GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE “FİLİSTİN MESELESİ”
Zahide Tuba Kor
NOT: Üç yıldır davet edildiğim birçok platformda yaptığım Geçmişten Günümüze “Filistin Meselesi” başlıklı
ortalama 2,5 saat süren konuşmamın bir özetini, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki
öğrencilerden gelen talep üzerine yazıya döktüm. Blogumda paylaşarak
istifadenize sunuyorum.
Lütfen kaynak
göstermeden özet konuşma metnimin bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Konuşmamda öncelikle “Filistin
Meselesi” dediğimizde ne anlamamız gerektiğini geçmişi ve bugünüyle ele
alacağım. Ardından başarı ve başarısızlıkların bir muhasebesini yapacağım. Son
olarak bu meselenin çözüm yoluna girmesi için neler yapılması gerektiğine ve
bize düşen görevlere değineceğim. Bu arada “Filistin Meselesi ifadesini hep
tırnak içinde kullandığımı belirtmek istiyorum; çünkü bu meselenin aslı aynı
zamanda bir Yahudi veya İsrail Meselesidir.
Yahudi Meselesinin “Filistin
Meselesi”ne dönüşümü
Öncelikle “Filistin
Meselesi”nin sadece 100 yıllık geçmişi olan nispeten yeni bir mesele olduğunu
belirteyim. Yüzyıllardır Avrupa’da, Hristiyan dünyanın kendi içinde var olan
Yahudi Meselesinin -20. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının etkisiyle-
Ortadoğu’ya, İslam dünyasına ihracı sonucu ortaya çıktı. Yahudi Meselesi
önemli. Zira yüzyıllarca Katolik dünyada Yahudiler, dönemin hahamlarının Roma
yönetimiyle işbirliği yaparak Hz. İsa’nın yargılanması ve çarmıha gerilmesine
yol açmaları nedeniyle hep “Tanrı Katili” olarak görüldü, dışlandı ve eziyet
gördüler. Unutmayın Hz. İsa bir Yahudi idi ve bozulmuş dinî akideyi düzeltme
çabası, yani reformculuğu en çok hahamları rahatsız etmiş ve onu sapkın, kâfir
ilan etmişlerdi. Yahudilerle Hristiyanların kısmi barışması, Protestanlığın
ortaya çıkışıyla, Kitab-ı Mukaddes’in anadillere çevrilip okunması ve
böylelikle Yahudilerin yeniden keşfedilmesiyle gerçekleşti diyebiliriz. Zaman
el vermediği için ayrıntısına giremeyeceğim. Yahudi Meselesinin bu dinî
içeriğinin yanısıra bir de 19. yüzyılda Aydınlanma, liberal milliyetçilikler ve
ulus-devlete geçiş sürecinde vatandaşlık eksenli bir boyutu var. Yani “Yahudilik
nedir; etnik bir kimliğe mi, yoksa dine mi işaret eder?”, “Bir Yahudi, Alman
veya Fransız vatandaşı olabilir mi?” soruları etrafında gelişen bir tartışma.
Kısaca Avrupa’da Hristiyanlık
tarih boyunca dinî eksenli, 19. yüzyılda da seküler-vatandaşlık eksenli bir
tartışma olan Yahudi Meselesinin 20. yüzyılda Ortadoğu’ya ihracıyla “Filistin
Meselesi” doğdu diyebiliriz. William Cleveland’in Modern Ortadoğu Tarihi kitabından bir alıntı yaparsak, “1200 küsur yıldır Arap çoğunluğun yaşadığı
topraklar, üçüncü bir tarafça (İngiltere), 1900 yıl evvel sürülen ve çoğunluğu
Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilere anavatan olarak vaat edilmiştir.” (s.266)
Bu noktada Hitler’in
Yahudi Meselesine “Nihai Çözüm” politikası çerçevesinde Avrupa’da yaptığı kıyım
kritik bir aşama. Öyle ki Piers Brendon’ın Decline and Fall of the British Empire
1781-1997 başlıklı kitabında Batı’nın,
bağrında yaşanan Yahudi katliamından duyduğu suçluluk hissini ele alırken
yazdığı şu satırlar konuyu çok iyi özetliyor: “İsrail Devleti Holokost’un bir kefaleti
olacak”, “Hristiyanların günahının cezasını Müslümanlar çekecek”, “Batı’nın
suçlu vicdanını bastırmak için emperyalizmin sunağında Ortadoğu kurban
edilecekti” (s.479).
Kısaca,
Avrupa kendi iç meselesini Ortadoğu’ya atarak kurtulacak; diasporadaki
Yahudilerin yüzyıllar boyunca yaşadığı zulümden hiçbir sorumluluğu ve suçu
olmayan Filistinliler ve Araplar ise 20. yüzyılda ağır bir bedel ödeyecekti.
Yahudi Meselesine bir çözüm olarak benimsenen Siyonizm,
“Filistin Meselesi”nin de başlangıcı
Yahudi Meselesinden ve
diasporadaki zulümden kurtuluş için üretilen “yerli çözüm” ise ilk kez
1880’lerde (Doğu Avrupa ve Rus Çarlığında sistematik kıyımların ivme kazandığı
ve ABD’ye kitlesel göçün başladığı bir dönemde) Rus kökenli Yahudi Leo Pinsker
tarafından Auto-Emancipation (1882) adlı
eseriyle ortaya atılan, yüzyılın sonunda Avusturya Yahudisi Theodor Herzl’ın Yahudi Devleti (1896) kitabıyla ve yoğun
faaliyetleriyle ete kemiğe bürünen Filistin’de milli yurda dönüş fikrini ve
ideolojisini içeren Siyonizmdir. Aslında Siyon’a/Kutsal Topraklara dönerek
kurtuluş fikrinin 2000 yıllık bir geçmişi vardır; ama 1789 Fransız Devrimi ve
milliyetçilik akımının etkisiyle bu fikir, 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başında -dini
içeriğinden arındırılarak- siyasal ve örgütlü bir programa dönüştürülür. Bu fikrin
somut bir arayışa dönüşmesinde 1894’te Fransa’da yürütülen Dreyfus Davası
etkili olur. Davanın ayrıntılarına girmeyeceğim. Ama bu davayla birlikte,
Avrupalıların bilincinde antisemitizmin iyice yerleşik olduğu, Yahudiler ne
kadar sekülerleşir ve yaşadıkları toplumlar içinde asimile olurlarsa olsunlar
hiçbir zaman eşit birer vatandaş gibi muamele göremeyecekleri kanaatine
varılır. İşte böyle bir ortamda ateist ve asimile bir Yahudi olan Herzl, “dünya
Yahudilerini tarihi felaketten kurtarmak” için milli yurt arayışına girerek 1897’de
Birinci Siyonist Kongre’yi Basel’de toplar ve Dünya Siyonist Örgütü’nü kurarak Siyonizmi
uluslararası bir harekete dönüştürür. Demem odur ki Siyonizmin doğuşu da
Avrupa’nın kendi içinde yaşananlarla alakalı.
Birinci Dünya Savaşı
öncesinde bu fikre sempatiyle bakan Yahudilerin oranı sadece ve sadece %1 iken
ve aralarında ciddi görüş ayrılıkları varken, dünya Yahudileri tarafından yaygın
şekilde benimsenir hale gelmesi Holokost sonrasına, yani İkinci Dünya Savaşı
yıllarına tekabül eder. Zira Siyonizm, ortaya çıkışı itibarıyla hem (pasif
bir şekilde kurtuluşun beklendiği) 1900 yıllık diaspora hayatına, yani Yahudi
tarihi ve geleneğine, hem (kurtarıcı gelmeden vaat edilmiş topraklara girişi
haram sayan) Ortodoks Yahudilik anlayışına, hem de modern dönem Yahudi
Aydınlanmasına ve (bir ihanet olarak gördükleri Yahudi elitinin) asimilasyon
projesine bir tepki, bir meydan okumadır. Dolayısıyla cephe aldığı geniş bir
Yahudi kitle sözkonusudur ve en büyük direnci yine Yahudilerden görür. Vaktimiz
sınırlı olduğundan, gerek “Yahudi Meselesi”nin dönüşümü gerekse Siyonizm
konusunda daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak için Özgür Dikmen’in BİSAV’da yaptığı “Viyana’dan
Kudüs’e Siyonizmin Seyri” başlıklı konuşmasını izlemenizi tavsiye etmekle
yetineyim. (Videoyu izlemek için TIKLAYINIZ)
Yahudilerin Filistin
topraklarında devletleşmesini kolaylaştıran en temel faktörler 20. yüzyılda
yaşanan iki dünya savaşıdır. Siyonist önderler bu savaş şartlarını kendi
davaları lehine taviz koparmak için başarılı bir şekilde kullanırlar. Bu
tavizlerden ilki ve en önemlisi, hiç şüphesiz dönemin süper gücü Britanya
İmparatorluğunun Yahudilere Filistin’de bir “milli yurt” vaat ettiği 1917
Balfour Deklarasyonu’dur. 1917’de yaşanan Bolşevik Devrimi’yle Rus Çarlığı’nın
çöktüğü bir ortamda gerek İtilaf devletleri safında çarpışan Rusların savaştan
çekilmemesini gerekse ABD’nin savaşa girmesini sağlamak için kullanılacak en
uygun aktör Yahudilerdir. Zira o dönemde dünyada Yahudi nüfusun en fazla olduğu
ülkeler Rusya ve ABD’dir. Dahası İngiliz yönetiminin savaşın ağır mali yükünü
kaldırabilmek için Yahudi bankerlerden borç alması gerekmektedir. Savaşta
Almanları ve İttifak kuvvetlerini mağlup etme ve Yahudilerin bu eksene
kaymasını engelleme kaygısının yanısıra, bir de Anglikan-Protestan olan
İngilizlerin Kitab-ı Mukaddes’teki vaatleri/kehanetleri gerçekleştirme
motivasyonu eklendiğinde -İngiltere’deki nüfuz sahibi Yahudilerin itirazlarına
rağmen- bu deklarasyon ilan edilir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için Birinci
Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Ortadoğu politikasını ele alan David Fromkin’in Barışa Son Veren Barış: Modern Ortadoğu
Nasıl Yaratıldı? (Epsilon Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye
ederim.
“Filistin Meselesi”nin
katalizörü olarak İngiliz Manda Yönetimi (1920-1948)
Kudüs ve Filistin toprakları
Balfour Deklarasyonu’ndan bir ay sonra 1917 Aralık’ında işgal edilir. Burada İngiliz
manda yönetimi, yaygın kanaatin aksine, başlangıçtaki hedeflerinin hemen
hiçbirine ulaşamayacağı gibi 28 yıl sonra apar topar geri çekilir. Öncelikle
mandanın sömürgeden farkına kısaca değinmek isterim. Bir yanda SSCB öncülüğünde
komünist dalganın yükseldiği, diğer yanda ABD’nin “halkların kendi kaderlerini
tayin hakkını (self-determinasyon)”
savunduğu bir ortamda artık klasik sömürgecilik devam edemezdi. “Manda”, sömürgeciliğin
daha yumuşatılmış hali diyebiliriz. Mandater devletler, 400 yıldır Osmanlı
egemenliği altında kalmış Arap coğrafyası kendi kendini yönetebilir hale gelene
kadar yerli halka ve yöneticilere yardımcı olmak, yeni devletlerin kurumsal
altyapısını kurmak gibi bir fonksiyon üstlenir. Doğrudan yönetim modelini
benimseyen Fransızlar işgalleri altındaki topraklarda mandanın gereklerini
yerine getirmese de İngilizler dolaylı yönetimlerle bunu önemli ölçüde
gerçekleştirir. Ancak bunun tek istisnası Filistin Mandası olur.
Yahudi göçleri ve
toprak alımları karşısında yerel Arap halkın isyanları ile sık sık karşı
karşıya kalan İngilizler, burayı Londra’dan atadıkları İngiliz Yüksek Komiseri
marifetiyle yönetirler ve bir türlü istikrar sağlayamazlar. Nitekim Filistinliler
ayaklandıkça İngilizler “taviz” vererek Yahudi göçlerini ve toprak alımlarını sınırlayacaklarını
ilan ederler, ama bu sefer de Yahudiler ayaklanarak Londra’ya yoğun baskı yaparlar.
Dolayısıyla çelişkili politikaların damgasını vurduğu bu süreçte yerel bir
hükümet kurulamayacağı gibi müstakbel devletin kurumsal ve hukuki altyapısı da
tesis edilemez. Araplar ve Yahudiler, İngilizlerin talebi doğrultusunda yönetim
konseyleri kursalar da Filistinlilerin her ayaklandıklarında siyasi oluşumları
ve özerklikleri baskı altına alınır. Özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı
sırasında Yüksek İslâm Konseyi feshedilirken Arap Yüksek Komitesi de yasadışı
ilan edilir; dahası bu isyan sırasında yetişkin erkek nüfusunun %10’u ya
öldürülür ya sürülür ya da hapse atılır ve böylelikle Filistinliler lidersiz ve
başsız kalırlar. Ayrıca ağır bir iktisadi krizle boğuşurlar. 1900 yıl sonra
sürgünden dönerek yeni bir vatan kurma ümidindeki Yahudiler ise -insan
sermayesinin ve para kaynaklarının sağlamlığı, moral motivasyonlarının
yüksekliği, içte ve dışta gösterdikleri dayanışma, büyük güçlerden aldıkları
destek sayesinde- gerek İngiliz manda yönetiminden gerekse Arap isyanlarından alabildiğine
faydalanırlar. Manda yönetimi ve isyanlar sırasında kuracakları yapıların
tamamı 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan ederken devlet kurumlarına dönüşür. Mesela
Yahudilerin Hagana, İrgun ve Stern gibi silahlı yeraltı çeteleri, daha doğru
bir ifadeyle terör örgütleri İsrail ordusuna; Yahudi göçlerini kolaylaştırmak
üzere kurulan Yahudi Ajansı ise İsrail hükümetine dönüşür; yine 1920’de kurulan
işçi federasyonu Hisrasdut 1948-1977 arasında ülkeyi kesintisiz yönetecek
bugünkü İşçi Partisi’nin nüvesi olur.
İkinci Dünya Savaşı ve
bu süreçte Hitler’in Yahudilere yönelik katliamlarının bağımsızlığın önünü açtığına
konuşmamın en başında değinmiştim. Ayrıntıya giremeyeceğim. Ama merak edenler Derin
Tarih dergisinin 2. Dünya
Savaşı özel sayısında “Hitler’in Holokost’u İsrail’in Kuruluşunu Nasıl
Hızlandırdı?” başlığıyla yayınlanan makalemi okuyabilirler. (Bu yazıyı okumak için TIKLAYINIZ ) İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Almanya’nın yenilgisine
paralel olarak İngiliz-Yahudi ittifakı da sona erer. Yahudiler
bağımsızlıklarının önünde en büyük engel olarak gördükleri İngiliz manda
yönetimine karşı, daha evvelden bizzat İngilizlerden öğrendikleri terör
taktiklerine başvurarak büyük bir isyana girişirler. Yaklaşık iki yıl Yahudi
Ajansı’nın sabotajlarına, Yahudi çetelerin terör faaliyetlerine ve Amerikan yönetiminin
yoğun baskısına direnen İngiliz hükümeti, sonunda Filistin Mandası’nın
geleceğini 1947’de BM’ye havale eder. Sonuç, aşağıdaki haritaların ikincisinde göreceğiniz üzere, manda
topraklarının %56’sının Yahudilere ve % 44’ünün Araplara verileceği iki
devletli bir çözümü içeren 1947 BM Taksim Planı olur.
Harita 1: (i) Turuncu noktalar İngiliz Manda yönetimi sırasında Yahudi
yerleşimler, (ii) 1947 BM Taksim Planı: turuncular Yahudilere, sarılar Araplara
bırakılan topraklar, (iii) 1948-1967 yıllarında İsrail’in kontrolündeki alan,
(iv) Açık renkli alanlar İsrail’in 1967 Savaşı’nda işgal ettiği topraklar
İsrail’in kuruluşu ve Arap-İsrail
Savaşlarıyla “Filistin Meselesi”nin “Büyük Felaket”e dönüşmesi
BM Taksim Planı’nın
ilan edildiği sırada Yahudilerin nüfusu toplam Filistin manda nüfusunun yaklaşık
%30’u, yüzölçümünün de yaklaşık%6’sı kadardır. Planın ilanının hemen akabinde Yahudi
çeteler harekete geçerek BM’nin masa başında kendilerine verdiği alanı ele
geçirmek üzere -daha Büyük Arap İsyanı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında köy
köy gezerek yürüttükleri casusluk faaliyetleriyle hazırladıkları planlar
doğrultusunda- Filistinlilere karşı saldırıya başlarlar. 6 ay sürecek yerli
Arap halk ile Yahudiler arasındaki çatışmalar, İngiltere’nin apar topar
çekilmesi ve hemen ardından İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ertesi günü
yani 15 Mayıs 1948’te beş Arap devletinin katılımıyla Arap-İsrail Savaşı’na
dönüşür. Bu savaşta Yahudiler BM kararıyla kendilerine ayrılandan çok daha
fazlasını, yani manda topraklarının %78’ini ele geçirirler. Kalan kısmı ise
yani Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı komşu Ürdün, Gazze’yi ise Mısır kontrolü
altına alır. Böylelikle 1949 yılı itibarıyla ortada Filistinlilerin yönettiği
bir toprak parçası kalmaz.
Harita 2: 1947 Taksim Planı'nda gri alanlar Yahudilere, bej alanlar Araplara bırakılan topraklar; 1948 Savaşı’nda Arap orduları ile Yahudilerin cephe
hatlarında ilerleyişi (ikinci haritadaki yeşil oklar Arapların, üçüncü haritadaki kahverengi oklar Yahudilerin
savaş alanında kaydettiği ilerlemeleri gösteriyor)
Gerek bu bölgesel
savaşın gerekse öncesindeki iç savaşın Filistinliler açısından insani maliyeti
oldukça ağırdır; zira 1.300 Filistin yerleşiminden 531’ini yerle bir edilirken,
manda döneminde 1,4 milyon olan nüfusun 800 bini mülteci konumuna düşerek ya
Batı Şeria ile Gazze’ye sığınır ya da çevre ülkelere dağılır. 150 bini de
bugünkü İsrail toprakları içinde kalır (Bugün İsrail nüfusunun %20’si
Filistinli Arap’tır). Bu arada 1948’de -Yahudi çetelerin/terör örgütlerinin katliamlarına şahit
olmuş veya işitmiş- Filistinliler topraklarını terk edip kaçarken aslında
çatışmaların birkaç haftaya biteceğini ve geri döneceklerini zannetmişlerdi.
Ama bugün onların torunlarının çocukları dahi hâlâ mülteci statüsünde bölgeye
ve dünyaya dağılmış şekilde ve birçoğu son derece zor şartlarda yaşıyorlar.
Harita 3: 1948 Savaşı sonunda evlerinden olan Filistinli
mültecilerin istikameti
Öte yandan Filistin
topraklarının dünya Yahudileri için bir çekim alanına dönüşmesi
1948 Savaşı ile birlikte gerçekleşir. Daha öncesinde idealist veya mecbur
kalmış kesimler dışında Filistin’e göçe geniş Yahudi kitleleri mesafeyle
bakmış, “Yeni Dünya” ABD’ye göçü tercih etmişlerdi. 1914’te 85 bin olan
Filistin’deki Yahudi nüfusu, 1947’de 650 bine ve 1956’da ise 1,4 milyona ulaşır.
Grafik 1: 1948 Savaşı öncesinde ve sonrasında Filistin
topraklarında nüfusun değişimi
Nekbe, yani
Büyük Felaket diye anılan ve Filistinlileri büyük bir yenilmişlik psikolojisine
sokan bu savaştan daha sarsıcı olanı, 1967’de sadece altı gün sürecek Üçüncü
Arap-İsrail Savaşı’dır. İsrail bu savaşta bütün eski Filistin Mandası
topraklarının (yani Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’nin) yanısıra bir de Mısır’dan
Sina Yarımadası’nı ve Suriye’den Golan Tepeleri’ni işgal ederek yüzölçümünü tam
üç katına çıkarır. Kudüs başta olmak üzere kutsal mekânlar Yahudilerin
kontrolüne girerek çatışmaya bir de dinî boyut eklenir.
Harita 4: 1967 ve 1973 Savaşlarında İsrail ordusunun ilerleyişi ve
işgalleri
İsrail, 1973 Dördüncü
Arap-İsrail Savaşı’nın akabinde başlayacak müzakereler sonucunda, 1979’da
Mısır’la barış antlaşması imzalayarak 1982’de Sina Yarımadası’ndan çekilir. Yani
1967’den 1982’ye kadar 15 sene boyunca Sina toprakları işgal atında kalır. 2005’te
de Gazze’den bu defa müzakeresiz, tek taraflı olarak ayrılır; ama karadan,
havadan ve denizden çepeçevre kuşatarak dünyanın nüfus yoğunluğu en fazla olan
bu küçücük bölgesini bir açık hava hapishanesine getirir. 1980’lerde ilhak
ettiği Golan Tepeleri ve Doğu Kudüs hâlâ işgal altında. Üç ayrı statüde olan Batı
Şeria ise, yarıya yakını doğrudan İsrail işgali altında olup Filistinlilerin
kısmi egemenliğindeki alanlar da kapalı askeri bölgeler, Yahudi yerleşimler,
duvarlar, yollar ağı, kontrol noktalarıyla vs. kuşatılmış toplamda 95 ayrı
parçaya bölünmüş durumda. Yani bugün Filistin Devleti dediğimiz yapı gerçek
anlamda egemen bir devlet olmaktan oldukça uzak, toprak bütünlüğü bulunmayan,
daha ziyade Filistinlilerin iç işlerini yürüten ve onları kontrol altında tutan
özerk bir yönetim niteliğinde. Bu arada sözkonusu yapının da ancak 1994’te Oslo
Barış Süreci şartlarında kurulabildiğini, yani Filistinlilerin kör topal da
olsa kendi kendini yönetebilir bir özerk yapıya ancak son 24 yıldır sahip
olduğunu vurgulamak isterim. FKÖ, 1994 öncesinde sürgünde Filistinlilerin
temsilciliğini ve direnişi yürüten bir şemsiye örgüttü. Bugün ise Batı Şeria
ile Gazze’de -2007’den itibaren birbiriyle adeta kanlı bıçaklı olan- el-Fetih/FKÖ
ile Hamas kontrolünde iki ayrı hükümet kurulduğunu, yani özerk yönetim altında
dahi birlik olunamadığını belirtmem gerekir.
Harita 5: 1946’dan 2017’ye Filistinlilerin kontrolündeki alanlar
(yeşil bölgeler)
Dinî bir
mesele olarak Filistin
“Filistin
Meselesi”, aynı zamanda dinî bir mesele. Üç semavi din için de kutsal,
paylaşılamayan topraklar niteliğinde. Üç dinin de kabul ettiği birçok peygamber
burada yaşamış ve defnedilmiş. Yani Filistin bir peygamberler diyarı. Tabii ki
en kutsal yer Kudüs; ama bunun dışında Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf’un vs.
kabirlerinin bulunduğu el-Halil ve Hz. İsa’nın doğduğu kabul edilen Beytüllahim
veya Nâsıra şehirleri de son derece önemli. Dahası Yahudilere göre buralar
kendilerine Tanrı tarafından “vaat edilmiş topraklar”; yani kimliklerini bu topraklar
üzerinden -üstelik bir de Tevrat’a atıfla- tanımlıyorlar. Kudüs, Yahudiler ve
Hristiyanlar için hac mekânı; Müslümanlar açısından İsra ve Mirac mucizesinin
mahalli, üçüncü kutsal belde. Dahası var. Başta Evanjelikler olmak üzere bazı
Protestan mezheplerine göre İsa Mesih’in geri döneceği ve yeryüzü
krallığını/cennetini kuracağı coğrafya da burası. Dolayısıyla bu mesele, barış
süreçlerinde İsraillilerle Filistinlilerin toprak takasıyla veya türlü
tavizlerle çözebileceği bir mesele değil; çok daha geniş çapta dünya
Müslümanlarını, Hristiyanlarını ve Yahudilerini doğrudan ilgilendiren bir konu.
Çözümü ne denli zor, daha doğrusu ne denli çözümsüz bir mesele olduğunu buradan
anlayın.
Fotoğraf 1: Zeytin
Dağı’ndan Harem-i Şerif’e bakış.
İnsanî
bir mesele olarak Filistin
“Filistin Meselesi”
aynı zamanda insani bir mesele. Bu dallı budaklı konunun
(i) mültecilik,
yerinden edilmişlik ve vatansızlık; parçalanmış ve dağılmış aileler;
(ii) temel haklardan mahrumiyet (hareket serbestisi, çalışma
ve yaşama hakkı, temiz suya erişim vs.);
(iii) işgal ve ilhak, toprak gaspı, ev yıkımı;
(iv) düşük yoğunluklu savaş, toplu cezalandırma, hapis ve
işkence, kitlesel kıyım;
(v) Filistinli liderlere ve mücadelenin seyrini etkileyecek
önemli şahsiyetlere yönelik suikast, hapis veya sürgün politikasıyla Filistin
siyasetini dizayn etme;
(vi) ambargolar ve iktisadi yaptırımlar;
(vii) geçim kaynakları hedef alınarak ve ekonomik
faaliyetlere darbe vurularak iktisaden çökertip İsrail’e bağımlı kılma çabası;
(viii) duvar inşasıyla Filistinlileri yaşadıkları bölge
içinde tecrit etme;
(ix) Yahudi yerleşimleri, yerleşimcilerin toprak, ev ve su
kaynaklarını gaspları ve Filistinlilere saldırıları
başta olmak üzere saatlerce konuşulacak birçok boyutu var.
Burada sadece birkaçına kısaca değineceğim. Daha ayrıntılı bilgiye yazarları
arasında olduğum Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin kitabından
ulaşabilirsiniz. (Kitap için TIKLAYINIZ)
Harita
6: Siyah noktalar, Filistin mülteci kamplarının bulunduğu yerler
Filistin nüfusunun yarıdan çoğu
mülteci konumunda ve her bir bölgedeki Filistinli bambaşka zorluklarla
yüzleşiyor. Filistinli mültecilerden Ürdün’e gidenlere vatandaşlık verildi ama
Lübnan’a ve Suriye’ye gidenlerin vatandaşlığı yok. Suriye’dekiler -iç savaş
öncesine kadar- siyasi haklar dışında Suriyelilerin sahip olduğu bütün
haklardan yararlanırken Lübnan’daki mülteciler ise en temel haklardan bile
mahrumlar. 70 küsur alanda çalışmaları yasak, mülk edinemiyor, sahip
olduklarını çocuklarına miras bırakamıyorlar, hareket serbestlikleri ve eğitim
imkânları oldukça sınırlı. Dahası siyasetin mezhep dengelerine göre
şekillendiği, 15 yıl iç savaş ve 18 yıl İsrail işgali yaşamış Lübnan’da Filistinli
mülteciler istenmeyen grup konumundalar. Defalarca yıkım yaşamış mülteci
kamplarının imarına izin çıkmıyor; camdan güneşin girmediği dip dibe evler her
türlü hastalığa davetiye çıkarıyor. Aralarında bidûn denilen, hiçbir şekilde kayıt altına alınmamış, “var ama yok”
hükmünde binlerce Filistinli var ki bunların çocukları ve torunları de aynı
statüde olup eğitim ve sağlık başta olmak üzere hiçbir hizmetten
faydalanamıyorlar. Bir gün vatanlarına geri dönme umuduyla bekliyorlar. Son
yıllarda Suriye İç Savaşı yüzünden gerek bu ülkedeki gerekse Lübnan’daki Filistinli
mültecilerin bir kısmı yeniden göç etmek, ikinci defa mülteciliği tatmak
durumunda kaldı. 70 yıllık süreçte bulundukları ülkelerde tutunamayarak veya
daha insanca bir hayata kavuşmak arzusuyla Batı’ya iltica etmiş yüz binlerce Filistinlinin
karşılaştığı zorluklar da bambaşka. Öte yandan Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te
de mülteciler yaşıyor; hatta Gazze nüfusunun yarıdan fazlası, Batı Şeria’nın da
üçte biri mülteci konumunda ve kamplarda yaşıyorlar.
Fotoğraf
2: Lübnan’daki Şatila Kampı’nın girişi. Sağ taraf iç savaşta zarar gören
binalar.
Gazzeliler, 2005’te İsrail
askerlerinin ve yerleşimcilerin çekilmesi sayesinde içeride serbestçe hareket
edebiliyorlar; ama karadan, havadan ve denizden kuşatma altındalar. Bölgenin
uzun yıllar hayat damarı olan Mısır sınırındaki tünellerin kahir ekseriyeti yok
edilmiş durumda. İşsizlik ve fakirlik oranının aşırı yüksek, gıdanın yetersiz,
elektrik ve temiz içme suyunun yok denecek kadar az olduğu dünyanın en yoğun
nüfuslu bölgesi Gazze, BM raporlarına göre iki yıl içinde tamamen yaşanması imkânsız
bir yere dönüşecek. Öyle ki şu an İsrail’in en büyük korkularından biri bu
şartlar altında Gazze’nin toplu olarak ayaklanması. Tam da bu yüzden Mısır
aracılığıyla Hamas’la anlaşarak Gazze ve Sina Yarımadası’nın bir kısmını içine
alan bölgede bir “Filistin devleti” kurma planları var.
Batı Şeria’ya gelince İkinci
İntifada yıllarında etrafına duvarlar örülen bölgede Filistinliler bir yerden
başka bir yere serbestçe hareket edemiyorlar; zira Yahudi yerleşimler, İsrail
askerleri ve kontrol noktaları, Yahudilere mahsus yollar, kapalı askeri
bölgeler ve duvarlarla kuşatılmış durumdalar. Yahudi yerleşimlerinin birçoğunu,
değerli tarım arazilerini, su kaynaklarını, stratejik bölgeleri ve Kudüs’ü
İsrail tarafında bırakacak şekilde inşa edilen ve oldubittiyle fiilî sınırları
çizen duvar, bölge nüfusunun dörtte birinin hayatını doğrudan etkiliyor. Bazı
Filistin yerleşimleri üç, bazıları dört taraftan duvarlarla çevrelenmiş
durumda. Tarım arazisi, okulu, hastanesi duvarın diğer tarafında kalan birçok
Filistinli var. Ürdün sınırı boyunca uzanan Batı Şeria’nın doğusu ise tamamen
kapalı askeri bölge ve Filistinlilerin buraya girişi yasak; buralarda var olan
Filistin yerleşimleri de tamamen kuşatılmış durumda.
Harita
7: İlk harita, 1949 Ateşkes Hattı sınırları dahilinde duvarlar, kapalı askeri
bölgeler, Yahudi yerleşimleri ve yollar ağıyla kuşatılmış Batı Şeria’yı
gösterirken; ikincisi, sadece yaşam alanlarını yansıtıyor: Filistinlilerin
yaşadığı adacıkları beyazla, Yahudi yerleşimlerini koyu maviyle göstermiş.
Bugün Batı Şeria’nın ve Doğu
Kudüs’ün her yerine virüs gibi yayılan Yahudi yerleşimleri, başlangıçta askeri,
iktisadi ve stratejik kaygılara göre inşa edilirken 1970’lerin sonlarından
itibaren siyasi ve dini motivasyonlarla hızla artar. Hedef, Arap çoğunluğun
yaşadığı bölgeleri bölüp tecrit ederek kendi içinde coğrafi, siyasi, iktisadi
ve kültürel bir bütünlük sağlamalarını engellemek, Filistinlileri adeta gettolarda
yaşamaya mahkûm etmektir. 1996’da Netanyahu döneminde Doğu Kudüs’te yeni
yerleşim birimleri kurmayı amaçlayan Har Homa Projesi başlatılır; projeyle Doğu
Kudüs’teki radikal Yahudilerin nüfusunu artırmak, Doğu Kudüs ile Batı Şeria
arasındaki bağlantıyı kesmek suretiyle Filistinlilerin Kudüs üzerindeki
haklarını sona erdirmek hedeflenir. 1972’de 10.000 civarında olan yerleşimci
sayısı bugün 800.000’i aşmış buluyor ve Filistinlilerin günlük hayatını çok
çeşitli şekillerde doğrudan olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle militan
yerleşimciler Filistinlilere saldırarak, gelir kaynağı olan ağaçlarını söküp
tarım alanlarına zarar vererek, sularını gasp ederek, evlerini zorla ele
geçirerek ve bunun gibi türlü yollarla hayatlarını dayanılmaz hale sokuyor. Militan
yerleşimci katliamlarından en önemlisi, 25 Şubat 1994’te el-Halil’deki Hz.
İbrahim Camii’nde sabah namazı sırasında Yahudi bir doktor yerleşimci olan Baruch
Goldstein’in 29 Filistinliyi öldürdüğü ve 125’ini de yaralandığı; akabinde
caminin bir kısmının sinagoga dönüştürüldüğü meşum olay. Bugün hala beş vakit
namaz esnasında caminin sinagog tarafında bulunan Yahudi yerleşimciler, son
derece yüksek sesle Hz. İbrahim’in kabri başında dualar okuyarak ve ayinler
yaparak Müslümanların namazlarını engellemeye çalışıyor ve bu sinir harbi
istisnasız her gün devam ediyor… Barışın önündeki en büyük engellerden biri
olan Yahudi yerleşimleri meselesi, İsrail’in hiç taviz vermeye yanaşmadığı en yakıcı
konulardan.
Harita
8: Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerin 1970’ten 2016’ya yayılması
Grafik
2: 1966’dan 2013’e Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri’ndeki
Yahudi yerleşimcilerin sayısındaki artış
Fotoğraf
3: Solda Filistinlilerin yaşadığı topraklar, sağda Yahudi yerleşimi ve
arasından geçen yolun Filistinlileri ayıran tarafı boyunca inşa edilen duvar
Doğu Kudüs tamamen İsrail işgali
altında; buradaki Filistinliler özel kimlik kartına ve oturma iznine sahip.
Kudüs’ten Filistinlilerin göç etmeleri için olanca baskı yapılıyor. Birçok
Filistin mahallesine çeşitli bahanelerle el konarak Yahudileştirildi. Aile
mezarlığı olmayan Kudüslülerin ölülerini gömecek yerleri dahi yok. Bu arada
Gazzeli herhangi bir Filistinlinin Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya gitme şansı hiç
yokken, Batı Şeria’dakiler ise ancak özel izinle girebiliyorlar.
Öte yandan İsrail, Filistinlilerin
kaderini sadece şiddet ve zor araçlarını kullanarak değil, duvar inşası gibi
emrivakilerle ve sessiz sedasız meclisinden geçirdiği kanunlar ve hukuki
düzenlemelerle de belirliyor. Mesela son dönemde Kudüs’ü Yahudileştirme
politikasını, belediye sınırlarını yeniden düzenleyen meclis kararlarıyla
yürütüyor. Buna göre değiştirilen sınırlarla birlikte şu an Batı Şeria’daki 150
bin Yahudi yerleşimcinin yaşadığı bölge Kudüs sınırları içine alınırken, zaten duvarlarla
şehirden fiziken koparılmış 100 bin Filistinlinin bu defa hukuken Kudüs
kimlikleri de iptal edilecek. Kutsal mekânımız Mescid-i Aksa’ya gelince, 2000
yıl evvel Roma yönetimi tarafından yıkılmış Tapınağın kalıntılarını bulmak
iddiasıyla 1996’dan beri yeraltında yürüten kazılarla camilerin temellerini
oyan İsrail, son dönemde Yahudilerin de girip ibadet edeceği şekilde zamansal
ve mekânsal olarak Harem-i Şerif’i bölme planları yapıyor. Tıpkı 1994’te Hz.
İbrahim Camii’ni bir oldubittiyle bölüp sinagoga çevirdiği gibi…
Son olarak işgalin ne anlama geldiğini, 1967 Savaşı’yla
birlikte vatanından ayrı düşmüş Filistinli şair Mourid Barghouti’nin Şairin Filistini (Klasik Yayınları)
kitabından bir alıntıyla anlatmak istiyorum: “İşgal Filistin’in köylerini durağanlaştırdı, şehirleri ise köye
çevirdi… Filistin’in doğal bir seyir izleyerek gelişmesini bile-isteye
engelledi, sanki İsrail topyekûn Filistin toplumundan İsrail kentlerine bir
taşra üretmek istedi. Daha da ötesi, bütün Arap şehirlerini İbrani devletin
kırsal arka bahçesi yapma peşinde İsrail.” (s.144-145)
Küresel
ve bölgesel bir mesele olarak Filistin
“Filistin Meselesi”
yalnızca iki halk arasında değil, aynı zamanda küresel ve bölgesel bir mesele. Küresel
güçlerin kendi aralarındaki bölgesel nüfuz mücadelelerinin bir aracı; bunu
Soğuk Savaş yıllarında ABD-SSCB mücadelesi çerçevesinde gördük. Öte yandan antiemperyalist
güçler ile Arap ve İslam dünyasını birleştiren tek ortak dava. “Filistin
Meselesi” ve dört Arap-İsrail savaşından her biri Ortadoğu siyasetini derinden
etkiler ve şekillendirir. Mesela 1948 Savaşı yenilgisinin ardından Arap
dünyasında Mısır, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere darbeler,
karşı-darbeler veya darbe
kalkışmaları döneminin kapısı aralanır; rejim ve elit değişikliklerine varan
karışıklıklar yaşanır. Ürdün Kralı (ve aynı zamanda Mekke Emiri Şerif
Hüseyin’in oğlu) Abdullah, bu savaşta izlediği politika nedeniyle bir hain
olarak görülerek Filistinliler tarafından öldürülür. 1956 Savaşı, Mısır lideri Cemal
Abdünnâsır’ı Arap dünyasının kahramanı haline getirirken ve Arap siyaseti Nâsırcılar
ile karşıtları arasında kutuplaşırken, 1967 Savaşı Nâsırcıların tam bir
hezimeti olur ve bundan sonra Baasçı ve İslamcı akımlar yükselişe geçer. Bu
süreç, 1970’ler ve 1980’lerde Lübnan İç Savaşı (1975-1990) ve İsrail’in Lübnan’ı
işgaliyle (1982-2000) devam eder. Kısaca Filistin, Ortadoğu’nun kaderini
belirleyen en yakıcı mesele olur.
Öte yandan bu mesele,
bölgesel güçlerin içeride meşruiyetlerini artırmak, dışarıda ise
liderlik rolü oynamak maksadıyla kullandıkları bir araç. Bölgesel liderliğe oynayan Mısır’da Cemal Abdünnâsır,
Suriye’de Hafız Esed, Irak’ta Saddam Hüseyin, Libya’da Muammer Kaddafi, Suudi
Arabistan’da Kral Faysal, İran’da Humeyni bu aracı en çok kullanan liderler…
Ortadoğu’daki rejimler ekseriyetle ya darbeyle gelen asker kökenli cumhuriyet ya
da babadan oğula geçen kraliyet rejimleri olup hemen hepsi iç meşruiyet sorunlarıyla
yüz yüze kalırlar. İşte bu meşruiyet krizini aşmak için bir yandan yüksek
retorikle Filistin davasını sahiplenirler, diğer yandan işgalci İsrail
korkusuyla iç muhalefeti engelleyerek halklarını etraflarında kenetlemeye
çalışırlar. Bütün Arap ülkelerinin en büyük davası Filistin’dir, ama kendilerine
dokunmadığı sürece… Kendilerine dokunduğu anda davayı kolayca gözden çıkarırlar,
hatta savaş dahi açarlar.
Örnek vermek gerekirse,
Ürdün’deki Filistinliler muazzam derecede güçlenip adeta devlet içinde devlete
dönüşüp rejimi devirebilecek noktaya geldikleri anda Ürdün kraliyeti, Eylül 1970’te
-İngilizlerden ve İsraillilerden aldığı destekle- topraklarındaki Filistinli
direnişçilere savaş açtı. Kara Eylül olarak tarihe geçen savaşta 3500
Filistinli öldürüldü ve direnişçiler tamamen Ürdün’den çıkartılarak Lübnan’a sürüldü.
Bu arada Ürdün nüfusunun %60’ının Filistinli olduğunu ve rejimin yumuşak karnının
da bu mesele olduğunu hatırlatayım. Kısaca şöyle söyleyebiliriz: “Filistin Meselesi”,
milli güvenliğe ve bekaya dokunduğu andan itibaren Arap rejimleri, İsrail’in
Filistinlilere yaptıklarından çok daha beterini yapmaktan hiç çekinmez. Bir
örnek daha vereyim. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinin ardından ABD
öncülüğünde uluslararası koalisyonla 1991’de Irak’a karşı açılan Körfez Savaşı’na
Yaser Arafat destek vermediği için Kuveyt ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez
ülkelerinde çalışan yüz binlerce Filistinli bir anda kovuldu. Oysaki
Filistinliler eğitimli oldukları için Körfez ülkelerinin bugünlere gelmesinde,
kalkınmasında en temel unsurdu. Mesela o döneme kadar Kuveyt’teki öğretmenlerin
yarıdan fazlası Filistinliydi. Dolayısıyla belki siyasal hiçbir bağlantınız
olmayabilir; ama eğer ki bir mülteciyseniz küresel ve bölgesel krizlerin
kurbanı haline gelip bir anda
işinizi kaybedip yerleştiğiniz ülkeden kovulabiliyorsunuz. Kuveyt
hapishanelerinde ağır işkenceden parmaklarının uçları eriyip gitmiş bir
Filistinliyle Ürdün’de tanışmıştım mesela.
Yeri gelmişken
Filistinli şair Mourid Barghouti’nin mülteciliğin anlamını çarpıcı ve veciz
ifadelerle anlatan satırlarını sizinle paylaşmak istiyorum: “İnsanın
vatanından olması, yerinden edilmesi ölüm gibidir… Kendisini içinde buluverdiği
ülkelerin halklarını kaygılandıran detaylar ya da dahili politikalar umurunda
değildir. Ne var ki değişikliklerin sonuçlarını hissedecek ilk kişi de odur.
Onların sevindiği şeylerle sevinmeyebilir, fakat daima onlar korkunca o da
korkar. ‘İçeri sızmış ajan’dır gösterilerde, o gün hiç evini terk etmemiş olsa
bile. Odur mekanlarla ilişkisi çarpıtılmış olan. Odur hikayesini süregiden bir
anlatımla anlatamayan ve her dakikada saatler yaşayan… Yabancı o kimsedir ki
ona kibar insanlar: ‘Burada ikinci evindesin, en yakınlarının arasındasın’ der.
Yabancı olduğu için küçümsenir ve yine yabancı olduğu için yakınlık gösterilir.
İkincisine tahammül ilkinden daha zordur.” (Şairin Filistini, s. 3-4)
Özetle diyebiliriz ki “Filistin
Meselesi” gerek küresel gerekse bölgesel güçler arasında bir araç aslında;
Filistinlileri kurtarmak gibi bir gaye sözkonusu değil. Daha doğrusu böyle bir gaye
başlarda olsa da bunu başaracak araçlara sahip olmadıklarından defalarca ağır
yenilgiye uğrayıp bu konuda geri adım atmak zorunda kaldılar.
İsrail açısından bir milli
güvenlik meselesi olarak Filistin
“Filistin Meselesi”,
İsrail açısından da bir milli güvenlik meselesi. Daha doğrusu tarihleri hep
sürgünler, kovulmalar, zulümlerle dolu olduğundan ve en son Almanya’da
yaşadıkları kıyımdan dolayı güvenlik Yahudiler için adeta bir din. Akıl almaz
bir güvenlik saplantısı içindeler. Korkuyla besleniyor, ayakta kalıyorlar. Filistin-İsrail
Meselesi bir çözülse ve Filistinliler egemen devlete bir kavuşsa emin olun çok
kısa bir süre sonra Yahudiler birbirlerini yemeye başlarlar. Zira zannımızın
aksine, Yahudiler kadar parçalanmış bir millet daha yoktur. Niye derseniz,
İsrail’in dışarıdan göçlerle kurulduğunu hatırlatırım. 100’e yakın ülkeden
bambaşka kültürlere, geleneklere, hayat tarzlarına, siyasi anlayışlara ve
ideolojilere sahip Yahudiler göç ettiler; her ne kadar askerlik hizmeti ve
milli eğitim üzerinden yeknesak bir millet oluşturulmaya çalışılsa da bu kısmen
başarılı oldu. Bu arada meşhur bir Yahudi atasözüne göre “İki Yahudi’nin olduğu
yerde üç görüş vardır.”
İsrail’deki fay
hatlarından biri kökenlerdir. İsrail’in kurucuları çoğunlukla Doğu Avrupa’dan
gelen daha seküler-sosyalist çizgideki Aşkenaz Yahudilerdi; bunlar kendilerini
modern, gelişmiş, üst tabaka olarak gördüler. Sefarad ve Mizrahi Yahudiler ise,
yani İspanya kökenli olup eski Osmanlı ve Afrika coğrafyasından gelenler ise
gelişmemiş, aşağı tabaka olarak görüldü ve birçok alandan dışlandı, ayrımcılık
gördü. 1977 seçimleriyle birlikte Sefaradlar seslerini duyurup siyasette etkin
olmaya başladılar. Yine de bu köken ayrımı İsrail’in yumuşak karnı olmaya devam
ediyor.
İkinci fay hattı
dindarlar ve laikler arasında. Dindarlığın kendi içinde çok farklı tonları
olduğu gibi, dinle hiç alakası olmayan, ateist veya deist, sadece etnik köken
bakımından kendini Yahudi sayan laik bir kesim de var. Bu noktada İsrail, başlangıçta
Aşkenazlar tarafından seküler bir devlet olarak kurgulansa da nüfus realitesi
1948 Savaşı akabinde değiştiğinden ve yeni devlete Yahudilik üzerinden bir
meşruiyet sağlanması gerektiğinden Ortodoks Yahudilikle uzlaşmak ve belli
konularda tavizler vermek zorunda kaldılar. Bugün büyük olayların çıktığı ultra-Ortodoksların
orduya alınması meselesinde gördüğümüz gibi, laikler ve dindarlar arasındaki bu
derin fay hattının çok farklı tezahürleri var.
Dinî bakımdan çok
farklı Yahudi ekollerin varlığı üçüncü fay hattı. Resmen kabul gören ekol Ortodoks
Yahudilik olsa da Muhafazakâr, Reformist ve Yeniden Yapılanmacı Yahudilikler de
var ve aslında bakarsanız dünyada bu ikinci grup çok daha yaygın olup İsrail’de
de genişçe bir tabana sahipler. Ortodoks Yahudiliğin etkinliğinden ve
baskınlığından diğer Yahudi dinî ekolleri son derece rahatsızlar. Evlilik,
boşanma ve ihtida gibi konularda Ortodoks şeriat anlayışının dayatılması gerek
diğer ekollerin gerekse laiklerin tepkisini çekiyor. Konunun daha iyi
anlaşılması için bir örnek vermek isterim. Ortodoks Yahudilikte kadın dinî alandan
dışlanmıştır; belli bir zaman diliminde yapılması gereken ibadetlerle yükümlü
değildir, özellikle Yahudi sözlü geleneğinin yazıya aktarımı olan Talmud’u
çalışması yasaktır. Ancak ABD başta olmak üzere Batı’da yaygın diğer dinî
ekollerde Talmud uzmanı birçok kadın olduğu gibi, son yıllarda sinagoglarda haham
olarak görev alan çok sayıda kadın var. Ki bu, Ortodoks Yahudilerin asla kabul
edemeyeceği bir şey. Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenlere, bundan on sene
evvel kaleme aldığım, Nazife Şişman’ın editörlüğünde Klasik Yayınları’ndan
çıkan Harf Harf Kadınlar kitabındaki
“Yahudi Kadının Modernleşme Tecrübesi ve İsrail Örneği” başlıklı makalemi
tavsiye ederim. (TIKLAYINIZ)
Kısaca bugün İsrail’de Aşkenaz-Sefarat, laik-dindar,
Ortodoks-Muhafazakâr-Reformist-Yeniden Yapılanmacı gibi zaman zaman keskinleşen
fay hatları sözkonusu. Dahası İsrail’in siyasi sisteminin doğal bir sonucu
olarak ultra-Ortodoks partiler hükümetlerde kilit konumda olup dini alanı
tahkim edici kanunlar çıkarttırmaktalar. Gelinen aşamada İsrail’de tarihinin en
aşırı Sağcı hükümetiyle karşı karşıyayız ve bu, laik kesimi son derece rahatsız
edip tersine göçü dahi tetikliyor. Ülke 1948’de İsrail’i kuran Siyonist ekibin
hayallerinden bambaşka bir yere sürüklenmiş durumda.
Sosyolojik, siyasi ve
dinî bakımdan bu denli parçalı bir İsrail’i ayakta tutan nedir? Beka ve milli
güvenlik kaygısı. Yüzyılların sürgün ve diaspora mirası ile 20. yüzyıldaki
Holokost travması karşısında varoluş, ayakta kalma en temel güdüleri. İsrail
kendisini düşman Arap deniziyle çepeçevre kuşatılmış bir demokrasi ve istikrar
adacığı olarak görüyor. Sürekli dış düşman olarak Arapları ve antisemitizmi, iç
düşman olarak da Filistinlileri kullanıyor. Yani “Filistin
Meselesi”nin varlığı İsrail’in var oluşunun ve birlik-beraberliğinin bir teminatı;
kendi içindeki bütün
ihtilafların ve tartışmaların üzerini örten ve öteleyen bir
perde. Dolayısıyla Filistin topraklarında
anlaşmanın maliyeti/bedeli statükoyu sürdürmekten çok daha fazla. İsrail
tehditsiz yaşayamaz!
Doğal kaynakların paylaşımı meselesi
Çözümsüz denkleme 2009’da
yepyeni bir boyut daha eklendi: Akdeniz’de Kıbrıs, Mısır, Lübnan, Gazze ve
İsrail kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerinde keşfedilen muazzam
doğalgaz kaynakları. Bu, oyunun kurallarını değiştiren bir faktör. Zira daha
evvel İsrail doğal kaynak fakiri bir ülkeydi ve dışarıya bağımlıydı. Ancak şu
an kendisine 100 yıldan fazla yetecek doğalgaz sahalarına sahip ve doğalgaz
ihracatçısı bir ülkeye dönüşüyor. Özellikle doğalgazını Batı’ya pazarlamak
istiyor ki bunun için en kestirme yol Kıbrıs üzerinden Türkiye. Tam da bu
yüzden İsrail’in 2013’te Mavi Marmara baskınından dolayı Türkiye’den özür
dilediğini hatırlatmak isterim. 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında Araplar ilk
kez petrolü bir silah olarak kullanmışlardı. Bir daha böyle bir adım atılmamakla
birlikte, Arap dünyasının teoride de olsa İsrail’e karşı uygulayacağı bir baskı
aracı daha elinden gitmiş durumda.
Harita 9: Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz sahaları
Arap İsyanlarının/Devrimlerinin
gölgesinde kalan bir mesele olarak Filistin
Son
yıllarda Ortadoğu’nun dört bir yanında yaşanan çatışmalar, iç savaşlar ve
parçalanmışlık ortamında “Filistin Meselesi”, Arap ve İslam dünyasının
gündeminden -Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Aralık 2017’de büyükelçiliği
Kudüs’e taşıma kararına kadar- büyük ölçüde düşmüştü. Hatta diyebiliriz ki
Filistin davası, artık Arap dünyasının sırtında bir “yük” olarak görülüyor. Mevcut
rejimlere göre, şu an Ortadoğu’da İran yayılmacılığı, Türkiye’nin etkinliği, Müslüman
Kardeşler hareketi ve siyasal İslam akımı, IŞİD başta olmak üzere terörün
yaygınlaşması gibi çok daha varoluşsal tehditler sözkonusu. Tam da bu tehditler yüzünden Arap yönetimleri
daha evvel hiç olmadığı kadar İsrail’e yakınlaşmış durumdalar; ortak tehditler
karşısında güvenlik ve istihbarat işbirliği her geçen gün artarken gizli ortak
operasyonlar da yürütüyorlar.
Dahası
“Filistin Meselesi”ni oldubittiyle çözülmüş gibi yapıp İsrail’le Arap
ülkelerini barıştırma ve ilişkileri resmiyete dökme, Trump’ın damadı Jared
Kushner’ın “Yüzyılın Anlaşması” adı altında şu an yürüttüğü bir çalışma.
Balfour Deklarasyonu’nun 100. ve İsrail’in bağımsızlığının 70. yıldönümü olan
bugünlerde Siyonist devleti meşru bir aktöre dönüştürmek gibi bir hedef var.
Trump’ın 2017 Mayıs’ında gerçekleştirdiği Riyad Zirvesi’yle başlayan bu sürecin
İsrail ile “ılımlı Arap” ülkeleri arasında bölgesel bir ittifakla sonuçlanması
hedefleniyor. Bu hedefin önündeki en büyük engel; toprak bütünlüğü olmayan
bölük pörçük parçalardan oluşacak, Doğu Kudüs’ün İsrail işgalinde kalacağı,
mültecilerin geri dönüşüne izin verilmeyecek, Yahudi yerleşimlerin
ekseriyetinin yerinde kalacağı, ordusu bulunmayacak, hava sahasında ve
yeraltında egemenliği olmayacak, bağımsız değil şu anki gibi özerk kalacak bir
yapıya razı olmayan Filistin yönetiminin ve halkının direnişi ile Arap
kamuoyundan yükselen tepki. İşte bu yüzden Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn
gibi Arap rejimleri “Filistin Meselesi”ni bir “ayak bağı” olarak görüyor. Bugün
Filistinlilerin ve Filistin yönetiminin tarihlerinde hiç olmadıkları kadar
yalnız kaldıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu davayı sahiplenmesi o yüzden
çok önemli ve değerli.
Kısaca
“Filistin Meselesi” çok katmanlı ve çok boyutlu olup mevcut güç dengeleri/güç
dengesizliği ve oyunun kuralları değişmediği sürece çözümü mümkün görünmeyen
bir mesele.
İsrail’in “başarı”sının nedenleri
Siyonist önderlerin (kervan yolda düzülür mantığıyla hareket etmeyip) belli bir ideal ve vizyon dahilinde belirledikleri
hedefler doğrultusunda gerekli hazırlıkları yapıp, sabırla ama proaktif bir
şekilde bekleyip, perde arkasından var güçleriyle çalışarak uygun fırsatı
kollamaları ve doğan fırsatlardan istifade etmeyi bilmeleri başarılarının temel
nedeni. Unutmayın, Birinci Siyonist Kongresi’nde Siyonizmin temellerinin
atılmasının ardından bir devletin ortaya çıkması tam 50 yıllık bir mücadeleyi
gerektirdi. 20. yüzyılda iki büyük dünya savaşı ve Holokost yaşanmasa bu kadar “hızlı”
sonuç da alamayabilirlerdi… Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile Arap Devrimleri/İsyanları
gibi küresel ve bölgesel dengeleri sarsıcı dönüm noktalarından tam da az evvel
söylediğim şekilde istifade ettiler. Bazı komplocu zihinlerin iddia ettiği gibi
bunları kışkırtmış ve başlatmış değiller; ama ortaya çıkan fırsatları
değerlendirmesini bildiler.
Hedeflerine
ulaşmak için kullandıkları çeşitli araçlar var ve bunların en önemlileri
şunlar:
Bir büyük
dış güce sırtını dayama ve ondan tam destek alma: Bu büyük güç önceleri
İngiltere’ydi, daha sonra ABD oldu. Daha evvel 19. yüzyılın sonu ve 20.
yüzyılın başında Osmanlı ve Almanya’dan destek arayışına da girmişlerdi. Büyük
güce sırtını dayamak suretiyle İsrail, attığı hukuksuz adımlara karşı
uluslararası kamuoyundan yükselen tepkileri dikkate almayıp göğüs gerebiliyor.
BM Güvenlik Konseyinden aleyhinde çıkartılmaya çalışılan kararları ABD vetosu
sayesinde aşabiliyor. Washington yeşil ışık yakmadan büyük bir savaşa veya
operasyona girişmiyor. Büyük bir güce sırtını dayamanın İsrail’in kurucusu
David Ben-Gurion’un temel stratejisi ve müstakbel yöneticilere tavsiyesi
olduğunu da vurgulamak isterim.
Diplomasi,
lobi faaliyetleri, para, medya/propaganda/sinema, yüksek teknoloji, aşırı
güç/terör ve istihbarat faaliyetleri: Yahudiler diplomasi alanında oldukça
maharetli olup yumurtaları tek sepete koymazlar; tek bir tarafa bel bağlamayıp aynı
anda farklı, hatta zıt taraflara oynarlar. Dolayısıyla hangi taraf galip
çıkarsa sonunda ondan istifade etmiş olurlar… Başta ABD olmak üzere birçok
ülkede yürüttükleri lobi faaliyetleri önemli; bu şekilde İsrail aleyhine
adımlar atılmasını önledikleri gibi, kendi menfaatleri doğrultusunda diğer
ülkeleri yönlendirebiliyorlar. Bu lobiler sayesinde İsrail, ABD’nin sadece bir
dış politika meselesi değil, aynı zamanda bir iç politika meselesine dönüşmüş
durumda... Para ve iktisadi güç alanını açmaya gerek dahi yok, hepinizin malumu…
Propagandayla kitlelerin zihinlerini ve gönüllerini yönlendirmek kullandığı diğer
bir araç ki bunun içine medyayı kontrol de giriyor, Hollywood filmleri de… Yüksek
teknoloji en önemli araçlarından; bu hem nüfuslarının azlığına rağmen asgari
insan gücüyle azami iş çıkartmalarını sağlıyor, hem teknolojiye ihtiyaç duyan
diğer ülkeleri kendisine bağlayıp onlarla işbirliği fırsatı yaratıyor, hem de kendine
güven duygusu katıyor. Bu sonuncusuyla ilgili bir örnek vereyim; bir İsrail
askerinin elindeki yüksek teknoloji ürünü silahını alsanız korkudan ödü patlar.
Çünkü tarihi tecrübelerinin de etkisiyle Yahudiler dünyanın en korkak milletlerinden biridir. Yüksek teknoloji
işte bu korkuyu aşmalarını sağlıyor… Aşırı güç kullanma, topyekûn misilleme ve
devlet terörü Filistinlilerin her gün, Arap komşularının da dönem dönem maruz
kaldığı bir yöntem. Bu şekilde kendisine saldıran veya saldırma potansiyeli
bulunan düşmanlarını daha baştan caydırmaya, onlara gözdağı vermeye ve birbirine düşürmeye çalışıyor...
Son olarak dış istihbarat örgütü Mossad ve iç istihbarat Şin-Bet ve Şabak’ın
faaliyetleri ve etkinliği ise yine hepinizin malumu. Bu güçlü istihbarat ağı sayesinde
kendisini koruyabildiği gibi, diğer ülkelerle ilişkilerinin, özellikle de Arap
ülkeleriyle gizli temaslarının temelinde istihbarat paylaşımı ve güvenlik
konuları bulunuyor.
Yalan,
şantaj ve merhametsizlik: Buna sadece Filistinliler maruz kalmıyorlar; dışarıda
Filistin davasını savunanlara karşı baskı, şantaj ve yalan ziyadesiyle
kullanılıyor. Açıkçası dinleri de buna el veriyor. Malumunuz 10 Emir sadece
Yahudiler arasında bağlayıcı. Yahudi olmayan Gentilelere karşı yalan söylemek
de faizli iş yapmak da diğer haramlar da helal, hatta bazı hahamlara göre sevap
sayılıyor. Dolayısıyla bu araçları hiç çekinmeden alabildiğine kullanıyorlar. Öte yandan bunları birbirlerine karşı da kullanıyorlar. Avi Shlaim'in Demir Duvar (Küre Yayınları) kitabını okursanız İsrail savunma bakanının başbakanı, genelkurmayın savunma bakanını nasıl kandırdığını; keza komşu Arap topraklarına sözde misilleme için nasıl bahaneler ürettikleri ve oyunlar tezgahladıklarını hayretle görürsünüz.
Düşmanının
iç zaaflarını ve fay hatlarını gayet iyi bilip, kışkırtıp kendi lehine kullanma:
Bizim gibi “Küfür tek millettir” veya “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”
tarzı sloganlara sığınmıyorlar; “kâfir” saydıklarının içindeki ayrılıkları
öğrenip kışkırtıp kullanıyorlar. Böl-yönet siyasetinde çok başarılılar.
Azınlıklarla
veya farklı gruplarla ittifak kurma: 1958’de Çevre İttifakı çerçevesinde, etrafını
saran merkezî Arap devletlerine karşı Ortadoğu’daki Türkiye, İran ve Etiyopya
gibi Arap olmayan devletlerle ve Kürtler ile Maruniler gibi Arap veya Müslüman
olmayan unsurlarla işbirliğine gitti. Bu sayede hem bölgede tecritten kurtuldu
hem de Arap devletlerini istikrarsızlaştırmaya çalıştı… Bugün ABD’de “Hristiyan
Siyonistler” de denilen Evanjeliklerle işbirliği sayesinde Netanyahu, Trump
yönetiminden istediği her tavizi koparabiliyor. Amerikan büyükelçiliğinin
Kudüs’e taşınmasına ABD içindeki Yahudilerden ziyade Evanjelikler destek çıktı,
hatırlayın. Yine şu sıralar Ortadoğu’da Arap Hristiyan azınlıklarla işbirliği
yapma politikasına girişmiş durumda. “Ilımlı Sünni Arap” rejimleriyle
işbirliklerinden daha evvel zaten bahsettim.
Antisemitizm
ve Holokost kozu: Bu kozları kullanarak hem her yaptıklarını meşrulaştırmaya
çalışıyor hem de kendisini eleştirenleri veya düşmanlarını sindiriyor. Batı’da
aleyhlerine herhangi bir şey yazanlara, söyleyenlere, tavır takınanlara karşı
güçlü bir aleyhte propagandaya giriyor. Batı’da “antisemitizm” suçlamasına
maruz kalmanın bedeli ağırdır; sonuç, çalıştığı işi kaybetmeye ve hatta hapse
atılmaya kadar varabilir.
Son
olarak içerideki muazzam fikir ayrılıklarını, birbirlerini yiyip davalarına
zarar verecek ve varlıklarını tehlikeye atacak boyutlara ulaştırmıyorlar. Azınlık
psikolojisi, korku kültürü ve güvenlikleştirme siyaseti üzerinden içeride
birlik-beraberliği sağlıyorlar.
Son bir
hatırlatma yapayım: Yahudiler, dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyette,
çeşitli zamanlarda ve mekanlarda dışlanarak ve zulme uğrayarak, pasif bir
şekilde kurtarıcı bekleyerek ve bağımlı halde geçirdikleri diaspora
hayatlarının ardından 20. yüzyılda Siyonizmin ve Holokostun etkisiyle “Bir Daha
Asla” sloganını benimseyerek hareket ettiler ve anlattığım bütün bu araçları
pervasızca kullanarak bir devlet kurup bölgenin kaderini etkiler hale geldiler.
Yahudilerin bugünkü durumu tarihin bir istisnasıdır, normu değil! Her ne kadar
her dönemde etkin Yahudi gruplar var olsa da…
Filistinlilerin ve Arapların
başarısızlığının nedenleri
Osmanlı dağıldıktan
sonra sömürgeciler eliyle ve onların çıkarlarına göre sıfırdan kuruldular;
sınırları cetvelle çizilerek birçok Arap devletine ayrıldılar. Arap dünyasında
bu parçalanmışlık hali, birbirleriyle daimi rekabete ve zaman zaman çatışmaya
yol açacak ana unsur oldu. Ayrıca Osmanlı’nın eğitimli ekibi ve insan sermayesi
imparatorluk dağıldıktan sonra daha ziyade İstanbul ve Anadolu’da kalırken;
buralar insani, maddi ve askeri güç bakımından daha zayıf haldeydi. Arap
coğrafyasında yepyeni devletler, kimlikler ve kurumlar oluşturuldu; ancak
takdir edersiniz ki manda şartları altında güçlü devletler, kimlikler ve kurumlar
mandater devletlerin buralardaki varlığı açısından bir tehdit olurdu.
Dolayısıyla zayıf yapılar tercih edildi. Kuruluştaki zayıflıklar ve dışarıya
bağımlılık Arap devletlerinin geleceğini etkileyecekti.
İç
siyasi/tarihi bölünmüşlük ve rekabetler de mevcut yapıları zayıflattı. Filistin
özelinde daha Osmanlı döneminde var olan iki büyük eşraf aile Neşşaşibiler ile
Hüseyniler arasındaki keskin rekabet İngiliz manda yönetimi altında da devam
etti. İngilizler bu iki aileyi kendi çıkarları doğrultusunda birbirine karşı kullanmaktan
çekinmedi. Filistinlilerin güçsüzlüğündeki temel sebep, dış güçlerce kolay
manipüle edilebilen iç çekişmeleri olacaktı. Tıpkı şu an FKÖ ile HAMAS arasında
olduğu ve İsrail’in de bundan kıyasıya istifade ettiği gibi. Arap ülkeleri
arasındaki çekişmelere girmeye dahi gerek yok; Ortadoğu’nun hali ortada… Önce
Filistinliler kendi içlerinde, ardından da Arap ülkeleri arasında bir birlik ve
beraberlik sağlanmadığı sürece bu meselenin çözülmeyeceğini belirtmek zorundayım.
Nitekim tarihe gidersek Selahaddin-i Eyyubi de Haçlıları Kudüs’ten ve Doğu
Akdeniz’den temizlemeden evvel tam 10 sene boyunca Ortadoğu’da birliği sağlamak
için o cepheden bu cepheye savaştı. Önce Fatımi Devleti’ni ve onların İsmaili
Hilafetini ortadan kaldırdı; ardından atabeylikler olarak adem-i merkeziyetçi
bir şekilde yönetilen Bilad-i Şam topraklarını kontrolü altına aldı. Atabeyler
kendi koltuklarını korumak ve Haçlı Krallıkları da varlıklarını sürdürmek için
birbirleriyle Selahaddin’e karşı değişken ittifaklara girmekteydi; tıpkı bugün
Ortadoğu’da her aktörün, birbiriyle işbirliği yapmak yerine, rakibine veya komşusuna
karşı dış aktörlerle işbirliğini tercih ettiği gibi. Kısaca diyebiliriz ki
Araplar arasında uzlaşma kültürünün yerleşmemiş olması, gerek “Filistin Meselesi”ndeki
başarısızlığın gerekse Arap dünyasındaki diğer problemlerin temel nedeni. Bu
konuyla ilgili Amin Maalouf’un Arapların
Gözüyle Haçlı Seferleri veya İSAM yayınlarından çıkan Ramazan Şeşen’in
kaleme aldığı Eyyûbîler kitabını
okuyabilirsiniz.
Gerek Arapların
gerekse Filistinlilerin güçlü kurumlarının ve (İsrail’in “başarısının sırrı”
olan) araçlarının hiçbir zaman olmaması diğer bir boyut. Daha evvel belirttiğim
gibi, bugünkü Filistin yönetimi 1994’te kuruldu; daha önce Filistinliler
sırasıyla İngiltere, Ürdün, Mısır ve İsrail işgali altında kendilerine mahsus
güçlü kurumsal yapıları olmadan yaşadılar. 24 yıldır ortada bir yönetim bulunsa
da bunun bağımsız ve egemen olmadığı aşikâr. Üstelik işgal şartları altında ve
iç rekabetlerin gölgesinde, dahası yolsuzluk, adam kayırma ve İsrail’le
güvenlik anlaşmaları kıskacında beklenen ve istenen bir yönetim tesis
edilebilmiş değil. Yüzyıldır Filistinlilerin işgalcilere karşı her
isyanında, her intifadasında liderlerinin saf dışı bırakıldığını ve muazzam bir
yıkım yaşadıklarını da göz ardı etmemek gerekir.
Arapların
diplomasiyi yeterince bilmemeleri, her şeyi sıfır toplamlı bir oyun olarak
görmeleri, yani “ya hep ya hiç” mantığıyla hareket etmeleri de diğer bir
zaafları olageldi.
Keza
Arap yönetimlerinin yüksek retoriğe ve hamasete karşılık fiiliyatta zayıflıkları,
dışarıya bağımlılıkları, tutarsızlıkları, samimiyetsizlikleri, plansızlıkları ve
eşgüdümsüzlükleri de defalarca İsrail karşısında neden yenilgiye uğradıklarının
bir diğer açıklaması. 1948 Savaşı’na ilişkin Eugene R. Logan ve Avi Shlaim’ın Filistin Uğruna: 1948’in Tarihini Yeniden
Yazmak ve yine Avi Shlaim’ın Filistin’i
Bölüşmek: Kral Abdullah, Siyonistler ve Filistin’i Taksim Siyaseti (Küre
Yayınları) kitaplarını okursanız bu zafiyetleri çok daha iyi anlarsınız.
Öte
yandan haksızlık da etmek istemem. Filistinliler Arap dünyasının en eğitimli,
entelektüel ve en dinamik kesimini oluşturuyor; mühendislikten tıbba ve sosyal
bilimlere kadar Arapların alanlarında en iyilerinin birçoğu hep Filistinli.
Ancak İsrail’in konuşmam sırasında anlattığım birçok politikası ve taktikleri
yüzünden bu dinamizmin başarılı bir sonuca ulaşması engelleniyor.
Peki “Filistin Meselesi” için neler yapmak
lazım?
Öncelikle,
İsrail dışarıdan büyük bir baskı olmadığı sürece politikalarını asla değiştirmez.
Sık sık verilen örnek, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Apartheid rejiminin
çöküşünü sağlayan politikalar. Bu dönemi inceleyebilirsiniz.
İkincisi,
BDS (Boykot-Tecrit-Yaptırım) Hareketi, Batı’da ve dünyada giderek
yaygınlaşmakta olup geçtiğimiz yıllarda İsrail tarafından bir numaralı milli
güvenlik tehdidi ilan edildi. İsrail’i en çok korkutan şey gelecekte kendisine
karşı uluslararası kamuoyunun birleşerek kapsamlı bir boykot uygulanması. Tam
da bu nedenle BDS Hareketi üyelerinin artık İsrail’e girişine izin verilmiyor,
sınırdışı ediliyor. Ayrıca başta ABD olmak üzere Batı’daki yönetimler nezdinde
yoğun diplomatik girişimlerle bu hareket mensuplarını ve faaliyetlerini etkisiz
hale getirmeye çalışıyor.
Üçüncüsü,
Özgürlük Filosu gibi Gazze’ye uygulanan ablukayı delmeye çalışan uluslararası girişimleri
ve Filistinlilerin günlük hayatta yaşadıklarını belgeleyip dünya kamuoyunun
vicdanını harekete geçirebilecek türden belgeseller çekilmesini ve benzeri
barışçıl ve yaratıcı taktikleri önemsiyorum. Görsel olanın etkisi, çoğunlukla
yazılı olandan çok daha fazladır.
Dördüncüsü,
önce Filistin, ardından Arap ve İslam dünyası içinde birliği sağlamadan bu
meselenin çözülmeyeceğini zihinlerimize kazıyıp tevhid dininin mensupları
olarak aramızdaki tali ve tabii ihtilafları düşmanlık boyutuna taşımamayı
öğrenmeli ve asgari müştereklerde uzlaşma kültürünü içselleştirmeliyiz. Ne
yazık ki bu konuda son derece başarısızız. Düşmanlarımız tam da bu zaafımızı
istismar ediyor.
Beşincisi,
İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı taktikler ne yazık ki Ortadoğu’nun
geldiği kaos ve çatışma ortamında giderek yaygınlaşıyor. İsrail’in 1990’larda
Gazze’nin, 2002’den itibaren de Batı Şeria’nın çevresine inşa etmeye başladığı
duvarların benzerleri, ilk olarak 2006’dan itibaren Bağdat’ın Sünni-Şii mahalleleri
arasına örülmeye başlandı. Şimdilerde maalesef ki bizim doğu ve güneydoğu sınırlarımız
da dahil birçok bölge ülkesi arasında duvarlar yükseliyor. 1948’den beri
Filistinli mültecileri ve sürgünleri konuşurken bunu çoktan unuttuk; Suriye,
Irak, Libya, Afganistan, Yemen başta olmak üzere Arap coğrafyasından kitlesel
kaçışlar temel gündemimiz. İsrail’in kitlesel katliamlarına, mal-mülklere el
koymasına, hapishanelerine vs. eleştiriler yağdırırken artık Ortadoğu’daki iç
savaşlarda vahşet sıradanlaştı, ölen canların sayısını takip edemez olduk,
şehirlerin enkaza döndüğü ortamda kalan binalar ve mal-mülk de kapanın elinde
kalıyor. Dahası Arap hapishanelerinde sistematik işkence, taciz ve tecavüz rejimlerin
gözdağı politikası olarak sıradanlaşırken ve on binlerce mahkûm maddi veya
manevi işkencelerle hayatını kaybederken İsrail hapishanelerine artık “otel”
deniyor. Şu an Suriyeliler “Keşke sadece İsrail’in Filistinlilere yaptığı kadar
bir zulüm yaşıyor olsaydık” diyor.
Demek istediğim şu: Biz Müslümanlar olarak, İslam dünyası olarak İsrail karşısında her
alanda sahip olduğumuz ahlaki üstünlüğümüzü kaybediyoruz. Artık Müslümanlar
elinden ve dilinden emin olunan kullar değil, beldelerimiz emin beldeler değil
maalesef. İsrail’in yıllardır Filistinlilere karşı uyguladığı insanlık dışı politikaların bir benzeri, hatta çok daha beterleri,
rejimlerin beka kaygıları altında bölgede giderek meşruiyet ve yaygınlık kazanıyor,
normalleşiyor. Filistinlilere yaptıklarını eleştirmeye, kınamaya, karşı koymaya
kalkıştığımızda İsrailliler bize “Siz kendinize bakın” demezler mi? Denebilir
ki Ortadoğu’da bu yaşananların sebebi dış güçlerin ve İsrail’in kışkırtması. Ben
de soruyorum, “Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz” hadis-i şerifini nasıl
unutup da bir yüzyıldır hala aynı kışkırtmalara, aynı oyunlara gelebiliyoruz?
Bu noktada dördüncü madde üzerinde uzunca kafa yormaya ve şimdi söyleyeceğim
son madde üzerinde yoğun bir şekilde çalışmaya ihtiyacımız var.
Son
olarak, dostumuzu da düşmanımızı da diliyle, kültürüyle, siyasi aklıyla, iç
zaaflarıyla ve kırılganlıklarıyla tanımamız, bilmemiz, okuyup öğrenmemiz lazım.
Düşmanlarımız bizi tanıyor; zaaflarımızı ve kırılganlıklarımızı bize karşı
kullanıyor. Ama biz dostlarımızı da düşmanlarımızı da tanımıyoruz;
tanımadığımız için de ya içi boş hamasi söylemlerle ve “Kahrolsun İsrail”,
“Filistin’e özgürlük” tarzı bolca sloganlarla yetiniyoruz ya da onları
tanrılaştıran veya acizleştiren komplolara inanıp tespih çeker gibi sürekli “üst
akıl” diyoruz. Gençler, öncelikle üzerinde çalıştığınız ülkenin dilini öğrenin,
gidip gelin, “Twitter allameliği”ni bırakıp yazılı literatürü üşenmeyip okuyun, araştırın. Filistin’e gitmeden, İbranice ve Arapça öğrenmeden kat
edebileceğiniz mesafe oldukça sınırlı. Unutmayın gitmediğiniz, görmediğiniz yer sizin
değildir. İlimsiz eylemden de eylemsiz söylemden de Filistinliler ve Araplar
çok çektiler. Bilgi en büyük güçtür, bunu da hiç unutmayın.
NOT: Filistin-İsrail meselesi ve Ortadoğu ile ilgili okuma yapmak isteyenler için hazırladığım kitap listesine şu linkten ulaşabilirsiniz:
https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2019/07/ortadogu-ile-ilgili-kitap-tavsiyelerim.html
NOT: Filistin-İsrail meselesi ve Ortadoğu ile ilgili okuma yapmak isteyenler için hazırladığım kitap listesine şu linkten ulaşabilirsiniz:
https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2019/07/ortadogu-ile-ilgili-kitap-tavsiyelerim.html