ORTADOĞU’DA ÜMİDİN SONU
Steven A. Cook (Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı)
Foreign Policy, 5.9.2020
Tercüme
ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 10.9.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/ortadoguda-umidin-sonu/
İngilizcesi “The End of Hope in the Middle East” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
Özet: Bölgenin her zaman sorunları oldu
ama artık iyileşme treni neredeyse kaçtı. Kıdemli Ortadoğu uzmanı Steven Cook’a
göre, ilk kez Ortadoğu için ümitsizlik beslemek tamamen makul ve mantıklı bir
hale geldi.
Yerel, bölgesel ve küresel düzeyde iç içe çatışmaların
yaşandığı Ortadoğu’nun içine girdiği karanlık tünelden daha uzun yıllar
çıkamayacağı aşikâr. Çatışmaların süresi uzadıkça ve bilanço ağırlaştıkça
toparlanmaya dair ümitler de giderek tükeniyor. Bölgedeki birçok ülke fiilen
çökmüş durumda veya çökmenin eşiğinde.
Bu karanlık tabloyu çok iyi özetleyen ve önemli
noktalara parmak basan bir yazı 5 Eylül tarihinde Foreign Policy dergisinde yayınlandı. Yazıyı
kaleme alan Steven A. Cook, Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika
araştırmaları kıdemli uzmanı olup False Dawn: Protest, Democracy, and
Violence in the New Middle East (Hayal Kırıklığıyla Sönen Umut: Ortadoğu’da
Protesto, Demokrasi ve Şiddet) başlıklı son kitabında Arap
Baharı’nın neden başarısızlığa uğradığını analiz ediyor.
Yazları Ortadoğu’nun en acımasız mevsimi sayan yazar,
örnek olarak 1967 Savaşı’nı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgalini, Saddam Hüseyin’in
1990’da Kuveyt’i işgalini ve IŞİD’in 2014’te Irak’a hücumunu gösteriyor. 2020
yazının da çoktan bu listeye eklendiğini belirtiyor, “Kan banyosunun,
çaresizliğin, açlığın, hastalığın ve baskının ne denli yaygınlaştığı göz önüne
alındığında bölge için yeni -ve çok daha karanlık- bir dönem başlamak üzere”
diyor.
On küsur yıl evvel uzmanların Ortadoğu’ya ilişkin
otoriter ve istikrarlı bir bölge tahayyülünün de, Arap isyanlarıyla birlikte
doğan istikrarsızlığa rağmen yeni bir demokratikleşme ve kalkınma umudunun da
çoktan bittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Ortadoğu uzunca bir süredir
meydan okumalarla karşı karşıya: Dış müdahaleler, otoriter liderler, çarpık ve
eşitsiz iktisadi gelişme, aşırıcılık, savaşlar ve iç çatışmalar. Ancak 2020
senesi, bunlara bir de küresel pandemi ve zorlu küresel resesyonu da ekleyerek
tarihte benzeri görülmemiş ölçekte bir krize yol açtı.”
Distopyaya dönüşen bölge
“Bölge net bir çıkış yolu bulunmayan şiddet, yeniden
dirilen otoriterlik, iktisadi altüst oluş ve bölgesel çatışmanın damgasını
vurduğu bir distopyaya dönüştü” diyen yazar, ilk kez Ortadoğu için ümitsizlik
beslemenin tamamen makul ve mantıklı bir hale geldiğini söylüyor.
Ardından bölgedeki ürkütücü ülkeler tablosunu şöyle
anlatıyor: “Kontrol edilemeyen (…) bir kolera salgınının ve şimdi de (…)
‘yönetilmesi imkansız’ Covid-19’un ortasında, çok taraflı bir iç savaşla iç içe
yürüyen vekalet savaşının hastaneleri, düğün salonlarını ve çocuklarla dolu
okul servislerini küle çevirdiği bölgenin en fakir ülkesi Yemen var. Talihini
tersine çevirme umudu pek bulunmayan nihai çöküşteki bir ülke olan Irak da
Yemen’den farklı sayılmaz. Zira Irak’ın siyasi kurumları yolsuzlukta mahir olup
komşu İran’ın manipülasyonuna davetiye çıkarıyor.”
“Bazen devlet başarısızlığı, Mısır’da olduğu gibi, çok
daha kronik bir durum arz ediyor. 2013’te halk tarafından desteklenen bir
darbeyle iktidara geldiğinden beri Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, yalnızca
halka yönelik yıllardır süren bir saldırıya nezaret etmekle kalmadı, aynı
zamanda modern Mısır tarihinin en kanlı ve en baskıcı dönemini de başlattı.
Gazze Şeridi’ne hapsolan ya da Batı Şeria’da devletleşmenin tuzaklarıyla ve
bakanlıkların, protokolün ve bürokrasinin özenle hazırlanmış aldatıcı
görünümüyle yaşayan, tuhaf ve ürpertici bir hayata mahkum görünen Filistinliler
var.”
Çöküşteki Lübnan, Suriye ve Libya
Cook, her şeye rağmen Yemenlilerin, Iraklıların, Mısırlıların
ve Filistinlilerin bölgenin tek mağdurları da, en sembolik vakaları da
olmadığını, distopyanın en belirgin görüldüğü ülkelerin çöküşteki Lübnan,
Suriye ve Libya olduğunu belirterek bu ülkeleri tek tek ele alıyor.
Yazar, birbiri ardına sarsıcı darbeler yaşayan
Lübnan’da, ülkeyi iktisadi çöküşe ve iflasa götüren süreci anlatıyor; ardından
“Koronavirüs salgını, mali krizin yol açtığı sefaleti daha da artırdı” diyerek
Lübnan ekonomisinin geldiği noktayı şöyle özetliyor: “Lübnan lirası 2019
sonbaharına kıyasla %80 değer kaybetti ve bu da mal ve hizmetleri iyice
pahalılaştırdı. Dünya Bankası, fakirliğin 2020’de neredeyse ikiye katlanacağını
ve belki de nüfusun %50’sini kapsayacağını öngörüyor. Lübnanlılar, tıpkı
içlerindeki Suriyeli ve Filistinli mülteciler gibi, artık gıda güvensizliği
yaşıyor. İnsanlar çaresizce hayatta kalabilmek için yeterli erzak elde etmeye
çalışırken takas ülke çapında artıyor. İç savaşı yaşamış insanlar, mevcut
iktisadi durumun geçmiştekinden çok daha kötü olduğunu söylüyor.”
“Devlet çöktü ve onunla birlikte -Hizbullah da dahil-
Lübnan’ın siyasi gruplarının ve hiziplerinin güvenirliği ve otoritesi de…”
diyen yazar, bu müşkül durumun kökenini, “ülkeyi yağmalayan Maruni, Sünni ve
Şii liderler için adeta bir ganimet sistemine dönüşen” ülkenin mezhepçi siyasi
düzenine bağlıyor. Lübnan’da grupların silahlandığını, dış aktörlerin bu ülke
üzerinde güçlü çıkarlarının bulunduğunu ve devlet kaynaklarından geriye
kalanları kimin kontrol edeceği konusunda yoğun bir rekabet yaşandığını
belirtiyor.
Yazar, yeniden bir iç savaşı pek mümkün görmese de
Lübnan için herhangi bir olumlu senaryo yok, diyor. Patlamanın ertesinde Lübnan
halkı kenetlenip birbirine yardımcı olsa da, zamanla ülkenin çöküşü çok daha
büyük zorluklar doğuracağından, sonunda insanların güvenlik ve yardım için
-eskiden olduğu gibi- yine kendi cemaatlerine sığınacaklarını belirtiyor. Cook
şöyle devam ediyor: “Bu perişanlığa ilaveten bir de Lübnan’ın bölgesel bağlamda
çöküşü var. Ülkenin sıkıntılarını, -Hizbullah da dahil- düşmanlarını ve
rakiplerini sıkıştırmak için kullanmak isteyebilecek sayısız dış ve iç aktör
var. İsrailliler, Suudiler, İranlılar ve diğerleri alışılmadık bir baskı
uygulayabilirler (…). Geleceği bilemeyiz; ancak Lübnan’ın genel gidişatının
derinden ve acıklı bir şekilde olumsuz olacağı neredeyse kesin.”
Suriye’de değişim olur mu?
Yazar Suriye’deki duruma da değiniyor: “En azından
Lübnanlılar, Suriyeli komşularının son on yılda yaşadıklarına katlanmak zorunda
kalmadılar. Beşşar Esed rejimi bir ölüm ve mülksüzleştirme aygıtına dönüştü.
Bir zamanlar daha iyi bir toplum inşa etme fırsatı isteyen barışçıl muhalifler,
uzunca bir süre evvel Esed’e ve birbirlerine karşı -fakat hep Suriyeliler
pahasına- savaş veren bir dizi milise, aşırıcıya ve dış güce alan açtı. Çatışma
boyunca insan hayatının neredeyse tamamen hiçe sayılması, herkesçe malum
istatistikleri anlamsızlaştırdı.” diyerek savaşın malum bilançosunu veriyor.
Esed’in Rusya’nın askeri müdahalesi ve diplomatik
desteği sayesinde galip geldiği düşünülse de savaşın devam ettiğini ve daha
evvel boyun eğdirildiğine inanılan yerlerde yeni protestoların ve rejim
şiddetinin yaşandığını hatırlatıyor. “Lübnan’ın çöküşüyle birlikte Suriye
ekonomisi bozulmaya devam ederken ve yeniden inşa ihtimali ufukta görünmezken,
Esed’in destekçileri, zaferin beklenen iktisadi ödüllerinin gerçekleşememesi
karşısında huysuzlaştı. Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası ile yeni Amerikan
yaptırımlarının yürürlüğe girmesi, Suriye hükümetinin iktisadi sorunlarını ve
uluslararası tecridini daha da belirginleştirecek.” diyor.
Ardından Cook çok önemli bir noktaya daha parmak
basıyor: “Esed’in görevi bırakması, büyük ihtimalle Suriye’deki mücadelenin
sona ermesini değil, çatışmada
yeni bir aşamayı beraberinde
getirecek. Savaşçıların bu kadar çok kan döküldükten sonra silahlarını bir
kenara bırakıp ileriye dönük pazarlığa oturmalarını beklemek, -tıpkı Suriye
ayaklanmasının ilk günlerinde sıklıkla ileri sürülen- Esed’in düşmesi an
meselesi fikri kadar gerçekçilikten uzak. Esed’in ardından her ne gelirse
gelsin, ülkesinden ayrılmayan Suriyeliler, -ufukta şiddetin sonunun
görünmediği, zalimliği sınır tanımayan insanlarca savaşın yürütüldüğü
paramparça bir toprakta yaşamaya zorlanarak- iki ateş arasında kalmaya devam
edecekler.”
Coğrafi ve kabilevi çizgide parçalanan Libya
Yazar Libya’yı da ele alıyor: “Libya’nın ölümü Suriye’ninkinden
çok daha az ilgi gördü. 2011’de Muammer Kaddafi Trablus’tan kaçtığında bazı
Batılı uzmanlar, (…) Libyalıların demokratik ve müreffeh bir gelecek inşa etmek
için bölgede en iyi konumda olduğunu düşünüyorlardı. Fakat öyle değildi ve ülke
coğrafi ve kabilevi çizgide hızla parçalandı.”
Cook, Halife Hafter’in Trablus’taki rakiplerini
devirmek için harekete geçmesiyle Libya’nın nasıl topyekûn bir iç savaşa
sürüklendiğini ve Türkiye’nin müdahalesini anlatıyor. Ardından diyor ki “Hafter
zayıfladı ama yenilmedi. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imkanlarına
haddinden fazla güvenip ileri giderse, kendisi ve Trablus’taki müttefikleri,
Libya’nın doğusunda harekete geçen yeni muhalifleriyle karşı karşıya
gelebilir.”
Türkiye ile Mısır arasında savaş ihtimali var mı?
Cook, yaz başında Washington ve Avrupa başkentlerinde
tartışılan temel sorunun Türkiye ile Mısır arasında
savaş ihtimali olduğunu belirterek bu konuya giriyor: “İki ülke Suriye, Gazze
ve tabii ki Libya da dahil olmak üzere bölgedeki büyük çatışmaların zıt
taraflarında yer alıyor. Mısırlılar, askeri güçlerini kendi sınırlarının
ötesinde hiçbir zaman başarılı bir şekilde kullanamadı, ancak Libya Mısır’ın arka
bahçesi. Türkiye’nin Libyalılarla imzaladığı münhasır ekonomik bölge anlaşması
da dahil Doğu Akdeniz’de artan donanma faaliyetleri, Mısırlı güvenlik
planlamacılarını hiç şüphesiz alarma geçirdi. Haziran ayının üçüncü haftasında
Sisi, Trablus yönetiminin Türkiye’nin yardımıyla Sirte’yi geri alma niyetini
‘kırmızı çizgi’ olarak ilan etti. Bu bir blöf olabilir; ancak Mısır ordusunun
-NATO’nun ikinci büyük ordusu olan- Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kıyasla her
türlü teknik zayıflığına rağmen (…) bu iki ordunun dahil olduğu herhangi bir
çatışma, Libya’yı daha da parçalayarak iç savaşı kalıcılaştıracak ve ülkenin
fiili bölünmesini hazırlayacaktır.”
Yazar, bu şartlar altında Kaddafi’nin oğlu
Seyfu’l-İslam’ın Şubat 2011’de yaptığı -Tunusluların ve Mısırlıların aksine-
Libyalıların önümüzdeki 40 yıl boyunca birbirleriyle savaşacakları uyarısında
haklı olduğunu vurguluyor.
Ağustos ayında Trablus hükümetinden gelen ateşkes
önerisinin Libyalıları biraz rahatlattığını belirten yazar, yine de “On yıllık
bir çatışmadan sonra Libyalıların ne tür bir siyasi sistem istedikleri
konusunda kalıcı bir anlaşmaya varmalarını beklemek gerçekçi görünmüyor. Böyle
bir anlayışın yokluğunda, Libya üzerindeki parçalayıcı baskılar şiddeti
körüklemeye devam edecek. Bu zaten yeterince kötüyken, şimdilerde dış güçlerin
çıkarları tamamen Libya’ya odaklanıyor; Ruslar, Türkler, Katarlılar,
Mısırlılar, BAE’liler, Fransızlar ve İtalyanlar Basra Körfezi’nden Avrupa’nın
Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bölgesel güç mücadelelerini Libya üzerinden yürütüyorlar.
Bu, Libyalıların barış ve güvenliğine katkıda bulunmayan, sorunların zehirli
bir şekilde mayalanması demek.”
Cook’a göre, Ortadoğu’nun içine girdiği sürekli düşüş
sarmalının ortak nedenlerini belirlemek zor. Çünkü “Lübnan Libya’dan farklı.
Irak, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne hiç benzemiyor. Yemen’i hasta eden şeylerle
Mısır’ın sorunlarının hiçbir paralelliği yok. Yine de soyutlama düzeyinde bazı
ortak yönler var. Tüm bu yerler, bir kaçışı olmayan (…) tartışmalı egemenlik,
çekişmeli kimlikler ve daimi kötü yönetişimle malul.”
Ortadoğu’da otoriter istikrarsızlık dönemi mi?
Ortadoğu’da neler olacağını tam olarak bilmek imkansız
diyen yazar, yeni ve önemli kırılmaların eli kulağında olduğunu düşünüyor. Ve
şu önemli tespitleri yapıyor: “Yine de Ortadoğuluların -liderlerin güç bela
işin içinden sıyrılıp gemiyi kurtarmasına imkan vererek- benzer şeyleri yeniden
tecrübe etmesi muhtemel görünüyor. Ancak bu pek de rahatlatıcı bir düşünce
değil; zira işin içinden güç bela çıkmakla bölgenin ne denli dinamik hale
geldiği idrak edilemez. Kimlik, egemenlik, meşruiyet ve bireysel ve toplumsal
haklar konusundaki mücadeleler, bölgeyi yeniden şekillendirir biçimde
karmakarışık etmiş durumda. Bunun hayal edilebilir sonuçları arasında daha
fazla altüst oluş, şiddet ve otoriterlik en muhtemel görünüyor. Ortadoğu’nun
alamet-i farikası bir zamanlar otoriter istikrar idiyse, gelecek pekâlâ
otoriter istikrarsızlık olabilir.”
“Libya, Yemen, Suriye ve Irak ikiye bölünebilir”
Cook, çöküşte olan ve şiddetin devam ettiği ülkelerde
savaşçıların silahlarını bırakması için gerekli şartların hâlâ oluşmadığı
kanaatinde. Libya, Yemen, Suriye ve Irak’ın ikiye bölünmesini veya daha fazla
parçalanmasını muhtemel görüyor ve bunun nedenlerini ülke ülke sıraladıktan
sonra şöyle özetliyor: “Uzmanlar daha önce birçok kez Irak’ın bölüneceğini
öngörmüştü ve bu gerçekleşmedi. Ancak bu örnek pek fazla bir şey ifade etmiyor.
Zira Hüsnü Mübarek’in saltanatı da son güne kadar kalıcı görünüyordu.”
Yazar, meselenin bir başka önemli boyutuna geçiyor:
“Bölgenin ulusal güvenlik devletlerinin on yıl evveline kıyasla daha iyi ve
daha etkili olduğu varsayılıyor. Hükümetler, mevcut yöneticilerin üstünlüğüne
meydan okuyucu bir koalisyonun ortaya çıkabilme ihtimalini zayıflatan, toplum
çapında kontrol ve gözetleme araçlarıyla kendilerini donattılar. Bu,
muhaliflerin ve aktivistlerin rejimlere meydan okumasını zorlaştırıyor; ancak
bu gruplara odaklanmak, siyaseti tümüyle yanlış yerlerde aramaktır. Siyasetin
kaynağı, aşağıda/tabanda bastıranlarla çatışmadan ziyade, güç merkezleri
içindeki ve arasındaki mücadelelerdir. Tam da bu nedenle (…) Suudi Veliaht
Prensi Muhammed bin Selman, kraliyet ailesi mensuplarını ve kraliyet dışı
seçkinleri hapsediyor. (…)”
“Efsanevi ‘sokak’, sıklıkla devletin zirvesinde
mücadelelere girişen liderlere karşılık verir (veya liderlerce manipüle
edilir). Tam da bu yüzden Muhammed bin Selman, Suudi toplumsal geleneklerini ve
normlarını kurnazca değiştirmeye çalışıyor. İktidarını sağlamlaştırma
noktasında ciddi bir meydan okumayla karşılaşması halinde, filmleri ve
konserleri seven aşağıdaki genç Suudiler arasından kendisine bir destek tabanı
inşa ediyor. Bu, Suudi Arabistan’ın istikrarlı ya da istikrarsız olduğu
anlamına gelmez (…); ancak veliaht prensle (…) olumlu bir değişim ümit eden
Suudiler için bu pek muhtemel görünmüyor.”
“Mısır halkının 18 ay içinde iki lideri düşürdüğüne
inanmak romantiktir” diyen Cook, gayet doğru bir tespitle, gerçekte bu işi
başarıyla kotaranın Mısırlı generaller olduğunu vurguluyor. Mısırlı liderlerin
kontrolü sürdürmek için cop, göz yaşartıcı bomba ve hakiki mermi kullanmayı
daha kolay saydıklarından vatandaşlarından destek arayışında olmadıklarını
belirtiyor. “Halk isyan edebilir veya muhtemel bir kopuşu işaret eden bir darbe
(daha) olabilir, ancak bunun ne zaman veya nasıl olacağını ve sonucun ne
olabileceğini tahmin etmek zor. Bu arada Sisi, ülke içinde güç merkezleri
arasındaki rekabeti dengelemeye çalışırken Mısırlılar üzerindeki kontrolünü
sıkılaştırıyor.”
Cook, “Ortadoğu’nun distopik doğasına -neden olmamakla
birlikte- büyük ölçüde yardımcı olan unsur, hiç şüphesiz müsamahakâr
uluslararası ortamdı.” diyor ve bu bağlamda liberal demokrasilerin insan
hakları ve demokratikleşmeyi gündemde tutmaya değmez gördüklerini örnekler
üzerinden anlatıyor.
Yazar, bölgede geriye kalan istikrar kalıntılarını
kalıcı gibi görmenin yanlış olduğunu savunuyor. Bölgenin sınırlarının aynı
kalacağının veya yöneticilerin adaletsizliği ve umutsuzluğu kışkırtıcı yeni
yöntemler bulamayacağının da bir garantisi yok, diyor. Yazısının sonunda Amerikan
yönetimine de özetle şöyle bir tavsiyede bulunuyor: Bölgede ne istediğinizi
bilmiyorsanız, Ortadoğu’nun mücadelelerine dalarak işleri daha da
kötüleştirmeyin, bırakın bölgede yaşayanlar kendi sorunlarını kendileri
çözsünler…