“MURSİ’YE
‘SİSİ SENİ DEVİRECEK’ DEDİK, BİZE HEP ‘HAYIR O BİZİM ADAMIMIZ’ CEVABINI VERDİ”
Mahmud
Fethi, 16.8.2023
Röportajı
yapan: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu röportaj Serbestiyet web sitesinde 22.8.2023 tarihinde yayınlanmıştır. https://serbestiyet.com/roportaj/roportaj-mursiye-sisi-seni-devirecek-dedik-bize-hep-hayir-o-bizim-adamimiz-cevabini-verdi-140036/
NOT: Blogda
yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden
toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla
kullanabilirsiniz.
Mısır’da
3 Temmuz 2013’teki Sisi darbesinin ve 14 Ağustos 2013’de 1000 insanın
öldürüldüğü Rabia Katliamı’nın 10’uncu yıldönümü. Rabia Meydanı’ndaki
eylemlerin organizatörlerinden Mısırlı siyasetçi Mahmud Fethi o günleri
anlattı: “Mursi halka ‘ordumuz saygındır, ona direnmeyin, benim hayatımın
hiçbir önemi yoktur’ dedi. Erdoğan ise halka ‘meydanlara çıkın, bunlar bizim
ordumuz değil, orduya ve devlete isyan etmiş bir gruptur’ dedi. “Mursi güçlü ve
hükmedebilir bir görüntü verdiğinde insanlar etrafında toplandı; ama zayıflığı
ortaya çıktığı anda insanlar ona saldırdı, küfretti”. “Devlete karşı çıkıp
sonra sanki temizmiş gibi devletle işbirliği yaparsanız sonunda devlet sizi
yiyip bitirir.” “Sisi seni devirecek diye Mursi’ye çok söyledik. Bize hep
‘hayır, o bizim adamımız’ cevabını verdi. “Rabia’da 1000 insanın öldürülmesini
planlayanın bizzat Sisi olduğu söyleniyor.” “Sisi’nin 27 Temmuz’da Türkiye’ye
geleceği haberleri vardı, ama gelmedi, gelmeyecek de. Çünkü…”
Mahmud
Fethi, Ayn Şems Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
mezunu oldu aynı zamanda İslami İlimler, Arap Dili ve Proje Yönetimi
alanlarında lisans eğitimi de aldı. Mimarlığın yanı sıra çeşitli camilerde imam
ve hatip olarak görev yaptı. 2011’de Mısır Devrimi’ne aktivist olarak katıldı;
ardından 2011 Mart’ında Fazilet Partisi’ni kurdu. Son dört ayında Cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’nin gayriresmi müsteşarı oldu. Darbeye karşı duran partilerin oluşturduğu
Meşruiyete Destek Ulusal İttifakı’nda yer aldı. Halen Türkiye’de yaşamakta olan
Fethi, Ümmet Akımı adı altında faaliyet yürüten tanınmış bir aktivist.
Kendisiyle Sisi darbesinin ve Rabia katliamının 10’uncu yıldönümü vesilesiyle
uzun bir söyleşi yaptık.
2013’te
Mısır’da darbeye giden sürecin ve Rabia olaylarının önemli bir şahidisiniz. Ama
isterseniz önce 2011’de “Arap Baharı”nın neden patlak verdiğini konuşarak
başlayalım.
25
Ocak 2011’de Mısır’da demokrasi ve hürriyet talebiyle halk hareketliliği
başladı. Bu, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e ve bilhassa çok vahim
ihlallere imza atmış İçişleri Bakanlığına karşı bir devrim hareketiydi. Mısır’da
seçimler ve meclis olsa da bunların hepsi birer aldatmacadan ibaretti.
Türkiye’de de geçmişte askerî darbeler olmakla birlikte akabinde adil ve dürüst
seçimler yapılmış, yönetim el değiştirmişti. Mısır’da ise böyle bir şey söz
konusu değildi. Devrim gerçekleşirken ordu en başta tarafsız kalıp müdahale
etmedi. Ardından bu halk hareketliliğini iktidarı kontrolüne almak için bir
fırsat olarak gördü. Mübarek, orduyu tamamen olmamakla birlikte bir ölçüde
iktidardan uzaklaştırmış, polise çok geniş yetkiler tanımıştı. Çünkü kendisi
ordu kökenli olmakla birlikte iktidarı işadamı oğullarına miras bırakma
niyetindeydi. Ordu, halk hareketliliğini Mübarek’in bu planından kurtulmak ve
kendisi ülkeyi yönetmek için bir fırsat olarak gördü. Ama bunu tek başına
yapabilecek durumda değildi, bir geçiş sürecine ihtiyacı vardı. Yüksek Askerî
Konsey bir buçuk yıl [Şubat 2011-Haziran 2012] yönetimi elinde tuttu, ardından
seçimle başa gelen Muhammed Mursi’nin bir yıllık iktidarının sonunda yönetime
el koydu.
Mübarek
ile Mursi arasındaki bir buçuk yıllık dönemde Yüksek Askerî Konsey, siyasi
iktidar olarak değil, sahada bir güç olarak kalmaya çalıştı. Bu süreçte çok
olaylar oldu, göstericiler öldürüldü. Sokağın iktidarın sivillere devri için
yaptığı baskılar karşısında geri çekilir gibi yapıp seçimlere kontrollü olarak
izin verdi. Ama planı, iktidarı sivil yönetime teslim edip ardından medya
aracılığıyla halkın öfkesine oynayarak siyasi, iktisadi ve toplumsal alanı
sabote etmek ve sonunda bir ‘kurtarıcı’ gibi askerî darbeyle başa
geçmekti.
Arap
Baharı’nın 2011’de patlak vermesinin kendi problemlerimizden kaynaklı birçok iç
sebebi olmakla birlikte önemli bir dış sebebi vardı: Araplar olarak biz,
Türkiye tecrübesini takip ediyorduk. AK Parti 9 yıldır iktidardaydı; iktisadi
atılım ve siyasi etki bakımından başarı kaydetmişti. Davos’ta Şimon Peres’e
karşı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “One Minute” çıkışı zihnimize
kazınmıştı. O derece ki hem Mübarek’in hem de Yüksek Askerî
Konsey’in medyası devrimden sonra İslamcılara hep şu soruyu sordu: Siz
Türkiye’deki Erdoğan gibi bir başarı kaydedebilecek misiniz? Yani Türkiye
tecrübesi bizim açımızdan çok önemli ve faydalıydı. Türkiye o dönem hak-hukuk
mücadelesinde, iktisadi atılımda nasıl başardıysa bize de öyle başarmak
istiyorduk. Ama bu süreçte önce [2011 yılı sonu-2012 başında halkın oyuyla]
seçilen meclisler [14 Haziran 2012’de Anayasa Mahkemesi tarafından] ilga
edildi, ardından Mursi’nin seçildiği ilan edilmeden hemen evvel
cumhurbaşkanlığı yetkileri sınırlandırıldı ve böylelikle yeni sivil yönetim
başarısız kılınmaya çalışıldı. Genel olarak devrimi etkisizleştirme, özelde
Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) teşkilatına mensup Muhammed Mursi’yi
devirme eğilimi çok netti.
Bu
arada ben İslamcıyım ama İhvan’dan değildim. Biz merhum Necmeddin Erbakan
hocanın partisinden ilhamla Fazilet Partisi adıyla ayrı bir parti kurduk.
Erbakan’ın tecrübesi bizim için çok önemliydi. Darbeden evvel diğer partilerle
seçim ittifakı yapmayı düşünüyorduk. Fazilet Partisi olarak İhvan’ı sevsek ve
hürmet etsek de özellikle reformist yaklaşımını benimsemediğimiz için onunla
ittifak kurmayacaktık. Son dört ayında Cumhurbaşkanı Mursi’yle yakınlaştık ve
ben onun gayriresmi müsteşarlarından biri oldum. Onunla Ulusal Diyalog
Oturumları adı verilen oturumlara katıldım. Ayda iki-üç defa, bazen daha fazla
bir araya gelirdik. Ben darbe sürecinin başlatılmasından bir gece evvel Mursi’yle
bir araya gelen 10-12 kişiden biriydim.
Mursi
yönetimi daha bir yılı yeni dolarken neden askerî darbeyle devrildi?
İki
önemli dış sebep vardı. Birincisi, Cumhurbaşkanı Mursi’nin Suriye Devrimi
çizgisine girmesi ve büyük bir konferans düzenlemesiydi. Ben şahsen böyle bir
konferans düzenlemesini teklif edenlerdendim. Mısır’ın Suriye Devrimi çizgisine
girmesi İran, Hizbullah, ABD, Rusya ve mezhepçi milislerin Suriye sahasında
gerilemesi ve Mursi’den rahatsızlık duymaları anlamına geliyordu. Suriye
dosyasında Türkiye-Mısır uzlaşması kritik önemdeydi. Darbenin ikinci dış sebebi
de Türkiye’ydi. Türkiye tecrübesinin Mısır’da tekrarlanmasından korktular.
Mısır nüfusu ve yüzölçümü bakımından Türkiye’den daha büyüktür, ama jeopolitik
önem itibarıyla iki ülke birbirine benzerdir. Türkiye’yle müttefik güçlü bir
Mısır, bölgede çizilmiş bütün sınırların aşılması demekti ve bu da İsrail,
-Mısır’ın gelişmesini istemeyen- Arap ülkeleri, İran ve Batı için büyük bir
problemdi. Kısaca Mısır-Türkiye yakınlaşması darbenin ana sebeplerindendi.
Bunun da iki delili vardı. Mursi’ye darbenin arifesinde Türkiye’de de Gezi
Parkı olayları başlamış, Erdoğan devrilmeye çalışılmıştı. Erdoğan, Mısır’daki
darbeye karşı dururken bunu sadece mazlumların yanında ahlaki bir duruş olarak
yapmadı; Mısır’daki darbenin Türkiye’de tekrarlanmasından korktu ki bunu birkaç
yıl sonra 15 Temmuz’da zaten gördük.
Darbenin
iç sebepleri çok fazlaydı. Birincisi, ordu iktidarı ele geçirmek istiyordu.
İkincisi, geçmişte büyük yolsuzlukların içindeki güvenlik birimleri ve polis
teşkilatı bu alışkanlığını sürdürmek, buna ses çıkaramaması için de halkı
bastırmak istiyordu. Üçüncüsü, Cemal Abdünnasır’dan Enver Sedat’a ve Hüsnü
Mübarek’e uzanan uzun bir yolsuzluk çarkı vardı. Büyün işadamları ve sermaye
sahipleri, ister İhvanlı ister İhvansız olsun, halka dayanan bir yönetimi
kendileri için tehdit saydılar. Bu, sadece istikbaldeki menfaatlerine yönelik
bir tehdit değildi, geçmiş yolsuzluklarından yargılanmaktan da korktular.
Mısır, on yıllardır ülke kaynakları yağmalandığı ve çalındığı için fakir kalmış
bir ülkedir. Kısaca, ister güvenlik düzeyinde isterse siyasi ve iktisadi
düzeyde olsun eski rejimden nemalananların hepsi Mursi iktidarına karşıydı.
Dördüncüsü, İsrail meselesi olup İsrail -zannedilenin aksine- dış değil,
iç sebepti. İhvan veya Cumhurbaşkanı Mursi, tabii ki İsrail’in başına sıkıntı
çıkarmayacaktı; ama -geçmiş tüm cumhurbaşkanlarının masa altından gizlice yaptığı
gibi- İsrail’le el ele verip ihanetlere imza atmayacaktı. Darbeyle başa gelen
Sisi, artık ihanetleri gizlice değil, kamuoyunun gözü önünde alenen
yapıyor. Beşincisi, Cumhurbaşkanı Mursi ve İhvan, iktidarda bütün
tarafları memnun etmeye çalıştı ve bu da sonuçta herkesin öfkesine yol açtı.
Altıncısı ve kanaatimce en büyük hataları, Mısır’ı daha güçlü kılacak bir
atılıma odaklanıp bununla yolsuzluğa karşı koymayı düşünmeleriydi. Evet, bu
sıralama belki demokratik Türkiye için uygundu; ama bizim için yanlıştı.
Mısır’da İhvan’ı iktidara taşıyan şey -Türkiye’deki gibi- seçimler değil,
devrimdi.
Mursi’nin
ve İhvan’ın yolsuzlukla mücadele edebilecek gücü gerçekten var mıydı? Başta
içişleri ve savunma olmak üzere hükümetteki kritik bakanlıklar eski rejimin
veya derin devletin adamlarının elindeyken yolsuzluğun ana kaynağı bu
insanlarla nasıl mücadele edecekti? Dahası, geçmişte ülkede gerçek bir siyasi
hayat olmadığından devrimci güçlerin siyasi aklı ve tecrübesi yoktu.
Dolayısıyla başa kim geçerse geçsin benzer hataları yapması kaçınılmazdı. Ne
dersiniz?
Dedikleriniz
Mursi’nin son dönemi için doğru. Ama iktidarının başında henüz devrimci güçler
ve halk onunlayken, medya henüz aralarını bozmamışken bunları yapması mümkündü.
Hatta Mursi, [12 Ağustos 2012’de] Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi’yi [21
yıldır yürüttüğü] Savunma Bakanlığı ve Sami Anan’ı da Genelkurmay
Başkanlığı görevinden alırken İslamcı olmayanlar ve Mursi’yi desteklemeyenler
bile bundan memnun olmuştu. Bakın, Ortadoğu’da halkın muhayyilesinde lider
dediğin güçlü olmalı ve hükmedebilmelidir. Doğru veya yanlış ama böyle. Mursi
güçlü ve hükmedebilir bir görüntü verdiğinde insanlar etrafında toplandı; ama
zayıflığı ortaya çıktığı anda insanlar ona saldırdı, küfretti ve o, buna karşı
bir tavır almadı. Tabii bu bizim halkımızın ayıplarından biriydi, o da ayrı bir
mesele.
Tunus’un
devrimden sonra başa geçen eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki’yle iki defa
röportaj yapıp Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri kitabında
yayınladım. Bana röportajda iktidara geldiğimizde devlet nedir bilmiyorduk
demişti. Hatta tam ifadeleri şöyleydi: “Meselelere kapsamlı ve iyi bir çözüm
üretebilmeniz için sistemin içinde olmanız ve onu tanımanız lazım. Biz hep
sistemin dışında kaldığımızdan neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Ben
devlet aygıtını ve problemlerini Tunus’ta başa geçtikten sonra kavradım. Çünkü
diktatörlük altında yıllar yılı sistemin dışında tutulduğumuzdan böyle bir
tecrübe kazanabilme imkânımız yoktu.” (sf.46) Aynısı Mısır’ın bütün
devrimci güçleri için de geçerliydi…
Merzuki
benim de arkadaşımdır. Onun görüşüne katılıyorum. Evet, biz devleti
bilmiyorduk. Çünkü tamamen uzakta tutuluyorduk. Ama şunu unutmayın: Devrime
öncülük edenler, devrimden sonra bu yoldan ayrılıp devletle aynı mantıkla
hareket etmeye başladılar. Devrim ile devlet mantığı birbirinden farklıdır.
Mesela Türkiye’de siyasetçileriniz demokratik yollardan, devlet aracılığı ve
mantığıyla iktidara gelebiliyor, yolsuzlukla mücadele edebiliyor, büyük
projelere imza atabiliyor. Tunus ve Mısır’da ise biz, devlet aracılığıyla
değil, devlete karşı çıkarak devrimle iktidara geldik. Bizimki, muhtemelen tam
anlamıyla bir devrim de değildi, yüzde 30-40, belki de 50 oranında bir
devrimdi. Derin devlete veya müesses nizama teslim olmadan, siyaseten devrimin
içinden dayanaklara tutunmak mümkündü. Devlete karşı çıkıp sonra sanki temizmiş
gibi devletle işbirliği yaparsanız sonunda devlet sizi yiyip bitirir.
Kanaatimce Mursi’nin de, Merzuki’nin de hatalarından biri buydu. Her ikisi de
özünde devrimci değil reformistti, ama devrimin başına geçtiler. Eldeki bir
serçe ağaçtaki on serçeden iyidir diye Arapçada bir atasözü vardır. Ben bunu
şöyle değiştirdim: Eldeki bir devrim, ağaçtaki bin reformdan iyidir…
Hep
Türkiye ile Mısır’ı kıyasladınız ama iki ülkenin tecrübeleri birbirinden çok
farklıydı. 1952’den beri Mısır’ı askerler yönettiğinden ve ordu ülke
ekonomisinin de yarısını elinde tuttuğundan sistemdeki ağırlığı ve rolü Türk
ordusuna kıyasla çok daha fazlaydı. Ayrıca Başbakan Erdoğan, 28 Şubat
post-modern darbesi ve 2001 ekonomik krizi üzerine iktidara gelip ordunun
gücünü ve siyaset üzerindeki vesayetini AB’ye uyum reformları adı altında
budamıştı, yoksa bunu o dönem kendi başına yapamazdı. Yani Başbakan Erdoğan
başlangıçta Türkiye’de reform yaparken Batı’dan da, içerideki liberal ve sol
akımlardan da destek almıştı. Ama Mursi’nin ve İhvan’ın iç reformu dışarıyla
bağlantılı yürütme ve destek alma imkânı yoktu.
Ama
içeride Mursi’ye destek dışarıdakinden daha fazlaydı.
Öyle
ama o destek de Mısır toplumunun yarısından gelmişti. Çünkü seçimlerde eski
rejimin adayı Ahmet Şefik’le yarışmış ve başa baş oy almıştı.
Evet,
Mursi’nin yüzde 52, Ahmet Şefik’in yüzde 48 oy aldığı ilan edilse de bu seçim
sonuçları doğru değildi. Zaten sonuçları seçimlerden çok sonra
açıklayabildiler.
Gerçek
seçim sonuçlarını biliyor musunuz?
Tam
değil, ama takriben biliyoruz. Yaklaşık yüzde 60’a yüzde 40’tı. Bu yüzde 40
orduyla, polisle, istihbaratla, sermayedarlarla, İsrail’le, Batı’yla, Suudi
Arabistan ve BAE’yle birlikteydi. Yine de müesses nizam başta şaşkınlık içinde
bocalıyordu ve onlar bocalarken Mursi başa geçer geçmez önemli işlere imza
atabilirdi. Maalesef fırsatlar kaçırıldı.
3
Temmuz 2013’te Sisi Darbesi’ne giden süreçte neler yaşandı?
Darbeciler
sokakları harekete geçirmeye başlamıştı; özellikle ülkenin birçok noktasında
İhvan’ın Hürriyet ve Adalet Partisi merkezleri yakılmaktaydı. 21 Haziran Cuma
günü Rabia Meydanı’nda gösteri düzenlemiştik; ama bu defa Hürriyet ve Adalet
Partisi gösterileri sürekli oturma eylemine dönüştürmemizi istedi. Konuyu
görüşmek üzere 26 Haziran’da İnşa ve Kalkınma Partisi genel merkezinde
toplandık. Ben ve [İhvan’dan kopan akademisyenlerce kurulan] Vasat Partisi’nden
İsam Sultan, Rabia’da değil Tahrir Meydanı’nda oturma eylemi yapmayı teklif
ettik, ama diğerleri buna karşı çıktı. Rabia Meydanı’nı tercih etmelerinin
nedeni, buranın Cumhurbaşkanlığı (İttihadiyye) Sarayı’na, Cumhuriyet
Muhafızları’na ve başka yerlere yakınlığıydı. Ama aynı zamanda bir tuzaktı da.
Çünkü çevresi tamamen askerî birliklerle ve kışlalarla çevriliydi. Yani oturma
eylemine askerlerin arasından geçerek gidiyorduk. Bana göre devrimi biz
gerçekleştirmiştik ve bunun mekânı da Tahrir Meydanı’ydı ve dünya medyası da
sadece Tahrir’i biliyordu. Tahrir’de toplanmak devrimle birlikte olmak
demekti.
Temerrüd
Hareketi o dönem Tahrir’de değil miydi?
Temerrüd
Hareketi, fazla kişi toplayamadığı halde Tahrir’i bloke etmek için her Cuma
günü insanları gösteriye çağırıyordu. Bu arada Temerrüd Hareketi adı altında
her şeyi tezgâhlayan bizzat istihbarattı… 26 Haziran’daki toplantıda dedim ki
biz insanları Cuma değil, Perşembe günü Tahrir’e çağırıp orada kalalım,
meydandan ayrılmayalım. Zaten Temerrüd’ün davetleri karşılıksız kalıyordu.
Ama
biz Tahrir Meydanı’nda yüz binlerce insanı gördük.
Ben
30 Haziran’dan değil, önceki Cuma günlerinden bahsediyorum. Temerrüd Hareketi
adı altında istihbarat, darbeden üç ay evvelinden itibaren her Cuma halkı
Tahrir’e gösteriye çağırdı. 30-40 kişi ancak geliyordu. Meydan sadece 30
Haziran’da doldu. Çünkü Yüksek Askerî Konsey iki gün önce bir açıklama yaptı.
Satır aralarını dikkatlice okumayanlar bu açıklamayı insanları uzlaşmaya davet
ediyor zannetti. Ama tam aksine insanları sokağa çıkmaya davet ediyordu.
Maalesef ki Mursi ve İhvan bu açıklamayı uzlaşma metin olarak okudu. Benim de
aralarında olduğum koalisyonun çoğunluğu ise askerin halka sokağa inme çağrısı
olarak gördü.
Mursi
neden size inanmadı?
Çünkü
Sisi’nin kendisine sadık olduğuna inanmıştı. Uyarılarımızı dikkate
almadı. Biz Sisi seni devirecek diye Mursi’ye çok söyledik. Bize hep
hayır, o bizim adamımız cevabını verdi.
Temerrüd
Hareketi, halkı ordunun açıklaması sayesinde sadece 30 Haziran’da sokağa dökebildi.
Ordu bu açıklamasıyla bütün muhalifleri cesaretlendirdi. Kimler sokağa çıktı?
Polislerin, askerlerin, yargı ve medya mensuplarının aileleri ve memurlar
sokağa çıktı. İşadamları ve sermayedarlar da fabrikalardaki işçileri meydanlara
döktü. Sanat dünyasından ve meşhurlardan da sokağa inmeleri istendi; “Siz
çıkarsanız halk da peşinizden çıkar” dendi. Hatta acemi erleri de ordu
taburları sokağa döktü. Ama bunlar sadece 4-5 saatliğine meydandaydılar, sonra
geri döndüler. Bunun üzerine Yüksek Askerî Konsey bir açıklama daha yaptı ve
adeta insanlara geri dönmeyin, biz darbeyi gerçekleştirene kadar meydanlarda
kalın dedi. İnanın, ben hayatımda bu kadar zayıf bir darbe görmedim.
Solcular,
liberaller ve diğer laik kesimler sokaklara dökülmemiş miydi?
Döküldü,
ama Mısır’da onların sayısı zaten az. Bakın kitleler 30 Haziran 2013 dışında
bugüne kadar Sisi lehine sokaklara hiç döktürülemedi.
Rabia
Meydanı’nda oturma eylemi kararı aldıktan sonra neler oldu?
26
Haziran’daki toplantıda Rabia Meydanı’nda oturma eylemine başlama kararı alındı
ve 28 Haziran Cuma günü oturma eylemi için resmî açıklamayı kürsüde okuyan kişi
bendim. Bakın bu bilgiyi ilk kez medyada sizinle paylaşacağım. Kürsüde
açıklamayı okurken gizli bir numara hiç durmadan telefonumu çaldırdı. Okumayı
bitirdikten sonra telefona cevap verdim. ‘Ben cumhurbaşkanlığından şu kişiyim,
Mursi şu an bir toplantı için sizi çağırıyor’ dedi. Gecenin 12’siydi. ‘Nerede’
diye sordum. ‘Kubbe Sarayı’nda’ dedi. Asıl cumhurbaşkanlığı sarayı olan
İttihadiyye değildi. Emin olamadım. Bizi tutuklama amaçlı bir istihbarat oyunu
olabilirdi. Mursi’nin yardımcılarından tanıdığım birini aradım. ‘Evet, sarayda sizi
bekliyoruz, gelin’ dedi. Hemen toplantıya gittim, Mursi’yle oturduk. Toplantıda
Mursi’yle işbirliği yapan Mısırlı siyasi liderler vardı, Selefi Nur Partisi
lideri de mevcuttu. Hatırlarsınız, Nur Partisi lideri 3 Temmuz’da askerî
darbeyi ilan ederken Sisi’nin yanında yer alacaktı.
Bu
da demek oluyor ki Nur Partisi lideri, Mursi’yle o gece gizli toplantıda neler
konuştuğunuzu Sisi’ye aktardı.
Evet,
öyle… Özellikle ben sesi yüksek çıkanlardandım. Toplantıda -daha evvel
cumhurbaşkanlığı müsteşarlarından birine tembihlemem sayesinde- en son sözü
alıp şunları tavsiye ettim: Birincisi, hükümeti istifa ettirip sokakları
sakinleştirin ve hükümeti kurması için Sisi’yi başbakan olarak tayin edin. Bu
sayede hükümetle uğraşırken ordudan uzaklaşmış olur. İkincisi, Savunma Bakanı
Sisi ve İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim’den krizi idare etmek için burada
cumhurbaşkanlığı sarayında sizinle kalmalarını ve kamuoyuna açık bir toplantı
yapmalarını isteyin ki olaylar yatışabilsin. (Birçok yerde İhvan’ın merkezleri
yakılıyordu ve bunlar hep istihbaratın işiydi. Benimle burada kalacaksınız
dediği takdirde onları kendi kontrolünde tutmuş olacaktı.) Mursi, cevaben ‘yok
yok olmaz; silahlı kuvvetlerin şerefli bir konumu var’ falan dedi. Üçüncüsü,
eğer Sisi’yi buna razı edemezseniz cumhurbaşkanlığı sarayında oturmayın,
bizimle birlikte meydanlara inip askerlerden uzak durun… Bu toplantıda
söylediklerimin şahidi olan bazı kişiler şu an Türkiye’de yaşıyorlar.
Toplantıdan
ayrıldıktan sonra oturma eyleminin olduğu Rabia Meydanı’na geri döndük. 30
Haziran’da Mursi karşıtı yüz binler sokağa döküldü. Aslında sayı -devlet
kadroları ve aileleri sokağa indirildiği için- o kadar da büyük sayılmazdı; ama
liberal ve laik muhalefet için bu inanılmaz bir kalabalıktı.
Bu
arada içinde laiklerin, liberallerin, solcuların, milliyetçilerin olduğu “sivil
muhalefet” Ulusal Kurtuluş Cephesi adı altında [24 Kasım 2012’de] bir araya
gelmiş, orduyla ve güvenlik kurumlarıyla ittifak yapmıştı. Biz de Ümmet
İttifakı adı altında bir araya gelmiştik. İttifakımızın başında oldukça popüler
bir şahsiyet olan Şeyh Hazım Ebu İsmail vardı. Kendisi geçmişte İhvan
mensubuydu; ama İhvan’ın performansını beğenmeyerek kendi hareketini kurmuştu.
Ben de hem Fazilet Partisi lideriydim hem de onun Ümmet Koalisyonu’nda Şeyh
Hazım’ın yardımcısıydım. Darbeden iki hafta evvel Mursi’nin talebiyle İslami
partiler olarak bir oluşuma gittik. Darbe gecesi bu oluşum Meşruiyete Destek
Ulusal İttifakı’na dönüştü.
Darbenin
ardından Rabia Meydanı’ndaki oturma eylemleri yaklaşık 1,5 ay devam etti. O
süreçte neler yaşandı?
Oturma
eylemi hedef alınmaya başlandı. İki büyük olay yaşandı. İlki sahne olayı olup
bunda belki 50 kişi hayatını kaybetti. Sonra Cumhurbaşkanı Mursi’nin meydana 1
km uzaklıktaki Cumhuriyet Muhafızları kulübünde tutulduğunu öğrendik. Bir
gösteri yürüyüşü düzenledik. Helikopterden yağdırılan kurşunlar yüzünden 70’e
yakın kişi hayatını kaybetti.
Ne
yazık ki İhvan’ın içinde bir değil, iki yönetim vardı. Meydanın ve oturma
eyleminin medyadaki idarecisi, altı-yedi partiden müteşekkil Meşruiyete Destek
Ulusal Koalisyonu adı altında bizdik. İhvan’ın Hürriyet ve Adalet Partisi Genel
Sekreteri şu an hapisteki Muhammed Biltaci de dahil koalisyondaki partilerin
başkanları olarak sürekli toplanıyorduk. Öte yandan bizim sözlerimize önem
vermeyen İhvan’ın diğer liderliği, bizden habersiz tek başına Amerika ve
Batı’yla iletişim kurup müzakere yürütüyordu. Bu da onların hatalarından
biriydi.
Darbeden
sonra oturma eylemine devam ediyorduk. İnsanlar öldürülmeye başlandığında
oturma eyleminin dağıtılmasının hedeflendiğini anladık. Ancak üç-dört gün evvel
AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ile
Afrika Birliği temsilcisi gelip taraflarla temaslar kurdu. Darbenin ardından
kurulan geçici yönetimin cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur,
cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed el-Baradey ve başbakanı Hazım el-Biblavi
olmuştu. Ashton ve Baradey çıkıp işler çözüm yoluna giriyor, orta yolda buluşup
siyasi uzlaşmaya vardık, eylemler dağıtılmayacak ve müzakerelerle çözüm yoluna
gidilecek demişti. Hatta Baradey’in ağzından bu sözü duyduğumuzda sinirlendik;
madem uzlaşmaya vardılar, müttefikimiz İhvan bunu bize neden söylemedi diye.
Ama bu noktada Sisi korktu. Çünkü herhangi bir siyasi uzlaşma, onun
cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturma hayalini baltalayacaktı. Oturma eyleminin
dağıtılıp bir yığın insanın öldürülmesini planlayanın bizzat Sisi olduğu
söyleniyor.
Bu
arada Rabia’daki oturma eylemi tek bir kişinin kanı dökülmeden dağıtılabilirdi.
Veya illa silah kullanılacaksa 3-5 kişinin öldürülmesiyle de bitirilebilirdi.
Ama canlı yayında herkesin gözü önünde katliam yapıldı. Rabia Katliamı’nda
yaklaşık 1000 kişi can verdi, 4000 kişi yaralandı. Bu kadar çok Mısırlının
kanının dökülmesiyle hedeflenen, Sisi’nin cumhurbaşkanlığı koltuğuna
oturmasının yanı sıra iki şey daha vardı: Birincisi, sadece İslamcıları ve
İhvan’ı korkutmak değil, bütün bir halka ve topluma şok ve travma yaşatıp
gözdağı vermekti. Öyle ki müttefikleri bile Sisi’den korktu. İkincisi, toplumu
bölmek ve birbirine düşman kılmaktı. Ortada yaşanan bir zulüm varsa her zaman
intikam arzusu baki kalır ve yönetimle işbirliğine isteksizlik olur ki istenen
tam da buydu.
Sizin
için çok zor olacak biliyorum ama Rabia Katliamı’nın olduğu günü anlatabilir
misiniz?
Sabah
3-4 sularında meydanda uyanıktık. Sahne ve mikrofonlar gece 11’de kapatılmıştı.
Bu sırada polis teşkilatında görevli bir arkadaşımdan telefon geldi; “Güvenlik
güçleri şu an oturma eylemini dağıtmak için hazırlık yapıyor” dedi.
Endişelendim. “Teçhizatları neler?” diye sordum. “Öldürmek için gerekli
araçlar. Planları nedir bilmiyorum. Ama hazırlıkları, kuşandıkları kıyafetler,
zırhlı araçlar ve buldozerler bunu gösteriyor. Bu saatten sonra bunları
durdurmak mümkün değil” dedi.
Ben
biraz uzakta meydandaydım. Hemen toplantı yaptığımız salona koştum. Kapıda Dr.
Muhammed Biltaci’yi gördüm. O da benim gibi endişe içindeydi, ona da aynı haber
gelmişti. Yani oturma eyleminin dağıtılacağını bir saat kala öğrendik. Mısır
rejimi, “Müdahale vaktini önceden biliyorlardı ama insanları ölüme terk
ettiler” diye söylentiler yaydı. Bu tamamen yalan. Salonda organizatörler
olarak ne yapacağımıza karar vermek için toplantı yaptık. Mısır rejiminin
metotlarını bildiğimiz için yaralanmaların olabileceğini öngörüyorduk. Mekânın
sahra hastanesine dönüştürülmesi için hazırlık yapma kararı aldık. Ama
beklentimiz onlarca yaralıydı, yoksa rejimin halkından binlercesini öldüreceği
ve yaralayacağı aklımızın kıyısından bile geçmedi.
Meydanın
her yerinden zırhlı araçlar ve buldozerler giriş yaptı. Tepemizde de uçaklar
uçuyordu. Binaların çatılarına keskin nişancılar yerleştirilmişti. Sürekli
siren sesleri vardı. O anların videolarını mutlaka izlemelisiniz. Bu arada
maalesef videoların birçoğunu, hakikatleri gizlemek için YouTube ve Facebook
sildi, ama hala az da olsa mevcutlar. Önde buldozerlerin, arkada askerlerin
girişiyle birlikte her yandan kurşunlar yağmaya başladı. İnsanların meydandan
ayrılması için güvenli çıkış var dediler ama buralardan çıkanları da
öldürüyorlardı. Kadınları, çocukları, yaralıları bile katlettiler. Yaralıları
almaya çalıştığımızda güvenlik güçleri müsaade etmiyor, ısrar ettiğimizde
tekrar silahla vurup “Tamam öldü gitti, gidin buradan” diyordu. Muhammed
Biltaci’nin kızı Esma’nın keskin nişancılarca öldürülmesini biliyorsunuzdur
zaten. Ahmed Abdulaziz’in kızı da öldürüldü. Bunlar gibi nice gencecik kızları
katlettiler. İlk saatlerde arkadaşlarım direnirken yaralandılar. Ben maalesef
önlerdeydim. İlk düşen kısımda olduğum için bizi gözaltına aldılar. Meydan
yaklaşık 10 saatte tamamen boşaltıldı.
Meydanda
yaklaşık 1000 kişi can verdi, 4000 kişi yaralandı. Başka yerlerde şehit
düşenlerin sayısı da yaklaşık 1000 kadardı. İlk başta yüzlerce kişiyi
tutukladılar ama ilerleyen zaman diliminde tutuklu sayısı 60.000-70.000’lere
ulaştı. Kısa süreli girip çıkanları da hesaba katarsak toplamda 200.000-300.000
arası Mısırlı hapse düştü. Çoğunluk bir-iki sene hapis yatıp çıktı. Ama 50.000
kadarı hala hapiste.
El-Cezire’nin
“Massacre in Rabaa” belgeselinde Rabia Meydanı’nda yaralanıp sahra
hastanesine tedavi için götürülenlerin askerler tarafından yakılarak
öldürüldüğünü izlemiştim.
Sadece yaralılarla dolu sahra hastanesini değil, bütün meydanı yaktılar… Normalde bir sahra hastanesi zaten vardı. Ama oturma eyleminin dağıtılacağı haberini aldığımızda basın toplantılarını yaptığımız ve Ulusal Koalisyon için tahsis ettiğimiz salonu da ikinci bir sahra hastanesine çevirme kararı aldık. Salon, daha evvel düğünlerin yapıldığı büyükçe bir mekândı. Askerler meydana girip insanları vurmaya başladığında yaralılar bu iki sahra hastanesine nakledildi. Bazı basit yaralılara da çadırlarda tıbbi müdahalede bulunuluyordu. Asker geldiğinde sadece yaralılarla dolu sahra hastanesini yakmadı, kimyasallar ve benzin püskürtüp bütün meydanı ateşe verdi. Zaten meydandaki çadırlardan tutun insanların kıyafetlerine, yastıklara kadar her şey kolayca tutuşabilir türdendi. Meydandaki yaralıları da, hatta ölenlerin cesetlerini de, çadırların içindekileri de yaktılar. Camiyi bile ateşe verdiler. Ölenlerden cenazeleri yıkanıp kenara konanları da buldozerler alıp götürmeye başladı. Bunun üzerine yaklaşık 250 kişinin cesedi aileleri gelip alabilsin diye yakındaki İman Camii’ne götürüldü. Bu sefer de camiye polisler geldi. Polisler geldiğinde el koymasın diye aileler cesetleri hemen alıp götürmeye çalıştı.
Rabia
Meydanı’nda gözaltına alınanların bazılarını, içine en fazla 10 kişi sığacak
nakil araçlarına 40 kişi doldurdular. İnsanlar birbirine yapışmış haldeydi. O
temmuz sıcağında üst üste bindirilen insanları arabaların içine göz yaşartıcı
bomba ve ısı bombaları atıp öldürdüler. Adeta Hitler’in fırınları gibi. Keskin
nişancıların kurşunlarıyla birçok insan can verdi. Buldozerleri durdurmaya
çalışan bir adamı bir buldozerin nasıl ezip geçtiğini kendi gözlerimle gördüm.
Başörtülü bir kız sadece fotoğraf çekiyordu, onu da vurdular. Anlatılacak o
kadar çok şey var ama bu şekilde özetlemiş olayım.
Rabia
Meydanı’nda ve sonrasında yaşanan şok edici olaylar Mısırlı gençlerin devlete
ve orduya bakışını değiştirmiş olmalı…
Maalesef
bu olaylar insanlara şu soruları sordurdu: Ordumuz gerçekten milli bir ordu mu?
Bu ordu halkı düşmandan korumak için mi, yoksa düşmanın menfaatine kendi
halkını işgal altında tutup boyun eğdirmek için mi? Suçlular sadece katliamları
yapanlar mı, yoksa bütün emniyet aygıtları mı suçlu? Kısaca gençlerin artık
vatanına ve devlet kurumlarına güveni hiç kalmadı. Bunun beraberinde getirdiği
tepkilerden biri, bazı gençlerin IŞİD’i tek çözüm olarak görüp örgüt saflarına
katılmaları oldu. Halkını katleden ordunun ve güvenlik güçlerinin hepsi kâfir,
bunların tamamını öldürmek lazım noktasına geldiler. Sadece İslamcılar değil,
İslami veya muhafazakâr ideolojilerle hiçbir alakası olmayan, dinden uzak bir
hayat yaşayan liberal gençler bile ordudan intikam alma arzusuyla IŞİD’e
yöneldiler. Örgüt saflarına katılanların bazıları polis memurları ve
askerlerdi.
Mısır
polisinin ve askerinin IŞİD saflarına katıldığını ilk kez sizden duyuyorum.
Evet,
bunu Mısır rejimi de itiraf etmek zorunda kaldı. IŞİD saflarına katılan
askerler ve polisler hakkında diziler bile çekildi.
Peki,
IŞİD Sina bölgesinde hala etkili mi?
IŞİD
iki nedenle Sina’da varlığını sürdürecektir. Birincisi, IŞİD’in varlığı
Sisi’nin menfaatine; hem kendisini teröre karşı bir kurtarıcı gibi sunarak bu
sayede içeride ve dışarıda meşrulaştırıyor hem de halkı bastırmak için
örgütü bir bahane olarak ileri sürüyor. İkincisi, Sisi’nin Sina’daki halka
yaptıkları, özellikle insanların evlerinden çıkartılıp binaların patlatılması,
Sina halkını Sisi’den intikam almak ister hale getirdi ve bunun için önlerinde
IŞİD’den başka bir seçenek yoktu. Sisi’nin yaptıkları İsrail’in Filistinlilere
yaptıklarından daha da beterdir. Ve bütün bunları Sisi kasıtlı olarak yaptı.
2013’te dedi ki eğer ki Sina’da bir silahlı isyanla karşı karşıya kalırsak bu
demektir ki Sudan’da el-Beşir’in karşı karşıya kaldığı Güney Sudan senaryosunun
aynısını yapacağız. İki gün sonra Sina’da evler patlatılmaya, kadınlar ve
çocuklar öldürülmeye, uçaklarla vurulmaya başlandı. Kısaca IŞİD’in varlığı Sisi
için önemli.
Bundan
beş sene evvel Mısır ordusunun Sina’da IŞİD’le mücadelede yetersiz kaldığı,
İsrail savaş uçaklarının sanki Mısır hava kuvvetlerine aitmiş izlenimi vererek
Mısır adına bölgeyi bombaladığına dair David D. Kirkpatrick’in The New York
Times’ta yayınlanan bir yazısını tercüme etmiştim. Doğru mudur?
Doğru, hatta daha fazlası var. İsrail, Sina’yı kendisine ait görüyor ve hem burada bulunan casusları ve muhbirleri sayesinde sahadan hem de İHA’lar ve uydular aracılığıyla havadan istihbarat topluyor. Bölgeyi çok iyi bir şekilde sürekli gözetliyor. Hava operasyonlarının neredeyse hepsini yürüten İsrail uçakları, Mısır ordusu değil. Daha tehlikeli bir gelişme ise Etiyopya’nın Nil üzerine inşa ettiği Rönesans Barajı. Bakın, yüzölçümü Mısır’dan daha büyük olan Libya’nın nüfusu sadece 6 milyon, Mısır’ınki ise 106 milyon. Bu 100 milyonluk fark Nil Nehri sayesinde. Nil suları kesilirse veya azalırsa bu 106 milyonluk nüfus dünyanın farklı yerlerine göç etmek zorunda kalacak. Suud ve BAE finansman sağlamakla birlikte aslen bir Etiyopya-İsrail projesi olan Rönesans Barajı ile Mısır’ı bağlamak istiyorlar. Etiyopya Mısır’a bedavadan su vermeyecek. Mısır Nil suyunu satın almak zorunda kaldığında İsrail sahneye çıkacak. Mısır Nil’den İsrail’e su vermezse Etiyopya da Mısır’a su vermeyecek.
Rabia
Katliamı Mısır’ı başka nasıl etkiledi?
Birincisi,
bir tarafta hukukun işlemesini ve kısas uygulanmasını isteyen Rabia’da
öldürülenlerin aileleri ve akrabaları var, diğer tarafta günün birinde hesap
sorulacağından korkan, kendilerini tehlikeye atacağı için ülkeye demokrasi ve
adaletin gelmesini istemeyen katillerin aileleri ve destekçileri var. Bu ikinci
grup ülkedeki her türlü değişim talebini tehdit sayıyor. İkincisi, Mısır
toplumu hakikaten bölündü. Ülkede sadece siyasi ve iktisadi krizler yok, bir de
toplumsal problemler mevcut. Gençler devlete ve kurumlarına inanmıyor,
güvenmiyor. Üçüncüsü, Rabia sadece mazlumların bir davası değil, aynı zamanda
dışarının Sisi’ye bir şantaj malzemesine dönüştü. Batı ve hatta İsrail, bizi
dinleyip istediğimizi yap, yoksa halkını öldürdüğün için seni savaş suçlusu
ilan ederiz diye Sisi’ye şantaja başladılar. Mısır’ın Akabe Körfezi’nin güney
ucundaki Tiran ve Senafir adalarını Suudi Arabistan’a vermesi de İsrail’in
talebiyle ve şantajıyla gerçekleşti.
2011’den
bu yana genelde Ortadoğu’da yaşananlar, özelde Mısır’daki devrim ve darbe
süreci ile Rabia Katliamı ibretlik derslerle dolu. Gelecek nesillerin aynı
hatalara ve tuzaklara düşmemesi için çıkardığınız en önemli dersleri bizimle paylaşır
mısınız?
Birincisi,
planı projesi, hikmet sahibi liderliği ve kendisini koruyan bir gücü olmayan
büyük kitlelerin Arap devletlerinde hiçbir kıymeti yoktur. Mısır’da halk
hareketliliği Türkiye’dekinden çok daha yaygın, kalabalık ve uzun süreliydi. 15
Temmuz’da Türk halkı sadece bir gece sokağa çıkıp direndi; Mısırlılar ise iki
sene boyunca sokaklardaydı ve güvenlik güçlerine karşı canları pahasına direniş
gösterdi. Ama liderliklerimiz farklıydı. Mursi halka dedi ki ordumuz saygındır,
ona direnmeyin, benim hayatımın hiçbir önemi yoktur. Erdoğan ise halka
meydanlara çıkın, bunlar bizim ordumuz değil, orduya ve devlete isyan etmiş bir
gruptur dedi. İkisinin hitabı, liderlik tarzı ve kişilikleri çok farklıydı.
Erdoğan askere yakalanmaktan kendisini korudu, kaldığı tatil yerinden Ankara’ya
cumhurbaşkanlığı külliyesine dönmek yerine İstanbul Havalimanına halkının
arasına geldi; Mursi ise halkın arasına gel dediğimiz halde razı olmayıp
cumhurbaşkanlığı sarayında kaldı ve kolayca yakalandı.
İkincisi,
devrimlerden sonra eski rejimin adamlarına hiç müsamaha göstermemek lazım.
Devrimin hemen akabinde onları yargılamaya başlamak gerek; eğer bunu seçimlerin
veya reformların sonrasına ertelerseniz tıpkı Mısır’da Mursi’nin ve Tunus’ta
Merzuki’nin başına geldiği gibi toparlanıp kâh darbeyle kâh seçimle sizi
devirirler.
Üçüncüsü,
Batı’nın demokrasi, insan hakları, hürriyet gibi laflarına asla inanmayın.
Bunların gerçekleşmesine ancak kendi menfaatlerine uyarsa izin
verirler. Sisi’ye demokrasi dediklerinde bunu gerçekten demokrasi
kastıyla değil, kendisinden daha fazla taviz koparmak için söylüyorlar. Bu
coğrafyaya demokrasi geldiğinde de orduları darbe yapmaya teşvik
ediyorlar.
Dördüncüsü,
neredeyse bütün Arap ülkeleri gibi Mısır da çok büyük problemlerle yüzleşiyor.
İktisadi kriz, dolar krizi, elektrik krizi, geçim ve hizmet krizi, eğitim ve
sağlık krizi, Sisi’nin giriştiği Süveyş Kanalı’nı büyütme gibi faydasız bir
yığın büyük projeyle sınırlı kaynakların israfı ve çok büyük bir borç yükü
altına girme… Son günlerde meşhur bir YouTuber olan Abdullah
eş-Şerif’in yayınladığı yeni sızıntıda 20 milyar değerindeki bir projenin nasıl
boşa gittiği anlatılıyor. Sisi’nin bütün projeleri böyle. Darbeden bu yana
Mısır’ın dış borçları katlanarak arttı.
Özetle
Arap Baharı’ndan ve Mısır tecrübesinden çıkarmamız gereken en önemli ders
şudur: İnsanlara yolumuz işte bu yoldur; demokrasi, hürriyet, kalkınma ve
atılım için tedricen şunları yapmamız lazım diyecek bir kolektif liderliğe
ihtiyaç var. Gerçek bir alternatifin olmaması halkı, bilhassa gençleri ya
radikalizme, şiddete ve vandalizme sürüklüyor ya da -en hafifinden- hayat
kırıklığı ve hüsran içinde denizde ölecekleri bir yolculuğa çıkmalarına yol
açıyor. Mısır yasadışı göçte şu an dünya ikincisi. Gençleri de geçtik, artık
11-12 yaşında Mısırlı çocuklar Libya üzerinden İtalya’ya gitmeye çalışıyor,
biliyor musunuz? Ülke işte bu hale getirildi.
Selefi
bir çizgiden geldiğiniz için şu soruyu sormadan geçmek istemiyorum: Selefiler
çok çeşitli olmakla birlikte birçoğu devrimden evvel siyaseti, örgütlenmeyi,
partileşmeyi, muhalefet etmeyi haram sayıyorlar, hatta demokrasiye asrın küfrü
diyorlardı. Mübarek’i müminlerin emiri olarak görüyorlardı. Ama devrimden sonra
bir anda siyasete giriverdiler, birçok Selefi parti kurdular. Hiçbir siyasi tecrübeleri
ve siyasi akılları olmadığından askerî darbeye giden süreçte de kullanıldılar.
Selefilerin partileşmesinde Suudi Arabistan ve Mısır istihbaratının etkili
olduğunu, bu şekilde örgütlü neredeyse tek siyasi yapı olan İhvan’ı zayıflatma
amacı güttüklerini düşünüyorum. Yani Selefilerin siyasi alana yönlendirilmesi
kanaatimce bir istihbarat oyunuydu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben
bu konunun uzmanlarındanım. Öncelikle, Mısır’da Selefilik değil, Selefilikler
vardır; sadece fikri açıdan değil, hareket veya oluşum düzeyinde de. İkincisi,
bazı Selefiler gerçekten de siyasete veya bilhassa demokrasi oyununa girmek
haram diyorlardı. Bazılarına göre ise haram değildi ama faydasızdı. Siyaseti ve
demokrasiyi küfür olarak gören bakışa açısı Suudi Vahabiliğinden geliyordu.
Suudi rejimi bu anlayışı seviyor ve destekliyordu. Bu sayede halkın siyasete
dahil olmasını önlüyor, siyaset Suudi hanedanının ve müttefiklerinin tekelinde
kalıyordu. Ama devrimden sonra Mısır’da sadece Selefiler değil, bütün fikirler
ve yönelimler siyasete aktı. Yani daha evvel Mısırlılara yasak olan siyasi alan
açıldığında bu konuda uzmanlığı ve bilgisi olan olmayan herkes siyasette yer
alma yarışına girdi. Selefilerin kimisi kendi şahsi hevesleri doğrultusunda,
kimisi de ya Mısır ya da özellikle Suudi istihbaratının desteğiyle siyasete
girdi.
İstihbaratın
yönlendirmesiyle siyasete girenler kimlerdi?
Özellikle
Nur Partisi’ydi. Geçmişteki ismi Selefi Davet’ti. Nur Partisi’nin aldığı bütün
tutumlar orduya hizmet etti. Kanaatimce daha en baştan Mısır rejiminin ve
istihbaratının, özellikle de Askerî İstihbarat Başkanı Abdülfettah es-Sisi’nin
onayıyla siyasete atıldılar.
Selefiler
ister kendi hevesleriyle isterse istihbaratla ilişkileri sayesinde siyasete
girmiş olsunlar, fark etmez, sonuçta hepsi de siyasal alanı kirlettiler. Ama
İhvan’ın başa geçmesiyle ve Sisi darbesiyle birlikte Selefilerin bir kısmı
Mursi safında yer aldı.
Tabii
İhvan’ın kendi tabanında da Selefi eğilimler vardı ve bu da işini çok
zorlaştırdı.
Aynen
öyle. Selefilik, Suudi Arabistan’ın petrolle zenginleşmesi akabinde dış dünyaya
dinî anlayışını ihraç etmesiyle başladı. Mısır’da İslamcılık, genel olarak
Ezher’den ve Daru’l-Ulum Fakültesinden beslenen ılımlı bir damardı. Selefi
yoldan da besleniyordu; ama bu yol, selef-i salihin denilen
İslam’ın ilk üç nesil imamlarının ve âlimlerinin yoluydu, yoksa Muhammed bin
Abdülvehhab’ın Vehhabi çizgisi değildi. Ama Körfez’de petrol üretimi başlayıp
da gerek Mısırlılar gerekse Araplar işçisinden mühendisine ve akademisyenine
kadar buraya çalışmaya gittiğinde Suudilerin Vehhabi-Selefi propagandasıyla
karşılaştılar. Bu şekilde Selefi itikadı Mısırlılar arasında yayıldı.
Vehhabi-Selefi imamlar kıyafetleriyle ve görüntüleriyle bir imam imajı ortaya
koydular. Kitapları basılıp bedava dağıtıldı. Bazen Mısırlı işçiler Suudi
Arabistan’da çalışırken Suudi Vehhabi imamlar tevhid ve sünneti ülkenizde
yaymak istiyoruz deyip onlara köylerinde mescit inşa etmeleri için para
verdiler; belki bu mescitlerde 5-6 kişi namaz kılıyordu ama Selefi fikirleri
yavaş yavaş yaydılar. Burada önemli olan Mısır emniyetinin bunu kabul
etmesiydi. Neden? Çünkü insanları hem bu şekilde izole edip rahatlıkla kontrol
altında tutuyor hem de siyasetten uzaklaştırıyordu.
Devrimden
sonra Selefiler siyasete büyük oranda girdiler. Bir kısmı istihbaratın elemanı
değildi, ama yaptıkları yanlışlarla bilinçsizce siyasi sahneye çok zarar
verdiler; diğer kısım ise bilinçli bir şekilde istihbaratın emrindeydi. Bu
arada ben de eskiden bir Selefi’ydim ama İhvan’a da yakındım. Evet, Selefilerin
fazla siyasi bilinçleri yok, ama güçlü bir siyasi duruşları var. Son olarak
şunu söylemek istiyorum: Selefi fikirler -ister siyasette olsun ister normal
hayatta- genel olarak aşırılıkçıdır ve problemler doğurur. Öte yandan
fedakârdırlar ve kendilerini bağlandıkları uğurda feda etmekten çekinmezler.
Eğer ki Selefilerin fikirleri ve zihinleri ılımlı ve âkıl olana doğru
değiştirilebilirse onların Mısır’daki ve Arap dünyasındaki gücünden istifade
edilebilir. Ancak mevcut akıllarıyla, aşırılıkçı fikirleriyle Selefiler bir
problem kaynağı olup bilinçsizce siyasi alana zarar verirlerken rejimler de
onları kullanıyor.
2011’deki
seçimlerde %28 oyla 127 milletvekili çıkartarak ikinci büyük siyasi güç haline
gelen ve bu başarısıyla herkesi şaşırtan Selefi Nur Partisi şu an ne durumda?
Sisi darbesini desteklemenin ‘ödül’ünü alabildi mi?
Artık
ciddi bir varlıkları da, herhangi bir kıymetleri de kalmadı. Şu an mecliste
sadece iki milletvekilleri var. Onların gücü geçmişte çok abartıldı. İhvan bu
partiyle zaman zaman işbirliği yaptı. Nur Partisi/Selefi Davet, Mübarek
döneminden beri Mısır emniyetiyle ve istihbaratıyla iş tutuyor diye defalarca
onları uyardım, ama inandıramadım. Bu da İhvan’ın hatalarından biriydi
Şu
an Mısır’da gerek İslamcı gerekse laik toplumsal hareketlerin durumu nedir?
Tamamı
geriledi, ama en çok gerileyen İslami hareketler oldu. Artık Mısır’da siyasal
ve toplumsal hayat da, dinî davet faaliyetleri de kalmadı. Bu bir kayıp gibi
görülebilir ama olumlu bir yönü de var. Gençleri ve sokakları ikna edebilecek, gerek
fikirleriyle gerekse örgütsel ve siyasal performanslarıyla daha âkıl yeni
şahsiyetler ve hareketler ortaya çıkabilir. Mesela şu an Ümmet Akımı adı
altında sadece Mısır’da değil, Arap dünyasında yeni bir oluşum için
çalışıyoruz.
Sisi’nin
şu an popülaritesi nedir?
Çok
zayıf, yüzde 5’i geçmez. Ama bu yüzde 5’le birlikte sermayedarlar, silahlı
kuvvetler ve emniyet birimleri var. Yani para ve silah onun hizmetinde. Son
dönemde Mübarek’in iki oğlu Sisi’ye karşı hareketlenmeye çalışıyor, biz
buradayız mesajı yolluyor.
Son
olarak, yakın dönemde başlayan Türkiye-Mısır yakınlaşması hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin
deniz hududunun çizimi için Mısır’la yakınlaşma ihtiyacını anlıyorum. Eğer bu,
Türkiye ve Mısır halkının menfaatine olacaksa tabii ki gerçekleşmeli. Ama şunu
biliyorum ki Sisi buna yanaşmayacak. Sisi’nin 27 Temmuz’da Türkiye’ye geleceği
haberleri vardı, ama gelmedi, gelmeyecek de. Çünkü Batı’nın nazarında Sisi’nin
varlığını önemli kılan konulardan biri, Türkiye’yi devre dışı bırakması veya en
azından yükselişine set çekmesi. Bu konuda tarihten ve günümüzden iki örnek
vereceğim.
Osmanlı
dış devletlerle -Avrupalılar, Ruslar, İranlılarla- birçok savaş yürüttü; kimini
kazandı kimini kaybetti, coğrafyası büyüdü veya küçüldü. Ancak bunların hiçbiri
varoluşsal tehditler değildi. Osmanlı Hilafeti’ni ortadan kaldırabilecek tek
gerçek tehdit, Mısır’da Mehmet Ali Paşa’dan geldi. Orduları Kütahya’ya kadar
ilerlemiş, onunla İstanbul’daki padişah arasında hiçbir askerî birlik
kalmamıştı. Hatta Osmanlı donanması bile Mısır donanmasınca saf dışı bırakıldı.
Mısır’ın yükselişi Osmanlı’yı ortadan kaldırabilecek varoluşsal bir
tehditti.
Yakın
tarihe gelince 2009’da [Amerikalı jeopolitikçi] George Friedman, Arap Baharı
öncesinde Gelecek 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Öngörüler başlıklı
bir kitap yayınladı. Kitapta 21. yüzyılda Türkiye yükselecek; Batı, Türkiye’nin
yükselişini ancak Mısır üzerinden önleyebilir, bunun için Mısır’ı
güçlendirmemiz gerekir diyordu. Mısır’daki darbeden sonra Sisi ordusuna
sağlanan silahların tamamı donanma silahları. Mısır’ın tarih boyunca denizden
bir düşmanı olmadı ki; bütün tehditler karadandı. Doğudan Haçlılar, Moğollar
geldi; bazen de güneyde Habeşlerden yükselen tehdit oldu, o kadar. Şimdiye
kadar hep karadan gelen düşmanlarla savaştı. Denizden gelen tek tehdit Mehmet
Ali Paşa’yla Osmanlı’nın mücadelesiydi. Şimdi de Türkiye’yi düşman sayarak
Mısır donanmasını güçlendirmeye çalışıyorlar. Mısır’a Almanya’dan, Fransa’dan,
İsrail’den donama silahları geliyor.
Bu
silahlanma, Mısır’ın Akdeniz sularında muazzam miktarda doğalgazın keşfiyle
bağlantılı olamaz mı?
Hayır,
olamaz; çünkü Akdeniz’de henüz doğalgaz keşfedilmeden bu silahlanma başladı.
Mısır, deniz üzerinden Türkiye ile mücadele için hazırlanıyor. Bu olur mu olmaz
mı, bilmemem. Dünyada her şey değişiyor. Ama kanaatimce Sisi’nin varlık
nedenlerinden biri, Türkiye’ye pas vermemesi ve bu yüzden deniz hudutlarının
Türkiye’nin istediği şekilde çizilmesine yanaşmayacaktır. Çünkü sıçrama için
gerekli araçlara ve malzemelere sahip Türkiye’nin tek eksiği enerji kaynakları.
Eğer büyük miktarda enerji kaynağına da sahip olursa Türkiye’nin artık dışarıya
ihtiyacı ve bağımlılığı kalmaz. İşte buna izin verilmeyecektir. Sisi’nin
misyonu, Türkiye’yi durdurmayı başaramasa bile en azından sıçrama
yaptırmamaktır. Türkiye’nin Batı hâkimiyetinden çıkması istenmiyor. İşte bu
nedenle iki ülke arasında gerçek bir yakınlaşma olabileceğini zannetmiyorum.
Ama eğer ABD bunun gerçekleşmesi için bastırırsa o zaman iş değişir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder