve ilk redaksiyonunu
yaparak kitaba katkıda bulundular. Yine başta İngilizce konuşmalar olmak üzere
kitaptaki konuşmaların yarıya yakınını deşifre eden Melahat Yalçın’a, ayrıca
Sevgi Güneş’e ve bir de birkaç konuşmanın ilk redaksiyonlarını yapan Munise
Şimşek ile Bilal Yıldırım’a da teşekkür ederiz. Kitabın yayın aşamasındaki
emeklerinden ve katkılarından dolayı Küre Yayınları editörlerinden Nermin
Tenekeci’ye ve kapak tasarımını yapan Salih Pulcu’ya da teşekkürü borç biliriz.
En büyük teşekkürü hak eden ise hiç
şüphesiz bu ve benzeri sayısız verimli toplantıyı tertip etme, alanında önemli
isimleri üniversite öğrencileri ve genç akademisyen adaylarıyla buluşturma ve
faaliyetlerimizi kalıcı ürüne dönüştürme noktasında bize yıllardır her türlü
desteği veren Bilim ve Sanat Vakfı kurucuları ve yöneticileri. Onların çeyrek
asrı aşan emekleri olmasa ne bu toplantıları yapabilir ne de bu kitabı
yayınlayabilirdik.
Daha nice çalışmalarımızı siz değerli
okuyucularımızın istifadesine sunma dileğiyle…
Zahide Tuba
Kor
Küresel
Araştırmalar Merkezi Koordinatör Yardımcısı
İstanbul,
Haziran 2014
[1] Arap dünyasında
yaşanan hareketliliğin nasıl isimlendirileceği başlı başına bir problem teşkil
etmekte. “Arap Baharı”, “Arap Devrimleri”, “Arap İsyanları”, “Arap Uyanışı”
gibi daha birçok kullanımın siyasallaştırıldığı bir ortamda niçin “Arap Baharı”
ifadesini ısrarla tercih ettiğimizi açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Bölge halkı
yaşananlara “Arap Devrimleri” dese de biz süreci “Arap Baharı” olarak
isimlendirmeyi daha uygun gördük. Öte yandan süreci açıklayıcı bir ifade
olmasına rağmen “Arap İsyanları”nı da tercih etmedik. Zira Arap dünyasının son
bir yüzyıllık geçmişinde –bu büyüklükte ve yaygınlıkta olmamakla birlikte–
birçok isyan hareketi yaşandı, kâh sömürgeci güçlere kâh mevcut rejimlere karşı.
Yine –başarıları tartışılır olmakla birlikte– bilhassa Arap-İsrail savaşlarındaki
mağlubiyetlerin de tetiklediği rejim ve elit değişikliklerine yol açan (ancak
toplumsal yapıyı ve değerler sistemini etkilememesi nedeniyle) kısmen devrimsel
sayılabilecek gelişmeler de söz konusu oldu birçok bölge ülkesinde. Bu
hususları dikkate alarak, söz konusu süreci geçmişteki tüm örneklerden ayırt
etmek maksadıyla “Arap Baharı” ifadesini tercih ediyoruz. Ancak bunu İngilizcedeki
“Arab Spring” kelimesinin birebir tercümesi
şeklinde bir “Arap İlkbaharı” olarak görmüyoruz; Türkçede “bahar” kelimesinin
ihtiva ettiği her iki manayı da yani hem ilkbaharı hem de sonbaharı kastederek
ve hep tırnak içinde kullanıyoruz. Bunun uzun bir süreç olduğunu, hem yaza hem
de kışa evirilme potansiyeli bulunduğunu ve gelgitlerle yeni evrelere
geçileceğini düşünüyoruz.