“BİZ
TÜRKİYE’DE HAYATA SIFIRDAN DEĞİL, SIFIRIN ALTINDAN BAŞLADIK”
XX (Suriye’deyken
babası albay ve annesi sınıf öğretmeni olan, 2014’te Halep’ten Türkiye’ye
sığınan tıp fakültesi öğrencisi 20 yaşında bir genç kız)
10.8.2023,
Türkiye
Röportajı
yapan: Zahide Tuba Kor
NOT: Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak
göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.
Suriye’deyken
babası albay ve annesi sınıf öğretmeni olan, 2014’te Halep’ten Türkiye’ye
sığınan ve şu an İç Anadolu’daki bir şehrimizde yaşayan, tıp fakültesi
öğrencisi 20 yaşında bir genç kızla geçen ay Suriye’yle ilgili yaptığım bir
konuşmanın ardından bana attığı mesajla tanıştım. Suriye’de savaş altında ve
Türkiye’de özellikle öğrencilik hayatında neler yaşadığını öğrenmek için kendisiyle
bir röportaj yaptım. Anlattıkları, ülkemizdeki birçok Suriyeli çocuğun ve
gencin yaşadıklarının ve hissettiklerinin bir numunesi…
“Savaş altında
yaşamak çok zordur. Halep’te çocukluğum sürekli korku ve stres içinde geçti. Hep
öleceğimi hissediyordum. İçimizde hala hep bir hüzün var. Savaşı yaşamayan bunu
asla anlayamaz.”
“Hava
almak için balkona çıktığımda üzerimizden roketler geçiyordu. Korkunç sesleri
vardı. Artık çıkardığı sesten roketlerin hangi model olduğunu anlayabiliyorduk.”
“2013’te
Halep’te kuşatıldığımız için yiyecek çok azaldı. İlk kez hayatımda açlık
hissettim. Buzdolabını açıyordum ama içi bomboştu. Açlık çektiğimde oyun
oynayarak gerçek dünyadan kopmaya, yaşadıklarımızı unutmaya çalışıyordum.”
“Temel
ihtiyaçlarımızı alabilmek için Türkiye’de markete ilk gittiğimizde raflarda her
türlü yiyeceği görünce gözlerimize inanamadık. Uzun zamandır bu kadar yiyeceği
bir arada görememiştik.”
“Halep’ten
çıkıp Türkiye’ye gelebilmek için önce ‘Ölüm Geçidi’ denen yerden geçmek
zorundaydık. Askerler binaların tepesinde konuşlanmış, rastgele insanları vurup
öldürüyorlardı.”
“Sınıfın
en arkasında oturuyordum. Arkadaşsızdım. İçe dönüktüm. Dilim yetersiz
olduğundan çevremle iletişim kuramıyordum. Konuştuğumda yanlış anlaşılmaktan ve
işlerin daha kötüye gitmesinden korktuğum için susmayı tercih ediyordum. İnsanın
kendisini anlatamaması ne kadar kötü bir his bilemezsiniz.”
“Türkiye’de
dertlerimi, sıkıntılarımı kimseye söyleyemez, her şeyi içime atardım. Sadece
ağlayarak ve Allah’a havale ederek dertlerden kurtulmaya çalışırdım. İçimdeki
üzüntüler o kadar birikti ki bunları kelimelerle dile dökemediğimden en sonunda
sesle çıkartmaya, keman çalmaya başladım.”
“Başlarda
hiçbir şey anlayamadığımızdan bizim hakikaten okulda ilgiye ihtiyacımız vardı.
Neyi nasıl çalışacağımı, ödevi nasıl yapmam gerektiğini, Türkçemi nasıl
geliştireceğimi bilmiyordum. Maalesef bizi yönlendiren öğretmenimiz de olmadı.”
“Girdiğim
YÖS sınavından tam puan alarak tıp fakültesini kazandım. Annem, ‘Türkiye’ye ilk
geldiğimizde senin günün birinde tıp fakültesini kazanacağın söylense
inanamazdım’ diyor. Çünkü burada hayata sıfırdan değil, sıfırın altından
başlamıştık. Adeta yeni doğmuş bebek gibi kalakalmıştık.”
11
yaşında Suriye’den Türkiye’ye gelmişsin. Savaştan evvel hayatın nasıldı, savaşla
birlikte neler değişti?
Savaştan
evvel çok güzel bir hayatımız vardı. Ebeveynim sürekli bizimle ilgilenirdi. İyi
bir eğitim verme çabası içinde bizi İngilizce, yüzme ve judo kursuna götürürlerdi.
Ama savaşla birlikte her şey değişti, hayatımız düşüşe geçti. Ebeveynimin derdi
artık o kadar büyüktü ki bizimle çok az ilgilenir hale geldiler. Çocuklarımızı nasıl
geliştirebiliriz düşüncesinden nasıl koruyabiliriz, nasıl güvenli bir yere
götürebiliriz derdine düştüler.
Bölüyorum
ama İngilizce kursuna kaç yaşında başladınız?
Ben henüz
küçük olduğumdan gitmedim, ama ablalarım 10 ve 12 yaşında İngilizce kursuna başlamışlardı.
Suriye’deyken babamın bize üç dil -İngilizce, İspanyolca ve Fransızca- öğretme
hedefi vardı. Fransızcayı zaten okulda öğreniyorduk. Ama savaş yüzünden bütün
hayaller suya düştü.
Küçük
olduğum halde ablalarımla yüzme kursuna gittim. Daha doğrusu tam ben kursa
başlamıştım ki bir ay sonra savaş başladı. Bu arada büyük ablam çok iyi
yüzücüdür. Kendimizi savunmak için başladığımız judo kursu da yarım kaldı.
1. ve 2.
sınıftayken annem, ablalarım ve ben beraber okula giderdik. 3. sınıfa geçtiğimde
evimize yakın olduğundan beni ve ikinci ablamı Hristiyan okuluna yolladılar.
Normalde Müslümanları kesinlikle kabul etmiyorlardı; ama babam albay olduğu
için aldılar. Okulun tamamı Hristiyan’dı, Müslüman olarak zorlandık. Hatta Hristiyanlar
da Arap olduğu halde ırkçılık yaşadık. Küçücük çocuklar, Hristiyan olmamız için
bize baskı yapıyordu. Savaş nedeniyle bu okulda sadece bir sene okudum. En
büyük ablam ise şerî okuldaydı; sizdeki imam hatiplere benzerdi ama eğitimi çok
daha ciddiydi.
2011’de
Suriye’de olaylar başladığında 2. sınıftaydım. 3’te her şey normaldi [Halep’te
savaş 2012 ortasında başlamıştır], ama 4. sınıfta savaş çok şiddetlendiğinden
okulu bırakıp kursa gitmek zorunda kaldık. Çünkü savaşta evleri yıkılıp
yerinden olanların sığınacağı tek yer okullardı ve bu yüzden devlet okullarda
eğitim faaliyeti durdu. 5. sınıfta özel okula gitmek zorunda kaldık.
Yaşadığınız
rejimin kontrolündeki Batı Halep’te hayat nasıldı?
Çok
kötüydü. Evimiz, Harp Akademisi’ne çok yakın, son derece kritik bir bölgede
olduğundan askerler evimize el koydu. Defalarca ev değiştirdik.
Savaş altında
bir çocuk olarak yaşamak nasıl bir şeydir, bize anlatır mısın?
Savaş altında
yaşamak çok zordur. Çocukluğum sürekli korku ve stres içinde geçti. Hep öleceğimi
hissediyordum. Mesela askerî bölge olduğu için ilk yaşadığımız evin yakınında bir
arabaya konan bombanın patlatılması sonucu deprem gibi evimiz sağa sola gitti
geldi, bütün camlar kırılıp yere döküldü. Patlamadan en çok etkilenen evlerden
biri bizimkiydi. Korkudan hemen annemin yanına koştuk. Okulda olduğumuz başka bir
gün yine patlama oldu; bütün camlar kırıldı, bir öğrenci öldü. Hava almak için
balkona çıktığımızda üzerimizden roketler geçiyordu. Çok korkunç sesleri vardı.
Artık çıkardığı sesten roketlerin hangi tür olduğunu anlayabiliyorduk. Hatta
bütün roket modellerini ezberlemiştik. En temel ihtiyaçlardan olan su ve
elektrik gitti. Sular 15 günde bir geliyordu ve her 15 günü 1000 litre suyla
idare etmek zorundaydık. [Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, günlük kişi başı
su tüketimi en az 100 litre olmalıdır. Yani normalde 6 kişilik bu ailenin 15
günlük asgari su ihtiyacı 9000 litreydi.] Yaz mevsimiydi ve havalar çok
sıcaktı. O günleri hep susuz geçirdik. Elektrikler ise tamamen kesildi. Nadiren
geldiğinde de sadece yarım saatliğine elektriğimiz olurda ve o yarım saatlik
kısıtlı sürede birikmiş bütün işleri halletmek mümkün değildi. 2013’te Halep’te
kuşatıldığımız için yiyecek çok azaldı. İlk kez hayatımda açlık hissettim.
Eğitim zaten çöktü. Ebeveynimin bize ilgisi iyice azaldı. Sürekli korku ve
stres içinde yaşadıktan sonra 2014’te ülkeden ayrıldık.
O stres
hayatınızda kalıcı etki bıraktı mı?
Fiziki
sağlığımız çok şükür iyiydi, ama savaştan çıkan herkesin psikolojisi olumsuz etkilendi.
Bizim halet-i ruhiyemiz sizinkinden farklı. İçimizde hala hep bir hüzün var.
Savaşı yaşamayan bunu asla anlayamaz. Özellikle yakınlarını kaybedenler ciddi
depresyona girdiler.
Açlık
hissettim demiştin, o dönemi nasıl geçirdin?
Buzdolabını
açıyordum ama içi bomboştu, yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Kızılay konserve
veriyordu sadece, ama hiç sağlıklı değildi. Açlık çektiğimde sadece telefonla oynayarak
vakit geçiriyor; oyun oynayarak gerçek dünyadan kopmaya, yaşadıklarımızı
unutmaya çalışıyordum. Ben asıl hamile anneme üzülüyordum. O konserveleri yemek
zorunda kalıyor, tansiyonu sürekli yükseliyordu. Aşeriyordu ama alamıyorduk.
Her şey anormal pahalı hale gelmişti; paramız olsa bile kuşatma altında
olduğumuzdan sebzesiz-meyvesiz kalmıştık.
Bu
soruyu sormak istemezdim ama röportajı okuyan birçok Türk’ün aklına şu soru
gelecektir: Savaş şartlarında annen neden çocuk doğurdu?
Annem
hamile olduğunu anlayınca çok dertlendi. Düşürmek için gittiği doktora “Kendimi
bile doyuramazken bu çocuğu nasıl doyurup büyüteceğim?” dedi. Doktor şöyle
cevap verdi: “Rabbin için sabret. Çocuğuna rızkı verecek olan sen değilsin, Allah.
Haram bir fiili işleyerek Allah’ın rızasını kaybedenlerden olma. Sabrın sonucu
muhakkak güzel olacaktır.” Bu cevap başta anneme çok zor geldi. Ama doktorun
dediği gibi Allah’ı rızasına aykırı bir şey yapmaktan kaçındı. O’nun takdirine
razı geldi. Bu sabrı karşılığında Allah ebeveynime çok hayırlı bir evlat nasip
etti. “İyi ki Allah bana bu evladı nasip etti” sözünü annemden sık sık duyuyorum.
Kula nice şer gibi görünen şeylerin ardında büyük hayırlar vardır, nice hayır
gibi görünen şeyler aslında şerdir. Zor durumlarda Allah’ın takdirine boyun
eğerek O’na güvenmek gerek.
Halep’te
kuşatma ne kadar sürdü?
Toplamda
ne kadar bilmiyorum ama en şiddetli kuşatma bir ay sürdü. O kuşatma sırasında
yiyecek alabilmek için rejim bölgesinden çıkıp muhaliflerin olduğu tarafa
geçmek gerekiyordu. Babam rütbeli asker olduğu için muhaliflerin tarafına
geçemezdi. Temel gıda maddelerini alabilmek ve yemek pişirebilmek için annem hayatını
tehlikeye atıp karşı tarafa geçiyordu. Bize ölülerin muhaliflerin tarafındaki
mezarlıklara gömülmesi için normalde sebze-meyve kasalarının taşındığı el arabalarında
kefenlenmiş olarak nasıl götürüldüğünü anlatıyordu. Ölüm, Suriye’deyken
istisnasız her gün duyduğumuz bir kelime haline gelmişti.
Peki,
Türkiye’ye nasıl geldiniz?
Halep’ten
çıkıp Türkiye’ye gelebilmek için önce ‘Ölüm Geçidi’ denen yerden geçmek
zorundaydık. Askerler binaların tepesinde konuşlanmış, rastgele insanları vurup
öldürüyorlardı.
Bu geçiş
noktasının tam adı neydi?
Bostanu’l-Kasr
idi.
O zaman
burası, Halep’in rejimin kontrolündeki batısı ile ÖSO’nun kontrolündeki
doğusunu birbirinden ayıran nokta. Burada çok fazla Suriyeli tutuklanmış ve
kaybolmuş diye biliyordum. Hayatını kaybeden de çok olmalı.
Evet,
hayatını kaybeden çoktu. O noktaya gelindiğinde herkes koşarak geçmeye
çalışıyordu. Büyükler, keskin nişancıların hedefi olmaması için çocuklarını
omuzlarından indirip sımsıkı kollarının içine alıp kucaklarında koşuyorlardı. Biz
de çocuk olarak buradan geçmek zorunda kaldık. Annem 7 aylık hamileydi. ‘Ölüm
Geçidi’ni geçtikten sonrası daha kolaydı. Çünkü o sıralarda rejim kontrolündeki
bölgeler daha tehlikeliydi.
Albay baban
da sizinle miydi?
Hayır,
babam Türkiye’ye Lübnan üzerinden denizyoluyla geldi. Onunla burada buluştuk. Bizim
güzergâh babam için çok tehlikeliydi; muhalifler arasından geçemezdi.
Türkiye
günlerinize gelelim. Neler yaşadınız?
İlk yerleştiğimiz
ev kötüydü. Ama en azından güvenli, bombalar patlamıyor diye kendimizi rahat
hissettik. Babam iş bulamamanın sancısı içindeydi. Temel ihtiyaçlarımızı
alabilmek için Türkiye’de markete ilk gittiğimizde raflarda her türlü yiyeceği
görünce gözlerimize inanamadık. Uzun zamandır bu kadar yiyeceği bir arada
görmemiştik biz.
Komşularımızla
yavaş yavaş tanışmaya başladık. Onlarla ya işaret diliyle iletişime geçerdik ya
da Google Translate’ten yardım alarak işlerimizi hallederdik. Birbirimizi tam olarak
anlamasak da komşularla güzel vakit geçirirdik. Çok iyi insanlardı. Komşu
çocukları bizi Kur’an kursuna kaydettirdi. Hoca da, öğrenciler de komşularımız
gibi çok iyi insanlardı. Kursta ve etrafımdaki insanların konuşmalarından
öğrendiğim Türkçe kelimeleri küçük defterime kaydeder, ezberlemek için sürekli
tekrar ederdim. Komşumuzun kızı sayesinde okumayı öğrendim.
Türkiye’de
soluduğumuz hava Halep’in havasından çok daha temizdi. Zannedersem savaş havayı
çok kirletmişti. Yüksek tansiyondan şikâyetçi olan ve sürekli nefes darlığı
yaşayan hamile annemin bütün rahatsızlıkları bu yerleştiğimiz yerde ortadan
kalktı, sürekli kullandığı ilaçları bıraktı.
Türkiye’de
toplamda 4 defa yer değiştirdik. İkinci taşındığımız ilçede yaklaşık 8 ay
kaldık ve burada da insanlardan çok iyi muamele gördük. Bize hep “Siz bize
emanetsiniz. Siz muhacirsiniz, biz de ensarız” derlerdi.
Tabii okula
başlayınca çok zorlandık, her okulda ayrı sıkıntılarımız oldu.
Okula
hemen mi başladınız?
Evet,
ama o dönem Suriyelilerin okula kayıtlarıyla ilgili kurallar henüz yoktu. Okul
müdürü okula kaydetmek istemedi. Bizim okul idaresiyle iletişim kurmamız da çok
zor oldu; çünkü İngilizce bilen yok denecek kadar azdı. Ama sonunda babam
uğraşıp kaydımızı yaptırabildi.
Okul
hayatını anlatır mısın?
İlk
başta Türkçe bilmediğim için hiçbir şey anlamıyordum, konuşamıyordum, sadece sınıfta
oturuyordum. Suriye’de verilen dil eğitimi iyi olduğundan İngilizcem vardı. Konuşmaya,
derdimi anlatmaya çalışsam da olmuyordu. İnsanın kendisini anlatamaması ne
kadar kötü bir his bilemezsiniz. Okula gide gele zamanla Türkçe öğrenmeye
başladık. İlk başlarda sınav notlarım 20-30’du. Ama ebeveynimin dertleri o
kadar büyüktü ki bizim notlarımızla uğraşacak halde değillerdi.
Biliyor
musunuz, çocuk olarak bizim dertlerimiz ve yükümüz de Türkiye’de büyüdü. Çünkü Suriye’deyken
bir şeyi bilmediğimde, yapamadığımda bunu kendim dile getirebiliyordum ya da
babam devreye girip hallediyordu. Babamın da, annemin de çevresi çok genişti.
Akrabalarımız da Suriye’de hep önemli insanlardı. Sorunlarımız mutlaka
çözülürdü. Türkiye’de bana yardım edecek hiç kimsem yoktu. Ebeveynim tabii ki
yardım etmek isterdi, ama Türkçe bilmedikleri için çaresizdiler. Dili öğrenen
biz üç kız kardeştik ve bütün yük üzerimizdeydi. Sorunlarımı kendim çözmek
zorundaydım.
Peki,
sorunlarını tek başına çözebiliyor muydun?
Hayır,
çözemiyordum. Konuşamıyordum ki nasıl çözeyim. Her şeyi içime ata ata sonunda tamamen
içe kapanık biri oldum.
6.
sınıfta okul ve sınıf mevcudu az olduğundan iyiydi. İlk yıl ırkçılık yaşamadım.
Matematik öğretmenim bana ve benden büyük ablama yardım etti, ilgi gösterdi,
motive etti. Bu bana umut verdi. Hiçbir şey anlayamadığımızdan bizim hakikaten
ilgiye ihtiyacımız vardı. Neyi nasıl çalışacağımı, ödevi nasıl yapmam
gerektiğini, Türkçemi nasıl geliştireceğimi bilmiyordum. Maalesef bizi
yönlendiren öğretmenlerimiz olmadı. Her şeyi kendim keşfetmem gerektiğini liseye
geçtiğimde anladım.
Yani ilk
üç senen ne yapman gerektiğini anlamadan geçti, öyle mi?
Evet,
gerçekten öyle. Rüya -belki de kâbus- gibi geçti. Sınavlara girip çıkıyordum
sadece.
Notların
nasıldı?
6.
sınıfta kötüydü. 7. ve 8. sınıfta takdirle geçtim.
Takdirle
sınıflarını geçtiysen dili bir senede hallettin ve başardın demektir.
Türkiye’de
takdir almak zor değil ki. Özellikle ortaokulda sürekli performans notu verip
geçirirlerdi. Eğitimimiz kaliteli değildi. Takdirle geçsem de TEOG sınavından
kötü aldım. Çünkü TEOG nedir, ne işe yarar bilmiyordum. Sınıfta herkes
stresliydi; ben de aksine rahattım, neden bunlar stresli diye düşünüyordum.
Sınava çalışmadan girdim. Sadece öğretmenlerin verdiği testleri çözmüştüm, o
kadar.
Sana
kimse söylemedi mi TEOG’a böyle çalışmalısın diye?
Hayır. Sınava
gireceğiz diyorlardı ama niçin anlamıyordum. Benim için bu sınavın bir önemi
yoktu. Bir de biz Suriyeli olduğumuz için sürekli yeni haberler çıkıyordu; “Suriyeliler
TEOG’a giremez”, “yok girebilir”, “sadece imam hatibe gidebilir” falan diye. Bu
kadar belirsizlik içinde umursamadım. Akıbetimiz ne olacak bilmeliyiz ki bir
hedef koyabilelim.
Öğretmenler,
Suriyeli olduğumu bilse de bana Türk öğrenci gibi muamele ettiler, yol
göstermediler. Çok eksiğim olduğunu anlamıyorlardı.
Ablaların
da aynı şeyi mi yaşadı?
Evet.
Biz, yerleştiğimiz şehre ilk gelen Suriyelilerden olduğumuz için öğretmenler herhalde
yabancı öğrenciler konusunda tecrübesizdi. Bize nasıl davranmaları gerektiğini
bilmiyor olmalılar.
Sınavlarda
soruyu anlamadığımı söylediğimde, öğretmenlerin çoğu “Anlamadıysan ben ne yapayım”
diyordu. Nadiren yardım eden, ya soruyu kendisi açıklayan ya da yanındaki
arkadaşın cevabı vermeden soruyu sana anlatsın diyen oluyordu.
6.
sınıfta matematik öğretmenim bana çok yardım etti demiştim. Türkçe
konuşamıyordum; ama sınıftaki varlığımı ispat edebilmek için gücümü son
raddesine kadar kullanıyordum. İyi not almak için çok çabalıyordum. Matematik
dersi olmasına rağmen soruları tek tek ezberliyordum. Öğretmen benim tembel
olduğumu, bana ayırdığı vaktin boşa gittiğini zannetmesin istiyordum. Öğretmenimiz
pi sayısının basamakları diye bir yarışma yapmıştı. Kim daha çok ezberlerse o
kazanacaktı. Ben de 50 tane rakamı 3 günde ezberledim; meğer sınıfta en çok rakamı
ben ezberlemişim, ama onların da hepsi yanlışmış. Öğretmen dedi ki “Bunları
sana veriyorum, yarına kadar ne kadar ezberleyebiliyorsan ezberle. Kazanan
yarın belli olsun.” İnanır mısınız, bir günde 200 rakamı ezberledim. Ertesi gün
tek tek öğretmene saydığımda çok şaşırdı. Kendimi ispat edebilmek için bunu
yapmak zorundaydım.
7. sınıf
zorluklarla başladı. İlk önce yaşadığımız şehrin daha kalabalık bir ilçesindeki
ortaokula 2 hafta gittim; sonra babamın işi nedeniyle komşu şehre taşındık. Yeni
bir şehir, yeni bir ev, yeni bir okul ve yine yeni bir başlangıç… Kolay
değildi. Okul daha büyük, öğrenci ve öğretmen sayısı daha fazlaydı. Suriyeliler
hakkında daha fazla bilgisi vardı, tabii bir kısmı önyargılı bilgilerdi.
Sınıfın en arkasında oturuyordum. Arkadaşsızdım. İçe dönüktüm. Dilim yetersiz
olduğundan iletişim kuramıyordum. Konuştuğumda yanlış anlaşılmaktan ve işlerin
daha kötüye gitmesinden korktuğum için susmayı tercih ediyordum.
Peki,
hiç yanlış anlaşılıp başına kötü şeyler geldiği oldu mu?
Evet,
oldu. Bir gün Türkçe dersinde yetiştirebilmek için deftere başka bir dersle ilgili
şeyler yazıyordum. Farklı bir okuldan nakille gelmiştim. Meğer Türkçe öğretmeni
dersinde başka bir şey yapılmasını istemezmiş. Nereden bileyim? Öğretmen yazdıklarımı
görünce bağırmaya başladı. Bağırdı, bağırdı, bağırdı. Ben şok oldum. Kendimi
tutamadım. Öğrencilik hayatımda en çok ağladığım gün oydu. Ağladım, çünkü
kendimi ifade edemiyordum, bunu bilmeden yaptığımı söyleyemiyordum. Türkçe
dersinden sonra fen sınavımız vardı. Moralim sıfırken ve ağlarken sınava nasıl
odaklanabilirdim? Sadece kâğıda adımı yazıp kenara koydum ve sıraya kapandım.
Başımızda müzik öğretmeni vardı. “Bu kıza ne oldu?” diye sordu. Sınıftakiler
anlattı. Bana sordu, dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım; ama yanlış anlatmışım.
Türkçe öğretmenine gidip sordu ve geri dönüp “Sen yalan söylüyorsun” diye
bağırmaya başladı. Gözyaşlarına boğuldum. O zor anımda sınıftaki kimse bana
yardım etmedi. Eve dönünce anneme anlattım, okulu bırakmak istediğimi söyledim.
Anneme anlatmam daha kötü oldu. Çünkü Türkçesi olmadığından yardım edemiyor, kahroluyordu.
Bundan sonra ebeveynimi üzmemek için yaşadıklarımı anlatmamaya başladım;
anlattığımda onlara takatlerinden daha fazla yük yüklüyordum.
Dertlerini,
sıkıntılarını kimseye söyleyemezdin, öyle mi?
Evet, her
şeyi içime atardım. Sadece ağlayarak içimdeki dertlerden kurtulmaya çalışırdım.
Hala daha öyle, biliyor musunuz? İçim acıyla dolduğunda ağlaya ağlaya sonunda o
acıyı içimden atıyorum. Tabii bir de Allah’a havale ediyorum. Çünkü bizim acılarımız,
dertlerimiz çözülemeyecek.
Türkçe öğretmeninden,
sanki karşımda bir canavar varmışçasına çok korkuyordum. Onu gördüğümde ellerim
titremeye başlıyor, dilim tutuluyordu. O kadar sessizdim ki sınıfta varlığım
bile belli olmuyordu. Öğretmen benim halet-i ruhiyemi bilse belki de böyle
davranmazdı, bilmiyorum.
Bir gün
müzik dersinde melodikadan sınavımız vardı. Maddi durumumuz kötü olduğundan
melodikam yoktu. Sıra bana geldiğinde “Hocam benim melodikam yok” dedim; “Sıfır
aldın, hayırlı olsun” karşılığını verdi. “Neden yok, nasıl yardımcı olabiliriz?”
diye sormadı bile. Belki de melodikam var da evde unuttum falan zannetti,
bilmiyorum. Hâlbuki benim müzik kulağım vardı.
İçimdeki
üzüntüler o kadar çok birikti ki bunları sözle, kelimelerle dile dökemediğimden
en sonunda sesle çıkartmaya, kendi çabalarımla keman çalmaya başladım. Hala
daha keman çalarak üzüntülerimi atıyorum. Size de bir videomu yollayacağım.
Sanatla
uğraşmak insanların travmalarını, acılarını hafifleten en önemli araçlardandır.
Bunu keşfetmişsin, tebrik ederim. Çünkü senin gibi acı çeken her Suriyeli çocuk
bunu keşfedebilmiş değil. Bu arada zorluklarla dolu savaş ve göç tecrübesi,
ileride dünya çapında birçok Suriyeli sanatçının doğuşuna vesile olacaktır. Hatta
bu süreç çoktan başladı bile… Okulda yaşadıklarına devam edelim.
En çok ırkçılığı
8. sınıfta yaşadım. Zannedersem bu, ergenlik çağıyla bağlantılıydı. Ben ketum,
kendi halinde, kimseye zararı dokunmayan, yardım isteyen herkese yardım eden
biriydim. Sınıftaki bazı öğrenciler Arapça dersinde ödevde, çeviride sürekli
benden yardım istiyordu; yardımcı oluyordum ama sonra arkalarını dönüp gidiyorlardı.
Sadece kendi menfaatleri gereği benimle muhatap oluyorlardı. Bu çok üzücü bir
durum.
Sana tam
olarak ne yapıyorlardı?
Önümde
oturan kız Suriyelilerden nefret ediyordu. Sürekli durduk yere “Ülkene defol
git”, “Burada senin ne işin var?”, “Sen Arap’sın” diyordu; aşağılık bir
insanmışım gibi davranıyor ve bakıyordu. Arap nefreti Türkiye’de gerçekten çok.
Ben sınıfta sesi bile çıkmayan biriydim. Sürekli bana git diyordu. Onun
davranışları ve hakaretleri beni daha fazla ketum yaptı, içimdeki acılar daha
fazla birikti. Bahçede ağlıyor, ağlıyor, boşalıp sınıfa geri dönüyordum. Bu
yaptıklarını görenler, üzülse de bana yardım etmiyor, hakkı söylemiyordu. Neden
bilmiyorum ama öğretmenler bile öyleydi. Sonunda dayanamayıp okulun bitmesine
birkaç ay kala başka bir sınıftaki Türk arkadaşıma olanları anlatıp içimi
boşalttım, ne yapmam gerektiğini sordum. Bizim sınıftan birine söylesem her şey
daha fena olacaktı. Bana “Bir öğretmene söyleyeceğim; o, kızın ailesiyle
konuşup bu işi halleder” dedi. Ve gerçekten bunu yaptı, ondan sonra kız bir
daha bana hiçbir şey demedi. Çözüm aslında bu kadar basitti, ama kimse yardımcı
olmamıştı.
Benim
çok çalıştığımı, müzikteki yeteneklerimi görmeye başladıklarında sınıftakilerin
bir kısmı rahatsız oldu. Sen bir Suriyeli olarak neden bizden daha başarılısın
diye düşünüp içten içe kin besliyorlardı. “Siz mültecisiniz. Neden Türkiye’ye
geldiniz? Başka yer bulamadınız mı?” diyorlardı. Özellikle lisede bu hissiyat
daha fazlaydı. Çünkü lisede çok çalışıp başarılı oldum, okulu ikincilikle
bitirdim. Bazıları sürekli “Sen neden gidip de ülkeni kurtarmıyorsun?” diyordu;
sonunda ben de kendi kendime aynı soruları sormaya başladım. Artık çevremdeki
Türklerin dediklerine inanıyordum.
Annen-babanla
konuşmuyor muydun? Suriye’de neler yaşandığını, neden göç etmek zorunda kaldığınızı
sana anlatmıyorlar mıydı?
Konuşuyorduk,
anlattıkları mantıklı gelse de bir türlü mutmain olmuyordum. Acaba Türkler
Suriye’yi bizden daha mı iyi biliyor ki bu kadar emin konuşuyorlar diye
düşünüyordum. Ben Suriye’nin gerçeklerini bir Türk’ün dilinden duymak istiyordum.
Sonunda karşıma siz çıktınız. Geçen ay sizin konuşmanızı dinlerken o kadar
şaşırdım, o kadar mutlu oldum ki… Konuşmanız bana ne kadar iyi geldi anlatamam;
kafamdaki soruların bütün cevapları yerli yerine oturdu. Allah sizden razı
olsun.
Ebeveynin
sana ne kadar hakikati anlatırsa anlatsın çevrendeki Türklerin söylemleri
yüzünden ikna olmaman, 20 yaşında benim konuşmamı dinleyene kadar kafanda hala soru
işaretleri olması üzücü. Türk halkı Suriye’yi geçmişte de bilmiyordu, şimdi de
bilmiyor maalesef. Ayrıca hayatında savaşı hiç tecrübe etmemiş; dahası Esed
rejiminin tabiatından, hapishanelerinden, varil bombalarından, çetelerinden
habersiz olanlar Suriye’yi ve Suriyelilerin yaşadıklarını sizden, hele de baban
gibi rejimin içinden çıkıp yollarını ayırmış bir albaydan daha iyi bilemez ki… Peki,
Türkiye’ye geldikten sonra ebeveynin sana yardım edemez olunca onlara karşı
duygu ve davranışların değişti mi?
Suriye’deyken
albay babam asker olsun, sivil olsun kim ne yardım istese hallederdi.
Suriyeliler babama çok saygı gösterirdi. Annem de öyle. Suriye’nin eğitim
sistemini geliştirmek için annem çırpınırdı. Babam dış dünyada gördüğü
yenilikleri ülkemize taşımaya çalışırdı. Mesela Suriye’ye ilk projeksiyon
cihazını babam getirmiş, annem bununla eğitim vermeye başlamıştı. Anneme eğitim
başkanları tarafından sürekli çok yüksek performans puanı verilirdi. Tanınan,
bilinen bir öğretmendi. Babam bilgisayarda çok iyiydi; Suriye’de kimsenin
kullanmadığı programları öğrenip kullanır ve sürekli yeni fikirler üretirdi.
Hal böyleyken Türkiye’ye gelince anne-babamın işsiz kalmasına inanamadık. Babam
Suriye’de el üstündeyken Türkiye’de nasıl bu kadar dibe düşebildi aklım almadı.
Kahroldum.
Suriyelilerin
anne-babasına hürmeti çok çok büyüktür. Şükür ki biz Suriye’de böyle bir
bilinçle yetiştirildik. Bize yardım edemeseler bile onlara hürmetimiz azalmaz. Normalde
çocuk anne-babasına ihtiyaç duyar ve bu ilişki biçimi ancak ihtiyarladıktan
sonra tersine döner. Ama bizde bu değişim çok erken oldu maalesef. Anne-babamız
daha 30’larında-40’larında, biz de daha 10’lu yaşlarımızdaydık. Zaten biz, ebeveynimizin
bundan dolayı çektiği üzüntüyü gördükçe daha çok üzülüyor, yüklerini hafifletmeye
çalışıyorduk.
Baban ne
kadar işsiz kaldı?
1 yıl.
O zaman
baban Türkiye’ye gelmiş en şanslı Suriyelilerden. Çünkü orta yaş ve üzeri
erkekler, aile reisleri çoğunlukla iş bulamıyor. Ülkemizde çoğunlukla kadınlara
ve genç erkeklere iş imkânı var.
Gerçekten
mi? Bunu ilk defa duyuyorum. Halimize çok şükür o zaman. Annem ilk geldiğimizde
bir dernekte Arapça öğretti. Ama aldığı ücret çok düşüktü. Zaten bize hep düşük
ücret veriliyor.
Ailende
çalışanların maaşı iyi mi?
Hayır,
değil. Mühendis olan ablam 4 aydır bir fabrikanın dış ticaret departmanında
çalışıyor. Arapça ve İngilizcesi sayesinde ihracat için birçok müşteri bulduğu
halde sigorta bile yapmıyorlar, asgari ücretten biraz fazla maaşla çalışıyor.
Ablama diyorlar ki “Kimse size iş vermezken biz sana iyilik yapıp işe aldık,
daha ne istiyorsun?” Bunu söyleyen namazında, orucunda dindar işveren.
Çalışanına hakkını vermedikten, kul hakkına girdikten sonra bu ibadetler neye
yarar ki?
Lise
yıllarına gelelim mi?
Liseye
geçtiğimde yeni bir planla yepyeni bir başlangıç yaptım. Artık sosyalleşme,
insanlarla iyi ilişki kurma kararı aldım; çünkü tek başıma ayakta kalarak
hayata devam edemezdim. Türkçeyi de iyi öğrenmiştim. Varlığımı ispat etme
vaktim gelmişti. Bunun için çok başarılı olmak zorundaydım. Bu yolda takatim kalmayana
kadar çok çalışıp yoruluyordum, ama sonuç çok güzel oluyordu. Lisedeki
arkadaşlarım daha iyiydi ve ilk defa samimi arkadaşlıklar kurdum. Yakın Türk
arkadaşlarım başardığımı gördükçe kendileri başarmışçasına seviniyorlar, beni cesaretlendiriyorlardı.
Benim daha iyi bildiğimi gördükçe bize önyargılı bakan öğretmenler de,
öğrenciler de susuyor, saygı duyuyorlardı. Mesela Araplardan rahatsızlık
duyduğu için ablamlara davranışı iyi olmayan bir hocamız, dersinden tek ben 100
aldığımda sınıfta herkesin ortasında tebrik etti; bundan sonra ablanlara selam
söyle demeye başladı. Yani başarılarımla hem bize husumet duyanları susturdum
hem de çevremde beni koruyacak insanlar oluşturdum. Velhasıl 6. sınıfta hayata
sıfırın altından başladım, 8. sınıfta süreli ırkçılık yaşadım, 9. sınıfa
geldiğimde iyi bir çevre kurdum.
Ablaların
ne durumdaydı?
En büyük
ablam tartışmayı seven biriydi; biri bir şey söylediğinde susmaz, hemen cevap
verirdi.
Çünkü en
büyük ablan Suriye’de savaş başladığında senden daha büyüktü; sahada neler
yaşandığını bildiğinden cevap verebilir durumdaydı. Sen ise henüz ilkokul
çağında olduğun için yaşananları anlaman ve anlamlandırman mümkün değildi ki
nasıl ikna edici cevap verebilesin.
Aynen
öyleydi. En büyük ablam 10. sınıfta Türkiye’ye gelmişti, ama burada 9. sınıftan
okula başladı. Ondan 2 yaş küçük 2. ablam, sınıf arkadaşlarının arasına hiç
karışmadı, çizgilerini net çekti. Sadece resim çizerdi ve ders çalışırdı. Kendi
kendine ressam oldu. Ben nasıl kemanla acılarımı atıyorsam o da resimle, çizgilere
dökerek bunu yapıyordu.
Senin
keman çalmaktan başka ne meziyetlerin var?
Fotoğraf
çekiyor, üç dil biliyor, zekâ küplerinin hepsini yapıyorum. Çok çalıştığım için
sonunda hızlı öğrenmeye başladım. Masa tenisini, voleybolu ve futbolu çok iyi
oynuyorum. Yani tuttuğum her şeyi çabalayarak iyi yapıyorum. Arkadaşlarım
sormaya başladı “Sen her şeyi iyi yapmayı nasıl başarıyorsun?” diye. Ben de onlara
“Çalışıp öğrenerek yapıyorum” diyordum. Geçmişte susarak, davranışlarımdan insanların
beni anlamasını bekliyordum; ama biraz konuşmam gerekiyormuş, lisede bunu
anladım.
Çalışmadan,
çabalamadan hayatta gerçek anlamda hiçbir başarı kazanılamaz. Gencecikken
çektiğin zorluklar seni ileride büyük bir insan yapacaktır. Peki, küçük
kardeşlerine gelelim. Onlar da sıkıntı çekti mi?
9 ve 12
yaşındaki erkek kardeşlerim, Türkçeyi aksansız konuşuyorlar, sıkıntı
yaşamıyorlar. Onlar dil bilmedikleri için sadece anaokulunda sıkıntı çektiler,
o kadar… Türkiye’de büyüyen Suriyeli çocuklar bizden farklılar. Nimetin
kıymetini, yokluğu ve açlığı çekmiş bizim kadar bilmiyorlar. Gerçi savaşı, göçü
ve mülteciliği hiç yaşamamış akranlarına kıyasla daha fazla kıymet biliyorlar
tabii.
Üniversiteye
gelelim.
12.
sınıfta tek başıma çalışarak yabancı öğrenciler için yapılan YÖS sınavına
girdim. İstanbul Üniversitesi’nin sınavından 86 aldım, psikoloji bölümüne
gidebilecektim, ama tercih etmedim. Tekrar hazırlandım ve bir sene sonra tam
puan alarak (…) Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Büyük bir çabanın
sonunda tıp fakültesini kazanmak beni de, ebeveynimi de çok mutlu etti. Annem, “Türkiye’ye
ilk geldiğimizde senin günün birinde tıp fakültesini kazanacağın söylense
inanamazdım” diyor. Çünkü burada hayata sıfırdan değil, sıfırın altından
başladık. Adeta yeni doğmuş bebek gibi ortada kalakaldık.
Geçen yıl
üniversiteye başladım; yurda gittiğimde yıllar sonra ilk defa Suriyelilerle
birlikte oldum. Yaşadığım küçük şehirde yakınlarımızda Suriyeli yoktu. O yüzden
zannediyordum ki sadece biz sıkıntı içindeyiz. Bizimle aynı şeyleri yaşayan başkalarının
da olduğunu gördüğümde inanamadım.
Daha
evvel sorun benden kaynaklanıyor diye düşünüyordun, değil mi?
Evet,
aynen öyle. Kendi kendime ben düzgün davranmayı, şükretmeyi bilmiyorum diyordum.
Sıkıntı bende, ülkemden kaçan benim diyor, hatta kendimi vatan haini olarak
görüyordum. Çünkü sürekli bu sözlere maruz kalıyordum. İlk 3 yılda Türkiye’de
kendimi çok değersiz hissettim. Ben bu dünyada ne için varım, insanlığa hiçbir
faydam olmayacak diyordum. Yıllar içinde bu düşünceler geçti çok şükür.
Geçen
sene yurtta 32 Suriyeliyle beraber kaldım. Onlarla konuştukça o kadar mutlu
oldum ki. Çünkü 9 yıl sonra ilk kez kendimi anlatmadan beni anlayan insanlar
vardı karşımda. Ne kadar rahatladım, anlatamam. Benimle aynı şeyleri yaşamamışlarla
konuşurken aynı noktada bir türlü buluşamıyorduk. Yaşadıklarımızı ne kadar
anlatırsam anlatayım karşımdakinin beni asla anlamayacağını biliyordum. Diğer
Suriyelilerin de benimle benzer şeyler yaşadığını öğrendiğimde tamam, demek ki bunları
herkes yaşıyor dedim. Dayanma gücüm arttı.
Yurtta
çok iyi Türk arkadaşlarım da oldu. Gayelerimiz ortak olunca daha iyi anlaşabildik.
Ayrımcılık olmadığı gibi, rahatsızlandığımda hemen yardıma koşuyorlardı. Çok
sevdiğim bir Türk sınıf arkadaşım sayesinde düzenli kitap okuma alışkanlığı kazandım.
Her milletin, her ırkın iyisi de vardır kötüsü de. Hiçbir ırk diğerine üstün
değildir. Üstünlüğün ancak takvada, yani Allah’tan korkmakta olduğunu buyuran
bir Peygamber’in ümmetiyiz biz.
Üniversitede
hiç sıkıntı yaşıyor musun?
Sınıfımız
270 kişi. Sürekli Suriyeliler gitsin, onlar ülkelerini savunmuyorlar gibi
sözler duyuyoruz. Ama benim Suriyeli olduğumu bilmiyorlar, eğer bir şekilde
öğrenirlerse çok şaşırıyorlar.
Sen
Suriyeli olamazsın demiyorlar mı?
Diyorlar
tabii... Ağlayarak üzüntülerimi atmaya üniversitede de devam ediyorum. Çünkü bu
hayatta beni en çok anlayan ailemdi ve onları bırakmak bana çok zor geldi.
Diğer
zorluğumuz da harç sistemi. Geçen yıl harç 60.000 TL idi, her yıl zam yapılıyor.
Şu an birçok Suriyeli sırf bu yüksek harçlar nedeniyle üniversite okuyamıyor.
Burs bulamadım. Ödeyebildiğimiz kadar ödemeye çalışacağız. Eğer hiçbir çözüm
bulamazsam yurtdışında okuma imkânı arayacağım.
Büyük
ablam üniversiteden mezun oldu, o hiç harç ödememişti. İkinci ablam şu an matematik
son sınıfta; eski öğrenci olduğu için onun harcı 6000 TL. Ama yeni öğrenciler
için harçlar çok yüksek.
Harç 60.000
TL olduğu için ya sınıfta kalırsam fikri geçen sene beni o kadar çok strese soktu
ki kalbimde ritim bozukluğu başladı ve kolesterolüm çok yükseldi. Hepsi
stresten. Depremden sonra eve dönünce kalp ritimlerim normale döndü.
Ailende
başka hastalıklar var mı? Çünkü yaşanan acılar ve stres birçok Suriyelide
fiziksel veya ruhsal hastalıklara yol açtı.
Annemde
FMF hastalığı [Ailevi Akdeniz Ateşi] çıktı. Kalıtsal bir hastalık, ama zannedersem
çok şeye tahammül ede ede sonunda bu hastalıklar ortaya çıkıyor. Babamda da bel
fıtığı, tansiyon ve hiperkolesterolemi var. Babamın çalıştığı iş de çok zahmetli.
Vatandaşlığınız
var mı?
9 yıldır
buradayız ama vatandaşlık nasip olmadı. Artık ümidimiz de yok. Sadece 2. ablama
vatandaşlık verildi. Neden ona verildi de bize verilmedi bilmiyoruz.
Son
dönemde geri gönderme merkezlerine yollanan birçok Suriyeli var. İstanbul’da
kapı dışarı çıkamayanlar mevcut. Siz de korkuyor musunuz?
Bizim
geçici koruma kimliğimiz olduğu için böyle bir endişemiz yok. Ama seçim dönemi
korktuk tabii. Allah’a sığınıyoruz; Türkiye’den atılacaksak bunda da bir hayır
vardır diyoruz. Allah’a havale ediyoruz. Çünkü bizim elimizden hiçbir şey
gelmiyor ki.
Geri
göndermeler hakkında ne düşünüyorsun?
Bu bir
çözüm değil, hatta zulüm. Suriye berbat durumda. Türkiye’deki Suriyeliler
alnının teriyle çalışıyor, dilencilik yapmıyor. İhtiyacından dolayı insanlar en
kötü işlere bile razı oluyor, hem de az bir maaşa bile. Bizim razı olduğumuz
işleri Türk vatandaşları yapmaz ki. Çünkü çok zor işler. Biz geri
yollandığımızda Türk ekonomisinde bazı sektörlerde sizce çok sıkıntı çıkmayacak
mı?
Çıkacak
tabii ki. Birçok alanda ya üretim duracak ve fabrikalar kapanacak ya da
ürünlerin fiyatları fırlayacak. Ayağımıza giydiğimiz ayakkabıdan üzerimizdeki
kıyafete, elimizdeki çantadan midemiz giren gıdaya kadar hemen her alanda
Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin ucuz emeğini tüketiyoruz. Sizin yaptığınız
bazı işleri, işverenler 10 kat fazla maaşla Türklere teklif etse bile eleman
bulamazlar.
Anlattıkların,
aslında Türkiye’deki birçok Suriyeli çocuğun ve gencin yaşadıklarının ve
hissettiklerinin bir örneği ve özeti. Hatta sadece Türkiye’de değil, mülteci
olarak gidilen dünyanın hemen her ülkesinde benzer şeyler yaşanıyor. Sana ve
senin gibi gençlere tavsiyem, çevrenizde söylenen sözlere kulaklarınızı tıkayın,
üzüntüye teslim olmayın ve hep geleceğe odaklanın. Hem Türkiye’de hem de
dünyada alanında çığır açan, çok büyük işler başaranların birçoğu muhacirdir,
savaşı ve göçü yaşayıp her şeyini yitiren ve hayata sıfırdan başlayanlardır. Nasıl
ki medeniyetleri kuran ve geliştiren meydan okumalarsa, insanları da öyle.
Rahatlık ve rehavet içinde toplumlar ilerleyemez. Bu ülkede kalsanız da, gitseniz
de kendinizi en iyi şekilde yetiştirmeniz lazım.