23 Şubat 2018 Cuma

D.IGNATIUS: İSLAM DEVLETİ’YLE SAVAŞI BİTİRMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL NASIL AŞILIR?




David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 15.2.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

İslam Devleti (İD)’ne karşı savaşı bitirmenin ve Suriye’yi istikrara kavuşturmaya başlamanın önündeki en büyük engelin ABD’nin dostu varsayılan NATO müttefiki Türkiye olması ne kadar da garip.
Amerikan Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, perşembe günü Ankara’daki üç saatlik buluşmada öfkeli Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı yatıştırmak için son girişimi yaptı. Ancak bu imkânsız bir görev olabilir. Zira Türkiye’ye taleplerini bahşetmek, Suriye’yi çok daha istikrarsız bir hale getirecek ve radikal İslamcı terörizm tehdidini daha da uzatacaktır.
Amerikalı üst düzey bir yetkili, ABD’nin hedefinin Erdoğan’la “boyun eğmeden [problemleri bir kenara bırakıp ortak çıkarlara odaklanarak ve yeni seçenekler yaratarak] bir anlaşamaya varmaya çalışmak” olduğunu söyledi. Bu amaçla ABD, Türkleri yatıştırmak için deneme niteliğinde bir paketi ince ince işleyerek şunları önerdi: (i) Afrin’deki Kürt cebinde bir tampon bölge kurulması, (ii) –Erdoğan’ın eğer Amerikan birlikleri terk etmezse “Osmanlı tokadı” atmakla tehdit ettiği– Menbic bölgesinde ortak Türk-Amerikan devriyelerinin gezmesi, (iii) Erdoğan’ın nefret ettiği Kürtlerin önderliğindeki bir milis gücüyle [SDG’yi kastediyor] ABD’nin ilişkilerini yavaş yavaş zayıflatma.
Amerikalı özel temsilciler, [muhataplarını] tatlı sözlerle [kandırarak] anlaşmaya ikna etmek için bölgede Amerikan-Türk ilişkilerinin –Kürt meselesi dışında– ne denli örtüştüğünü gösteren Venn şemasının bir benzerini hazırlamışlar. Bu, evli bir çifte –birinin diğerini başkasıyla aşk ilişkisi yaşamakla suçlamasına rağmen– evliliklerini sürdürmenin her iki tarafın da hayrına olduğunu söylemeye benziyor. Tabii ki Amerikan-Türk çıkarlarının birbirine yaklaşması gerekir; ama durum eğer [gerçekten] öyle olsaydı, Türkiye niçin Amerikan vatandaşlarını hapsetsin, Washington’ı bir darbeyi kışkırtmakla suçlasın ve İran’a karşı Amerikan yaptırımlarını ihlal etsin ki?
Kimse Türkiye’yle şiddetli bir kopuş istemez. Ancak o feci Suriye savaşında yedinci yıla girerken gözlemcilerin bazı arazi gerçeklerini kabul etmesi lazım: Türkler, binlerce yabancı radikal İslamcının Suriye’ye akışına ve burada Avrupa ile ABD’yi tehdit edecekleri üsler kurmalarına izin verdi. Eğer ki ABD Türklerin aşırı derecede nefret ettiği Kürtlerin öncülüğündeki SDG milisleriyle ortaklık kurmasaydı bu teröristler hala daha başkentleri Rakka’da olacaklar ve saldırılar planlamaya devam edeceklerdi.
Türk taleplerini karşılamak, İD’e karşı savaşıp canlarını vermiş SDG’yi bir başına bırakmak demektir. ABD bu gayriahlâkî adımı realpolitik adına atmaya hazır olsaydı bile sonuç, Suriye’de kaosun azalması değil, artması olurdu. Türkler hâlihazırda SDG’nin kontrol ettiği alanları istikrara kavuşturacak yeterince disiplinli ve güvenilir bir askeri güce sahip değiller. ABD[nin Türk taleplerini karşılayıp SDG’den desteğini çekmesi] herkesin müdahil olduğu [yeni] bir sorun/kavga yaratacak ve bu durumda [geçmişte 15 yıl sürmüş] Lübnan [iç savaşı dahi bugün Suriye’dekine] kıyasla daha basit kaçacaktır.
Alın size Suriye savaş alanında geçtiğimiz ayda yaşanan çılgınlıkların bir listesi: (i) Eski bir el-Kaide iltisaklısı, Çin yapımı bir roketle bir Rus savaş uçağını düşürdü; (ii) Kürt kuvvetleri, İran yapımı bir roketle bir Türk helikopterini düşürdü; (iii) İran, Rusların gözetimindeki Suriye hava sahasından geçerek İsrail semalarında insansız bir hava aracı uçurdu; (iv) İsrail, buna bir misilleme olarak Suriye’de 12 yeri bombaladı; (v) Deyrezzor yakınlarındaki petrol ve doğalgaz sahalarına yönelik Rus destekli sinsi bir taarruza karşı Amerikan mukabelesinde, yerel morg dolup taşarken belki de onlarca Rus paralı askeri hayatını kaybetti.
Üst düzey bir Pentagon yetkilisi, Suriye’nin şu an “farklılaşan çıkarlarıyla [mesafe olarak] giderek birbirine yaklaşan kuvvetler” ile paramparça olduğu uyarısında bulundu. BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura çarşamba günü [14 Şubat] dedi ki, dört yıl evvel göreve geldiğimden bu yana Suriye’de “en şiddetli, en endişe verici ve en tehlikeli” ana girildi.
Peki, bu zehirli karışımın çözümü nedir? Tabii ki Türkiye’nin daha derinden müdahalesine izin vermemek. Çıkış yolu, reformdan geçecek Suriye devletinin ve ordusunun gücünü ve yetkisini artırıp yaymak amacıyla tökezleyen Cenevre Müzakerelerinin muntazam ve sabırlı bir şekilde ilerlemesi. ABD için bunun anlamı, çok zor bir karar alıp her ikisi de güvenilmez ama hayati ortaklar olan Rusya ve Suriye rejimiyle birlikte çalışmak.
Rusya, yeni bir Suriye anayasa taslağı hazırlayarak aslında bu ay ileri bir adım attı. Buna göre adem-i merkeziyetçi yeni Suriye devletinde Kürt bölgelerine sınırlı bir özerklik verilecek. Rus taslağı Kürt ve Arap taleplerini uzlaştıracak nitelikte olup bazı Amerikalı yetkililer bunu ciddi müzakerelerin bir temeli olarak görüyor. Ancak diğer bazı Amerikalı yetkililer, Rusya’yı, ABD ve müttefikleri pahasına hem kendi çıkarlarına erişmek hem de İran’ınkilerin önünü açmak için “sağ gösterip sol vuran” taktikler kullanan bir yıkıcı olarak görüyor. Başkan Trump’ın hangi görüşten yana olduğu ise belirsiz. 
Suriye karmaşasının bu son aşamasında temel problem, bizi bu noktalara getiren şeyin aslında bir benzeri: ABD en güçlü orduya sahip, ama siyaseten ne istediğini bilmiyor. Türkiye patlamış durumda/ateş püskürtmekte ve Amerikan desteğini istiyor, ama kontrol etmeye çalıştığı alanları istikrara kavuşturma gücüne sahip değil. Rusya diplomatik olarak direksiyonu elinde tutuyor, ama yolcularına hiç güvenmediği gibi yakıt deposunda da hiç benzini yok.
İşte size bir fikir jimnastiği: Kürtlerin öncülüğündeki SDG, Türkiye’nin istediği gibi lağvedilmeli mi? Hayır! Bu, güç boşluğuna ve daha fazla istikrarsızlığa yol açacaktır. Bunun yerine SDG –Şam, Washington, Moskova ve evet, hatta Türkiye’yle birlikte çalışarak– yeni Suriye milli ordusunun bir parçası olmalı.

D.IGNATIUS: ABD’NİN RAKKA’DAN ALMASI GEREKEN DERSLER




David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 13.2.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Rakka/Suriye
Cehennem iki defa Rakka’nın üzerine çöktü: Birincisi, 2014’te İslam Devleti (İD) savaşçıları tarafından ele geçirilip başkent haline getirildiğinde; ikincisi, geçtiğimiz sene şehir merkezinin çok büyük kısmını dümdüz eden bir operasyonla ABD destekli kuvvetlerce kurtarıldığında.
Fotoğraflar ve videolar buradaki hasarı gösteriyor; ama yıkımın ne denli yoğun olduğuna sizi hazırlamıyor. Binalar parsel parsel un ufak olup birer moloz yığınına dönüşmüş durumda. Bazı alanlarda yeniden inşa uzak bir ihtimal. Sadece paramparça haldeki betonları ve eğri büğrü inşaat demiri yığınlarını temizlemek bile yıllar alacaktır.
Rakka, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ender yaşanan bir şehir savaşı vahşetini tecrübe etti. 1943’te Stalingrad ve 1945’te Berlin’le ilgili haber filmlerini bir düşünün. Bu şehirler savaşın şiddetinin ve kurtuluşun maliyetinin birer sembolüydü ve şimdi de Rakka aynı kaderi paylaşıyor.
Rakka’nın kurtarıcıları, şehri ele geçiren Kürtler öncülüğündeki SDG milisleriydi. Haziran ayı sonunda Rakka’yı kuşattılar, ardından ekim ayına kadar çemberi giderek daralttılar ve sonunda direniş çöktü. SDG savaşçıları ne kadar cesur olurlarsa olsunlar, eğer Amerikan savaş uçaklarının, silahlı İHA’larının ve topçularının yıkıcı ateş desteği olmasa savaşı kazanamazlardı. Bu vahşice ama etkili bir bileşendi. Son tahkimli mevzilerden biri yerel hastaneydi.
İD bir veda mesajıyla Rakka’dan ayrıldı: Şehri el yapımı patlayıcılarla doldurdu, ki ekim ayından bu yana 150’den fazlası çocuk olmak üzere yaklaşık 500 kişi yaralanmış durumda.
Geçen hafta operasyonu yöneten Amerikan Özel Harekât birlikleriyle yaptığımız bir günlük şehir turunda bazı unutulmaz kareler hafızamıza kazındı: Düşmanlara gözdağı vermek için bir amfitiyatroya açılan toplu mezarlar, internete yüklemek maksadıyla infazları videoya çektikleri şehir merkezi, yeraltı zindanlarında mahkûmlara işkence yaptıkları stadyum. İD şehri bir ölüm tarlasına çevirmiş.
(…) Şimdiye kadar belki 50.000 kişi, yani Rakka’nın eski nüfusunun altıda biri şehre geri dönmüş durumda.
(…)
Peki, Rakka’dan alınan dersler neler? ABD 2014’te verdiği İD’i “geriletme ve nihayetinde kökünü kazıma” vaadini yerine getirdi. Başkentin fethi tüyler ürpertici olsa bile şüphe duyulan Amerikan kararlılığını göstermiş oldu. Burada Amerikan askerî stratejisi “imha etme” idi ve bu gerçekleşti. Bundan sonra düşmanlar savaş çıkarmakta daha çekingen olacaktır.
Diğer bir ahlaki ders şu: İD gibi kararlı bir düşmanın Rakka ve Musul gibi şehir merkezlerinin kontrolünü ele geçirmelerine müsaade etmek bir hatadır. Zira kurtarılırken bu şehirler enkaza dönüştüler. Eğer ki kendisini adamış savaşçılar bir şehri ele geçirirse onları oradan çekip atabilmek ancak muazzam bir insani maliyetle gerçekleşir.
Ve son olarak Rakka [tecrübesi], herhangi bir yerde ardından ne geleceğini bilmeden mevcut idari düzeni bozmakta dikkatli olunması gerektiğine dair bir uyarı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, sürekli bu noktaya –yani ABD’nin “ertesi gün”e dair daha iyi bir planı olmadan Suriye, Irak, Yemen ve Libya’da yönetimin devrilmesini pervasızca teşvikte ettiğine– işaret ediyor ve belki de bu konuda haklı. [Bu gibi durumlarda] doğan boşluklar sıklıkla savaş ağaları, yabancı paralı askerler ve ölüm tutkunları tarafından doldurulmakta.
ABD ve müttefikleri, Rakka’yı işkenceyle yöneten bir hilafetin elinden kurtarmak için neredeyse tamamen yerle bir etti. Bu sadece bir savaştı; ama bir kez daha buna benzer bir savaş vermekten kaçınmak için elimizden geleni yapmalıyız.

D.IGNATIUS: SURİYE KARMAŞASINI ÇÖZME VAKTİ GELDİ




David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 7.2.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Menbic/Suriye
7 Şubat çarşamba, Ortadoğu standartlarını nazar-ı dikkate aldığınızda dahi, Suriye için tuhaf ve ürkütücü bir gündü.
İslam Devleti (İD)’ne karşı neredeyse bir zafer kazanmış olan Amerikalı askerî komutanlar, öğleden sonra buradaki [Menbic’i kastediyor] bir tepede yer alan gözetleme noktasında durarak, NATO müttefikimiz Türkiye’nin destelediği bir isyancı kuvvet tarafından Suriyeli Kürt ortaklarımıza havadan açılan taciz ateşinden şikâyet ediyorlardı.
Sadece birkaç saat sonra bulunduğumuz yerin 161 km güneydoğusunda, Beşşar Esed rejimini destekleyen kara birlikleri, Fırat’ın 8 km doğusunda ve muhtemelen Suriye petrol sahalarının yakınında yer alan, Suriyeli Kürt savaşçıların ve onların Amerikan Özel Harekât birliklerine bağlı ortaklarının karargâhını vurdular. Amerikan öncülüğündeki koalisyon, hava saldırılarıyla buna çok sert bir mukabelede bulundu.
(…) Silahlı çatışma gece yarısına kadar devam etti ve bu, savaşın ciddi şekilde tırmanmasına işaret edebilirdi.
Her iki cephede de çarşamba gününden alınacak ders şu: Suriye’deki savaş alanı artık aşırı kalabalıklaştı ve tehlikeli bir şekilde çok daha geniş bir çatışmaya dönüşebilir.
Washington yönetiminin bundan 3,5 yıl evvel İD’i yok etme kararı almasından bu yana ABD ve Türkiye, ağır ağır da olsa bir çatışmaya/çarpışmaya doğru ilerliyor. Bu işi yapabilecek tek Suriyeli ortak, kendilerine SDG adını veren Kürtlerdi. (…) Ankara İD’e karşı inandırıcı bir alternatif güç hiçbir zaman sunamadığından ABD [SDG’yle] yoluna devam etti.
Ruslar 2015’te kavgaya karıştığında ABD net bir çatışmasızlık hattı kurmaya çalıştı. Ancak bunun ince ve belirsiz bir iş olduğu artık ispatlandı. Yine de Ruslarla bu iletişim şu an her zamankinden çok daha hayati.
ABD, İD’e karşı görevini tamamlamak için bu karmaşayı nasıl çözebilir? Suriye ve Irak’taki Amerikan birlikleri komutanı Korgeneral Paul Funk, ABD’nin acilen Türkiye’yle “diyalog”a ve “gerilimi düşürme”ye ihtiyacı var dedi. İD’e karşı seferberlik “yavaşlamakta” ve bu rehavet hali “bu insanların” Türkiye’ye ve ardından Avrupa’ya “kaçışına yol açabilir” diye bir de uyarıda bulundu.
Funk, burada [yani Menbic’de] SDG’lilerin konuşlandığı bir ileri karakolda muhabirlere demeç verdi. Türkiye destekli isyancıların hemen 2 km ötedeki ileri mevzi hattına işaret eden setleri görebiliyordunuz. Yaklaşık 65 km ötede de (…) Kürt bölgesi Afrin bulunuyordu.
Amerikan Özel Harekât birlikleri, burada SDG’yle çalışıp İD’in doğu Suriye’deki kontrolünü yok ederek mucizeler yarattı. Ancak biz artık askerî kuvvetle yapılabileceklerin sonuna yaklaşıyoruz. Bir sonraki adım diplomasiyi gerektiriyor. Milli Güvenlik Müsteşarı H.R. McMaster’ın bu hafta sonu Ankara’ya gidecek olması cesaret verici. Kendisi, Türkiye’yle krizi bir fırsat olarak ele alacak ve –en sonunda Türk-Amerikan çıkarlarının örtüşmesine gidecek sessiz müzakereleri başlatacak–  kadar zekidir.
Menbic, İD’e karşı savaşın seyrinin ABD ve ortağı SDG tarafından nasıl değiştirildiğinin ve İD sonrası toparlanmanın nasıl olacağının bir göstergesi.
(…)
Artık hiçbir şey Ortadoğu’da göründüğü gibi değil. Her zafer yeni bir problemin kapısını aralıyor; ancak hiçbir engel savaşçı söylemin ortaya koyduğu kadar başa çıkılamaz türden değil.
Çarşamba günü Türkiye destekli kuvvetler bir SDG kontrol noktasına ateş açarken, onlarca kamyon Menbic’den geçip Türkiye kontrolündeki alana gitmek için kuyruk oluşturmuştu. Şam yönetimi, Kürt protestocuların Afrin’e ulaşmak için rejim kontrolündeki bölgeden geçmelerine izin verdi; ama günün ilerleyen saatlerinde rejim yanlısı kuvvetler başka yerlerde [Deyrezzor’da vs.] Kürtlere saldırıyordu. Bu arada Türk siyasetçiler ABD’ye hırlayıp dururken Türk ve Amerikan orduları düzenli irtibatı sürdürüyordu.

Suriyeli Kürt kuvvetler ABD için yiğit ama uygunsuz/sakıncalı ortaklar. Onları bir başlarına terk etmek fena bir yanlış olacaktır, ama aynı zamanda bu çok başlı çatışmanın azmasına izin vermek de yanlıştır. Amerikan ordusu Suriye’de görevini yaptı. Artık ödün vermez bir diplomasi [yürütme] vakti.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Z.T.KOR: MODERN ORTADOĞU’NUN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜ - 7



MODERN ORTADOĞU’NUN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜ - 7
Bilim ve Sanat Vakfı, 2017 Güz Seminerleri
Zahide Tuba Kor, 2 Aralık 2017

Bilim ve Sanat Vakfı’nda 2017 Güz seminer döneminde verdiğim yedi haftalık “Modern Ortadoğu’nun Siyasi Dönüşümü” seminerinin 2 Aralık 2017 tarihli son oturumudur.

Seminerde, 7. yılında “Arap Baharı/Devrimleri/İsyanları” sürecinin özelliklerini ve sebeplerini anlattıktan sonra, yıl yıl muhasebesini yapmakta ve önümüzdeki süreçte karşılaşılacak muhtemel meydan okumaları tartışmaktayım. 
Toplamda 3,5 saat süren seminerin 2 saat 41. dakikasından itibaren son ve en önemli bölüm olan muhtemel meydan okumalar kısmı başlamaktadır.




NOT: Seminer çok uzun sürdüğünden ve zamanın baskısı altında konuştuğumdan sürç-i lisan ettiğim birkaç noktayı düzeltmek istiyorum.
2.15.49: Hizbullah’ın elindeki “yüz binlerce füze” değil, “on binlerce” olacaktı.
2.22.11: “Bu savaşla birlikte” değil, “bu referandumla birlikte”
3.03.20: Yemen’in Taiz bölgesini kuşatan "Suudi Arabistan ve BAE” değil, “Husiler ve BAE” olacaktı. 
3.05.10: Husilerin liderinin hiçbir eğitim almamasından kastım, örgün eğitimdir.

Son olarak kullandığım “zafer” kelimelerinin tamamı aslında “başarı kazanmak” olacaktı.


Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopuşu ve iki savaş arası dönemde (1918-1945) yeni Ortadoğu’nun oluşum süreci

Filistin-İsrail meselesinin ortaya çıkışı, Birinci Arap-İsrail Savaşı (1948-1949) ve İkinci Arap-İsrail Savaşı (1956) bağlamında 1940’lı ve 1950’li yıllarda Ortadoğu’nun siyasi dönüşümü

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın Ortadoğu’nun dönüşümüne etkisinin yanısıra, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı (1967) ve Dördüncü Arap-İsrail Savaşı (1973) bağlamında 1960’lı ve 1970’li yıllarda siyasi dönüşüm

İran İslam Devrimi (1979) ve İran-Irak Savaşı (1980-1988) bağlamında 1980’lerde siyasi dönüşüm

Soğuk Savaş’ın sona ermesi (1989-1991), Körfez Savaşı (1990-1991) ve Filistin-İsrail Barış Süreci (1990-2000) bağlamında 1990’larda yaşanan siyasi dönüşüm

11 Eylül (2001) saldırıları ve Irak Savaşı (2003-2011) bağlamında 2000’li yıllarda siyasi dönüşüm





D.POLLOCK: IŞİD SONRASI IRAK’TA AMERİKAN POLİTİKASI



BÜYÜK RESİM: IŞİD SONRASI IRAK’TA AMERİKAN POLİTİKASI

David Pollock (Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nde Ortadoğu ülkelerinin siyasi dinamiklerine odaklanan araştırmacı ve Fikra Projesi direktörü; Amerikan Dışişleri Bakanlığında 1996-2001 yılları arasında Güney Asya ve Ortadoğu politika danışmanı ve 2002’de Büyük Ortadoğu İnisiyatifi kıdemli danışmanı olarak görev yaptı)
Stratejik Politikalar dergisi, sayı 1, Kasım-Ocak 2017, sf. 20-28

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu makale, ilk sayısı geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Stratejik Politikalar” dergisi için kaleme alınmış ve tarafımdan tercüme edilmiştir. Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız


Bu makalenin başında cevabı aranması gereken ilk soru “Acaba Irak şu an gerçekten IŞİD sonrası döneme girmiş durumda mı?” Cevabı ise “Hayır, tam olarak değil”; zira IŞİD’in askerî yenilgiye uğratılması dahi Irak’a ve ABD ile müttefiklerine yönelttiği tehlikeyi muhtemelen sona erdirmeyecek. Aksine, Musul ve diğer büyük Irak şehirlerindeki yenilgisi, en azından kısa vadede, diğer bölgelerdeki IŞİD’e biatlı grupların tehdidini artırabilir; daha makul olan ise, bölgenin dört bir yanında ve Avrupa, ABD ve belki de ötesinde dağınık şekilde terör saldırılarını tetikleyebilir. Orta vadeye gelince, elbette bu askerî yenilginin IŞİD sancağı altında devşirilen teröristlerin sayısını, motivasyonunu ve kapasitesini azaltması muhtemel.
Ancak her zaman olduğu gibi öncelikle kısa vadeli problemlerin üstesinden gelinmesi gerekir. Dolayısıyla terörle mücadelenin Irak’ın yakın geleceğiyle ilgili Amerikan politika hesaplarında önemli bir unsur olarak kalması kuvvetle muhtemeldir. Sadece bu bile önümüzdeki birkaç yılda Irak’ta en azından küçük çaplı bir Amerikan askerî varlığının ve ona eşlik eden istihbarat, diplomatik, lojistik ve bağlantılı konuşlanmaların devam edeceğinin neredeyse bir garantisi.
Bugün Irak’ta yaklaşık 6000 aktif Özel Harekatçı ve diğer birliklerin yanı sıra birkaç bin müteahhit, diplomat, danışman ve diğer resmî veya yarı resmî personel bulunuyor. Önümüzdeki süreçte bu rakam artabilir veya daha muhtemeli azalabilir. Ancak Trump yönetiminin terörle mücadele konusuna siyasi vurgusu, Amerikan ordusunun bu savaşı kazanma ama büyük işgallere kalkışmama istekliliği ve ABD’nin daha evvel askerî olarak neredeyse tamamen geri çekilişinden ve akabinde IŞİD’in dirilişinden “öğrenilen dersler” dikkate alındığında, öngörülebilir yakın gelecekte Irak’taki Amerikan varlığını genel hatlarıyla bu yapılanışın karakterize edeceği beklenebilir.
Dahası, özellikle daha uzun vadede IŞİD terörizminin veya bir benzerinin Irak merkezli olarak yeniden canlanması maalesef ki son derece mümkün. Bu, Sünni Arapların bir kez daha hayal kırıklıklarıyla Bağdat’a olan inançlarını yitirmelerinin, İran’ın (ve belki de Kürtlerin) Irak’ın içlerine uzanmalarından içten içe duydukları öfkenin, Amerikan, Türk ve diğer yabancı güçlerin orada attıkları yanlış adımların veya bütün bu faktörler ve daha fazlasının birleşiminin bir sonucu olabilir. Hâlihazırda Irak’ın Sünni Arap kamuoyu tam da böyle bir olguyu öngörüyor. IŞİD kontrolü altında yaşamış olanların yarısı, bundan böyle Bağdat’ın onlara Şiilerden daha farklı bir muamelede bulunmasından endişe ediyor. Dahası, %70’i Irak politikasının er geç IŞİD öncesinin ayrımcı normlarına geri dönmesinden korkuyor. Sonuç olarak Sünnilerin üçte ikisi şehirlerinde IŞİD veya benzeri örgütlerin yeniden ortaya çıkacağını öngörüyor.
Bütün bunları akılda tutarak Irak’taki uzun vadeli Amerikan terörle mücadele misyonu, tamamen taktik operasyonların ötesine geçerek, Irak içindeki ve dışındaki farklı oyuncuları uzlaştırmaya veya en azından aralarında koordinasyonun sağlanmasına yardımcı olmaya çalışmalı. Bu, Irak’ın kendi Şii ve Sünni Araplarının, Kürtlerinin ve diğer azınlıklarının yanı sıra Türkleri ve diğer yabancı koalisyon kuvvetlerini, hatta belki de Rusları, İranlıları vs. kapsamalı. IŞİD’e karşı bir araya gelen bütün bu müttefikler, veya daha yalın bir ifadeyle çıkar ortakları, çoğunlukla birbirlerinin dostları değiller. Aslında bunların bazıları, sadece ve sadece geçici ve temkinli müttefikler, rakipler veya hatta bütünüyle düşmanlar. Sonuçta ABD için temel öncelik ve hala çözülememiş meydan okuma şu: Bu tür bambaşka bileşenler nasıl birbirleriyle uyumlu ve kalıcı bir terörle mücadele cephesine dönüştürülebilirler? Veyahut en azından, fazlasıyla akışkan ve kavgacı böyle bir ortamda istikrara kavuşturma şansını azamiye çıkartmak için yeterince çatışmasızlık nasıl sağlanabilir?
Amerikalı gözlemciler bu bağlamda bazı tavsiyeler sunuyor. Mesela Michael Knights, ABD daha evvel Kerkük’te Irak ordusu ile Kürt peşmerge birlikleri arasında bir çatışmayı önleyen ve etnik olarak karışık, siyaseten çekişmeli, iktisadi ve stratejik olarak da hayatî bu şehirde görece istikrarlı bir ortamı destekleyen etkili güvenlik koordinasyon misyonu gibi bir mekanizmayı canlandırmak üzerinde düşünmeli diye yazdı.
Şüphesiz köprünün altından çok sular aktı. IŞİD’e karşı başarılı seferberliğinin akabinde Kürtler, geçmişe kıyasla artık Kerkük üzerinde çok daha fazla kontrole sahipler ve çok daha ısrarlı hak iddiasındalar. Kerküklülerin bir kısmının –bazı komşularının boykotuna rağmen– IKBY’nin bağımsızlık referandumuna katılması, her an tutuşabilir haldeki bu karışımı muhtemelen daha da körükleyecektir. Bu yeni şartlar altında ABD’nin Kerkük’e veyahut Irak’ın diğer ihtilaflı bölgelerine –yoğun ve büyük ihtimalle şiddetli bir yerel güç ve nüfuz mücadelesi riski taşısa bile– bir kez daha doğrudan angaje olmayı isteyip istemeyeceği belirsiz.

ABD’nin Gerçekten Bir Irak Politikasını Var mı?
ABD’nin IŞİD’i ve diğer cihatçı örgütleri Irak’ta potansiyel bir tehdit olarak görmeye devam edeceğine ve muhtemelen oldukça uzun bir süre bu doğrultuda karşılık vereceğine temas ettikten sonra, bu makalenin ikinci sorusuna sıra geldi: Acaba ABD’nin Irak’a ilişkin gerçekten de daha geniş ölçekli bir politikası olacak mı? İşte bu noktada cevap çok daha az net.
Başkan Trump, Irak’ta hem IŞİD’in hem de İran’ın yeniden canlanıp zemin kazanmasına yol açacak şekilde, 2011’de Amerikan birliklerini bu ülkeden “alelacele” geri çekmesi nedeniyle selefi Obama’yı kamuoyu önünde suçladı. Aynı zamanda Trump, yabancı ülkelerde “ulus inşası”na da yurtdışında büyük bir Amerikan varlığına veya askerî taahhütlerinin yenilenmesine de alenen karşı çıktı. Dahası, Ortadoğu politikasıyla alakalı kilit diplomatik ve diğer makamlara atamalar konusunda yavaş kaldı ve böylelikle bugüne kadar ya Washington’da ya da sahada büyük ölçüde askerlerce doldurulan bir boşluk yarattı.
Aynı zamanda Trump, bir önceki başkanın politikalarını belirgin şekilde reddetmesine rağmen, Obama yönetiminin Brett McGurk gibi kilit isimlerini görevlerinde tuttu ve şimdiye kadar Obama’nın genel Irak yaklaşımında çok az değişikliğe gitti. Washington’da dolaşan dedikodular; bu alanda bir sonraki adımların neler olması gerektiği, bilhassa Irak’ın Suriye veya diğer krizlere kıyasla nasıl öncelik haline getirileceği ve İran’ın gerek nükleer anlaşma gerekse daha acil ama nükleer olmayan bir tehdit niteliğindeki bölgesel müdahalelerine karşı ne ölçüde sert bir çizginin benimsenmesi gerektiği konularında Amerikan yönetimi içindeki tartışmaların hararetle devam ettiğini gösteriyor. Bu makaleyi kaleme aldığım sırada Trump ekibi içindeki ağırlıklı görüş, Suriye’ye kıyasla Irak’ta doğrudan bir Amerikan rolüne daha fazla vurgu yapanlara ve İran’la nükleer anlaşmayı (Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı) tamamen buruşturup atmaksızın Tahran’a karşı sert bir çizgiyi destekleyenlere doğru kaymış görünmekteydi. Ancak bu yeni filizlenen kavramın pratik boyutları hala pek ortada yok veya en azından hala daha kamusal alanda görünür değil.
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, günümüzde ve muhtemelen gelecekte ABD’nin Irak politikası, dikkatlice hazırlanmış bir stratejik plandan ziyade genel yönelime ilişkin irticali politikalardan ibaretmiş gibi görünüyor. Bölgedeki birçok gelişmenin tahmin edilmeyen doğası dikkate alındığında aslında bu illa da kötü bir şey değil. Hiç şüphesiz Trump’ın kendisi de sürprizlere, ani geri dönüşlere/karar değişikliklerine, emri altındaki üst düzey yetkililerle kamuoyu önünde tartışmaya girmeye, kadrolarda ani değişikliklere ve lakaytça görünen politika sapmalarına bariz şekilde yatkın bir kişilik. Bu nedenle Irak’ta Amerikan politikasının geleceği konusunda kategorik kehanetlerden kaçınıp senaryolara, ihtimallere ve olayların altında yatan temel faktörlere yoğunlaşmak mantıklı olacaktır.
Bu faktörler arasında Irak’taki Amerikan iktisadi menfaatlerinin epeyce sınırlı olduğu da zikredilmeye değer diğer bir nokta. Irak’ın inişli çıkışlı günlük yaklaşık 3,5 milyon varillik ve ilaveten Irak Kürdistan’ının da yarım milyon küsurluk petrol ihracatı, küresel ekonomi için giderek önem kazanmakla birlikte, (Exxon Mobil şirketi dışında) ABD için o kadar da önemli değil. ABD’nin Irak’taki diğer iş yatırımları veya rizikosu görece düşük. Yine Irak’a ilişkin Amerikan politika yapımında herhangi bir ideolojik unsur da artık önemini yitirmiş durumda. Irak’a demokrasi aşılama dürtüsü çoktan tarih oldu; sadece Trump’ın başa geçmesiyle değil, Obama döneminden beri… Kamuoyunda hâkim içe kapanmacı hava dikkate alındığında, yakın bir gelecekte bunun yeniden canlanması da muhtemel görünmüyor.

ABD ile İran’ın Irak’taki Nüfuzu
Irak’a ilişkin Amerikan politikasında beliren en can alıcı faktör İran’ın gölgesi. Bu, farklı şekillerde de olsa ülkenin hem Kürt azınlık hem de Arap çoğunluk kesiminde geçerli. Kürt bölgesinde İran’ın dostu az ama binlerce casusu var. Çok daha geniş ve büyük ölçüde Şii Arap olan kısmında, her ne kadar birçokları İran nüfuzundan nefret etse de Tahran, çoğu silahlı milisler safında bulunan yüz binlerce mezhepçi dostuna güvenebilir durumda.
Bu nedenle Washington için önemli bir orta vadeli mesele şu: ABD, bir bütün olarak Irak’ta İran nüfuzuyla nasıl ve ne kadar mücadele edecek veya belki de belli durumlarda ne ölçüde işbirliği yapabilecek? Trump yönetimi Irak’taki yeni yaklaşımını belirlemeye çalışırken, terörle mücadelenin ve daha küçük ölçekte ABD’nin iktisadi ve diğer menfaatlerinin yanı sıra işte bu, kilit bir soru. Bu sorunun hala daha netlikten uzak olan cevabı, önümüzdeki yıllarda ABD’nin Irak’taki varlığının sınırlarını büyük ölçüde belirleyecek. Önde gelen iki Amerikalı uzman ve eski üst düzey yetkilinin 11 Ağustos tarihli yazısında belirttiği gibi,
IŞİD’in yenilgiye uğratılmasının akabinde Amerikan yönetiminin karşı karşıya kalacağı en büyük problem, Irak ve Suriye’yi, böylelikle Tahran’dan Lübnan’ın güneyine uzanan bir koridoru kontrole hazır bir İran’ın varlığı. Tahran; Şii milisleriyle, füze deposuyla ve en azından sınırlı Rus desteğiyle Ürdün, İsrail, Türkiye ve nihayet Körfez ülkelerini bu koridordan tehdit ederek bölgesel güvenliği altüst etmeye çalışıyor. Trump yönetimi, bu tehdidi kontrol altına almayı geçtiğimiz Mayıs ayındaki Riyad zirvesinde taahhüt etti; ancak şimdiye kadar bunu nasıl yapacağını belirleyebilmiş değil.[1]
Diğer uzmanlar, ABD’nin Bağdat yönetimiyle ve onun (sadece sembolik değil) fiilen kontrolü altındaki kuvvetlerle iş tutarak İran’a ne ölçüde ve hangi araçla karşı koyabileceğine veya koyamayacağına odaklanmış durumda. Mesela Michael Knights ve Hamdi Malik, ikna edici bir şekilde diğer aşırı mezhepçi, İran yanlısı birliklere kıyasla özünde daha farklı ve tercih edilebilir olduğunu iddia ettikleri Haşdi Şa’bi içinden el-Abbas Tugaylarına belli hedefler dahilinde Amerikan desteği verilmesini önerdi.[2] Bu ve benzeri tipik örnekler, prensipte son derece önemli olmakla birlikte pratikte oldukça problemli; ancak bunlar diğer yerlerde yeterince konuşuldu.

Kürt İkilemine İlişkin Amerikan Politikası
Bu nedenle makalede sözkonusu büyük meydan okumanın sıklıkla gözden kaçan bir boyutuna odaklanacağız: ABD, İran’ın Irak’ın Kürdistan bölgesine müdahalesini kontrol altına almak için ne gibi adımlar atabilir?
IKBY 25 Eylül 2017 tarihinde Irak’tan er geç bağımsızlık kazanmak için bir referanduma hazırlanırken İran heyulası fotoğrafı karartıyor. İran bu seçeneğe karşı katı muhalefetini dillendirmeyi sürdürüyor. Tahran’a giden heyetler, ister İslami isterse diğer parti liderleri olsun, düzenli olarak bu tür bir “ayrılıkçılığın” kötülüklerine ve buna karşı “uluslararası” tepkinin (gerçekteki manası ise İran tepkisinin) ürkütücü tehlikelerine dair nutuklar dinliyorlar. Geçtiğimiz bir veya birkaç yılda IKBY lideri Mesud Barzani, Tahran’ı ziyaret etmesi için sürekli gelen davetleri geri çevirdi; bunun nedeni kısmen İran’ın ziyaret sırasında Kürt bayrağını dalgalandırmayı reddetmesiydi.
Son dönemlerde giderek daha üst mevkilerden İranlı yetkililer, Kürt bağımsızlığı ihtimaline veya bu konuda bir referanduma karşı retorik infiallerini artırmaktalar. Mesela Eylül ayında çok üst düzey bir sözcü, Kürtlerin bu yolda daha ileri adımlar atmaları halinde “yirmi yıl sürecek bir bölgesel savaş”la uyardı. Üst düzey IKBY yetkilileriyle görüşmelerde anlaşılıyor ki, İran’ın Bağdat’taki –ve IKBY sınırları ve hatta içindeki– siyasi, iktisadi ve gizli baskı gücünün Kürt bağımsızlığı veya tam özerkliği önünde zorlu bir engel teşkil ettiğinin gayet farkındalar.
Bu da gösteriyor ki IKBY’nin attığı adımlara yönelik İran’ın tepkilerine ABD’nin nasıl karşılık vereceği artık çok önemli bir değişken. Acaba Washington, İran son derece düşmanca bir tavır takınsa dahi Kürdistan’a önemli güvenlik ve iktisaden hayatta kalma garantileri sunmakta istekli olacak mı? Ve eğer ki Washington –sadece sözle değil, sahada fiilî adımlarla da– bu tür garantiler sunarsa, buna karşılık İran acaba Kürtlerin hareket serbestisine karşı çıkmak için bunu yeni bir gerekçe olarak görür mü?
Geniş çaplı sonuçları olan büyük sorunlar var. Trump Yönetimi, İran karşıtı olmakla birlikte, Amerikan dış politikasından ziyade iç politikasına daha fazla ilgi duyuyor. Ve hele de şu sıralar Kuzey Kore’yle “füze krizi” tırmanırken tutup da Amerikan askerî gücünü ve kaynaklarını uzaklardaki Ortadoğu çatışmasında bir başka büyük taahhüt altına sokmakla kesinlikle ilgilenmiyor.
Irak Kürdistan’ı ile İran arasındaki yakın ama gergin ilişki, ABD için ilginç bir ikilem olup Washington’ın daha geniş Irak politika hesaplarının konsantre bir küçük örneğini sunuyor. Bir taraftan IKBY, güçlü bir yerel destekle, İran’ın bölgesel nüfuzuna karşı çıkma ve hatta belki de püskürtme noktasında mükemmel bir fırsat sunuyor. Bunun Irak’tan başlayıp Suriye, Lübnan ve Akdeniz sahiline kadar uzanan İran’ın vekil güçler zincirini zayıflatmak suretiyle Kürdistan’ın çok ötesinde bir dalga etkisi olabilir. Öte taraftan bu tür bir ileriye dönük Amerikan politikası, Kürtleri İran’ın tehditlerinden korumak için Washington’ın daha derin bir taahhüt altına girmesini gerektirebilir. Ve bu, sözkonusu silsilenin bir sonraki mantıkî adımı olarak, yol açacağı bütün komplikasyonlarla Irak Kürdistan’ının nihai bağımsızlığı meselesini gündeme getirebilir.
Ancak eğer ki ABD, İran’ın bölgesel meydan okumalarına karşı daha güçlü bir şekilde durmaya gerçekten kararlıysa, Irak Kürdistan’ı mükemmel bir başlangıç noktası olacaktır; üstelik IŞİD sonrasının şiddete başvuran radikallerine karşı bir tamponu ve değerli bir müttefiki savunmak da cabası. İlk adım, dostane IKBY liderliğine basit ama sağlam bir güvence vermek olmalıdır: Erbil’in referandum sonrası bağımsızlık adımlarını dizginlemesi karşılığında, Washington’ın İran’ın Kürt toprakları üzerindeki yıkıcılığını, gözdağı vermesini ve güç intikalini kontrol altına alma çabalarında IKBY’yi tartışmasız bir şekilde desteklemek.
İkinci adım olarak ABD, IŞİD’e karşı zaferin ardından, –Bağdat benzer bir teklifi geri çevirse dahi– küçük ama önemli bir askerî varlığı IKBY toprakları içinde tutma konusunda net bir teklifte bulunmalıdır. Bundan sonra sadece Kürdistan’da değil bölge çapında İran’ın tecavüzlerini püskürtmek için ABD’nin IKBY’yle ve diğerleriyle ortaklığı, giderek daha fazla etkili ve daha az riskli hale gelecektir.
Bu, bir tahmin değil, önümüzdeki dönemde Irak’ta Amerikan politikası için bir reçete. ABD’nin bu tavsiyeyi Irak Kürdistan’ında veya bir bütün olarak Irak’ta izleyip izlemeyeceği hiç belli değil. Ancak ihtimaller Washington’ın bu istikamette ilerlemeye çalışacağı yönünde. Kısmen bunun nedeni, bu politikaya karşı Irak takımyıldızı dışındaki diğer yıldızlardan daha az muhalefetle karşılaşma ve hatta belki biraz da destek görme ihtimali diyebiliriz.

ABD’nin Irak’taki Diğer Oyunculara Karşı Politikası: Türkiye, Rusya ve Suudi Arabistan
İran heyulasının dışında, Irak’taki Amerikan rolü, Washington’ın alandaki diğer aktörlerle ilişkilerinden de önemli ölçüde etkilenecek. Bunlar arasında en önemlisi, Irak’la sınırı boyunca büyük çıkarları olan başlıca NATO müttefiklerinden Türkiye. Washington bu nedenle Irak’la ilgili tüm konularda Ankara’yla koordinasyon için büyük gayret sarf edecek ve bunda muhtemelen başarılı da olacak.
Bu sıradışı iyimser değerlendirmemin temel nedeni, Ankara ile Erbil arasında var olan, Türkiye’deki PKK’ya veya Suriye’deki PYD’ye karşı ve ayrıca büyük iktisadi, siyasi ve güvenlik işbirliğine dayalı sekizci yılını dolduran sağlam mutabakat. Bu mutabakatın arkasında bazı sürpriz gerçeklikler var. Eski Sykes-Picot sınırları beklenmedik şekilde kalıcı oldu. Pan-Kürdist bir projenin öyle kolayca eli kulağında falan değil; bunun nedeni, sadece devlet egemenliği de değil (ki Irak ve Suriye’de devlet egemenliği zaten zayıflamış durumda), aynı zamanda Kürtler arasındaki derin bölünmüşlükler.
Dahası, bırakın bütün Kürdistan coğrafyasını, Irak Kürdistan’ının dahi tam bağımsızlığı veya ayrılması, 25 Eylül referandumuna rağmen, ufukta belirmiş değil. Ancak Kürt özerkliği veya bir tür federalizm, sadece Irak’ta olsa bile, Türkiye’de dahil tüm taraflar için açıkça yapıcı bir seçenek. Gerçekten de Ankara ile Erbil arasındaki müstesna sıcak bağlar, bu “asırlık etnik çatışma”nın illa da siyasi menfaatler önünde aşılamaz bir engel olmadığını güçlü bir şekilde salık veriyor. Ve bu, ABD’nin Irak politikasında Türkiye’yle yakın eşgüdüm önündeki en büyük engeli fazlasıyla hafifletiyor.
Türkiye’ye kıyasla Rusya, en iyi ihtimalle, Irak’ta ancak ikincil bir oyuncu olabilir. Doğru, Rus nüfuzu bölge çapında artıyor. Ancak Moskova’nın kaynakları sınırlı. İran’la bir çeşit gayriresmî ittifak üzerinden Irak’ta daha büyük bir rol oynayabilir. Ancak genel olarak Rusya’nın Suriye gibi diğer komşulara veya daha kolay fırsatların olduğu Mısır, Libya ve Körfez gibi uzaktaki hedeflere odaklanması daha muhtemel görünüyor. Sonuç olarak Irak’taki Amerikan politikasının, iyi ya da kötü, Rus müdahalesine fazla bağlı olmaması muhtemel.
Son olarak, İran’ı daha iyi dengelemek amacıyla Suudi Arabistan’ın (ve belki diğer dostane Arap yönetimlerinin de) en sonunda Irak siyasi sahasına girmeye çalıştıklarına dair yeni işaretler var. Üst düzey Suudi yetkililer, yakın dönemde –Mukteda es-Sadr gibi vaktiyle İran yanlısı Şii liderler de dâhil– Iraklı mevkidaşlarıyla karşılıklı samimi ziyaretler gerçekleştirdiler. Şu an için bu, pratik bir müdahaleye değil, büyük ölçüde siyasi bir oyuna benziyor. Ancak eğer ki bu yeni gidişat zamanla ivme kazanırsa belki de Irak’ta Amerikan politikasına faydalı bir başka tamamlayıcı olduğunu ispatlayabilir.
Diğer bir deyişle, Amerikan ve Arap nüfuzunun ve teşviklerinin bir birleşimi, Irak hükümetini tamamen Tahran’a kayıştan uzak tutmaya fiiliyatta yardımcı olabilir. Ve Bağdat’ın ötesinde, bugün bu tür bir yeniden dengelenmeyi konsolide edecek daha evvel görülmedik ama geçici bir açılım da mevcut. Bu, bir sonraki bölümde ele alındığı üzere, Irak kamuoyundaki ölçülebilir ve sınırlı bir yön değişiminden kaynaklanıyor.

ABD ve Irak’ın Sünni Arap “Yeniden Uyanışı”
2003’ten bu yana ilk kez güvenilir anketlerin ortaya çıkardığı üzere, halk düzeyinde Irak’ın Sünni Araplarının Bağdat yönetimiyle uzlaşması için IŞİD sonrası dönemde bir fırsatlar penceresi aralanmış durumda. Bu, ABD’nin her iki tarafla da yapıcı şekilde muhatap olmasını doğal olarak kolaylaştıracaktır. Irak’ın önde gelen anketçilerinden Munkit ed-Dağer (Munqith al-Dagher) konuyla ilgili arka planı ve mevcut değişimi şu şekilde özetliyor:
Sünni kamuoyu 2003’ten 2014’ün ilk yarısına kadar muazzam bir olumsuzluk içindeydi …  ki bu da Haziran 2014’te Irak’ın Sünni bölgelerinde İslam Devleti’nin ortaya çıkışının ardındaki sebepti. İşgal altındaki Sünni alanlarında işgalin neredeyse ilk bir yılında İslam Devleti’nin varlığını belli bir düzeyde kabullenme sözkonusuydu… [Ancak] özellikle yeni kurtarılan Enbar, Selahaddin ve Musul’da yapılan yeni kantitatif ve kalitatif araştırmalar, Sünnilerin –diğer gruplara kıyasla– daha iyimser olduğu, Başbakan’a daha fazla inandığı ve Irak askerî güçlerine daha fazla güven duyduğu nadir bir anı gösteriyor.[3]
İlgili rakamlar oldukça çarpıcı: IŞİD geri püskürtülürken Sünni Arapların yarıdan fazlası Irak’ın doğru istikamete gittiğini söylüyor ki Şiilerde bu oran %36’yken Kürtlerde sadece ve sadece %5! Benzer şekilde Sünnilerin yarısı, Başbakan İbadi’nin bir dönem daha görevini sürdürmesini desteklerken bu oran Şiilerde sadece %35. Daha kesin olan ise Sünnilerin şu an üçte ikisinin İbadi hakkında olumlu görüşlere sahip olması. Musul’daki nüfusun üçte ikisi, İbadi’nin kendileri için atayabileceği herhangi bir yeni valiyi, hatta bir Şii’yi dahi, mevcut Sünni valiye tercih edeceklerini belirtiyor. Yine Sünnilerin kahir ekseriyeti, Musul’un yeni ve daha adem-i merkeziyetçi bir yönetimdense Bağdat merkezî hükümeti altında kalmasını istiyorlar.
Benzer şekilde, güvenlik güçlerinin nasıl algılandığına ilişkin oldukça dikkat çekici soruyla son anket gösteriyor ki IŞİD altında yaşamış olanların çoğunluğu, şimdilerde yerel Sünni Arap aşiret güçlerinin değil, Irak ordusu ve polisinin ana koruyucuları olmasını istiyor. Gerçekten de Sünnilerin çoğu, topraklarının IŞİD’den kurtarılmasında büyük ölçüde Şii Haşdi Şa’bi birliklerinin oynadığı rolü kabul ve hatta takdir ediyor.
Ancak aynı ankete göre Sünni Arapların çoğu, IŞİD büyük ölçüde geri püskürtülmüşken bu mezhepçi Şii Haşdi Şa’bi birliklerinin muhitlerinde uzun süre güvenlik işlevlerini yürütmelerini istemiyor. Bu nedenle ABD’nin, merkezî Irak hükümetinde ve güvenlik teşkilatlarında daha ılımlı unsurlarla yakın eşgüdüm içinde, bu misyon için kabul edilebilir yerel alternatifler bulunmasında bütün etnik ve mezhebi gruplardan Iraklılara yardım etmesi son derece önemli olacak.
Michael Knights ve meslektaşı, en azından bir bütün olarak Kerkük, Musul ve Ninova vilayetleri için önerdikleri ayrıntıları bir bir anlattılar.[4] Bu, zorlu bir gündem. Hala net olmayan şey ise, ABD’nin bu rolü yerine getirmek için gerekli sabra, odaklanmaya, ayrıntılara dikkat kesilmeye, kaynaklara/araçlara ve kararlılığa gerçekten sahip olup olmadığı, sahipse bunu sürdürüp sürdürmeyeceği. Öte yandan bunu icraata geçirdiği takdirde dahi bu denli karmaşık ve riskli bir girişimde –işin tabiatı gereği– başarı şansı garanti değil. Benim en iyi tahminim şu: ABD bu yönde bazı ciddi çabalar sarf edecek; ancak bu, Washington’un Irak’ta yaptıkları veya yapmadıklarından ziyade sahadaki yerel halka bağlı olacak ve bu da sonucu tahmin edebilmeyi neredeyse imkânsız kılıyor.

Amerikan Politikasının Muhtemel Sonuçları
Yukarıdaki analiz göz önünde tutarak ABD Irak’ta ne yapmalı? Senaryolardan biri, daha evvel alıntıladığım makalelerinde meydan okumayı son derece dikkatlice tanımlayan, doğrudan bu konularla ilgilenmiş iki eski Amerikalı yetkili olan Jim Jeffrey ve Wa’el Alzayat’ın gayet makul şu tavsiyesini takip etmektir:
ABD; Irak’ta İbadi hükümetini destekleyecek, uluslararası yeniden inşaya öncülük edecek, bağımsızlığı cesaretlendirmeden Kürdistan’la özel ilişkilerini sürdürecek ve Irak’ı küresel finans ve enerji sistemine entegre edecektir. Ayrıca ABD, IŞİD’in kalıntılarını kökünden kazımak ve Irak ordusunu geliştirmek için, aynı zamanda Amerikan taahhütlerinin de bir işareti olarak, küçük bir askerî birliği orada tutacaktır… Irak, tam anlamıyla ne Amerikan ne de İran kampında yer alacak ve fakat İran’ın, tıpkı Lübnan’da yaptığı gibi, Irak topraklarında da güç projeksiyonuna girişmesini engellemek için yeterince bağımsız bir pozisyonda kalacaktır. Bu tür bir yol haritası, tüm mezheplerden ve etnisitelerden Iraklıların İran’ın ülkelerine tecavüz ettiğine dair endişelerinden istifade edecektir. Bu senaryo başarılı olamadığı takdirde bundan geri dönüş, geleneksel olarak Batı yanlısı Kuzey Irak’taki özerk Kürdistan’la yakın Amerikan güvenlik bağlarını daha da geliştirmek olacaktır.[5]
Bu senaryodaki tek problem, Bağdat ile Erbil arasındaki ihtilaflı bölgeler, petrol gelirlerinin paylaşımı ve hatta muhtemel Kürt ayrılıkçılığı ve nihai bağımsızlığı gibi keskin farklılıkları geçiştiriyor görünmesi. Kısa vadede bu muammanın çözümü, bütün bu farklılıkların –tek taraflı hiçbir adım atmadan ve tabii ki hiçbir askerî provokasyona başvurmadan– iki taraf arasında hüsnüniyetle müzakere edilmesi gerektiğine dair Amerikan pozisyonunu sürdürmek olabilir. Bu, ABD’nin aralarında gücendirici bir tercih yapmak zorunda kalmadan, hem Bağdat hem de Erbil’le yakın güvenlik ve diğer bağlarını sürdürmesinde elini serbest bırakarak, bir süreliğine yeterli olabilir.
Ancak uzun vadede bu konular o denli bardağı taşırabilir ki ABD de dahil tüm tarafları bazı son derece zorlu ikilemlerle baş etmek zorunda bırakabilir. Bu durumda muhtemel Amerikan tercihi, her zamanki gibi, arabuluculuk ve uzlaşma teklif ederek veya ihtilaflarını görmezlikten gelerek hem Kürtlerle hem de Araplarla samimiyeti sürdürmeye çalışmak olacak. Ancak eğer ki bir tercih kaçınılmaz hale gelirse, muhtemelen yukarıda belirtilen o çok önemli temel faktör Amerikan pozisyonunu ciddi şekilde etkileyecek: Daha geniş çaplı İran nüfuzunu Irak’ta ve bir bütün olarak bölgede çevreleme oyununda hangi tercih işe yarayabilir?
Kanaatimce, en azından, bu hedef ABD’nin gelecekteki Irak politikası için gerçekten de doğru olan. İran’ın Irak’taki ve bir bütün olarak Ortadoğu’daki zararlı nüfuzunu çevrelemek oldukça ürkütücü bir görev olacak. Yine de bu, gerek ABD’nin gerekse onun bölgesel ve küresel müttefiklerinin hem menfaatlerine hem de değerlerine hizmet edecek. Bu nedenle Amerikan insani, siyasi ve mali sermayesinden önemli bir maliyetin altına girmeye değer – ki bizim bölgesel ortaklarımız bu yükün çok daha ağırına katlanacaklar.
Bu, İran –bırakın saldırılmayı– tecrit edilmeli veya kovulmalı demek de değil. Kastımız şu: Irak’taki temel Amerikan hedefi, bu ülkenin tamamen İran’ın tahakkümüne girmesini önlemek olmalı. Zira aksi bir durum, hiç şüphesiz, Tahran’ın bölgesel hegemonyasına ve bütün Ortadoğu için Amerikan karşıtı bir ara döneme doğru gidiş anlamına gelecek. ABD, –kendi iyiliği için– dünyanın bu oldukça istikrarsız ve fakat hayatî bölgesinde daha iyi bir geleceği desteklemek için sorumluluğu üstlenmeli ve muhtemelen bunu yapacak.





[1] James F. Jeffrey ve Wa’el Alzayat, “Focus on Clear Goals to Contain Iran in Iraq and Suriye,” The Cipher Brief, 11.8.2017, s.1.
[2] Michael Knights ve Hamdi Malik, “The al-Abbas Combat Division Model: Reducing Iranian Influence in Iraq’s Security Forces,” Policy Watch No. 2850, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 22.8.2017.
[3] Munqith Dagher, “Iraqi Public Opinion Shows a New Bridge of Hope and an Old Valley of Concern,” Fikra Forum, 7.6.2017.
[4] Michael Knights, “The ‘End of the Beginning’: The Stabilization of Mosul and Future U.S. Strategic Objectives in Iraq,” Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi İfadesi, 28.2.2017; Michael Knights, “Preventing Allies from Fighting Each Other in Iraq’s Disputed Areas,” Policy Watch No. 2812, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 31.5.2017; Michael Knights ve Yousif Kalian, “Confidence and Security-Building Measures in the Nineveh Plains,” Policy Watch 2832, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, 14.7.2017.
[5] Jeffrey ve Alzayat, s.2.


8 Şubat 2018 Perşembe

D.KIRKPATRICK: İSRAİL, KAHİRE’NİN ONAYIYLA MISIR’DA HAVA SALDIRILARI DÜZENLİYOR




David D. Kirkpatrick (The New York Times’ın Londra bürosu muhabiri; 2011-2015 döneminde gazetenin Kahire büro şefiydi. Mısır’da Arap Baharı sürecini anlattığı kitabı önümüzdeki aylarda “Into the Hands of the Soldiers” adıyla Viking yayınevinden çıkacak)
The New York Times, 3.2.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız

Mısır’ın Kuzey Sina bölgesindeki cihatçılar, İslam Devleri (İD)’ne biat ederek ve önemli bir şehri ele geçirip burada askerî kontrol noktaları kurarak yüzlerce askeri ve polisi öldürdü. 2015 yılı sonunda bir Rus yolcu uçağını da düşürdüler.
Mısır bunları durduramıyor görüntüsü verince sınırının hemen öte tarafındaki tehlike karşısında teyakkuza geçen İsrail devreye giriverdi.
Menşeini gizleyen İsrail insansız hava araçları (İHA’lar), helikopterleri ve savaş uçakları, tamamı Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’nin onayıyla, iki yılı aşkın bir süredir her hafta örtülü hava operasyonları gerçekleştirmekte olup şimdiye kadar Mısır topraklarına yönelik bu saldırıların sayısı 100’ü aştı.
Dikkat çekici bu işbirliği, Mısır-İsrail ilişkilerinin gelişiminde yeni bir aşamaya tekabül ediyor. Vakti zamanında birbiriyle üç [Z.T.K. doğrusu dört] defa savaşmış düşmanlar iken, daha sonra [Z.T.K. 1979’dan itibaren] sıkıntılı bir barış altında rakibe dönüşen Mısır ile İsrail’in ilişkileri, şimdilerde ortak bir düşmana karşı yürütülen örtülü bir savaşta gizli bir müttefikliğe evirilmiş durumda.
Kahire için İsrail’in bu müdahalesi, Mısır ordusunun militanlara karşı yaklaşık beş yıldır yürüttüğü savaşta bölgede yeniden zemin kazanmasına yardımcı bir faktör oldu. İsrail içinse bu saldırılar, hem kendi sınırlarını güvence altına almasını hem de komşusunun istikrara kavuşmasını sağladı.
Kuzey Sina’daki bu işbirliği, bölge siyasetinin kapalı kapılar ardında yeniden yapılandığının şimdiye kadarki en dramatik kanıtı. IŞİD, İran ve siyasal İslam gibi ortak düşmanlar, birçok Arap devletinin liderini İsrail’le sessiz sedasız gelişen bir işbirliğine/uyuma soktu; her ne kadar sözkonusu ülkelerin yetkilileri ve basın-yayın kuruluşları kamuoyu önünde Yahudi devletine sayıp sövmeye devam etseler de. 
Amerikalı yetkililer, İsrail’in hava operasyonlarının Mısır silahlı kuvvetlerinin militanlara karşı üstünlük sağlayabilmesinde kesin bir rol oynadığını söylüyorlar. Ancak İsrail’in bu rolü, Ortadoğu barış müzakereleri de dâhil bölge için bazı beklenmedik sonuçlar doğuruyor. Nitekim bu durum, İsrailli yetkililerde Mısır’ın hâlihazırda topraklarını kontrol etmek için dahi kendisine bağımlı olduğu kanaatini kısmen de olsa uyandırıyor.
Hâlihazırda veya geçmişte Ortadoğu politikasıyla görevli yedi İngiliz ve Amerikalı yetkili, Mısır topraklarına yönelik İsrail saldırılarını -isimlerinin gizli kalması şartıyla- anlattı. İsrail ve Mısır ordularının sözcüleri ile Mısır dışişleri bakanlığı sözcüsü ise yorum yapmaktan kaçındı.
Her iki komşu da Mısır içinde tepkilere ve beklenmedik kötü sonuçlara yol açabileceği korkusuyla hava saldırılarında İsrail’in rolünü gizlemeye çalışıyor; Mısır hükümet yetkilileri ve devlet kontrolündeki medya, İsrail’den can düşmanı olarak bahsetmeye ve Filistin davasına bağlılık sözü vermeye devam ediyor.
İsrail İHA’larında menşelerini bildiren işaretler bulunmazken savaş uçakları ve helikopterleri de işaretlerini gizliyor. Bu operasyonlarla ilgili bilgi veren Amerikalı yetkililere göre, bazıları Mısır’ın içlerinden geldikleri izlenimini uyandırmak için dolambaçlı rotalar dahi izliyor.
İsrail’de askerî sansür, söz konusu hava saldırılarının haber olup da kamuoyuna yansımasını kısıtlıyor. Herhangi bir İsrailli birliğin veya özel harekâtın Mısır sınırlarından içeriye ayak basıp basmadığı net değil; nitekim bu durum operasyonların ifşa olma riskini artıracaktır.
Amerikalı yetkililerin söylediğine göre Sayın Sisi, dar ve küçük bir ordu ve istihbarat çevresi dışında bu hava saldırılarının menşeini herkesten gizlemeye çok daha fazla itina gösteriyor. Mısır hükümeti Kuzey Sina’yı yasak askerî bölge ilân ettiğinden buraya hiçbir gazeteci bilgi toplamak amacıyla giremiyor.
Mısır’ın komuta kademesi, bundan 40 sene evvel 1978’de Camp David Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana, İsrailli mevkidaşlarıyla perde arkasında sürekli daha da yakınlaşıyor. İsrail’in, HAMAS denetimindeki Gazze Şeridi’ne karşı uyguladığı ablukaya Mısır güvenlik güçleri de yardım ediyor. İki ülkenin istihbarat servisleri, uzunca bir süredir sınırın her iki tarafındaki militanlara karşı bilgi paylaşımı içinde.
Arap Baharı isyanının ardından Mısır’ın Müslüman Kardeşler liderlerinden birini 2012’de cumhurbaşkanı olarak seçmesi İsrailli yetkilileri endişelendirmişti. Yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Camp David Anlaşmalarına saygı duyma sözü verse de İsrailliler, Müslüman Kardeşler’in HAMAS’la ideolojik yakınlığından ve Yahudi devletine tarihî husumetinden endişeliydi.
Bir sene sonra dönemin savunma bakanı Sayın Sisi askerî bir darbeyle Sayın Mursi’yi devirdiğinde İsrail, bu yönetim değişikliğini memnuniyetle karşıladı ve Washington’ı bunu kabul etmeye ısrarla teşvik etti. Bu gelişme sınırın her iki tarafındaki generaller arasında var olan ortaklığı perçinledi.
Süveyş Kanalı ile İsrail sınırı arasında yer alan, Mısır hükümetinin [egemenliğinin] zayıf olduğu dağlık çöl bölgesi Kuzey Sina, Sayın Sisi’nin başa geçmesinden evvelki on yılda İslamcı militanlar için bir sığınağa dönüşmüştü [Z.T.K. Doğrusu, 1980’ler ve 1990’larda da Sina’da durum bu şekildeydi]. Ana cihatçı örgüt olan ve İsrail’e saldırmaya odaklanan Ensar Beytü’l-Makdis, Sisi darbesinin ardından Mısır güvenlik güçlerine karşı ölümcül saldırılara öncülük etmeye başladı.
İlk defa Sisi’nin iktidarı ele geçirmesinden birkaç hafta sonra 2013’ün Ağustos’unda, Kuzey Sina’da meydana gelen iki esrarengiz patlamada beş militan hayatını kaybetti. Associated Press haber ajansı, ismi açıklanmayan Mısırlı yetkililere dayandırdığı haberinde, İsrail’in İHA’lardan attığı füzelerle militanları öldürmesinin Mısır tarafının bir İsrail havaalanına sınır ötesi saldırı planlandığı uyarısından kaynaklanabileceğini vurguladı. (İsrail havaalanını bir önceki gün kapatmıştı.)
Sisi’nin sözcüsü Albay Ahmet Ali ise bunu yalanladı. O dönemde yaptığı bir açıklamada “Mısır topraklarına yönelik herhangi bir İsrail saldırısına ilişkin iddiaların ne şekil ne de öz itibarıyla herhangi bir gerçekliği vardır” diyerek konuyla ilgili soruşturma açılacağı sözü verdi. “Bu konuda Mısır ile İsrail tarafı arasında koordinasyon iddiaları tamamen gerçek dışıdır, akıl ve mantığa tümüyle aykırıdır” diyerek sözlerine devam etti.
İsrail ise yorum yapmaktan kaçındı ve bu sahne öylece unutulup gitti.
Ancak bu olaydan iki sene sonra Sayın Sisi, en az yüzlerce Mısır askeri ve polisini öldürmüş olan militanları hala daha yenilgiye uğratmaya çalışıyordu.
Ensar Beytü’l-Makdis örgütü Kasım 2014’te resmen kendisini İD’in Sina Vilayeti olarak ilan etti. 1 Temmuz 2015’te militanlar kısa bir süreliğine de olsa Kuzey Sina’daki Şeyh Zuveyd bölgesinin kontrolünü ele geçirdi; ancak Mısır savaş uçakları ve helikopterlerinin bölgeyi vurması üzerine geri çekildi. Ardından ekim ayı sonunda militanlar bir Rus charter uçağını düşürerek 224 yolcunun ölümüne yol açtı.  
Tam da bu meşum kilometre taşları yaşanırken İsrail, 2015 yılı sonunda hava saldırıları dalgasına başladı. Amerikalı yetkililer bu saldırılarda militanların uzunca bir elebaşları listesinin öldürüldüğünü düşünüyorlar. Her ne kadar öldürülenlerin yerlerini aynı derecede acımasız halefleri almış olsa da militanlar hedef küçültmeye zorlanmışa benziyor. Zira artık yol kesmeye, kontrol noktaları kurmaya veya belli topraklar üzerinde hak iddia etmeye cüret edemiyorlar. Bunun yerine Sina’da yaşayan Hristiyan topluluklar, Nil Vadisi’ndeki kiliseler veya kâfir saydıkları diğer Müslümanlar gibi daha yumuşak hedefleri vurmaya başladılar. Kasım 2017’de militanlar Kuzey Sina’daki bir Sufi camiinde ibadet halindeki 311 kişiyi öldürdüler.  
Amerikalı yetkililerin belirttiğine göre İsrailliler, o zamana değin [Z.T.K. yani 2015 yılı sonuna kadar] Mısırlıların planda kendi üzerlerine düşeni yerine getirmediği konusunda Washington’a dert yanıp durmuşlar. Kahire’nin hava saldırılarıyla koordineli bir şekilde kara birliklerini harekete geçirmekte başarısız olduğunu belirtmişler.
İsrail ordusunun sansürleri İsrail medyasının bu hava saldırıları hakkında haber yapmasını engellemiş olsa da bazı kuruluşlar, Bloomberg News kanalının ismi açıklanmayan eski bir İsrailli yetkilinin Mısır topraklarında İHA’larla saldırılar düzenlediklerine dair 2016 yılına ait haberinden alıntılar yaparak sansürün etrafından dolandılar.
İsrail’de çalışan Kuzey Sina uzmanı Zack Gold, bu hava saldırılarını, herkesin malumu bir sır olan İsrail’in nükleer silah programıyla kıyasladı. Gold dedi ki “Mısır topraklarına yönelik İsrail hava saldırıları [gizlilik bakımında nükleer silah programıyla] neredeyse aynı seviyede. Burada kim ne zaman nükleer programdan bahsedecek olsa espriyle karışık ‘yabancı basına göre’ diye ekler. İsrail’in Mısır’daki temel stratejik menfaati istikrar olduğundan yetkililer, bu [sırrı] alenen ifşa etmenin istikrarı tehdit edeceği kanaatindeler.”
Amerikan yönetimi içinde o denli yaygın biçimde biliniyor ki diplomatlar ve istihbaratçılar bu konuyu Capitol Hill’deki kanun koyucularla dışa kapalı brifinglerde tartışıyorlar. Ancak Amerikan Kongresi’ndeki dışa açık komite oturumlarında kanun koyucular, Kuzey Sina’da şaşırtıcı bir şekilde yakın Mısır-İsrail işbirliğinin varlığını üstü kapalı şekilde onaylıyorlar.
Telefonla yapılan bir mülakatta Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin kıdemli Demokrat senatörü Benjamin L. Cardin, İsrail’in Mısır’daki askerî harekâtlarının ayrıntılarını tartışmaktan kaçındı, ama dedi ki İsrail “komşusuna karşı salt iyiliğinden” harekete geçmiş değil. “İsrail, Mısır’ın Sina’sında yaşanan kötü şeylerin kendi içine sızmasını istemiyor” dedi ve ekledi: Mısır’ın İsrail’in rolünü vatandaşlarından saklama çabası “yeni bir olgu değil.”
İsrail’in bazı Amerikalı destekçileri, Mısır İsrail ordusuna bu denli bel bağlamışken Mısırlı yetkililerin, diplomatların ve devlet kontrolündeki medyanın -özellikle de BM gibi uluslararası toplantılarda- Yahudi devletini alenen eleştirip kınamaktan artık vazgeçmesi gerektiğini savunuyorlar.
Hem Dış İlişkiler Komitesi’nin kıdemli Demokrat üyesi hem de Temsilciler Meclisi üyesi olan Eliot L. Engel, bu konuda “Sisi’yle konuştuğunuzda İsrail’le, İsraillilerle konuştuğunuzda Mısır’la güvenlik işbirliğinden bahsediyor, ama bu ikiyüzlü oyun devam ediyor. Bu durum kafamı allak bullak ediyor” dedi.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da Amerikalı diplomatlara Sina’da İsrail ordusunun rolünü açıkça hatırlatmaktan çekinmiyor. Görüşmelere katılmış veya konuyla ilgili brifing almış üç Amerikalı yetkiliye göre, mesela Şubat 2016’da Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry Ürdün’ün Akabe şehrinde gizli bir zirve toplayarak Mısır lideri Sayın Sisi’yi, Ürdün Kralı Abdullah’ı ve İsrail lideri Sayın Netanyahu’yu bir araya getirmiş. Sayın Kerry, Filistin devleti pazarlığının bir parçası olarak, Mısır ve Ürdün’ün İsrail’in güvenliğini garanti edeceği bir bölgesel anlaşma teklif etmiş.

Sayın Netanyahu bu teklifle dalga geçmiş. Amerikalıların anlattığına göre, Netanyahu “İsrail ordusu zaten Mısır ordusunu destekliyor” demiş. Mısır kendi sınırları içindeki toprakları dahi kontrol edemezken İsrail’in güvenliğini garanti edecek bir konuma neredeyse hiç sahip değil, iddiasını öne sürmüş.