BÜYÜK
RESİM: IŞİD SONRASI IRAK’TA AMERİKAN POLİTİKASI
David
Pollock (Washington Yakın Doğu Politikası
Enstitüsü’nde Ortadoğu ülkelerinin siyasi dinamiklerine odaklanan araştırmacı
ve Fikra Projesi direktörü; Amerikan Dışişleri Bakanlığında 1996-2001 yılları
arasında Güney Asya ve Ortadoğu politika danışmanı ve 2002’de Büyük Ortadoğu
İnisiyatifi kıdemli danışmanı olarak görev yaptı)
Stratejik
Politikalar dergisi, sayı 1, Kasım-Ocak 2017, sf. 20-28
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
NOT:
Bu makale, ilk sayısı geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Stratejik Politikalar” dergisi
için kaleme alınmış ve tarafımdan tercüme edilmiştir. Lütfen kaynak
göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız,
alıntılamayınız, yayınlamayınız
Bu makalenin başında cevabı aranması gereken ilk soru “Acaba Irak şu
an gerçekten IŞİD sonrası döneme girmiş durumda mı?” Cevabı
ise “Hayır, tam olarak değil”; zira IŞİD’in askerî yenilgiye uğratılması dahi
Irak’a ve ABD ile müttefiklerine yönelttiği tehlikeyi muhtemelen sona
erdirmeyecek. Aksine, Musul ve diğer büyük Irak şehirlerindeki yenilgisi, en
azından kısa vadede, diğer bölgelerdeki IŞİD’e biatlı grupların tehdidini
artırabilir; daha makul olan ise, bölgenin dört bir yanında ve Avrupa, ABD ve
belki de ötesinde dağınık şekilde terör saldırılarını tetikleyebilir. Orta
vadeye gelince, elbette bu askerî yenilginin IŞİD sancağı altında devşirilen
teröristlerin sayısını, motivasyonunu ve kapasitesini azaltması muhtemel.
Ancak her zaman olduğu gibi öncelikle kısa vadeli
problemlerin üstesinden gelinmesi gerekir. Dolayısıyla terörle mücadelenin
Irak’ın yakın geleceğiyle ilgili Amerikan politika hesaplarında önemli bir
unsur olarak kalması kuvvetle muhtemeldir. Sadece bu bile önümüzdeki birkaç
yılda Irak’ta en azından küçük çaplı bir Amerikan askerî varlığının ve ona
eşlik eden istihbarat, diplomatik, lojistik ve bağlantılı konuşlanmaların devam
edeceğinin neredeyse bir garantisi.
Bugün Irak’ta yaklaşık 6000 aktif Özel Harekatçı ve diğer
birliklerin yanı sıra birkaç bin müteahhit, diplomat, danışman ve diğer resmî
veya yarı resmî personel bulunuyor. Önümüzdeki süreçte bu rakam artabilir veya
daha muhtemeli azalabilir. Ancak Trump yönetiminin terörle mücadele konusuna
siyasi vurgusu, Amerikan ordusunun bu savaşı kazanma ama büyük işgallere
kalkışmama istekliliği ve ABD’nin daha evvel askerî olarak neredeyse tamamen
geri çekilişinden ve akabinde IŞİD’in dirilişinden “öğrenilen dersler” dikkate
alındığında, öngörülebilir yakın gelecekte Irak’taki Amerikan varlığını genel
hatlarıyla bu yapılanışın karakterize edeceği beklenebilir.
Dahası, özellikle daha uzun vadede IŞİD terörizminin veya
bir benzerinin Irak merkezli olarak yeniden canlanması maalesef ki son derece
mümkün. Bu, Sünni Arapların bir kez daha hayal kırıklıklarıyla Bağdat’a olan
inançlarını yitirmelerinin, İran’ın (ve belki de Kürtlerin) Irak’ın içlerine
uzanmalarından içten içe duydukları öfkenin, Amerikan, Türk ve diğer yabancı
güçlerin orada attıkları yanlış adımların veya bütün bu faktörler ve daha
fazlasının birleşiminin bir sonucu olabilir. Hâlihazırda Irak’ın Sünni Arap
kamuoyu tam da böyle bir olguyu öngörüyor. IŞİD kontrolü altında yaşamış
olanların yarısı, bundan böyle Bağdat’ın onlara Şiilerden daha farklı bir
muamelede bulunmasından endişe ediyor. Dahası, %70’i Irak politikasının er geç
IŞİD öncesinin ayrımcı normlarına geri dönmesinden korkuyor. Sonuç olarak
Sünnilerin üçte ikisi şehirlerinde IŞİD veya benzeri örgütlerin yeniden ortaya
çıkacağını öngörüyor.
Bütün bunları akılda tutarak Irak’taki uzun vadeli
Amerikan terörle mücadele misyonu, tamamen taktik operasyonların ötesine
geçerek, Irak içindeki ve dışındaki farklı oyuncuları uzlaştırmaya veya en
azından aralarında koordinasyonun sağlanmasına yardımcı olmaya çalışmalı. Bu,
Irak’ın kendi Şii ve Sünni Araplarının, Kürtlerinin ve diğer azınlıklarının
yanı sıra Türkleri ve diğer yabancı koalisyon kuvvetlerini, hatta belki de
Rusları, İranlıları vs. kapsamalı. IŞİD’e karşı bir araya gelen bütün bu
müttefikler, veya daha yalın bir ifadeyle çıkar ortakları, çoğunlukla
birbirlerinin dostları değiller. Aslında bunların bazıları, sadece ve sadece
geçici ve temkinli müttefikler, rakipler veya hatta bütünüyle düşmanlar.
Sonuçta ABD için temel öncelik ve hala çözülememiş meydan okuma şu: Bu tür bambaşka
bileşenler nasıl birbirleriyle uyumlu ve kalıcı bir terörle mücadele cephesine
dönüştürülebilirler? Veyahut en azından, fazlasıyla akışkan ve kavgacı böyle
bir ortamda istikrara kavuşturma şansını azamiye çıkartmak için yeterince
çatışmasızlık nasıl sağlanabilir?
Amerikalı gözlemciler bu bağlamda bazı tavsiyeler
sunuyor. Mesela Michael Knights, ABD daha evvel Kerkük’te Irak ordusu ile Kürt
peşmerge birlikleri arasında bir çatışmayı önleyen ve etnik olarak karışık,
siyaseten çekişmeli, iktisadi ve stratejik olarak da hayatî bu şehirde görece
istikrarlı bir ortamı destekleyen etkili güvenlik koordinasyon misyonu gibi bir
mekanizmayı canlandırmak üzerinde düşünmeli diye yazdı.
Şüphesiz köprünün altından çok sular aktı. IŞİD’e karşı
başarılı seferberliğinin akabinde Kürtler, geçmişe kıyasla artık Kerkük
üzerinde çok daha fazla kontrole sahipler ve çok daha ısrarlı hak
iddiasındalar. Kerküklülerin bir kısmının –bazı komşularının boykotuna rağmen–
IKBY’nin bağımsızlık referandumuna katılması, her an tutuşabilir haldeki bu
karışımı muhtemelen daha da körükleyecektir. Bu yeni şartlar altında ABD’nin
Kerkük’e veyahut Irak’ın diğer ihtilaflı bölgelerine –yoğun ve büyük ihtimalle
şiddetli bir yerel güç ve nüfuz mücadelesi riski taşısa bile– bir kez daha
doğrudan angaje olmayı isteyip istemeyeceği belirsiz.
ABD’nin Gerçekten Bir Irak Politikasını Var mı?
ABD’nin IŞİD’i ve diğer cihatçı örgütleri Irak’ta
potansiyel bir tehdit olarak görmeye devam edeceğine ve muhtemelen oldukça uzun
bir süre bu doğrultuda karşılık vereceğine temas ettikten sonra, bu makalenin
ikinci sorusuna sıra geldi: Acaba ABD’nin Irak’a ilişkin gerçekten de daha
geniş ölçekli bir politikası olacak mı? İşte bu noktada cevap çok daha az net.
Başkan Trump, Irak’ta hem IŞİD’in hem de İran’ın yeniden
canlanıp zemin kazanmasına yol açacak şekilde, 2011’de Amerikan birliklerini bu
ülkeden “alelacele” geri çekmesi nedeniyle selefi Obama’yı kamuoyu önünde
suçladı. Aynı zamanda Trump, yabancı ülkelerde “ulus inşası”na da yurtdışında
büyük bir Amerikan varlığına veya askerî taahhütlerinin yenilenmesine de alenen
karşı çıktı. Dahası, Ortadoğu politikasıyla alakalı kilit diplomatik ve diğer
makamlara atamalar konusunda yavaş kaldı ve böylelikle bugüne kadar ya
Washington’da ya da sahada büyük ölçüde askerlerce doldurulan bir boşluk
yarattı.
Aynı zamanda Trump, bir önceki başkanın politikalarını
belirgin şekilde reddetmesine rağmen, Obama yönetiminin Brett McGurk gibi kilit
isimlerini görevlerinde tuttu ve şimdiye kadar Obama’nın genel Irak
yaklaşımında çok az değişikliğe gitti. Washington’da dolaşan dedikodular; bu
alanda bir sonraki adımların neler olması gerektiği, bilhassa Irak’ın Suriye
veya diğer krizlere kıyasla nasıl öncelik haline getirileceği ve İran’ın gerek
nükleer anlaşma gerekse daha acil ama nükleer olmayan bir tehdit niteliğindeki
bölgesel müdahalelerine karşı ne ölçüde sert bir çizginin benimsenmesi
gerektiği konularında Amerikan yönetimi içindeki tartışmaların hararetle devam
ettiğini gösteriyor. Bu makaleyi kaleme aldığım sırada Trump ekibi içindeki
ağırlıklı görüş, Suriye’ye kıyasla Irak’ta doğrudan bir Amerikan rolüne daha
fazla vurgu yapanlara ve İran’la nükleer anlaşmayı (Ortak Kapsamlı Eylem
Planı’nı) tamamen buruşturup atmaksızın Tahran’a karşı sert bir çizgiyi
destekleyenlere doğru kaymış görünmekteydi. Ancak bu yeni filizlenen kavramın
pratik boyutları hala pek ortada yok veya en azından hala daha kamusal alanda
görünür değil.
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, günümüzde ve
muhtemelen gelecekte ABD’nin Irak politikası, dikkatlice hazırlanmış bir
stratejik plandan ziyade genel yönelime ilişkin irticali politikalardan
ibaretmiş gibi görünüyor. Bölgedeki birçok gelişmenin tahmin edilmeyen doğası
dikkate alındığında aslında bu illa da kötü bir şey değil. Hiç şüphesiz
Trump’ın kendisi de sürprizlere, ani geri dönüşlere/karar değişikliklerine,
emri altındaki üst düzey yetkililerle kamuoyu önünde tartışmaya girmeye,
kadrolarda ani değişikliklere ve lakaytça görünen politika sapmalarına bariz
şekilde yatkın bir kişilik. Bu nedenle Irak’ta Amerikan politikasının geleceği
konusunda kategorik kehanetlerden kaçınıp senaryolara, ihtimallere ve olayların
altında yatan temel faktörlere yoğunlaşmak mantıklı olacaktır.
Bu faktörler arasında Irak’taki Amerikan iktisadi
menfaatlerinin epeyce sınırlı olduğu da zikredilmeye değer diğer bir nokta.
Irak’ın inişli çıkışlı günlük yaklaşık 3,5 milyon varillik ve ilaveten Irak
Kürdistan’ının da yarım milyon küsurluk petrol ihracatı, küresel ekonomi için
giderek önem kazanmakla birlikte, (Exxon Mobil şirketi dışında) ABD için o
kadar da önemli değil. ABD’nin Irak’taki diğer iş yatırımları veya rizikosu
görece düşük. Yine Irak’a ilişkin Amerikan politika yapımında herhangi bir
ideolojik unsur da artık önemini yitirmiş durumda. Irak’a demokrasi aşılama
dürtüsü çoktan tarih oldu; sadece Trump’ın başa geçmesiyle değil, Obama
döneminden beri… Kamuoyunda hâkim içe kapanmacı hava dikkate alındığında, yakın
bir gelecekte bunun yeniden canlanması da muhtemel görünmüyor.
ABD ile İran’ın Irak’taki Nüfuzu
Irak’a ilişkin Amerikan politikasında beliren en can
alıcı faktör İran’ın gölgesi. Bu, farklı şekillerde de olsa ülkenin hem Kürt
azınlık hem de Arap çoğunluk kesiminde geçerli. Kürt bölgesinde İran’ın dostu
az ama binlerce casusu var. Çok daha geniş ve büyük ölçüde Şii Arap olan
kısmında, her ne kadar birçokları İran nüfuzundan nefret etse de Tahran, çoğu
silahlı milisler safında bulunan yüz binlerce mezhepçi dostuna güvenebilir
durumda.
Bu nedenle Washington için önemli bir orta vadeli mesele
şu: ABD, bir bütün olarak Irak’ta İran nüfuzuyla nasıl ve ne kadar mücadele
edecek veya belki de belli durumlarda ne ölçüde işbirliği yapabilecek? Trump
yönetimi Irak’taki yeni yaklaşımını belirlemeye çalışırken, terörle mücadelenin
ve daha küçük ölçekte ABD’nin iktisadi ve diğer menfaatlerinin yanı sıra işte
bu, kilit bir soru. Bu sorunun hala daha netlikten uzak olan cevabı, önümüzdeki
yıllarda ABD’nin Irak’taki varlığının sınırlarını büyük ölçüde belirleyecek.
Önde gelen iki Amerikalı uzman ve eski üst düzey yetkilinin 11 Ağustos tarihli
yazısında belirttiği gibi,
IŞİD’in yenilgiye uğratılmasının akabinde Amerikan
yönetiminin karşı karşıya kalacağı en büyük problem, Irak ve Suriye’yi,
böylelikle Tahran’dan Lübnan’ın güneyine uzanan bir koridoru kontrole hazır bir
İran’ın varlığı. Tahran; Şii milisleriyle, füze deposuyla ve en azından sınırlı
Rus desteğiyle Ürdün, İsrail, Türkiye ve nihayet Körfez ülkelerini bu
koridordan tehdit ederek bölgesel güvenliği altüst etmeye çalışıyor. Trump
yönetimi, bu tehdidi kontrol altına almayı geçtiğimiz Mayıs ayındaki Riyad
zirvesinde taahhüt etti; ancak şimdiye kadar bunu nasıl yapacağını
belirleyebilmiş değil.
Diğer uzmanlar, ABD’nin Bağdat yönetimiyle ve onun
(sadece sembolik değil) fiilen kontrolü altındaki kuvvetlerle iş tutarak İran’a
ne ölçüde ve hangi araçla karşı koyabileceğine veya koyamayacağına odaklanmış
durumda. Mesela Michael Knights ve Hamdi Malik, ikna edici bir şekilde diğer
aşırı mezhepçi, İran yanlısı birliklere kıyasla özünde daha farklı ve tercih
edilebilir olduğunu iddia ettikleri Haşdi Şa’bi içinden el-Abbas Tugaylarına
belli hedefler dahilinde Amerikan desteği verilmesini önerdi. Bu ve benzeri tipik
örnekler, prensipte son derece önemli olmakla birlikte pratikte oldukça
problemli; ancak bunlar diğer yerlerde yeterince konuşuldu.
Kürt İkilemine İlişkin Amerikan Politikası
Bu nedenle makalede sözkonusu büyük meydan okumanın
sıklıkla gözden kaçan bir boyutuna odaklanacağız: ABD, İran’ın Irak’ın
Kürdistan bölgesine müdahalesini kontrol altına almak için ne gibi adımlar
atabilir?
IKBY 25 Eylül 2017 tarihinde Irak’tan er geç bağımsızlık
kazanmak için bir referanduma hazırlanırken İran heyulası fotoğrafı karartıyor.
İran bu seçeneğe karşı katı muhalefetini dillendirmeyi sürdürüyor. Tahran’a
giden heyetler, ister İslami isterse diğer parti liderleri olsun, düzenli
olarak bu tür bir “ayrılıkçılığın” kötülüklerine ve buna karşı “uluslararası”
tepkinin (gerçekteki manası ise İran tepkisinin) ürkütücü tehlikelerine dair
nutuklar dinliyorlar. Geçtiğimiz bir veya birkaç yılda IKBY lideri Mesud Barzani,
Tahran’ı ziyaret etmesi için sürekli gelen davetleri geri çevirdi; bunun nedeni
kısmen İran’ın ziyaret sırasında Kürt bayrağını dalgalandırmayı reddetmesiydi.
Son dönemlerde giderek daha üst mevkilerden İranlı
yetkililer, Kürt bağımsızlığı ihtimaline veya bu konuda bir referanduma karşı
retorik infiallerini artırmaktalar. Mesela Eylül ayında çok üst düzey bir
sözcü, Kürtlerin bu yolda daha ileri adımlar atmaları halinde “yirmi yıl
sürecek bir bölgesel savaş”la uyardı. Üst düzey IKBY yetkilileriyle görüşmelerde
anlaşılıyor ki, İran’ın Bağdat’taki –ve IKBY sınırları ve hatta içindeki–
siyasi, iktisadi ve gizli baskı gücünün Kürt bağımsızlığı veya tam özerkliği
önünde zorlu bir engel teşkil ettiğinin gayet farkındalar.
Bu da gösteriyor ki IKBY’nin attığı adımlara yönelik
İran’ın tepkilerine ABD’nin nasıl karşılık vereceği artık çok önemli bir
değişken. Acaba Washington, İran son derece düşmanca bir tavır takınsa dahi
Kürdistan’a önemli güvenlik ve iktisaden hayatta kalma garantileri sunmakta
istekli olacak mı? Ve eğer ki Washington –sadece sözle değil, sahada fiilî
adımlarla da– bu tür garantiler sunarsa, buna karşılık İran acaba Kürtlerin
hareket serbestisine karşı çıkmak için bunu yeni bir gerekçe olarak görür mü?
Geniş çaplı sonuçları olan büyük sorunlar var. Trump
Yönetimi, İran karşıtı olmakla birlikte, Amerikan dış politikasından ziyade iç
politikasına daha fazla ilgi duyuyor. Ve hele de şu sıralar Kuzey Kore’yle
“füze krizi” tırmanırken tutup da Amerikan askerî gücünü ve kaynaklarını
uzaklardaki Ortadoğu çatışmasında bir başka büyük taahhüt altına sokmakla
kesinlikle ilgilenmiyor.
Irak Kürdistan’ı ile İran arasındaki yakın ama gergin
ilişki, ABD için ilginç bir ikilem olup Washington’ın daha geniş Irak politika
hesaplarının konsantre bir küçük örneğini sunuyor. Bir taraftan IKBY, güçlü bir
yerel destekle, İran’ın bölgesel nüfuzuna karşı çıkma ve hatta belki de
püskürtme noktasında mükemmel bir fırsat sunuyor. Bunun Irak’tan başlayıp
Suriye, Lübnan ve Akdeniz sahiline kadar uzanan İran’ın vekil güçler zincirini
zayıflatmak suretiyle Kürdistan’ın çok ötesinde bir dalga etkisi olabilir. Öte
taraftan bu tür bir ileriye dönük Amerikan politikası, Kürtleri İran’ın tehditlerinden
korumak için Washington’ın daha derin bir taahhüt altına girmesini
gerektirebilir. Ve bu, sözkonusu silsilenin bir sonraki mantıkî adımı olarak,
yol açacağı bütün komplikasyonlarla Irak Kürdistan’ının nihai bağımsızlığı
meselesini gündeme getirebilir.
Ancak eğer ki ABD, İran’ın bölgesel meydan okumalarına
karşı daha güçlü bir şekilde durmaya gerçekten kararlıysa, Irak Kürdistan’ı
mükemmel bir başlangıç noktası olacaktır; üstelik IŞİD sonrasının şiddete
başvuran radikallerine karşı bir tamponu ve değerli bir müttefiki savunmak da
cabası. İlk adım, dostane IKBY liderliğine basit ama sağlam bir güvence vermek
olmalıdır: Erbil’in referandum sonrası bağımsızlık adımlarını dizginlemesi
karşılığında, Washington’ın İran’ın Kürt toprakları üzerindeki yıkıcılığını,
gözdağı vermesini ve güç intikalini kontrol altına alma çabalarında IKBY’yi
tartışmasız bir şekilde desteklemek.
İkinci adım olarak ABD, IŞİD’e karşı zaferin ardından,
–Bağdat benzer bir teklifi geri çevirse dahi– küçük ama önemli bir askerî varlığı
IKBY toprakları içinde tutma konusunda net bir teklifte bulunmalıdır. Bundan
sonra sadece Kürdistan’da değil bölge çapında İran’ın tecavüzlerini püskürtmek
için ABD’nin IKBY’yle ve diğerleriyle ortaklığı, giderek daha fazla etkili ve
daha az riskli hale gelecektir.
Bu, bir tahmin değil, önümüzdeki dönemde Irak’ta Amerikan
politikası için bir reçete. ABD’nin bu tavsiyeyi Irak Kürdistan’ında veya bir
bütün olarak Irak’ta izleyip izlemeyeceği hiç belli değil. Ancak ihtimaller
Washington’ın bu istikamette ilerlemeye çalışacağı yönünde. Kısmen bunun
nedeni, bu politikaya karşı Irak takımyıldızı dışındaki diğer yıldızlardan daha
az muhalefetle karşılaşma ve hatta belki biraz da destek görme ihtimali
diyebiliriz.
ABD’nin Irak’taki Diğer Oyunculara Karşı Politikası:
Türkiye, Rusya ve Suudi Arabistan
İran heyulasının dışında, Irak’taki Amerikan rolü,
Washington’ın alandaki diğer aktörlerle ilişkilerinden de önemli ölçüde
etkilenecek. Bunlar arasında en önemlisi, Irak’la sınırı boyunca büyük
çıkarları olan başlıca NATO müttefiklerinden Türkiye. Washington bu nedenle
Irak’la ilgili tüm konularda Ankara’yla koordinasyon için büyük gayret sarf
edecek ve bunda muhtemelen başarılı da olacak.
Bu sıradışı iyimser değerlendirmemin temel nedeni, Ankara
ile Erbil arasında var olan, Türkiye’deki PKK’ya veya Suriye’deki PYD’ye karşı
ve ayrıca büyük iktisadi, siyasi ve güvenlik işbirliğine dayalı sekizci yılını
dolduran sağlam mutabakat. Bu mutabakatın arkasında bazı sürpriz gerçeklikler
var. Eski Sykes-Picot sınırları beklenmedik şekilde kalıcı oldu. Pan-Kürdist
bir projenin öyle kolayca eli kulağında falan değil; bunun nedeni, sadece
devlet egemenliği de değil (ki Irak ve Suriye’de devlet egemenliği zaten
zayıflamış durumda), aynı zamanda Kürtler arasındaki derin bölünmüşlükler.
Dahası, bırakın bütün Kürdistan coğrafyasını, Irak
Kürdistan’ının dahi tam bağımsızlığı veya ayrılması, 25 Eylül referandumuna
rağmen, ufukta belirmiş değil. Ancak Kürt özerkliği veya bir tür federalizm,
sadece Irak’ta olsa bile, Türkiye’de dahil tüm taraflar için açıkça yapıcı bir
seçenek. Gerçekten de Ankara ile Erbil arasındaki müstesna sıcak bağlar, bu
“asırlık etnik çatışma”nın illa da siyasi menfaatler önünde aşılamaz bir engel
olmadığını güçlü bir şekilde salık veriyor. Ve bu, ABD’nin Irak politikasında
Türkiye’yle yakın eşgüdüm önündeki en büyük engeli fazlasıyla hafifletiyor.
Türkiye’ye kıyasla Rusya, en iyi ihtimalle, Irak’ta ancak
ikincil bir oyuncu olabilir. Doğru, Rus nüfuzu bölge çapında artıyor. Ancak
Moskova’nın kaynakları sınırlı. İran’la bir çeşit gayriresmî ittifak üzerinden
Irak’ta daha büyük bir rol oynayabilir. Ancak genel olarak Rusya’nın Suriye
gibi diğer komşulara veya daha kolay fırsatların olduğu Mısır, Libya ve Körfez
gibi uzaktaki hedeflere odaklanması daha muhtemel görünüyor. Sonuç olarak
Irak’taki Amerikan politikasının, iyi ya da kötü, Rus müdahalesine fazla bağlı
olmaması muhtemel.
Son olarak, İran’ı daha iyi dengelemek amacıyla Suudi
Arabistan’ın (ve belki diğer dostane Arap yönetimlerinin de) en sonunda Irak
siyasi sahasına girmeye çalıştıklarına dair yeni işaretler var. Üst düzey Suudi
yetkililer, yakın dönemde –Mukteda es-Sadr gibi vaktiyle İran yanlısı Şii
liderler de dâhil– Iraklı mevkidaşlarıyla karşılıklı samimi ziyaretler
gerçekleştirdiler. Şu an için bu, pratik bir müdahaleye değil, büyük ölçüde
siyasi bir oyuna benziyor. Ancak eğer ki bu yeni gidişat zamanla ivme kazanırsa
belki de Irak’ta Amerikan politikasına faydalı bir başka tamamlayıcı olduğunu
ispatlayabilir.
Diğer bir deyişle, Amerikan ve Arap nüfuzunun ve teşviklerinin
bir birleşimi, Irak hükümetini tamamen Tahran’a kayıştan uzak tutmaya
fiiliyatta yardımcı olabilir. Ve Bağdat’ın ötesinde, bugün bu tür bir yeniden
dengelenmeyi konsolide edecek daha evvel görülmedik ama geçici bir açılım da
mevcut. Bu, bir sonraki bölümde ele alındığı üzere, Irak kamuoyundaki
ölçülebilir ve sınırlı bir yön değişiminden kaynaklanıyor.
ABD ve Irak’ın Sünni Arap “Yeniden Uyanışı”
2003’ten bu yana ilk kez güvenilir anketlerin ortaya
çıkardığı üzere, halk düzeyinde Irak’ın Sünni Araplarının Bağdat yönetimiyle
uzlaşması için IŞİD sonrası dönemde bir fırsatlar penceresi aralanmış durumda.
Bu, ABD’nin her iki tarafla da yapıcı şekilde muhatap olmasını doğal olarak
kolaylaştıracaktır. Irak’ın önde gelen anketçilerinden Munkit ed-Dağer (Munqith
al-Dagher) konuyla ilgili arka planı ve mevcut değişimi şu şekilde özetliyor:
Sünni kamuoyu 2003’ten 2014’ün ilk yarısına kadar muazzam
bir olumsuzluk içindeydi … ki bu da
Haziran 2014’te Irak’ın Sünni bölgelerinde İslam Devleti’nin ortaya çıkışının
ardındaki sebepti. İşgal altındaki Sünni alanlarında işgalin neredeyse ilk bir
yılında İslam Devleti’nin varlığını belli bir düzeyde kabullenme sözkonusuydu…
[Ancak] özellikle yeni kurtarılan Enbar, Selahaddin ve Musul’da yapılan yeni
kantitatif ve kalitatif araştırmalar, Sünnilerin –diğer gruplara kıyasla– daha
iyimser olduğu, Başbakan’a daha fazla inandığı ve Irak askerî güçlerine daha
fazla güven duyduğu nadir bir anı gösteriyor.
İlgili rakamlar oldukça çarpıcı: IŞİD geri püskürtülürken
Sünni Arapların yarıdan fazlası Irak’ın doğru istikamete gittiğini söylüyor ki
Şiilerde bu oran %36’yken Kürtlerde sadece ve sadece %5! Benzer şekilde
Sünnilerin yarısı, Başbakan İbadi’nin bir dönem daha görevini sürdürmesini
desteklerken bu oran Şiilerde sadece %35. Daha kesin olan ise Sünnilerin şu an
üçte ikisinin İbadi hakkında olumlu görüşlere sahip olması. Musul’daki nüfusun
üçte ikisi, İbadi’nin kendileri için atayabileceği herhangi bir yeni valiyi,
hatta bir Şii’yi dahi, mevcut Sünni valiye tercih edeceklerini belirtiyor. Yine
Sünnilerin kahir ekseriyeti, Musul’un yeni ve daha adem-i merkeziyetçi bir
yönetimdense Bağdat merkezî hükümeti altında kalmasını istiyorlar.
Benzer şekilde, güvenlik güçlerinin nasıl algılandığına
ilişkin oldukça dikkat çekici soruyla son anket gösteriyor ki IŞİD altında
yaşamış olanların çoğunluğu, şimdilerde yerel Sünni Arap aşiret güçlerinin
değil, Irak ordusu ve polisinin ana koruyucuları olmasını istiyor. Gerçekten de
Sünnilerin çoğu, topraklarının IŞİD’den kurtarılmasında büyük ölçüde Şii Haşdi
Şa’bi birliklerinin oynadığı rolü kabul ve hatta takdir ediyor.
Ancak aynı ankete göre Sünni Arapların çoğu, IŞİD büyük
ölçüde geri püskürtülmüşken bu mezhepçi Şii Haşdi Şa’bi birliklerinin
muhitlerinde uzun süre güvenlik işlevlerini yürütmelerini istemiyor. Bu nedenle
ABD’nin, merkezî Irak hükümetinde ve güvenlik teşkilatlarında daha ılımlı
unsurlarla yakın eşgüdüm içinde, bu misyon için kabul edilebilir yerel
alternatifler bulunmasında bütün etnik ve mezhebi gruplardan Iraklılara yardım
etmesi son derece önemli olacak.
Michael Knights ve meslektaşı, en azından bir bütün
olarak Kerkük, Musul ve Ninova vilayetleri için önerdikleri ayrıntıları bir bir
anlattılar.
Bu, zorlu bir gündem. Hala net olmayan şey ise, ABD’nin bu rolü yerine getirmek
için gerekli sabra, odaklanmaya, ayrıntılara dikkat kesilmeye,
kaynaklara/araçlara ve kararlılığa gerçekten sahip olup olmadığı, sahipse bunu
sürdürüp sürdürmeyeceği. Öte yandan bunu icraata geçirdiği takdirde dahi bu
denli karmaşık ve riskli bir girişimde –işin tabiatı gereği– başarı şansı
garanti değil. Benim en iyi tahminim şu: ABD bu yönde bazı ciddi çabalar sarf
edecek; ancak bu, Washington’un Irak’ta yaptıkları veya yapmadıklarından ziyade
sahadaki yerel halka bağlı olacak ve bu da sonucu tahmin edebilmeyi neredeyse
imkânsız kılıyor.
Amerikan Politikasının Muhtemel Sonuçları
Yukarıdaki analiz göz önünde tutarak ABD Irak’ta ne
yapmalı? Senaryolardan biri, daha evvel alıntıladığım makalelerinde meydan
okumayı son derece dikkatlice tanımlayan, doğrudan bu konularla ilgilenmiş iki
eski Amerikalı yetkili olan Jim Jeffrey ve Wa’el Alzayat’ın gayet makul şu
tavsiyesini takip etmektir:
ABD; Irak’ta İbadi hükümetini destekleyecek, uluslararası
yeniden inşaya öncülük edecek, bağımsızlığı cesaretlendirmeden Kürdistan’la
özel ilişkilerini sürdürecek ve Irak’ı küresel finans ve enerji sistemine
entegre edecektir. Ayrıca ABD, IŞİD’in kalıntılarını kökünden kazımak ve Irak
ordusunu geliştirmek için, aynı zamanda Amerikan taahhütlerinin de bir işareti
olarak, küçük bir askerî birliği orada tutacaktır… Irak, tam anlamıyla ne
Amerikan ne de İran kampında yer alacak ve fakat İran’ın, tıpkı Lübnan’da
yaptığı gibi, Irak topraklarında da güç projeksiyonuna girişmesini engellemek
için yeterince bağımsız bir pozisyonda kalacaktır. Bu tür bir yol haritası, tüm
mezheplerden ve etnisitelerden Iraklıların İran’ın ülkelerine tecavüz ettiğine
dair endişelerinden istifade edecektir. Bu senaryo başarılı olamadığı takdirde
bundan geri dönüş, geleneksel olarak Batı yanlısı Kuzey Irak’taki özerk
Kürdistan’la yakın Amerikan güvenlik bağlarını daha da geliştirmek olacaktır.
Bu senaryodaki tek problem, Bağdat ile Erbil arasındaki
ihtilaflı bölgeler, petrol gelirlerinin paylaşımı ve hatta muhtemel Kürt
ayrılıkçılığı ve nihai bağımsızlığı gibi keskin farklılıkları geçiştiriyor
görünmesi. Kısa vadede bu muammanın çözümü, bütün bu farklılıkların –tek
taraflı hiçbir adım atmadan ve tabii ki hiçbir askerî provokasyona başvurmadan–
iki taraf arasında hüsnüniyetle müzakere edilmesi gerektiğine dair Amerikan
pozisyonunu sürdürmek olabilir. Bu, ABD’nin aralarında gücendirici bir tercih
yapmak zorunda kalmadan, hem Bağdat hem de Erbil’le yakın güvenlik ve diğer
bağlarını sürdürmesinde elini serbest bırakarak, bir süreliğine yeterli
olabilir.
Ancak uzun vadede bu konular o denli bardağı taşırabilir
ki ABD de dahil tüm tarafları bazı son derece zorlu ikilemlerle baş etmek
zorunda bırakabilir. Bu durumda muhtemel Amerikan tercihi, her zamanki gibi,
arabuluculuk ve uzlaşma teklif ederek veya ihtilaflarını görmezlikten gelerek
hem Kürtlerle hem de Araplarla samimiyeti sürdürmeye çalışmak olacak. Ancak
eğer ki bir tercih kaçınılmaz hale gelirse, muhtemelen yukarıda belirtilen o
çok önemli temel faktör Amerikan pozisyonunu ciddi şekilde etkileyecek: Daha
geniş çaplı İran nüfuzunu Irak’ta ve bir bütün olarak bölgede çevreleme
oyununda hangi tercih işe yarayabilir?
Kanaatimce, en azından, bu hedef ABD’nin gelecekteki Irak
politikası için gerçekten de doğru olan. İran’ın Irak’taki ve bir bütün olarak
Ortadoğu’daki zararlı nüfuzunu çevrelemek oldukça ürkütücü bir görev olacak.
Yine de bu, gerek ABD’nin gerekse onun bölgesel ve küresel müttefiklerinin hem
menfaatlerine hem de değerlerine hizmet edecek. Bu nedenle Amerikan insani,
siyasi ve mali sermayesinden önemli bir maliyetin altına girmeye değer – ki
bizim bölgesel ortaklarımız bu yükün çok daha ağırına katlanacaklar.
Bu, İran –bırakın saldırılmayı– tecrit edilmeli veya
kovulmalı demek de değil. Kastımız şu: Irak’taki temel Amerikan hedefi, bu
ülkenin tamamen İran’ın tahakkümüne girmesini önlemek olmalı. Zira aksi bir
durum, hiç şüphesiz, Tahran’ın bölgesel hegemonyasına ve bütün Ortadoğu için
Amerikan karşıtı bir ara döneme doğru gidiş anlamına gelecek. ABD, –kendi
iyiliği için– dünyanın bu oldukça istikrarsız ve fakat hayatî bölgesinde daha
iyi bir geleceği desteklemek için sorumluluğu üstlenmeli ve muhtemelen bunu
yapacak.