28 Temmuz 2020 Salı

M.MERZÛKÎ: DEMOKRASİYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK



KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: DEMOKRASİYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Munsif Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire Arapça, 15.5.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: “المراجعات الموجعة (2): الديمقراطية” başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ

Daha evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Tunus’un eski cumhurbaşkanı (2011-2014), aynı zamanda tıp doktoru, insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi olan Munsif Merzûkî, 3 Mayıs’ta el-Cezire’de yayınlanan “Koronavirüs, Acı Verici Gözden Geçirmeleri Gerekli Kılıyor” yazısında pandeminin, toplumlarımızın farklı ideolojik kesimlerinin en kutsal fikrî mukaddesatında var olan tüm eski çatlakları ifşa ettiğini belirtmişti. Bu bağlamda vatanperverlik (milliyetçilik), ilerlemecilik, demokrasi, liberalizm, insan hakları ve siyasal İslam’ın son derece maliyetli ve acı verici gözden geçirmelere mecbur olduğunu vurgulamış ve tek tek bu konuları işlediği bir yazı dizisini başlatmıştı.
Bu yazı dizisinin 15 Mayıs’ta yayınlanan popülizm, diktatörlük ve demokrasiyi konu alan bölümünün tercümesini sizinle paylaşıyoruz:
Geçen yaz Fransa’nın kuzeyinde Atlantik Okyanusu kıyısındaki bir köyde bir arkadaşımın evinde eşimle tatil yapıyordum. Bir gün gazetede Pierre Rosanvallon’un Popülizm Yüzyılı (Le siècle du populisme) başlıklı yeni bir kitap yayınladığını okudum. Eşime kitabı edinmek istediğimi söylediğimde, “Köyde kitapevi yok, en yakın kitapevi de 250 km uzaklıktaki Nantes şehrinde” diyerek itiraz etti. Dedim ki “Sorun ne? Gün batmadan önce geri dönmüş oluruz.” Bana gülerek baktı ve dedi ki: “Çarnaçar gideceğiz.”
Şüphesiz, yıllardır büyük bir şevkle okuduğum ve kendisinden demokrasi tarihi hakkında sahip olduğum her bilgiyi öğrendiğim bir yazardan başkasının kitabı için tutup da eşimi tek başına 500 km araba sürme meşakkatine katlandırtacak değildim (gözlerimin durumu malumunuz). “İnsan, tarihini iyice bilmediği bir konuyu idrak edemez” diyen ne kadar da haklı...
Yazarın Macaristan, Polonya, Venezuela ve Brezilya’da demokrasinin belini büken ve en eski ve sağlam kaleleri olan Amerika, İtalya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde ise demokrasiyi tehdit eden popülizm denen dalganın şiddetlendiğini ispat ettiği kitabını derin bir endişe içinde okuyup bitirdim. Belli ki bu tehdit daha da yayılacak; hatta günün birinde bizim kapımıza da gelebilir ve artık hiçbir hatayı kaldıramayacak noktaya ulaşan halimizi daha da kötüleştirebilir.
Neden mi bu endişe? Çünkü eşzamanlı gelişen iktisadi sıkıntılar, çevresel tehlikeler, korona pandemisi ve bunların beraberinde getirebileceği şeyler halkların çoğunu büyük bir sıkıntıya ve daimi acılara maruz bıraktı ve bırakacak. Bu da onları, korku ve öfke duygularına oynamakta mahir şarlatanların ve düzenbazların bir avı haline getirecek ve -bocaladığını gördüğü egemen seçkinlerin aksine- problemlerini çözecek sihirli formüle sahip olduğunu yalancılıkla ve sahtekârlıkla vaat eden bir kurtarıcı aratacak. Bu kurtarıcının önerdiği çözümün hastalığın ta kendisi olabileceği ise akıllarından bile geçmeyecek.
Kitabı okurken, popülistlerin ve diktatörlerin bugün temsili demokrasiye yönelik eleştirilerini dile getirirken aslında bu eleştirilerin 1830, 1870, 1934 ve 1948 yıllarında, yani özelde Fransa’yı ve genelde Avrupa’yı vuran bütün krizler esnasında bin bir dille ve bin bir platformda aynı terimlerle tekrar tekrar dile getirildiğinden habersiz olduklarını keşfettim ki bu son derece ironik bir durum.
***
Birisi benden demokrasiyi üç kelimeyle özetlememi istese şöyle derdim: Bu imkânsız, ama müsaadenizle üç cümlede şöyle özetleyebilirim:
- Doğası gereği çoğulcu bir toplumda, birlik ve istikrarı koruyarak çatışmaların barışçıl bir yolla çözülmesidir.
- İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan tüm hakları sahiplerine teslim eden, kimsenin hakkına el koymayan ve hiçbir hakkı kısıtlamayan bir hukuk sisteminin hâkimiyetidir.
- Seçilmiş kişiler tarafından [şahsi çıkarları doğrultusunda] kullanılmak yerine [bizzat] seçilmiş kişileri kullanan, özgür ve adil bir şekilde seçilen sürdürülebilir kurumsallaşmış yapıların yönetimidir.
Diktatörlerin ve popülistlerin ise -tam da bunun aksine- toplumu “onlar” ve “biz”, hainler ve vatanseverler diye böldüğünü görürsünüz. Bazılarınız, o meşum 2013 yazında Mısır’da demokrasiye karşı darbeye eşlik eden “Siz de halksınız, biz de” şarkısının dehşetini hatırlayabilir…
Yöntem olarak iktidara geldiklerinde başlattıkları ilk şey, parlamentoya boyun eğdirmek veya onu feshetmektir; zira parlamento, temsili demokrasinin en önemli kurumudur ve bu temsili üreten partiler ve seçimler olmadan da var olmaz. Bu nedenle sistemi değiştirir ve yok ederler.
Temsili demokrasilerden nefret noktasında diktatörler ve popülistler tek yürektir; ama farklı nedenlerle. Popülistlere göre, [temsili demokrasi] halkın egemenliğine, sözümona kendisini temsil eden -parlamento gibi- kurumlar aracılığıyla el koyar ve aslında sadece yozlaşmış seçkinleri temsil eder. Halkın “gerçek” egemenliğini tesis etmenin yolu ise insanları tüm karar alma merkezlerine yerleştiren doğrudan demokrasiden geçer.
Diktatörlere gelince, lider sultası ve çetesini örten bir kılıf olma dışında, düşünce dünyalarında ne temsili demokrasiye ne de diğer doğrudan türlere yer vardır; zira küçümsedikleri halkın egemenliğine aslen inanmazlar.
***
Diktatörlerin parlamentodan nefretinin nedenini gözlemlemekten daha kolayı yoktur. Nasıl olmasın? Nitekim –bu kurumun Avrupa’da ortaya çıkmasından itibaren sayısız çatışmalar ve savaşlarla, 1642 İngiliz ve 1789 Fransız Devrimi başta olmak üzere devrimlerle– ister kral ister cumhurbaşkanı olsun mutlak otorite sahibinin yetkilerini kısıtlamaktan hiç geri durmadı ve sonunda elindeki en tehlikeli dosyayı da kaptı: vergi koymak ve devlet bütçesini idare etmek.
Popülistlerin parlamentodan nefret nedeni ise çok daha karmaşık; en iyi demokrasi biçiminin doğrudan ya da konsey demokrasisi olduğunu iddia ediyorlar, çünkü onlara göre “temsil göz boyamadır”. Göz ardı ettikleri nokta ise şudur: Temsili demokrasi aslında bir konsey demokrasisidir, ama kanun yapıcı ve sürdürülebilir bir türdür. Parlamento; belediye meclisleri, sivil toplum kuruluşlarının veya sendikaların yönetim kurulları gibi diğer binlerce konseyin yanında en büyük konseydir. Bunların hepsi, toplumun birçok kesimi için birer sorumluluk taşıdıkları aktif katılım alanlarıdır.
Temsile gelince, popülistler bunu başkaları için olduğunda reddediyor, kendileri için kabul ediyorlar. Liderlerinin halkın bir temsilcisi olduğunu söylemiyorlar mı ve ardından, bir bütün olarak halkın yabancı ülkelerle müzakere etmesinin mümkün olmadığı, bu görevin cumhurbaşkanı olarak adlandırılan temsilciye emanet edilmesi, onun da yabancı ülkeler nezdinde kendi adına dışişleri bakanı ve diplomatlar gibi temsilcileri vekil kılması gerektiği zımni itirafı gelmiyor mu? Aslında onlar bu argümanla gerçek sebebin üzerini örtüyorlar.
Pierre Rosanvallon, popülist lideri “halk adamı” olarak tanımlıyor; yani takipçilerinin nazarında, halkın elemlerinin ve emellerinin tüm işaretlerini -keskin hissiyatıyla- alabilen, elemleri dindirmek ve emelleri gerçekleştirmek için hayatını vermeye kalkışan bir adam... Öyle ki, bu denli ilhama haiz bir varlığın tek ihtiyacı, müritler ve [emirleri] uygulayıcı kişilerdir.
Bu durumda, -tıpkı kilisenin Rab ile kulları arasında bir siper olarak durması gibi- parlamentonun da kendini feda eden kurtarıcı lider ile onun hayali mukaddes halkı arasında bir engel olduğunu, oysaki liderin de Yaratan’ın da herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadığı gibi, onların [yani kilise ve parlamentonun] sadece araya burnunu sokan davetsiz misafirler ve asalaklar olduğunu düşünmelerine şaşmamak lazım. Diktatörlerin en iyi sloganı, Fransa Kralı XIV. Louis’in “Ben devletim” dediği ünlü haykırışıdır. Popülist lider ise bunu daha da ileri götürerek şu sloganı dillendirir: “Ben halkım.”
Bazen devletle, bazen de halkla özdeşleşmek isteyen bu “Ben”, trajikomik isimlerle kendisi sarıp sarmalar: Tunus’taki “En Büyük Mücahit” [Habib Burgiba], Arap diktatörlüklerinin çoğunda “Önder Başkomutan”, İspanya’da “El Caudillo (Önder)” General Franco, Romanya’da “Conducatorul (Şef)” Nikolay Çavuşesku, Sovyetler Birliği’nde “Ulusların Küçük Babası” Stalin ve Çin’de “Ulu Amiral” Mao Zedong gibi.
İnsanoğluyla aynı türden olduğundan onu insanlar arasında “biricik” diye niteleyeceğiz. Zira gerek kendi gerekse takipçileri nazarında zamanının ender şahsiyeti olduğundan halkından hiç kimse onun bir dengi değildir ve -sıradan insanların aksine- devleti tüm karmaşıklığıyla veya halkı tüm farklılıklarıyla ve çelişkileriyle hazmetme kapasitesine sahiptir.  
Hezeyan ve delilikle suçlanmamak için bu fikri naiflik ve ilkellik olarak niteleyelim. Bütün hikâye Ben ve kurumlar arasındaki mücadeleye indirgendiğinden devlet ve halk olmayı hayal eden bu Ben’e ve neden ikisinin birlikte olamayacağına ışık tutmak gerekir.
Fikri açıklayabilmek için öncelikle içerdiği çerçeveyi ortaya koymak lazım:
- Çocuğu bencillik, şiddet ve adaletsizlikten kurtarmak ve ona paylaşmayı, ortaklığı ve ötekini kabulü öğretmek ev içindeki eğitimin görevidir. Bu, kolektif düzeyde ise dinin, hukukun ve kültürün görevidir.
- Bireysel ya da kolektif düzeyde eğitimin başarısı sonu olmayan bir süreçtir ve nesiller ardı ardına gelirken her nesille birlikte eğitim sıfırdan yeniden başlar. Bu da başarısı değişken bir süreçtir ve önünüzde birçok ihtimal vardır.
Tüm çocuklar yıllar geçtikçe yaşça büyürler, ancak olgunlaşma süreci bazılarında herhangi bir yaşta durabilir. Böylelikle 30’unda veya 50’sinde, hatta 70’inde çocuklarla karşılaşırsınız. Çünkü yaşları büyüse de çocukların en temel özelliklerini hala içlerinde korurlar; yani narsisizmi, bencilliği, haksızlık ve adaletsizliği, şiddeti ve bitmek bilmeyen karşılıksız talepleri…
Sözün özü diktatörlük, -tıpkı popülizm gibi- yaşça büyüse de bir türlü olgunlaşmayan çocukların ideolojisidir. Hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, bu sistemde aynı yapıyı bulursun:
Bir tarafta, milletin tamamının kendisine bir anne olmasını, kendisini kesintisiz bir hayranlık ve sevgi seliyle bağrına basmasını, gece gündüz methiyeler düzmesini, tüm isteklerine itaat etmesini ve onda evrenin merkezini görmesini isteyen, yaşı kemale erse de çocuk kalan biri vardır.
Diğer tarafta, kendilerini koruyup kollayan ve taleplerine rıza gösteren, -belki de okul bahçesinde oynarken hayallerindeki beklentiyi karşılayamamış biyolojik babalarına karşılık gelecek- bir baba isteyen yaşı kemale erse de çocuk kalanları bulursunuz.
Aksine demokrasi, yıllar geçtikçe büyürken olgunlaşan, çocukluktan -yani çocuğun içgüdülerinden- tümden kurtulamasa da en azından onu kontrol edebilen bir sistemdir.
Bu yüzden [demokrasi dendiğinde], misyonlarının sadece kurumları işletmekten geçtiğini kabul eden, hadlerini ve üstlendikleri sorumlulukların muazzam karmaşıklığını bildiklerinden başlıca özellikleri tevazu olan yöneticiler göreceksiniz. Ve yine kendilerine tebaa veya mürit gibi muamele edildiğinde ayaklanan ve sorumlu, yetişkin vatandaşlıktan başka bir konumu kabul etmeyen yönetilenler göreceksiniz.
***
Popülistlerden ve diktatörlerden tutumlarını gözden geçirmelerini ve şunu sorgulamalarını istemek saçmadır: Neden son iki yüzyılda tüm popülist ve diktatör rejimler bir bir çökerken demokrasi, tüm dünyayı istila etti ve hatta -sahtekârlık veya aldatmacayla da olsa- diktatör ve popülist rejimlere kendi mekanizmalarıyla [yani demokratik mekanizmalarla] iş tutmayı dayattı?
Bu, demokrasinin birçok hatasının bulunduğunu, hatta popülistlerin ve diktatörlerin -kötü niyetle yapmış olsalar da- eleştirilerinin haklı olduğunu söylemeyi engellemez. Demokratların -kastedilen kötü niyete bakmaksızın- haklı eleştiriler üzerinde düşünmeleri bir görevi değil mi?
Devrimden dokuz yıl sonra Tunus’taki parlamento, -Tunuslulara olabilecek en kötü resmi verirken- performansını nasıl savunabiliyoruz? Şeffaflık politikası bağlamında bu yıllar boyunca televizyonlarımız ne çok kavgayı naklen yayınladı da -bu satırların yazarı da dahil- insanların ekseriyetinde adeta bir tiksinti duygusu uyandırdı. Tunus parlamentosu hakkında söylenenler, en eski demokratik ülkelerde bile duyduğunuz sözlerin aynısı. Bu nedenle soruları genelleştireceğiz ve Tunus, Irak veya başka bir ülkeyi ayrı değerlendirmeyeceğiz.
Fakir çoğunluğun iktisadi haklarını garanti altına alan bir sosyal demokrasi olmaksızın salt siyasi bir demokrasinin havanda su dövmek anlamına geldiği doğru değil mi? Yolsuzluğun demokratik partilerin çoğunu çürüttüğü yanlış mı? Dolayısıyla şu soru ortaya çıkıyor: Yozlaşmış partiler yolsuzluğu nasıl ortadan kaldırabilir? Bu soru içinde bir soru daha var: Sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra sağlıklı bir demokrasi için gerekli bu tür örgütlenmelerde, mümkün olan azami dürüstlüğü ve el temizliğini sağlamak için -özellikle finansmanla ilgili- hangi mekanizmalar gözden geçirilmeli?
Yozlaşmış sermayeye bağımlı olan bazı medya organlarının -varlığına bizzat izin veren- demokrasiye yönelik en ciddi tehdit olduğu doğru değil mi? Bugün medya; bilincin, kültürün ve değerlerin tahrip edilmesinde en büyük faktör. Halkı yanıltmak ve gizli lobilerin çıkarları doğrultusunda, halkın çıkarlarının aksi konumlar almaya zorlamak için bir araca dönüştü. Dolayısıyla soru şu: Fikir ve ifade hürriyetinden taviz vermeden halkı, aldatıcı haberlerden nasıl koruyabiliriz?
Mevcut haliyle seçimlerin partilerden başka kimseye hizmet etmediği doğru değil mi? Birbirini yiyen rakip gruplar ve hatta şüpheli insanlar iktidara ulaşmadı mı? Böylelikle -siyasetçilerden problemlerini çözmesini bekleyen- vatandaşlar, siyasetçilerin problemlerini izlemek üzere vakitlerinin çoğunu ekranların önünde geçirmeye başladılar.
Hal böyleyken seçim kanunlarını; en iyi insanlar dışındakilerin parlamentolara girişini zorlaştıracak, şüpheli ve başarısız pazarlıklara girmeden yönetebilen bir çoğunluğu her daim üretecek ve yönetimin iyi ile kötüyü ayırt edebilen uyumlu çoğunluk hükümetleri arasında el değiştirmesine imkan verecek şekilde nasıl yeniden formüle edebiliriz?
Demokratik vatandaşlığın her seçimde oy kullanmaktan ibaret olmadığı doğru değil mi? Dolayısıyla soru şu: Demokratik bir sistemin en yüksek hedefine -yani çoğulculuk, hürriyet ve barış çerçevesinde adil kanunlar ve temiz kurumlar tarafından yönlendirilen vatandaşlardan müteşekkil bir halka- yaklaşabilmemiz için seçmen ile seçilen arasındaki katılım ve iletişimin kapsamını nasıl genişletebiliriz?
Masaya yatırılması ve aldatma yoluna gitmeden teşhis konup acı da olsa süratle tedavi edilmesi gereken ne çok soru var. Ancak hepsini burada zikretmek mümkün değil.
***
Demokrasi ile popülizm ve diktatörlük arasındaki en büyük fark şudur: Demokrasi kendi hastalıklarını daha fazla demokrasi, yani daha fazla diyalogla, kanunları iyileştirerek ve kurumları kazanılan tecrübelere göre yeniden inşa ederek tedavi edebilir. Diktatörlüğe gelince, daha fazla diktatörlükle, yani daha fazla şiddet, yolsuzluk ve alavere dalavereyle kendisini iyileştiremez; aynı şekilde popülizm de kendisini daha fazla slogan, demagoji ve kaosa teşvikle iflastan kurtaramaz.
Bu nedenle bugün demokratların -gerek Tunus gerekse tüm Arap ülkelerinde, ister iktidarda ister muhalefette olsun- saflarını birleştirmeleri, hatalarının çoğunu gözden geçirmeleri ve -daha evvel defalarca olduğu gibi bizi pek de ileri götürmeyecek ve fakat pahalıya patlayacak- popülizm ve diktatörlük pandemisiyle yüzleşmeye hazırlanmaları gerekir. Zira bu zavallı millet şimdiye kadar başkalarından çok daha fazla bedeller ödedi; artık yeter…          
Kuşkusuz yüksek bedel, kısmen, diğer uluslardan daha fazla hastalığa yakalanmamıza yol açan kültürel bağışıklık yetersizliğimizden kaynaklanıyor. Tam aksi doğru olduğu halde, çocuksu şairin [Ömer İbn Ebî Rebi‘] “Aciz olan despotluk etmez” mısraıyla coşmuyor muyuz? Pek çok kişi, -sanki Gandhi veya Mandela zayıflardan, Bin Ali veya Esed de güçlülerdenmiş gibi- vakar ile kibri, güç ile şiddeti birbirine karıştırmıyor mu?
Toplumlarımız ve siyasi sistemlerimizle ilgili şu kanaat kalplerimize ve zihnimize yerleştiğinde ancak ve ancak güçlü olacağız: En güçlü kurumlara ve en adil kanunlara dayanandan daha güçlü bir toplum ve siyasi sistem yoktur; keza büyümeyi ve olgunlaşmayı reddeden bir çocuk ruhuyla hareket eden erişkinin yönettiği, ordunun tüfekleri ve polisin coplarıyla idare edilenden ise daha zayıfı yoktur.

NOT: Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî'nin yazılarını tercüme ederken içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt'a ve Firas Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. 



M.MERZÛKÎ: SİYASAL İSLAMCILIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK




KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: SİYASAL İSLAMCILIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK

Munsif Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire Arapça, 11.7.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme Dünya Bülteni web sitesinde 28.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

المراجعات الموجعة (5): الإسلام السياسي” başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ

Daha evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Bu makale, Allah’a iman ve Rasulullah’ın getirdiği güzel ahlakla amel etme esasına dayalı İslam’la da, davetçi veya hayırsever İslam’la da ilgili değildir; siyasal İslam yani iktidara ulaşmak, uygulamak ve iktidarda kalmak için İslam’ı fikrî referans çerçevesi kılan siyasi hareketlerle alakalıdır.
Tabii ki aklı başında olan, IŞİD gibi bir terörist örgüt ile Hamas gibi bir milli direniş hareketini aynı sepete koymaz. Tabii ki İslamcıların isyan ettiği sınırlarımız içindeki baskı ve yolsuzluğun varlığı da Uygur, Rohingya ve Keşmir gibi dünyadaki Müslümanların geçmişte ve bugün uğrayageldikleri büyük mezalim olgusu da birer hakikattir.
Hiç şüphesiz şehit Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik darbe, demokrasiye karşı büyük bir suçtur ve İslamcılar serbest seçimlerde başarılı oldukları her yerde demokratik sözleşme şartları çerçevesinde iktidar yetkisini kullanma hakkına sahiptir. Ve elbette siyasal İslam eleştirisi, bu akımın en baş düşmanlarının, bilhassa Mısır’ın felaketi Abdülfettah es-Sisi ve Arapların belası Muhammed bin Zayid’in duruşlarına katılmak manasına kesinlikle gelmez.
Tabii ki [Tunus] Nahda Hareketi’yle bir hesaplaşma peşinde değilim; aksine, bedelini pahalıya ödediğim [2011-2014 arasında kurulan üçlü] koalisyondan pişman olmadığımı da teyit ederim. Bu, hem laikler ile İslamcılar arasındaki uçurumu kapatmak için ilkesel bir seçenek, hem de son derece zorluklarla dolu geçiş aşamasını yönetmek için rasyonel bir siyasal seçenekti. Tunus’un istikrarını ve demokrasisini korumak için tek çözüm, Allah’a şükür, tam da başardığımız şeydi.
Ancak bu koalisyon, 2014 seçimlerinden itibaren Nahda’nın karşı-devrimle iş tutmayı tercih etmesiyle birlikte sona erdi. Churchill, her ne pahasına olursa olsun uzlaşma adı altında şer odaklarını yatıştırma politikasını “timsahı en son ye’nilen olma umuduyla besleme” olarak adlandırmıştı. Tam da bu nedenle, vatandaşlardan müteşekkil halk projesini[1] benimle paylaşan herkesle, vatanın timsahların şantajına ve tahakkümüne maruz kalmaması için mücadeleye devam ettim.
Bununla birlikte, tıpkı İslamcıların haklarının yenmesini kabul etmediğimiz gibi, siyasi hareketlerine kutsallık atfeden herhangi bir entelektüel terörizmi de, diğer tüm hareketlerin tâbi olduğu –niyetlere değil, eylemlerin neticelerine göre hesaba çekilme– temel siyasi kuralından geri durmalarını da kabullenmiyoruz.
Bu girişle her şeyi yerli yerine koyduğumuza göre, çağdaş siyasal İslam’ın Mısır’da başlamasından yaklaşık bir asır sonra neyi başardığını şu üç düzlemde sorgulayabiliriz: imaj, performans ve maliyet.

Siyasal İslam’ın imajı
Siyasal İslam yelpazesine bakıldığında dikkati çeken şey, toplumun bir kısmıyla değil, kendi kendisiyle çatışmasıdır. Şii ve Sünni siyasal İslamlar arasındaki kronik düşmanlığı inceleyin, ki bunun son halkası, şehit Yemen’de Suudi Arabistan ile İran arasında yürüyen vekâlet savaşıdır.
Sünni İslam yelpazesine ve buradaki iç mücadelelerin şiddetine bakın: 1990’larda Afganistan’da Hikmetyar ve Mesud cemaatleri arasındaki iç savaş ve ardından Taliban’ın onlara karşı açtığı savaş, son on yılda ise el-Kaide ile IŞİD, Suriye’deki İslami gruplar ve birbirini tekfir eden tüm grupları arasındaki çatışmalar…
Yelpazenin silahsız kısmına odaklanırsanız, bir yanda –Tunus’un Nahda’sı veya Fas’ın Adalet ve Kalkınma Partisi gibi– kendilerini ılımlı olarak sınıflandıranlar ile –ılımlıları davaya ihanet edenler olarak gören– Selefi kesim arasındaki, diğer yanda halkların devrimini destekleyenler ile istibdatla uzlaşıp karşı-devrimle aynı hizaya gelenler arasındaki derin çatlağı keşfedeceksiniz.
Kendi sorunlarını çözmekten acizken “İslam çözümdür” sloganını atan siyasi hareketlerin inandırıcılığı ve güvenilirliği acaba ne kadardır? Çözüm içinde çözümler giderek artar ve birbirlerini yerken bunlar arasından hangi çözümü benimsemeliyiz?

Siyasal İslam’ın performansı
Şimdi de performansı değerlendirin: Geçmişte veya hâlihazırda siyasal İslam’ın yönettiği Ömer el-Beşir’in Sudan’ı, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeleri kim ciddi ciddi başarılı ülkeler olarak sunabilir? Sivil İslami partilerin egemen yolsuzluk sistemine uyum sağlama kabiliyeti ve hatta iktidarda onunla ortaklık konusunda nasıl bir görüntü verdiğini açık açık konuşmak lazım. Tıpkı Tunus örneği gibi.
Uzun uzun üzerinde durulması gereken örnek ise siyasal İslam’ın başarısının en parlak delili olarak sunulan Türkiye’dir.
Bir asrı aşkın bir süredir Arap ve İslami siyaset sahnesini bölen fikrî çatışma, esasen –aldığı tüm biçimleriyle– laiklik ve –tüm tezahürleriyle– siyasal İslam arasında olup temel ihtilaf din-devlet ilişkisi konusundadır.
Siyasal İslam’a göre, dinin devletten ayrılması sapkınlıktır, çünkü İslam sadece iman ve ibadetlerden ibaret değildir. Temel tezi, meşruiyetini ve şeriatını [kanununu] bu dinden alan bir devlet inşa etmektir.
Laik eğilime göre, –tüm tarihi tecrübeler insanoğlu dışında bir din ya da devletin var olmadığını gösterdiğinden ve insanların iyi ve kötü olduğu ilkesinden yola çıkarak– dini iktidarlarını yaymak için kullanan siyasetçilerin şerrinden ve siyaseti de dini kendi nüfuzlarını yaymak için kullanan dindarların şerrinden korumak gerekir. Yani iktidar için çekişenlerin dürüstçe ilerlemeleri ve dini, kimsenin tek başına temsil iddiasında bulunma hakkının olmadığı –tıpkı dil, vatan ve ilim gibi– ortak hazinemiz olması için kendi haline bırakmaları gerekir.
Bugün Türkiye’ye baktığınızda, herhangi bir rehberin/mürşidin emirlerine amade olmayan bir ülke görürsünüz; –Suudi Arabistan ve İran’a kıyasla– siyasi ile dini olan arasındaki ayrım gün gibi açıktır. Ayrıca seçimlerden çıkarak hükümet kuran, pozitif bir anayasaya ve meclis tarafından yapılan kanunlara tâbi olan bir yönetim görürsünüz... Ve hatta o meclis idam cezasını bile kaldırdı!
Türkiye’nin liderleri demokratik ve başarılı Müslümanlarsa eğer, Türkiye’yi tebrik etmemiz ve sıranın bize de gelmesini ümit etmemiz lazım. Çünkü inançlı ve ahlaklı liderler ile demokratik kurumların birleşiminden daha iyisi yoktur. Fakat bunu siyasal İslam’ın hanesine yazmak haksızlık olur.
İslam Hıristiyanlıkla kıyaslanabilir, nihayetinde her ikisi de birer dindir. Ancak demokrasi ile İslam’ı kıyaslamak olmaz; zira demokrasi bir din olmadığından aralarında hayali buluşma noktaları aramak abesle iştigaldir. Yalnız demokrasi ile siyasal İslam’ı kıyaslamak mümkündür, nihayetinde her ikisi de toplumu düzenlemek için dünyevi birer siyasi projedir. Bu bağlamda, ikisi arasında herhangi bir uyuşma şimdiye kadar olmadı ve olmayacak; çünkü çıkış noktaları, araçları ve hedefleri bakımından birbirine zıt taraftalar.
Tunus’ta da Türkiye’de de demokratik rejim siyasal İslam’dan tek bir fikir almış değil; ancak Türkiye’deki, –ılımlı ve rasyonel biçimiyle– saygınlığa ulaştı ve demokrasinin tüm fikirlerini, değerlerini ve mekanizmalarını benimseyerek demokratikliğini “tereddütsüzce ilan etti”.
Bazıları şöyle diyor: “Biz en eski demokratlar değil miyiz, dosdoğru olan dinimizin 14 yüzyıldır bize emrettiği zaten şûrâ değil mi?” Bu nasıl bir dil ve tarih istismarı! Sanki şûrâ bütün bu yüzyıllar boyunca tatbik edilmiş de ya da sanki egemenlik halka bütünüyle verilmiş ve iktidarın barışçıl şekilde el değiştirmesi sağlanmış da yahut sanki –düşmanları için bile– hak ve hürriyetler korunmuş da!

Sonuncu ve bir o kadar da önemlisi: Siyasal İslam’ın maliyeti
Batı acı verici terör saldırılarına maruz kaldı; ancak hep unuttukları şey, silahlı siyasal İslam’a atfedilen terör saldırısı kurbanlarının %90’ının Arap ve Müslüman olmasıdır.
Ayrıca ortada ülkelerimizin ödediği siyasi, toplumsal ve insani bedeller var. Terörizm, terörle mücadele adı altında Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst ve orta sınıfların desteğini arkasına almayı ve iktidarının ömrünü uzatmayı başaran bütün yolsuz istibdat rejimlerine şeytanın bahşettiği çok değerli bir hediye oldu. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Afganistan’da yaşandığı gibi doğrudan işgale bir bahane sunmasına hiç girmiyorum bile.
Silahlı siyasal İslâm’ın Suriye devriminin gidişatına müdahalesiyle veya 2014 seçimlerinde eski rejimin geri dönüşüne önemli bir zemin hazırlayan Tunus’taki terör saldırılarıyla Arap Baharı’nda oynadığı yıkıcı rolü de unutmuyoruz.
Siyasal İslam’a atfedilen terörizmin, en köklü demokratik halkların bile hürriyetlerinin alanını ne ölçüde daralttığını hesaba katanlar az. 11 Eylül olaylarının hemen ardından Amerikan Kongresi’nden Vatanseverlik Kanunu adı altında geçen ve halen yürürlükte olan yasal düzenleme polise geniş yetkiler verirken daha önce görülmemiş bir şekilde Amerikalıların hürriyetlerini kısıtladı. Bu terör faaliyetlerinin sınırlarımız dışındaki meyvelerinden biri de, dünya ülkelerinin tüm havaalanlarında ve sokaklarında insanların nefeslerini sayan muazzam sayıda kameralar.
En acısı ise Müslümanları itibarsızlaştırması ve onları dünyanın her yerinde şüphe odağı ve düşman haline getirmesi. Şüphesiz Batı’da, Çin’de veya Hindistan’da milyonlarca Müslüman’ın durumu, siyasal İslam’a atfedilen terörizmin ortaya çıkışından önce de hiç kolay değildi; ancak terörizm hayatları benzeri görülmemiş bir şekilde zehirledi. Hindistan’daki Müslümanların sıkıntıları yeni değildi; ancak 2008’deki Bombay saldırısı, çektikleri sıkıntıları son derece tehlikeli bir seviyeye çıkardı. Düşünün, Gandhi –ölümünden yetmiş yıl sonra– Müslümanları savunmasının bedelini ödüyor; bugün aşırılıkçı Hindu hareketleri bu pozisyonu nedeniyle onun katilini tanrılaştırıyor.
Özetle, silahlı siyasal İslam’ın bütün dünyada hürriyetler alanında geriye doğru bir sıçramaya neden olduğu ve halklar ve medeniyetler arasındaki yakınlaşmaya darbe vurduğu söylenebilir ki bunun bizzat İslam’ın imajına nasıl feci bir zarar verdiğini varın siz düşünün. Yol açtığı bu yıkımı tamirin ne kadar uzun zaman alacağını hiç kimse bilmiyor.
En büyük sorun, başarısızlık ve bunun beraberinde getirdiği bedel değil –ki bu olgu zaten aklı başında birinin tartışmayacağı kadar açık–; asıl sorun bunun sebebi. Kanaatimce başarısızlığın İslam’la da niyetlerle de bir alakası yok; hiç kimse bunun Müslümanların hakiki ve samimi gayretinden kaynaklandığına şüphe edemez. Tarihî trajedimiz, vatanperverlik, milliyetçilik ve ilerlemeciliğin siyasi, iktisadi ve teknolojik geri kalmışlığımıza ilişkin sorulara hep yanlış cevaplar vermesi; siyasal İslam’a gelince, onun cevapları zaten hep konu dışıydı.
Hiçbir şey, iktidar tecrübesi kadar, insanı gerçekler ile hayaller arasındaki farkı ve toplumun en temel ihtiyaçlarını ayırt edebilecek bir konuma getiremez. Burada ayrıntıya girmeyip sadece bazı başlıklara değineceğim.
Popülistlerin ve yozlaşmış insanların kolayca ele geçiremeyeceği bir demokratik sistemi nasıl kurarız? Vahşi liberalizmin gölgesinde dayanışmacı bir ekonomiyi nasıl yaratırız? Genç işsizliğiyle nasıl baş ederiz? Yolsuzluğun kökünü kazıyan ve bozulmayacak sürdürülebilir bir mekanizmayı nasıl yaratırız? Milletler arasında bir yerimizin ve itibarımızın olması için tüm halklarımızın çoğulculuğuyla Arap sistemini nasıl yeniden kurabiliriz? Çin, İran, Rusya ve Suudi Arabistan’ın, yani istibdada korkunç bir enerji veren mutlak kontrol ve denetim rejiminin oluşturmaya çalıştığı türde yeni bir İnternet sistemiyle nasıl yüzleşeceğiz, yoksa buna mukabil, bir avuç Amerikan şirketine tüm milletlerin zihinlerini ve gönüllerini (ve seçimlerini) kontrol etme yetkisi veren eski düzenin devamını mı kabulleneceğiz? Peki, yapay zekâ denilen eli kulağındaki yakın tehlikeye karşı ne yapacağız? Zira bu, Araplar ve Müslümanlar olarak bizi, –petrolün ve paranın kontrolünden binlerce kat daha tehlikeli olan– yapay zekâya tahakküm eden milletlerden ışık yıllarınca geride bırakacak. Gelecek nesillerin varlığını tehdit eden iklim değişikliği felaketinin sonuçlarını gidermek için hazırlığa nereden başlayacağız?
Sizinle halifelik, şeriat, din-devlet ilişkisi ve sahabelerin ihtilafları hakkında konuşuyorlar; bazıları da hicri ilk yüzyılın savaşlarını sanki daha dün gerçekleşmiş gibi sürdürmekte ısrar ediyorlar.
Siyasal İslam’ın sorumluluğu arasında işsizlik, İnternet, iklim değişikliği ve yapay zekâ tehlikesi ile ilgili çözümler sunma var mı diye soranlar olabilir. Tabii ki. Nihayetinde kendisinin bir çözüm olduğunu iddia etmiyor mu? En tehlikelisi olmasa da yüz milyonlarca Müslüman’ı tehdit eden sorunlar hakkında hangi çözümden bahsediyor? Müzakerecimiz şunu da ekleyebilir: Peki liberalizm ya da demokrasi çözüm mü? Elbette hayır, liberalizm bizzat en büyük sorundur ve demokrasi ise yalnızca tüm fikirlerin varlığına izin verme ve önerilen tüm çözümleri de deneme rolü oynar.
Kesin olan şu ki, eşi benzeri görülmemiş sorunlarla karşı karşıyayız ve fakat hiçbirinin –[İslam’ın] alamet-i farikası olduğu ve kurtuluşun onun eliyle geleceği– ciddi bir İslami çözümü yok. Bu, diğerleri için de geçerli bir kaide olup karşı karşıya olduğumuz muazzam meydan okumaların herhangi bir Hristiyan, Yahudi, Budist veya Hindu çözümü de yok. Hatta seküler ideolojilerin bile hızla eskidiğini, ya topyekûn yenilenmelerinin ya da iflaslarının kaçınılmaz olduğunu görüyoruz.
Bu nedenle İslami hareketler önümüzdeki on yıl içinde hepsi de acı olan iki seçenekle karşı karşıya:
Birincisi, sabitelere tutunma ve böylelikle çoğulcu toplumlarla yolları geri dönüşü olmayan şekilde ayırma; en kötü durumda ise tarihin gidişatının dışında IŞİD veya Talibanvari rejimler kurma.
İkincisi, bugünün ve yarının dünyasını üreten, –demokrasi, ilerlemecilik, milliyetçilik ve küreselleşmenin müstakbel formları başta olmak üzere– büyük siyasi-fikri sistemlere dahil olma.
Evet,  buna bir de İslami değerleri ekleyeceksiniz diyenler olabilir. Ama bu yanlış; zira sözkonusu siyasi-fikri sistemler, değerlerini siyasal İslam’dan bekleyecek kadar değerden yoksun değil. Buna bir de –tıpkı yerçekimi kanununun füzelere de planörlere de işlemesi gibi– siyasetin kanunlarının da referansları her ne olursa olsun tüm siyasi partiler için geçerli olmasını ekleyin. Yani İslami partilerin içinde diğer partilerdekilerin benzerlerini –en uç Makyavelizmden en uç idealizme kadar uzanan ahlaki yelpazenin ve partizan uygulamaların her türünden insanı– kaçınılmaz olarak bulacaksınız.
Fiiliyatta hiçbir şey, yaratılmışların en hayırlısı ve ilk numune-i imtisalinin [Peygamber Efendimizin] getirdiği güzel ahlaktan daha önemli olmamalıdır; ancak bunun sahası, Müslümanların sadece bir kısmını temsil etme iddiasındaki partiler değildir, toplumun bütününün bunu başarmaya çalışması gerekir. İşte o zaman, değerler bizi birleştirdiği müddetçe fikirlerin bizi ayırıp ayırmamasının bir önemi olmaz, yeter ki karşı gelinmez bir emir olan [Âl-i İmrân suresi 110. ayetteki gibi] “insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” olmayı gerçekleştirmek için bir adım da olsa birlikte ilerleyebilelim.
Son olarak, başkalarının talihsizliği ve musibetine sevinme bâbından siyasal İslam’ın başarısızlığından bahsettiğimi düşünen herkes hata eder. Çünkü ben, hepimizin –halkların ve insanlığın problemlerine çözüm arayışını nesilden nesle bırakmayan– aynı kolektif aklın son derece zeki ve son derece canlı hücreleri olduğumuza inanan bir vizyon çerçevesinde hareket ediyorum. Her başarılı tecrübe hepimizin başarısı ve yine her başarısızlık hepimizin başarısızlığıdır.
Denediğimiz vatanperver, milliyetçi, sosyalist ve İslamcı çözümlerin başarısızlığı karşısında üzüntüye gark olmamalıyız veya suçluluk kompleksine kapılmamalıyız. Zira içtihat kapısı hala ardına kadar açıktır ve bu aşamada zaruri slogan şudur: Nakil değil, akıl.
Yapmamız gereken tek şey kibirlenmememiz, cesaretimizin kırılmaması ve geçmişteki tüm hatalarımızdan ve acı tecrübelerimizden ders çıkararak yeni bir fikrî sistem geliştirmek için içimizdekilerin en iyilerini harekete geçirmemizdir. Daha evvel hiç olmadığı kadar girmemiz gereken bahis şudur: Olmak ya da olmamak…



[1]  Aralık 2014’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunun kaybetmesinin ardından Munsif Merzûkî, 2015’te eski rejim döneminde ötekileştirilenler başta olmak üzere bütün Tunuslular arasında aktif yurttaş katılımını teşvik eden bir sivil hareket olarak Halkın Vatandaşlığı Hareketini kurarak siyasi mücadelesini sürdürmüştür.


NOT: Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî'nin yazılarını tercüme ederken içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt'a ve Firas Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.