Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)
Geopolitical Futures, 5.4.2018
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT:
Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan
750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Geçen hafta
İngiltere ve ABD’nin öncülüğünde 20’yi aşkın ülke Rus diplomatları kovdu.
Moskova da misliyle mukabele edeceğini belirterek 60 yabancı diplomatı çoktan
kapı dışarı etti. Batı ve Rus medyasındaki yorumcular nefes nefese aynı soruyu
tartışıyorlar: Acaba dünya ikinci bir soğuk savaşın arifesinde mi? Bu, birkaç
nedenle tuhaf bir soru; ama ben burada bunlardan sadece birisini açıklayacağım.
Soğuk Savaş, jeopolitik olduğu kadar aynı zamanda ideolojik bir çatışmaydı.
SSCB kendisini küresel ihtilalin öncü kuvveti olarak görüyordu ve bu, araçları
meşrulaştıran bir amaçtı. Benzer şekilde ABD de -her bir bireyin hürriyetini
savunmaya ahdetmiş ulusların üzerinde liberal bir ışık olarak- kendisinin
eşsizliğine inandı.
Bugün aynısı her
iki aktör için de söylenemez. Aslında hâlihazırda dünyada herhangi bir büyük
gücün eylemlerini harekete geçirici veya meşrulaştırıcı bir ideolojiye sahip
olduğu da iddia edilemez. Rusya da Çin de artık küresel bir ihtilal peşinde
değil: Moskova tampon bölgelerde, Pekin de kıyıdaş sularda kendi milli
menfaatlerinin peşinden gidiyor. Kim Il Sung’un Kuzey Kore’deki resmî devlet
ideolojisi ve ona dayalı siyasi sistem olan juche,
nükleer silah programından biraz daha fazlasına tekabül ediyor. Avrupa’da en
ateşli Avrupa [Birliği] severler dahi
belli bir noktada Brüksel’in kendi işine bakması gerektiğini düşünüyor. ABD’ye
gelince, 2000’lerin başında kısa süreli yeni-muhafazakâr (neocon) suaresi dışında Washington’ın kafası 1991’den bu yana çok
daha karışık. [Trump’ın henüz daha] 1,5
yıllık “ABD’yi Yeniden Yüceltmek” [söyleminin]
anlamı aslında neredeyse “ABD’yi Daha Güçlü Yapmak”tan ibaret.
İdeoloji Çağı
İdeolojinin
şansı yaver gitmişti; İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’dan itibaren 52
yıl hâkimiyet kurdu. O savaşın hatırası hala daha dünyanın aklından çıkmış
değil. Tıpkı Soğuk Savaş gibi İkinci Dünya Savaşı da –(yıllara bağlı olarak
farklı kombinasyonlara bürünen) liberal demokrasi, komünizm, faşizm ve ulusal
kurtuluş arasında- bir ideoloji savaşıydı. Aslında İkinci Dünya Savaşı kinayesi
bugün hala her yerde yaygın; kişinin bir duyguyu/düşünceyi ifade ettiği
herhangi bir sohbette haddini aşarak “Nazi kartının ileri sürmesi”nden [yani karşısındaki kişinin görüşünü Adolf
Hitler veya Nazi Partisi’nin görüşleri ile karşılaştırarak çürütmeye
çalışmasından] tutun manşetlerde hemen her gün köpürtülen İkinci Dünya
Savaşı’nın tarihsel hafızası üzerinden yürüyen kavgaya kadar… Sözkonusu
tarihsel hafıza savaşı; Polonya’da belirli savaş suçlarından kimler suçlanmalı
konusunda, Güney Kore’de Japonya’nın savaş zamanı zulümleri için nasıl kulağı
çekilmeli üzerinden ve Ortadoğu’da Türkiye ile İran’ın bir ortak nokta olarak
zaman zaman yabancılar tarafından Nazi Almanya’sıyla kıyaslanmaları bakımından
devam ediyor.
Ancak bugün
dünya, 1939-1991’in ideolojik bakımdan heyecan yaratan dünyasına benzemiyor;
zira o dönemlere dönmekten muazzam bir korku var. Gerçekten de dünya bugün
farklı bir küresel savaşın -Birinci Dünya Savaşı’nın- öncesindeki on yıllara
çok daha fazla benziyor. Bu, ideolojik bir savaş değil, büyük güçlerin yükselip
düştüğü bir çağda sahici bir milli güç savaşıydı. Almanya artık Germany no
longer wished to chomp at the bit of the British Empire. [İzolasyon politikası izleyen] ABD her şeyden fazla yalnız
bırakılmayı istiyordu. Osmanlılar, Avusturya-Macaristanlılar ve Ruslar yavaş
yavaş gerilemekteydi ve çökmekte olan siyasi rejimlerine canlılık katmanın bir
yolunu arıyorlardı. Bu arada Fransızlar üçlü krem peynir icat etmekte ve [geçmişindeki travmatik] ihtilalleri ve
Napolyon’u unutmaya çalışmaktaydı. [Avusturya-Macaristan]
Arşidük[ü] Franz Ferdinand
suikastla öldürüldüğü sırada Avrupa ittifak sistemi o şekilde yapılanmıştı ki
savaş kaçınılmaz hale geldi.
Günümüz dünya
düzeninde benzer bir güç yapılanması çerçevesinin izini sürmek mümkün. Hâkim
emperyal güç olan ABD, statükoyu sürdürmek için sürekli tokmakla köstebek vurma
oyununa girişmiş durumda. Çin ve Türkiye gibi güçlenen aktörler, ABD’nin
orantısız güç ve servet paylaşımından rahatsız. Rusya Federasyonu ve Avrupa
Birliği gibi çokuluslu yapılar, eski şaşalı günlerini çoktan yitirmiş gibi
görünüyor – bu da kanamayı durdurmak için Moskova’nın agresifçe, Brüksel’in ise
etkisiz çözümler önermesine yol açıyor. Manşetleri dolduran konular, ideolojik
değil bürokratik: Çin’in düşük fiyatlı alüminyumu ve çeliğine karşı Amerikan
gümrük vergileri, (NAFTA ve Brexit de dâhil) serbest ticaret anlaşmalarının
yeniden müzakeresi, (AB-Türkiye anlaşmasında olduğu gibi) Müslüman mültecileri
yerleştirmek için mali ödenek ve İran nükleer anlaşması. Bu ille de iyiye
işaret değil. Nitekim ideolojisizlik, Birinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon
insanın can vermesini engelleyemedi; dahası, 20. yüzyılın ikinci yarısında
dünyaya son derece yıkıcı şekilde hâkim olan ideolojiler de bu ilk muazzam
küresel mücadeleden neşet etmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı o denli geçmişte
kaldı ki ondan alınan dersler de ekseriyetle unutulup gitti.
İdeolojiye karşı rekabet
İdeoloji;
liberallerin ve muhafazakârların, otoriterlerin ve demokratların gece gözlerine
uyku sokmayan dehşet. Batı, SSCB’nin geri dönmesinden, Rusya ise Batı destekli
rejim değişikliği dalgasından korkuyor; yine herkesin müşterek korkusu, -ironik
bir şekilde şu an dünyanın en net siyasi ideolojisi ama aynı zamanda en vahşisi
olan- radikal İslam. İdeolojiye yönelik bu küresel suskunluğu anlamak önemli;
zira milletlerin nelerden korktukları, ne yapacaklarının en güçlü ön
göstergesidir. Ama bu ideolojik güçlerin 20. yüzyılda çatışmaların bizzat
nedeni olmamakla birlikte onları şiddetlendirdiklerini idrak etmek de aynı
derecede önemli. Bu çatışmaların kökeninde büyük güçler arasındaki rekabet
vardı ve dünya şu an yeni bir rekabete doğru adım adım ilerliyor.
İdeoloji
etrafındaki ton duyarsızlığının Amerikan siyasi söylemi kadar iyi bir örneği
olmasa gerek. Başkanlığı sırasında Barack Obama, -hasımları tarafından
aşağılamak için, destekçileri tarafındansa ABD’yi İsveç haline getireceği
düşüncesiyle- bir sosyalist olarak nitelendi. Başkan Donald Trump’a ise
-hasımları onun lafebeliğinden nefret ederek, destekçileri ise güç konusundaki
katı duruşuna hayranlık besleyerek- popülist diyorlar. Bu iki başkana yönelik
popüler görüşlerin hiçbiri gerçeklikle bağdaşmıyor. Zira Obama sosyalist
değildi; sizce acaba solculuğun hangi numune-i imtisali, [Obama’nın yaptığı gibi] çokuluslu finans ve sigorta devi AIG’in
mali destekle kurtarılmasına rıza gösterebilir? Trump da popülist değil; acaba
hangi popülist, borsadaki irrasyonel zirvelerin alt ve orta gelirli işçilere
yarayacağını iddia edebilir? ABD’de siyasi etiketler, deli saçmalığından pek de
öteye geçmiyor; öyle ki kimin neyi temsil ettiğini bilebilmek artık zor.
Öte yandan bu
sadece bir Amerikan olgusu da değil. Aynısı dünya çapında yaşanmakta, özellikle
de iç bölünmüşlüğü rejimi gerçekten tehdit edebilecek hale gelen ülkelerde…
Çin, Rusya ve Türkiye buna birkaç örnek. Bunun anlamı, açığa çıkarabileceği şeyden
korkarak kamusal tartışmayı bastırmak ve alternatifinden korkarak muhafazakâr
otoriter şahsiyetleri yerleştirmek olageldi. Bütün bu mantıksızlıklar, -dünya
halklarının menfaatlerinin farklılaştığını yansıtan- genel huzursuzluğun
derinleşmesinin bir tezahürü sadece. Geleceğin giderek belirsizleştiği ve
müstakbel nesiller için iktisadi beklentilerin iç karartıcı olduğu bir dünyada
hayal kırıklıkları kolayca küresel süper güce hamledilebilir. Bu süper gücün
sahip olduğu paradan ve güçten payının adil olmadığı, çok daha hakkaniyetli bir
paylaşım gerektiği görülüyor. Eş zamanlı olarak bu küresel süper güç, bizzat
kendisi yalnız bırakılmayı ve mevcut konumunu sürdürmeyi istiyor ki bu da onun
dengesiz davranışlarda bulunmasına yol açıyor ve döngü öylece dönüp duruyor.
Büyük bir
ideolojik mücadele kapıda değil; [1945-1989
arasında olduğu gibi] yeni bir Demir Perde dünyanın hiçbir kıtasına inmek
üzere değil. Başat bir dünya gücünün yanısıra, -ABD’nin hâkimiyetinin
azaltılmasını isteyen ve fakat bu hedefini gerçekleştirecek kadar da henüz
güçlenememiş- ikinci ligde yükselen ve düşen güçler var. Bu durum
anlaşmazlıklara yol açmakta olup bunu anlamlı kılmak için Soğuk Savaş
nostaljisine başvurma gibi bir eğilim sözkonusu. Ama bu yanlış bir benzetme.
Daha doğrusu ise 19. yüzyılın ikinci yarısına benzetmek olacaktır. Bu dönem,
yeni ortaya çıkan büyük güçlerin bir rekabet çağıydı, devletler arasındaki
ilişkilerin ideolojik haklılıklara değil milli menfaatlere dayalı olduğu bir
çağdı. Ve fakat milli güçler dünyayı yeniden şekillendirirken dahi insanoğlu
ideolojiye (veya dine veya bilime veyahut diğer dünya görüşlerine) hasret
çekiyordu. İrrasyonel olanı makul hale getirmeyi ve dünyalık olana bir anlam
katmayı vaat ettiği için ideolojiye özlem duyuyordu. Ve savaş patlak verdiğinde
kıyımları kitlelerin zihinlerinde meşrulaştıracak ideoloji eksikliği sözkonusu
değildi.
Mevcut küresel
yapıda başat bir güç var; ama kendi milli menfaatlerini savunmak veya başarmak
arayışındaki diğer güçler tarafından gittikçe daha fazla meydan okumalarla yüz
yüze. Dünya daha rekabetçi hale gelirken ve sıradan insan için mevcut gidişatın
daha iyi bir geleceğe yol vereceğini tahayyül etmek giderek zorlaşırken
ideolojiye hasret artacak. İdeoloji ikili ilişkileri şekillendirmiyor; çünkü
zamanın ruhunu yakalamış bir ideoloji henüz ortaya çıkmış değil. Dünya, 21.
yüzyılı 20. yüzyılın gözlüğünden anlamaya çalışarak hala daha eskilerle patinaj
yapıyor. Bu da demek oluyor ki biz İkinci Soğuk Savaş’ın eşiğinde değiliz.
İdeoloji ölmüş durumda. Yine de şu an yeni yaratılan tanrıların hayaletini
görebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder