12 Şubat 2020 Çarşamba

D.LEVY: ONA (FİLİSTİN-İSRAİL) BARIŞ PLANI DEMEYİN




ONA (FİLİSTİN-İSRAİL) BARIŞ PLANI DEMEYİN

Daniel Levy (İsrailli eski müzakereci ve siyaset bilimci; New York ve Londra merkezli ABD/Ortadoğu Projesi Başkanı)
The American Prospect, 30.1.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 2.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır. 

İngilizcesi “Don’t Call It a Peace Plan” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: İsrail’in eski müzakerecilerinden Daniel Levy’e göre, Trump’ın Filistin’e ilişkin planı, bir barış planı olmaktan çok Amerikalılardan Filistinlilere yazılmış bir nefret mektubuna benziyor. Levy, plana dair itirazlarını, Filistin’e önerilen devletin niye devlet olamayacağını American Prospect’te anlattı.

28 Ocak tarihinde Amerikan Başkanı Donald Trump’ın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yla birlikte açıkladığı sözde barış vizyonuna İsrail içinden de tepkiler geldi.
Bu tepkilerin en dikkat çekicilerinden biri de, 1995’ten 2003’e Filistin-İsrail Barışı için resmi ve gayri resmi platformlarda yoğun çaba sarf etmiş İsrailli eski müzakereci ve siyaset bilimci Daniel Levy imzasını taşıyor. Ona göre Trump’ın planı, barış değil nefret planı.
30 Ocak’ta the American Prospect’te “Ona Barış Planı Demeyin” başlığı altında yayınlanan yazısında, Levy’ye göre planda barışın dili kesilip yapıştırılmış, öğütücüden geçirilmiş, ırkçılığın kaba saba söz dizimi damla damla akıtılarak bir saldırganlık eylemi ortaya çıkmış.
Geçmişte Uluslararası Kriz Grubu ve Avrupa Dış İlişkiler Konseyi gibi mecralarda görev alan, hâlihazırda New York ve Londra merkezli ABD/Ortadoğu Projesi Başkanı olan Levy, Trump’ın açıkladığı planı satır satır okuyarak kaleme aldığı bu yazıda, hiçbir çıkara hizmet etmediğini düşündüğü bu nefret planının, İsrail-Filistin Barışı fikrine amansız bir saldırı olduğunu on maddede şöyle açıklıyor:

1.  İyi Çocuklar, Kötü Çocuklar ve Barış Planları
Teslimiyet şartları ve barış planları aynı şey değildir. Ancak teslimiyet şartları dahi, mağlup tarafın haysiyetini koruyacak şekilde inşa edilirse, kalıcı olma şansı artar.
Bir barış planı, her iki tarafın da itibarını kurtarma esasına dayanmalı, her iki taraf da bir tür zafer ilan edebilmeli. Ancak açıklanan plan, Amerikalılardan (ve dolayısıyla İsraillilerden) Filistinlilere 180 sayfalık bir nefret mektubu mahiyetinde. Belge baştan sona okunmadan (ve çatışmanın tarihi bilinmeden) bu metnin Filistinlilere yönelik ne denli derinden bir aşağılama ve hakaret olduğunun idrak edilmesi zor. Sömürgeci üstünlük taslama metne damla damla zerk edilmiş.
Metin, en bayağı ve küstahça İsrail halkla ilişkiler söyleminden istifade edilerek kaleme alınmış; başından sonuna dışlayıcı bir söylem içeriyor. Bu Amerikan planında, sadece İsrail tarafı, müstakil bir ulus olma ve toprağa dair tarihsel iddiaları ve gerekçeleri benimsenmeye ve empatiye layık görülmüş. Plana göre Filistinliler şamar atılmak ve itilip kakılmak için var. Ancak ve ancak pişmanlık duyup tövbe etmeleri halinde muhatap alınabilirler.
Metne göre İsrail’in askeri hareketleri her daim savunma amaçlı. Herhangi bir işgal toprağından geri çekilmesi de cömertçe bir taviz; ne de olsa buralar, “İsrail’in geçerli hukuki ve tarihi iddialarda bulunduğu ve Yahudi halkının atalarının anavatanının bir parçası”. Belgede İsrail, birleşik Kudüs’ün örnek bir kâhyası ve nüfusu da dar bir sahil şeridine doluşturulmuş olarak resmediliyor (Birileri Beyaz Saray’a İsrail’in nükleer silah kapasitesi de olan bölgedeki en güçlü orduya sahip olduğunu gerçekten söylemeli).
Buna mukabil Filistinliler gaddar, kışkırtıcı, nankör ve yozlaşmış bir çete. Bu metin içinde beyaz ırkın üstünlüğüne inanan bir zihniyeti okumamak zor. Irkçılık, planın [Batı Şeria’ya komşu] Orta İsrail’de, İsrail’in Filistinli vatandaşlarının yaşadığı Üçgen alanda ikamet edenlerin siyasal haklarını transfer etme fikrini benimsemesinde belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Toprak takası altında bu Üçgen, Filistin Devleti’ne devredilebilir ki bu durum, Filistinli-İsrailli topluluğun tümünün vatandaşlık statüsünün altını oyacaktır. Bu plan, İsrail’in kısa süre önce kabul edilen Ulus-Devlet Kanunu’nun etnokrasiyi demokrasiye önceleyen mantığını da teyit ediyor.

2. Bir Filistin Devleti mi? Bu bir Bantustan Düzenlemesi
Önerilen haritanın görselleri maskeyi düşürüyor: Kırkyama Filistin adacıkları, en iyi Güney Afrika’nın ırkçı-ayrımcı (apartheid) dönemi Bantustanlarına benziyor. Bir Filistin devleti güya öneriliyor; ancak tamamen anlamsızlaştırılarak. (…) İsrail, bu devlet olmayan devletin tüm güvenliğini, karasularını, hava sahasını ve uluslararası geçişlerini kontrol edecek ve hatta kalıcı bir deniz ablukası bile uygulayabilecek.
Bu devlet olmayan devletin toprak bütünlüğünden yoksunluğu sizi sakın endişelendirmesin; ne de olsa plan “köprüler, yollar ve tünellerden oluşan teknoloji harikası altyapı çözümleriyle Filistin devletinde seyahat kolaylığını en üst düzeye çıkarıyor.” Hatta Filistinliler bağlantı yolları sayesinde Ürdün Vadisi’nin üzerinden bir uçtan öbür uca geçebilecek, tabii ki “İsrail güvenlik ihtiyaçlarına tâbi olarak”. İsrail topraklarındaki Filistinlilerin yerleşim alanları da maalesef ki “İsrail güvenlik sorumluluğu”na tâbi olarak “Filistin”in geri kalanına erişebilecek; keza bazı bölgelerde İsrail Filistinliler için imar kurallarına ve inşaat izinlerine karar verebilecek. Filistinliler bu kontrol matrisinin pratikte ne demek olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Filistin devlet olmayan devletinin başkenti Kudüs olmayacak; zira Kudüs “İsrail Devleti’nin bölünmez ve egemen başkenti” olarak kalacak. Filistinliler, İsrail’in inşa ettiği güvenlik duvarının diğer tarafında kalan dış Kudüs mahallelerine sahip olabilir; ama ümitsizliğe kapılmayın, Filistinliler bu başkent olmayan başkente istedikleri adı verebilirler.
Neredeyse unutuyorduk; görkemli Filistin devlet olmayan devleti de ancak bir dizi ön şartı yerine getirdiği İsrail Devleti tarafından teyit edilmesi halinde kurulabilecek.

3. İsrail’in Talepleri mi? Hiç Yok
İsrail’de hem sol hem de sağ kesimden kimilerinin -Amerikan belgesini sanki kendilerinden istenmeyen tavizler talep edilmiş gibi sunan- bazı taktik girişimlerine rağmen bu, İsrail maksimalizminin bir zaferidir. Nitekim İsrail’den hiçbir çıkarının olmadığını çoktan ilan ettiği konularda geri adım atması veya yapmaması isteniyor. Eğer ki İsrail, fikrini değiştirirse veya yeterli görmezse geri adım atabilir ve planda kendisine verilen tek taraflı veto hakkını kullanarak herhangi bir uygulamayı durdurabilir.
Kudüs’ün sınırları İsrail’in çok önce tek taraflı inşa ettiği duvara göre belirlenecek. Yerleşimlerin genişlemesinin sonu yok. İsrail istediği tüm toprakları tanımlamış durumda; bu topraklarda hiç rahatsız edilmeden inşaatlarını sürdürebilir, Amerikan onayıyla İsrail egemenliğini de genişletebilir.
Filistinlilerin evlerinin ve yapılarının yıkımını sözüm ona erteleyen madde, aynı zamanda şu geçersiz kılıcı kullanışlı maddeyi de içeriyor: “Bu erteleme, -İsrail Devleti’nce belirlenen- güvenlik riski taşıyan yapıların yıkılması veya terör eylemlerini müteakip cezalandırıcı yıkımlar söz konusu olduğunda uygulanmaz.”
İsrail, BM Güvenlik Konseyi kararlarını tek taraflı geçersiz kılma noktasına dahi geliyor. Amerikan kavramsal haritası, -1967 Savaşı’ndan sonra oybirliğiyle geçen, iki devletli çözümü tanımlayıcı bir plan olan- “BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararının ruhuna uygun” ve “İsrail Devleti’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak ve İsrail Devleti’nin meşru hukuki-tarihsel iddialarını dikkate alacak şekilde” tasarlandı.

4. Aşağılama, Birinci Bölüm: Mülteciler ve Mahkûmlar
Filistin tecrübesine aşina herkes, mülteci tecrübesinin Filistinliler açısından tarihî merkeziliğini ve İsrail hapishanelerinde yatan çok sayıda Filistinli mahkûm olgusunun günümüz Filistin hayatını muazzam derecede kararttığını bilecektir. Mahkûmlar meselesi, kaçınılmaz şekilde hem silahlı hem de barışçıl direnişi üreten ve yıllar yılı Filistinlilerin siyasi her türlü mücadelesini kriminalize eden alçaltıcı işgalin bir sonucu.
Plan, Filistinli mültecilere muamelesinde emsalsiz şekilde hakaretamiz; İsrail’in gark edildiği tonla söylemsel empatiden bile hiç nasiplenemiyorlar. İsrail’in mültecilerin geri dönüşü hususunda katı çizgisi tarihsel olarak herkesin malumu; ama barış müzakerelerinde en azından bunu yumuşatmaya dönük girişimler vardı. Burada ise o da yok.
Metin “herhangi bir Filistinli mültecinin İsrail Devleti’ne geri dönüş hakkı veya içeride hazmedilmesi söz konusu olmayacak” iddiasında. Sadece bu da değil; İsrail, yeni devlet olmayan Filistin devletinde kaç Filistinlinin ve hangilerinin ikamet edebileceğine de karar verebilecek: “Filistinli mültecilerin Filistin Devleti’ne göç etme hakları, üzerinde anlaşmaya varılan güvenlik düzenlemeleri doğrultusunda sınırlı olacak … ve İsrail Devleti için artan güvenlik riskleri de dahil olmak üzere çeşitli faktörlerce düzenlenecek.”
Son hakaret de tazminat dosyasına tahsis edilmiş. Tazminat ızdırap çekilmesini ima eder. İnsanlığa işaret eder. Bu türden bir izlenimi ortadan kaldırmak için planda bize deniyor ki, mali kaynaklar “eğer Trump’ın iktisadi planını uygulamak için kullanılırsa” çok daha iyi olacaktır. Eksik olan tek şey, buna parıldayan yeni bir Trump otelini eklemek!
Mahkûmlara gelince, savaştan barışa geçerken standart uygulama, özgürlük mücadeleleri bağlamında hapse atılanların serbest bırakılması, bazen de hakikat ve uzlaşma süreçlerine tâbi olmalarıdır. Ama bu, nefret planında yok. Cinayet işlemiş, adam öldürmeye teşebbüs etmiş veya planlamış mahkûmlar bu kapsamın dışında tutuluyor; bu da bütün bir mahkûmlar maddesini uzlaşma yerine aşağılamaya dönüştürüyor.

5. Güvenlik ve Kontrol
Bu kolay olan; zira sadece İsrailliler güvenliğe layık ve dolayısıyla sadece İsrail’in güvenlik ve kontrol kapasitesi olmalı. İsrail’in güvenlik ihtiyaçları en geniş kapsamda telaffuz edilmiş. (…) En azından burada gizlemeye kalkışılmamış: “Bu vizyonun güvenlik kısmı, İsrail Devleti’nin güvenlik ihtiyaçlarını en iyi şekilde kavrayışımız temelinde geliştirildi” ve ayrıca “İsrail Devleti’nin güvenlik ihtiyaçları belirlenirken İran’ın bütün faaliyetleri nazarı dikkate alınmalı” vurgusu yapılmış. Kısaca, İsrail ordusu herhangi bir ceza görmeden fütursuzca operasyonlarına her yerde devam edebileceği gibi, Filistin devlet olmayan devleti de sadece askerden arındırılmış olmakla kalmayacak, aynı zamanda İsrail ordusuna bir taşeron olarak daima hizmet edecek.
İsrail kara, deniz, hava ve sınır geçişlerini kontrol altında tutarken daha fazlasına gerek yok. Ancak Büyük Birader’in bir şeyleri ıskalayabilme ihtimali karşısında metin, “yalnızca İsrail Devleti’nin kararıyla, İsrail Devleti güvenlik amaçları için gözlem balonlarına, insansız hava araçlarına ve benzeri hava ekipmanlarına bel bağlayacak” şartını koşuyor. Askeri işgal ilelebet her yerde…
Belge bize Filistinlilerin minnettar olması gerektiğini söylemeye devam ediyor; ne de olsa “Filistin Devleti bu türden (savunma) harcamalarından yükümlü olmayacak, çünkü bu İsrail Devleti tarafından deruhte edilecek.” Görünüşe göre Amerikan cömertliği sınır tanımıyor; çünkü ana hatlarıyla belirtilen güvenlik planı “yeni bir çokuluslu güvenlik gücü oluşturmak yerine uluslararası bağışçılar için milyarlarca dolar tasarruf sağlıyor”. Teşekkürler Amerika.

6. Gazze: Tahmin Ettiniz, Tamamen Filistinlilerin Kabahati
Gazze, dünyadaki en kalabalık yerlerden biri ve burada yaşayanların çoğu Büyük Felaket (Nekbe) sırasında evlerinden kovuldu. Yıllar evvel bir BM raporu 2020 yılına kadar Gazze’nin yaşanmaz bir yere dönüşebileceğini ileri sürmüştü.
İsrail 2005’te Gazze’den geri çekildiğinde kalıcı bir kuşatmayı uygulamaya soktu ve çekilişinin cezalandırıcı şartlar altında gerçekleşeceğini de belirtti. O günden beri İsrail’le girilen birçok çatışmada, İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem’e göre 2667’si sivil, en az 5514 Filistinli öldürüldü. İki yılı aşkın süredir devam eden geri dönüş yürüyüşleri, İsrail tarafından, birçoğu çocuk 250 küsur Filistinli sivilin hayatını kaybetmesiyle ve 30 bini aşkın kişinin de yaralanmasıyla püskürtüldü. Şüphesiz Trump yönetimi bile Gazze için azıcık empati kurabilirdi. Ama nafile.
Her şey Filistinlilerin suçu. Bize deniyor ki Gazzeliler ve Gazze’deki liderlik, içinde bulundukları şartların tek sorumlusu. İsrail tertemiz, kusursuz. Oysa dünyada hiçbir çatışma hali bu şekilde işlemez ve hiçbir çatışmayı çözme girişimi böyle bir iddiada bulunamaz. Amerikan metni ayrıca “Gazze halkı için ciddi iyileşmelerin bölge tamamen silahsızlanmadan gerçekleşmeyeceği”ni vurguluyor. Bu olmayacak, hatta olmamalı. Gazzeliler için çok daha fazla sefalet öneriliyor.

7. Filistinli Homo Economicus
Belgenin 181 sayfasından 124’ü, yani yarıdan fazlası “İktisadi Çerçeve”ye hasredilmiş olup “ekonomik potansiyeli açığa çıkarmak” ve “Filistin yönetişimini geliştirmek” üzerine McKinsey tarzı sunuşlarla dolu. Temelde bu, çabucak unutuluverilen Manama “Refah için Barış” belgesinin yeniden yayınlanması.
Filistinlilere müjdelenen muhteşem gelecekle ilgili iki küçük problem var: Birincisi, bu gerçekleşmeyecek; bu hususlar uygulanmayacak bir planın parçası. Zira biz daha önce de aynı noktadaydık, hem de birkaç defa… İşgal altında kalmış bir Filistin ekonomisi gelişemez ve plan bu basit gerçekçiliği kabullenmiyor. Dahası plan daimi işgalin bir teminatı. Tam da bu yüzden ekonomik plan daha baştan ölü durumda.
İkinci problem, Filistinlilere kolektif milli arzuları olan bir ulus olarak değil, -mükemmel rasyonel iktisadi seçimler yapan ve ufukları, daha iyi bir maddi hayat için iktisadi fırsatların ötesine geçmeyen bireylerden oluşan- birer Homo economicus olarak muamele ederek tam bir fanteziye dalması.
Filistinlileri satın alma ve onlar için görkemli bir neoliberal gelecek tanımlama girişimleri, işgal altında ekonomik büyüme yaratma çabaları kadar orijinallikten uzak. Her iki varsayımın da -en hafif deyimiyle- öyle harika bir geçmiş performansı yok.

8. Tekrar Tekrar Aşağılama: Her Yerde Kol Geziyor
Bu nefret dolu metin Filistinlileri aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmamış. Bunun kasıtlı olduğu sonucuna varmak da zor değil. Mesela belgede insan haklarına saygıdan tek bir yerde bahsediliyor; o da kendilerine devlet olmayan devletleri bahşedilmeden evvel Filistinlilerin yerine getirmesi gereken ön koşullardan biri!
Çeşitli yerlerinde plan, İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nın bir parçası olan bölgelere özel düzenlemeler ve özel erişim imkânı sunarak Filistinlilere cömertliğini ortaya döküyor. Mesela Ürdün Vadisi İsrail egemenliği altında kalacak olmakla birlikte, “böyle bir egemenliğe rağmen İsrail, Filistinlilerin sahip olduğu veya kontrol ettiği mevcut tarım işletmelerinin, İsrail Devleti tarafından verilen uygun izin belgeleri veya kira sözleşmeleri çerçevesinde -kesintiye uğramadan veya ayrımcılık yapılmadan- devam edeceğine dair bir anlaşmayı müzakere etmek üzere Filistin hükümetiyle birlikte çalışmalıdır.” Ne kadar da iç karartıcı…
Filistin’in Ölüdeniz bölgesinde de benzer düzenlemeler öneriliyor; yine İsrail’in olacak, ancak Filistinlilerin “İsrail Devleti’nin böyle bir yerde egemenliğine halel getirmeksizin Ölüdeniz’in kuzeyinde bir tatil alanı geliştirmeleri”ne izin verilecek. Benzer şekilde kuzey Kudüs’ün Atarot semtinde özel bir turizm alanı belirlenecek; İsrail’in parçası değil, ama bir önemi yok, siz işinize bakın.
Filistinlilerin uluslararası örgütlere veya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuru yapmaları yasaklanıyor. Ve sadece Filistinlilerin komşularını kışkırtmayı sonlandırması gerektiği vurgulanıyor; İsrailliler için böyle bir şart yok. Aşağılama listesi işte böylece devam edip gidiyor.

9. Hakim ve Yargıçlar Kurulu Olarak İsrail
Uzun süre devam eden çatışmaları çözmeye dönük ciddi girişimler, karşılıklı güvensizliği dikkate alarak esnek bir uygulama mekanizması geliştirmeyi gerektirir. Bu da normalde, geriye dönmeyi caydıracak önlemlerin ve üçüncü taraf garantilerinin bir bileşimini devreye sokar.
Trump belgesinde baştan sona hâkim ana fikirle uyumlu olarak böyle bir düşünceden kaçınılıyor. İsrail, zaman zaman Amerikalılarla birlikte, her şeye karar verme noktasına geliyor. Teklif edilen Filistin devlet olmayan devletinin oluşumuna sıra geldiğinde, ön şartların “yerine getirilip getirilmediği Filistin Yönetimi’yle istişare edildikten sonra, iyi niyetle hareket ederek, İsrail Devleti ve ABD tarafından ortaklaşa tespit edilmeli.” Kısaca İsrail’in veto hakkı var. Eğer ki bu planda İsrail’in hoşuna gitmeyen herhangi bir şey olursa asla uygulanamayacak.

10. Ürdün ve Planın Nihai Hedefi
Planı kaleme alanların aklında iki senaryodan birinin olduğunu ve her ikisinin de beklendiği üzere İsrail için kazan-kazan seçeneğini sunduğunu varsaymak gerekir. Birinci senaryoya göre, plan İsrail’in yorumu doğrultusunda uygulanır ve Büyük İsrail’i Filistin Bantustanları ile birlikte resmileştirmeyi başarır. Muhtemelen Trump’ın öngördüğü tam da budur: Süregiden baskıların Filistinlileri böyle bir anlaşmanın altına imza atmaya itmesi. Bu akıl almaz bir ihtimal olmasa da, böyle bir liderlik ciddi bir meşruiyet sorunu ve iktidarda kalma mücadelesi yaşar.
Daha muhtemel senaryo (planın en azından bazı mimarlarının tasarladığı) ise, Filistinlilerin planı reddetmeleri nedeniyle suçlanmaları ve İsrail’in -ABD’yle birlikte- egemenliğini ve kalıcı kontrolünü hayata geçirmek, belki de bu belgede öngörülenin de ötesine geçmek üzere her durumda ilerleme kaydetmesi.
Uzun zamandır İsrail sağının hobisi olan seçenek, Filistin siyasi temsilinin gerçekleştirilmesine Ürdün’ü de dahil etmek. Belgede bu, üstü kapalı hissettirilmenin de ötesine geçerek, doğrudan atıfla “coğrafi yakınlığı, kültürel benzerliği ve aile bağları nedeniyle”, Ürdün’ün -ilginç bir şekilde- “kurum inşası ve belediye hizmetleri” de dahil “Filistinlilere bir dizi konuda yardımcı olma noktasında hususi bir rol” oynaması vurgulanıyor. Bu vurgu -güvenlik alanında Ürdün’ün rolüne yapılan diğer bir atıfla birlikte- Haşimi Krallığı için bir uyarı alarmı olmalı; zira İsrail teklif edilen ırkçı ayrımcı apartheid planını hayata geçirmek için bir paravan olarak Ürdün seçeneğini zorlamak isteyebilir.
Dehşete düşüren bu manzarada durumu kurtaran iyi bir şey varsa o da planın tanıtımının, Amerikan Başkanı’nın, hakkında yürüyen azil soruşturmasını püskürtme stratejisinin yolunda gitmesi için uğraştığı bir günde gerçekleştirilmesiydi. Aynı gün, İsrail başsavcısı da Başbakan Netanyahu hakkında hazırladığı rüşvet, dolandırıcılık ve güveni suiistimali içeren üç ayrı yolsuzluk dosyasında iddianameyi Kudüs bölge mahkemesine göndermekteydi. İkisi birlikte ele alındığında planın, ortaklaşa tanıtımını yapanlarla birlikte çökebileceği izlenimi uyanıyor.



R.WORTH: BAE'NİN MbZ’SİNİN ORTADOĞU’NUN GELECEĞİNE DAİR KARANLIK VİZYONU




BAE VELİAHT PRENSİ MbZ’NİN ORTADOĞU’NUN GELECEĞİNE DAİR KARANLIK VİZYONU

Robert F. Worth (The New York Times gazetesi eski muhabiri, hâlihazırda The New York Times Magazine ve The New York Review of Books yazarı Amerikalı gazeteci)
The New York Times Magazine, 9.1.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 12.2.2020 tarihinde yayınlanmıştır. 

İngilizcesi “Mohammed bin Zayed’s Dark Vision of the Middle East’s Future” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Mısır’dan Yemen’e, Libya’dan Somali’ye kadar her kaos ve çatışma ortamında boy gösteren, boyundan büyük oynayan BAE’nin bölge vizyonu ne? Ülkenin politikalarını şekillendiren Veliaht Prens MbZ’nin başta Mısır darbesi olmak üzere çeşitli planlarını anlatan, New York Times Magazine’deki makale bu soruların yanıtını arıyor.

Nüfus ve yüzölçümü bakımından küçücük ve Arap dünyasının kıyısında bir ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), özellikle 2013’ten bu yana belirginleşen iddialı rolüyle Ortadoğu’nun kaderini çizmeye çalışıyor. Peki, Mısır’dan Yemen’e, Libya’dan Somali’ye kadar her kaos ve çatışma ortamında boy gösteren ama boyundan büyük oynayan BAE’nin politikalarını şekillendiren kim? BAE’nin bölge vizyonu ne?
Bu soruların ve daha fazlasının cevabını, Amerikalı gazeteci Robert F. Worth, The New York Times Magazine’de yayınlanan uzun yazısında anlatıyor. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid en-Nahyan (MbZ) ile röportaj yapan ilk Batılı gazeteci olan Worth, Bağdat (2003-2006) ve Beyrut (2007-2011) büro şefliği başta olmak üzere 14 yıl the New York Times gazetesi muhabirliği yaptı. Halen The New York Times Magazine ve The New York Review of Books için yazılar kaleme alıyor.
Worth yazısına, MbZ’nin danışmanı, Beyaz Saray’da görev yapmış eski terörle mücadele uzmanı Richard Clarke’ın 2013’te emirliği yöneten en-Nahyan ailesinin kızlarının askeri üniforma içinde atış talimine davet ediliş hikayesiyle başlıyor. Clarke’a göre bu, MbZ’nin birçoğu şişman ve tembel olan halkını –yönetici aileden başlayarak– sorumluluk bilincine kavuşturup yeni bölge planına hazırlama çabasının bir parçası.
Robert Worth, 2013’ten itibaren MbZ’nin daha fazla asker gerektiren ve Ortadoğu çapında yansımaları olacak yurt içinde ve yurt dışında büyük bir ulus inşası projesine giriştiğini anlatıyor.
Yazara göre MbZ; Arap Baharı isyanlarıyla birçok diktatörün devrilmesinden, yerlerine Türkiye ve Katar destekli grupların geçmesinden, Şii milislerin bölgede İran nüfuzunu yaymak üzere boşluktan yararlanmasından, ABD’nin Müslüman Kardeşleri demokrasinin nahoş ama kaçınılmaz bir yan ürünü olarak görmesinden ve Obama yönetiminin Ortadoğu’dan çekilmeye kararlı olmasından son derece endişe duymuştu.

Karanlık planın parçaları
Yazıya göre MbZ, Clarke’ı davet ettiği sırada bölgenin geleceğini yeniden şekillendirmek üzere muazzam iddialı bir planın hazırlıklarını çoktan yapmış. MbZ’nin, 2013’te Suudi Arabistan’ı yanına çekerek Mısır ordusunun ülkenin seçilmiş İslamcı cumhurbaşkanını devirmesine yardım etmesi, 2015’te BM ambargosuna ve Amerikalı diplomatlara meydan okuyarak Libya’daki iç savaşa müdahil olması, Afrika Boynuzu’nda siyasi ağırlığı olan bir güce dönüşmek için ülkesinin ticari limanlarını kullanarak Somali’de eş-Şebab örgütü milisleriyle çatışması, İran destekli Husi milislere karşı Suudi Arabistan’ın açtığı savaşa dahil olması, 2017’de komşusu Katar’a karşı saldırgan bir ambargoya girişmesi, hep bu planın parçaları. Zira yazara göre MbZ, Ortadoğu’nun önündeki seçeneklerin ya baskıcı bir düzen ya da tamamen bir felaket olduğu inancında.
“MbZ bölgedeki karşı-devrimde öncü rolüyle ülkesinin itibarını değiştirdi” diyen yazar, Pentagon’un onu sadık ve yetenekli bir müttefik saydığını, ancak bazı Obama dönemi yetkililerinin tehlikeli bir haydut aktör olarak gördüğünü vurguluyor.
Diplomatik çevrelerde –bazı MbZ hayranları dahi– onun bir despota dönüşebileceğine ve sonuçlarını kontrol edemeyeceği çatışmalara fazla derinden daldığına dikkat çekenler olduğunu anlatan yazar, “Her şeye rağmen MbZ Ortadoğu’da nadir bir aktör konumunda: Bölgenin geleceğine ilişkin bir planı olan ve bunu uygulayacak kaynaklara sahip, kurnaz, seküler eğilimli bir lider. Tüm kusurlarına rağmen alternatifler çok daha korkunç görünüyor” diyor.
Yazar, ABD’nin Süleymani’yi öldürerek bölgeyi bir savaşın eşiğine getirdiği son süreçte MbZ’nin kilit oyuncu olma ihtimalini yüksek görüyor. İran’a karşı şahinlerden olan ve Obama’yı Tahran’ı yatıştırmakla suçlayan MbZ’nin son aylarda İran yönetimiyle sahne gerisinden gizli diplomasi yürüttüğünü vurguluyor. Zira bölgesel bir savaş çıkması halinde ilk hedeflerden biri BAE olacak.

ABD, MbZ’yi nasıl devşirdi?
Worth, yazısının ikinci bölümünü MbZ’nin İslamcılık, yetiştirilme tarzı, siyasi öncelikleri ve babasının mirası üzerine röportajda anlattıkları üzerinden kaleme almış.
MbZ, İslamcılık aleyhine yürüttüğü kampanyasının kökeninde, 2004’te vefat eden babası Zayid’in çoğulcu içgüdüsü olduğunu söylemiş. Babası, geleneksel Bedevi tavırlarını nadir liberal fikirleriyle mezcetmiş. MbZ’nin babası Zayid, ailesinin talebiyle İngilizler tarafından 1966’da başa geçirilmiş; zira yabancı düşmanı olan ve ülkesinin gelişmesinden hazzetmeyen ağabeyi BAE Emiri Şahbut’tan ailesi yaka silkmiş.
Ağabeyini [kansız bir saray darbesiyle] deviren MbZ’nin babası Zayid, okuma-yazma bilen kadın olmadığı bir dönemde kadınlara örgün eğitim konusunda ısrar etmiş. Hristiyanların Abu Dabi Emirliği’nde kilise inşa etmelerine izin vermiş…
MbZ büyürken ülkesi, petrolün bulunmasıyla fakirlikten hayal edilemeyecek bir zenginliğe kavuşmuş. [1967 Altı Gün Savaşı’nda Nasırcı seküler Arap milliyetçisi hareketin İsrail karşısında kesin mağlubiyetiyle yükselen,1979 İran İslam Devrimi ve Afgan cihadıyla 1980’lerde tek ciddi alternatif modele dönüşen] siyasal İslamcılık onun neslini peşinden sürükleyen büyük ideal olmuş. MbZ de bu yıllarda İslamcı düşüncenin etkisine girmiş. Babası Zayid, Mısırlı Müslüman Kardeşler müntesibi İzzeddin İbrahim’i oğlunun eğitiminden sorumlu kılarak İslamcılığın aşılanmasını kolaylaştırmış.
Fakat yazara göre MbZ, 1980’lerin başında Müslüman Kardeşler’in geleneksel ‘feodal’ hanedanlara karşı duruşunun kendisinin iktidar varisi rolüyle bağdaşmadığını fark etmiş.
Baba Zayid’in 1991 Körfez Savaşı’na katılma istekliliği Pentagon’un dikkatini çekerken, o dönem rütbeli bir asker olan MbZ, hırslı ve yetenekli kişiliğiyle Amerikalı askeri yetkililerin devşirmeye çalıştığı bir aktöre dönüşmüş. Eski bir CIA yetkilisi olan Bruce Riedel, yazara şöyle demiş: “O, doğal, gelecek vaat eden biriydi. Ülkeyi yönetecekti. ABD onu kazanmaya ve yetiştirmeye koyuldu.”
Riedel’ın yazara anlattığı şu önemli anekdot, Pentagon’un Körfez yöneticilerini nasıl devşirdiğine de ayna tutuyor: MbZ 1995’te Pentagon tarafından bir askeri tatbikata davet edilmiş. Amaç, MbZ’yi havacılık dergilerine bağımlı kılarak ABD’nin ürettiği her şeyi aldırmakmış. Bu baştan çıkarma girişimi işe yaramış. MbZ Amerikan jetleri ve silah sistemleri almak için milyarlarca dolar harcamış. Hatta istediği bir F-16 savaş uçağının henüz üretime geçmediğini öğrenince araştırma-geliştirme masraflarını kendisi karşılamış ve ardından Amerikan Hava Kuvvetleri’nin envanterinde olandan çok daha ileri bir F-16 savaş uçağı modelini satın almış.
2001’in 11 Eylül’ünde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar ve 19 saldırgandan 2’sinin BAE vatandaşı olması MbZ için de bir dönüm noktası olmuş. “Dünyanın merkezi New York bile saldırıya uğruyorsa bizim ne kadar savunmasız olduğumuzu görün” diyerek, eğitimden finansa kadar ülkesinin tüm güvenlik açıklarını aşağıdan yukarıya gözden geçirmiş.

İslamcılarla mücadele
Ardından 1990’larda eğitim ve adalet bakanlıklarını ‘devlet içinde devlet’e dönüştüren İslamcılara ve özellikle de Müslüman Kardeşler’in BAE kolu Islah hareketine karşı daha geniş bir mücadeleye girişmiş. MbZ İslamcı çizgideki öğretmenleri işten atma emri vermiş ve ders kitaplarını yeniden yazdırmış. Dini özel alana itmeye dönük sessiz sedasız çalışmalar yürütmüş. Pasif bir yaklaşımı benimseyen saygın din adamlarını öne çıkarmış. Binlerce Afgan da dahil yurt dışındaki imamları eğitme programı üzerinden kendi İslam anlayışını ihraç etmeye başlamış.
Yazar Worth, MbZ’nin Müslüman Kardeşleri ezerken çok daha iddialı bir proje peşinde olduğunu da anlatıyor: Bütün İslamcı hareketlere başarısız oldukları noktaları, kendi başarılarıyla gösterecek bir devlet inşa etmek… Yazarın deyimiyle MbZ, 1960’lar ve 1970’lerde Singapur’da Lee Kuan Yew’in yaptığı gibi toplumsal alanda liberal bir otokrasi inşa etmeye girişmiş durumda.
Bu bağlamda Abu Dabi’nin kadroların şişik ve verimsiz olduğu, atamalarda liyakatten ziyade aile bağlantılarının öne çıktığı kamu yönetimine el atarak işe başlamış. 2005-2008 yılları arasında Abu Dabi yönetiminde görev yapanların sayısını 64.000’den 7000’e indirmiş. Halen petrol dışı bir ekonomi ve yeni iş sahaları tesis etmeye çalışıyor. BAE’lileri daha disiplinli, daha rasyonel ve kendi kendine yetebilir kılmaya çalışıyor. Bunun bir ayağı da zorunlu askerliğin getirilmesi. Ayrıca Avustralya’nın Özel Harekat eski Komutanı Tümgeneral Michael Hindmarsh’ı ülkesine getirerek, BAE özel harekat birliklerini dünyanın en iyilerinden birine dönüştürme çabası içinde.

Darbe yaptırdığına inanmak için her türlü neden var
MbZ, Irak’ta mezhepçi siyasi partiler kurulması ve [2006 Ocak’ında] Hamas’ın seçim zaferinden son derece rahatsız olmuş. Obama’nın 2009’daki Kahire konuşmasının “Arap dünyasında beklentileri yükseltmesi”nden korkmuş. Ardından gelen Arap Baharı sürecinde Mısır’da Muhammed Mursi seçimleri kazandığında Obama bunu kabul etse de MbZ kabullenmemiş.
Yazar, BAE yetkililerinin Mısır’daki darbede oynadıkları rol konusunda son derece ketum davransa da görüştüğü tüm diplomatların Abu Dabi’nin Sisi’ye yanaştığını ve Mursi devrilmeden evvel mali desteğin şartlarını ana hatlarıyla belirttiğini söylüyor. Eski bir diplomat MbZ hakkında Worth’a şöyle demiş: “Onun darbe yaptırdığına inanmak için her türlü neden var.”
Yazıda Obama’yı, Suriye’de isyanın Esed tiranlığından daha kötü olabileceği konusunda uyaran ve Suriye’de birlikte hareket etmesi için Ruslarla görüşmeye teşvik edenin de MbZ olduğu vurgulanıyor.
Yazar Worth, hem Mısır’daki darbenin hem de İran’la nükleer müzakerelerin BAE ile ABD arasında gerilimi artırdığını ve ikili ilişkilerde bir dönüm noktası olduğunu belirtiyor. Amerikalı dostlarının İran’la gizli nükleer müzakereler konusunda MbZ’ye hiçbir şey söylememesini, üst düzey bir BAE’li danışman “büyük bir darbe” olarak nitelemiş.
“MbZ’nin kendi planları vardı ve bunların onaylanmasını artık bekleyemezdi.” diyen yazar şöyle devam ediyor: “Mursi’nin devrilmesi, MbZ’nin karşı-devrimci kampanyasının ilk büyük başarısıydı. Bu, Amerikan baskısı ve kısıtlaması olmadan neler yapabileceği konusunda kendine güvenini aşırı şekilde beslemiş gibi görünüyor…”
Yazar MbZ’nin Libya’da yaptıklarını da şöyle anlatıyor:
“İslamcılar konusunda MbZ’nin duygularını paylaşan bir diktatör olan eskinin kaçak generali Halife Hafter’e askeri destek sağlamaya başladı. (…) 2016 sonunda BAE, Libya’nın doğusunda gizli bir hava üssü kurarken Bingazi’de Hafter’in rakipleri İHA ve uçaklarla bombalandı. Bütün bunlar BM silah ambargosunu ihlal ediyor ve Washington’ı ürkütüyordu.”
Worth, MbZ Obama yönetiminden uzaklaşırken güçlü bir müttefik kazanmaktaydı diyor ve sözü Suudi Arabistan’a ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’a getiriyor.

Suudlulara yardım
MbZ’nin BAE’lilerin çoğunun büyük çöl komşularından tehdit hissettiği bir dönemde büyüdüğünü, hatta 1950’lere kadar iki ülke arasında sınır çatışmaları yaşandığını hatırlatıyor. WikiLeaks belgelerine göre 2005’te MbZ, Amerikan büyükelçisi James Jeffrey’ye en büyük endişelerinin Vehhabilik olduğunu söylemiş. Suudi kraliyet ailesini beceriksiz olarak gören MbZ, bu denli derinden muhafazakar olan bir toplumda alternatifinin IŞİD benzeri Vehhabi bir teokrasi olmasından da korkmaktaymış. Jeffrey, MbZ’nin “Suud ailesi yerine kim geçerse geçsin bir kabus olur. Onların kendilerine yardım etmelerine yardımcı olmalıyız.” dediğini hatırlıyor.
Yazar, MbZ’nin Suudi Arabistan’ın radikal İslam’la bağlarını gevşetecek bir anahtar olarak gördüğü, büyük reformlar yapmaya istekli Muhammed bin Selman’ı yanına çekip ona bir nevi akıl hocalığı yaptığını, Obama yönetimini Suudi mevkidaşını desteklemeye teşvik ettiğini de anlatmış.
Yazar buradan, Suudi Arabistan’ın en fazla birkaç ayda sona ermesinin beklendiği Yemen Savaşı’na geçmiş. Worth, temel amaç olan Husi yönetimini yıkma hedefinden hala daha oldukça uzak olunduğuna dikkat çekiyor. BAE’nin Kuzey Yemen’i yıkan bombardımanları yapmak yerine ülkenin güney bölgesiyle ilgilendiğini, yine de Yemen’deki muazzam trajediden sorumluluğu olduğunu belirtiyor. Eski bir üst düzey Amerikalı askeri yetkilinin “Bu savaştaki askeri başarı %95 ila %100 arasında BAE’liler sayesindedir” dediğini de aktarıyor. Öte yandan BAE’nin Haziran ayında Yemen’den çekileceğini ilan ederek Suud’la ortaklığına bir sınır koyduğunu ve İran’la diplomasiye yanaştığını hatırlatıyor.

Köle kolonisi mi, aydınlanmacı liberal mi?
Yazar, geçen sene Papa’yı misafir edecek kadar hoşgörülü bir ülke imajı vermeye çalışsa da MbZ’nin 2011’den bu yana İslamcılara karşı çok sert bir tutum takındığını hatırlatıyor. Yine 2012’de BAE yetkililerinin, ABD merkezli Ulusal Demokrasi Enstitüsü’nün Dubai ofisini ve demokratik kurumları destekleyen diğer yabancı vakıfları kapattığını belirtiyor.
Hükümetin özel kameralarla ülkede olan biten her şeyi gözetlediğini, geçen sene BAE’de yaygın kullanıma giren ToTok mesaj uygulamasının son dönemde BAE istihbaratının bir casusluk aracı olduğunun ortaya çıktığını anlatıyor. Kısmen eski Amerikan istihbarat ajanlarınca kurulan ve siyasi rakipleri de hedef alan Project Raven adlı, giderek saldırganlaşan bir siber istihbarat programı geliştirdiğine dikkat çekiyor.
Worth diyor ki “Batılı insan hakları örgütlerinin kriterleriyle ölçüldüğünde BAE, lideri tüm muhalifleri ezmek isteyen bir aşırı kapitalist köle kolonisi olarak görülebilir. Suriye veya Mısır’la kıyaslandığında ise neredeyse aydınlanmış liberalizm modeli. Anketler de Arap gençlerin çoğunun ABD ve Kanada da dahil diğer ülkelerdense BAE’de yaşamayı tercih ettiğini gösteriyor.”
Demokrasi olmamasına yönelik eleştirilere ‘Burası Kaliforniya değil’ diye cevap veren MbZ, eğitimsizlik ve gerici dini tavırların yaygınlığının diktatörlüğü elzem kıldığında ısrarcı. Yazar buradan hareketle diyor ki “MbZ nüfusunun eğitim seviyesini yükseltme ve siyasal İslam’ın kökünü kazıma misyonunda başarıya ulaştığında Nahyan ailesinin mevcut rolünü meşrulaştırmakta çok daha zorlanacak.”


NOT: BAE veliaht prensinin politikalarını daha kapsamlı olarak öğrenmek için 2018 yılında Anadolu Ajansı tarafından yayınlanan iki yazımı okumanızı hararetle tavsiye ederim. 

BAE: KÖRFEZ’İN ‘İTHAL AKIL’LA GÜÇLENEN ÜLKESİ (AA, 31.5.2018) 




S.COOK: SUUDİ VELİAHTI KENDİ SİYASİ GÜCÜNÜ HARAÇ MEZAT SATIYOR






SUUDİ VELİAHT PRENSİ KENDİ SİYASİ GÜCÜNÜ HARAÇ MEZAT SATIYOR


Steven Cook (Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı)
Foreign Policy, 7 Kasım 2019

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 20.11.2019 tarihinde yayınlanmıştır. 

İngilizcesi “Mohammed bin Salman Is Having a Fire Sale of His Political Power” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Ortadoğu uzmanı Steven Cook’a göre, nakit sıkıntısı içindeki Suudi Arabistan’ın petrol şirketi Aramco’nun ilk halka arzı, “Ortadoğu’nun açık ara en büyük hikâyesi” olarak tarihe geçecek. Fakat bu hareket, Suudi Veliaht Prensi’nin hiç istemediği sonuçlar doğurabilecek riskli bir hamle.

Son yıllarda Suudi Arabistan bir yanda düşen petrol fiyatları, diğer yanda birkaç cephede verdiği örtülü veya açık savaşlar yüzünden iktisadi zorluklar içinde. Öyle ki 2018 yılı başında birçok sektörde KDV’yi devreye sokarak halkından ilk kez vergi almaya başladı. Zira, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın başta 2030 vizyonu olmak üzere büyük planlarının masrafları için kaynak bulma sıkıntısı da yaşanıyor.
İşte bu bağlamda dünyanın en kârlı şirketi olduğu söylenen Aramco’nun küçük bir yüzdelik hissesini halka arz ederek 100 milyar dolarlık gelir elde etme planı devreye sokuldu. Londra Borsası’nda mı yoksa New York’ta mı şirketin halka arz edileceği ciddi bir rekabet ve pazarlık konusu olmuşken, bunun Suudi Arabistan borsasında 1 Aralık’ta yapılmasına karar verildi.
ABD’de Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı Steven A. Cook, düzenli yazılar yazdığı Foreign Policy dergisinde, kasım ayında yayınlanan bir makalesinde bu konuyu ele aldı.
Yazar, Irak ve Lübnan’daki protesto gösterileri ile kuzeydoğu Suriye’de gelişen dramatik durum yüzünden şu an gündemde hak ettiği yeri bulamayan Suudi Aramco’nun ilk halka arzının “Ortadoğu’nun açık ara en büyük hikâyesi” olarak tarihte anılacağı kanaatinde.

Aramco’nun çelişkileri
Cook’a göre, Aramco ile alakalı iki en önemli olgu hâlihazırda doğrudan birbiriyle çatışıyor: Aramco, kraliyetin sıkı kontrolü altında olup Suud ailesinin gücünün merkezi dayanağıydı. Buna mukabil Veliaht Prens Muhammed bin Selman, şirket hisselerini yatırımcılara satma sözü vererek -ve böylece onlara daha fazla kontrol imkânı sunarak- Aramco’yu “2030 vizyonu” olarak bilinen ülkeyi dönüştürme planının merkezine koydu.
Cook, “Muhammed bin Selman’ın bu kararını nasıl anlamalı?” sorusunu ortaya atarak şöyle devam ediyor:
“Basit cevap, para. Muazzam servetiyle nam salsa da Suudi Arabistan’ın şu an nakit paraya ihtiyacı var. Kararın bir başka boyutu daha mevcut: Veliaht Prens’in siyasi rehabilitasyonu. (…) 2030 vizyonunu başarmak için, 2017 ortasına kadar kendisine gösterilen uluslararası teveccühe ihtiyaç duyuyor.”
Yazara göre tek bir problem var; o da Aramco’nun halka arzının Suudilerin söylediğinden çok daha fazla riskli olması. Bu noktada tartışmalı bir mevzu olan şirkete değer biçme konusuna giriyor.
 “Yılların çekişmesi sonucunda bu değer 1,2 trilyon dolar (Bank of America) ile 2,3 trilyon dolar (Goldman Sachs) arasında biçiliyor. Suudilere göre ise Aramco’nun değeri 1,7 ila 2 trilyon dolar arasında. Bankaların biçtiği değerler arasında 1 trilyon dolarlık farklılık benzeri görülmemiş bir durum.”
Hisselerin Suudi Arabistan’ın iç borsası Tadawul’de aralık ayında halka arz edilecek olmasına ilişkin değerlendirmesi şöyle:
“Riyad yönetimi Suudileri yatırıma güçlü bir şekilde teşvik ediyor; bu da demek oluyor ki, maişetleri ve itibarları Muhammed bin Selman’ın programını desteklediklerini ispatlamaya bağlı olduğundan, başkaca bir şansı bulunmayan yatırımcılar mevcut.”

Halka arzın üç riski
Yazara göre, Veliaht Prens, hem 2030 vizyonuna ivme sağlayacağından hem de Kaşıkçı cinayetinden bu yana Suudi Arabistan’la ilgili tartışmalarda hâkim olan söylemi değiştireceğinden, halka arz için belirlenen vaktin iyi olduğu kanısında. Oysa bu hamlenin riskleri var.
Cook bu riskleri üç başlık altında el alıyor:
Birincisi, Muhammed bin Selman’ın atılımı için siyaseten iyi bir an olabilir ama aralık ayı halka arz için elverişli bir zaman dilimi değil. Çünkü yıllık kazançlarını belirlemiş uluslararası kurumsal yatırımcılar risk almakta gönülsüz olacak; diğerleri ise kendilerini daha fazla borca sokmak istemeyecek. (…) En hafif deyimiyle bu, muhteşem bir yatırım ortamı değil.
İkincisi, uluslararası yatırımcıların hesaplarıyla alakalı. Halka arz, iç ve uluslararası olmak üzere iki aşamalı olarak planlanıyor. Her ne kadar Aramco arzının yurtdışında hangi borsada gerçekleşeceği konusu çokça tartışılsa da analizciler bunun gerçekleşeceğine inanmıyor. Yabancı yatırımcılar, muhtemelen sadece Suudi Arabistan borsası üzerinden hisse alabilecek ki bu da şirket hissesine talep yaratmak üzere yatırım profesyonellerinin deyimiyle bir “tanıtım turu/roadshow” olacak.
Bu tanıtım turunda kurumsal yatırımcılar bağımsız şekilde Aramco’nun halka arzının değerini belirleyecek. Eğer değer Muhammed bin Selman’ın istediği şekilde sonuçlanmazsa iki şansı kalacak: Her ne olursa olsun yola devam etmek ya da fişi çekmek. Her ikisiyle de Veliaht’ın suratına yumurta atılmış olacak.
Son risk, mevcut jeopolitik ortamın halka arza elverişli olmaması. Aramco’nun Abkaik ve Hurays tesislerine yönelik 14 Eylül’deki saldırılardan bu yana Suudilerin İran’la gerilimi düşürmeye çalıştığı doğrudur. Ama İran Devrim Muhafızlarının, Suudileri savunmada tutmak ve Aramco hisselerinin halka arzına bulaşıp yatırımcıları germek için gerekçeleri var.

Her şey yolunda gitse bile, amaca hizmet etmeyebilir
Olası riskleri bu şekilde aktaran Cook yazısına şöyle devam ediyor:
“Farz edelim ki her şey yolunda gitti ve halka arz sonucunda Suudiler, [şirketin piyasa değerine dayanan farklı tahminlere göre] 24 ila 115 milyar dolar arasında bir kazanç sağladı.1 Bu durumda beklenmedik -ama son derece ihtiyaç duyulan- bir gelir elde edilecek. Yemen Savaşı pahalıya patlıyor ve Suudilerin büyük kalkınma planları ve birçok yükümlülükleri var. Hal böyleyken petrolün varili 2019’da 46 ila 64 dolar arasında dalgalanarak işleri zorlaştırıyor.”
Yazar, halka arzla kazanılacak paranın çoğunun, Veliaht Prens’in Suudi ekonomisi ve toplumunu yeniden inşa hedefine ulaşmasında kullanılacağını, ancak bu hedeflere ciddi bir şüpheyle yaklaşılması gerektiğini -geçmiş tecrübelere atıfla- anlatıyor:
“Suudiler, petrole bağımlılığı azaltmak için ekonomilerini çeşitlendireceklerini yıllardır dillendiriyorlar, ama bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek gibi görünüyor. On küsur yıl evvel, bir dizi yeni şehir inşa etme planlarını duyurdular. Planlar (ve tanıtım videosu) etkileyiciydi, ama fena halde başarısız oldu. Bu muazzam bir israftı.” Benzer şekilde Cook, şu an Kızıldeniz sahilinde (robotlarla!) fütürist bir şehir olarak planlanan Neom’un inşasını da bir kaynak israfı olarak görüyor.

Suud liderlerin asıl derdi
Yazara göre, Suudi Arabistan liderlerinin asıl derdi, kontrolü sürdürmek ve dolayısıyla Veliaht Prens’in giriştiği toplumsal reformlar da bu amaca matuf. Muhammed bin Selman, tebaasının sadakatini sinemalara, konserlere ve Dünya Güreş Eğlencesi (WWE) şirketinin güreş etkinliklerine izin vererek, dini polisi dizginleyerek ve kadınlara araba kullanma hakkı tanıyarak elde etme şansının çok daha fazla olduğu hesabını yaptı. Ancak insanların Veliaht Prens’in vermek istediğinden daha fazlasını talep etme riski her zaman var.
Cook bunu halka arza benzetiyor:
“Suudi liderliğinin imajı için iyi olduğundan süreci kontrol etmek istiyorlar. Ancak ülkenin en önemli şirketinin hisselerini piyasaya sürdüklerinde ve gerçek fiyat oluştuğunda Muhammed bin Selman kontrolü kaybedecek. Bir anda şeffaflık isteyen ve hükümetin kaprislerinden koruyacak kurallar ve tazminat yolları arayan yatırımcılar olacak. İşte buna piyasa ekonomisi deniyor.”
Yazar, Muhammed bin Selman ve destekçileri bunu istediklerini söyleseler de davranışlarının başka şeyler ima ettiğini vurguluyor.
“Halka arz, Muhammed bin Selman’ın vizyonunu ve ülkesini 21. yüzyıla taşımak için yoğun halkla ilişkiler çabalarını vurgulama anlamına gelen bir şovdan ibaret.”
Yazar bunu, Neom’a ve geçmişteki gereksiz işlere benzetiyor.
“Aramco hisselerinin halka arzı hiç şüphesiz mali açıdan bir talih kuşu olacak; ancak beraberinde belirsizliği ve başarısızlık potansiyelini getirecek” tespitinde bulunuyor.


1. Aramco’nun kasım ayı ortasındaki açıklamasına göre, şirketin piyasa değeri 1,6-1,7 trilyon dolar aralığında olup halka %1,5’luk hisse arz edilecek. Dolayısıyla ilk halka arzdan yaklaşık 25 milyar dolarlık bir gelir elde edilmesi hedefleniyor. https://www.bloomberght.com/saudi-aramco-halka-arzdan-25-milyar-dolar-gelir-hedefliyor-2238232.