İSLAMCI DALGA… SULAR GERİ
Mİ ÇEKİLİYOR?
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli düşünürlerinden. Devrimin ardından
2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları
savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça,
24.5.2016
Tercüme eden: Zahide Tuba
Kor
Not: Bu tercüme, el-Cezire
Türk internet sitesinde 2.6.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/islamci-dalga-sular-geri-mi-cekiliyor
Milliyetçilik ve
vatanperverlik hayalleriyle dolu bir genç olarak başlayıp Tunus’un eski
cumhurbaşkanlığına kadar uzanan yarım asrı aşkın siyasi hayatım boyunca üç
siyasi fikri dalganın hızla yükseliş ve çöküşüne bizzat tanık oldum:
vatanperverlik, milliyetçilik ve komünizm. Bugün ise dördüncü dalganın çökmekte
olduğunu gözlemliyorum.
Yani 1970’lerde yükselmeye
başlayıp 1990’ların sonlarında zirvesine ulaştığını bizzat gördüğüm İslamcı
dalganın…
“Gözün ve kulağın
yalanladığı bu kanaate nereden vardın?” diye soranlar olabilir. Dünya
sokaklarında gezen tesettürlü kadınların ve sakallı erkeklerin sayısındaki
patlamaya bir bakın. Silahlı dini grupların yapıp ettiklerine dair medyada
yayınlananlara bir kulak verin. İslamcıların direniş (mesela Hamas), fakirlere
yönelik duruş (hayır kurumları), yolsuzluğa bulaşmayan yönetim (Türkiye’de
Adalet ve Kalkınma Partisi) ve diktatörlükler karşısında kararlılık ve direnç
(Mısır’da Müslüman Kardeşler) konularında dışarıya nasıl bir görüntü verdiğine dikkat kesilin.
Bütün bu konularda
tartışmaya mahal yok. Ancak benim gibi 1970’lerde henüz delikanlı olanlar
hatırlar; o günlerde Sovyetler Birliği sanki daha bin sene varlığını sürdürecek
bir güç gibiydi. Komünizm adeta dünyayı istilaya hazırlanıyor, onsuz bir
gelecek olmayacağını, kendisi dışındaki tüm hareketlerin tarihin çöplüğünü
boylayacağını vaat ediyordu.
Belki entelektüeller
arasında hâlâ hatırlayanlar vardır; eğer bir Marksist veya en azından
“Marksistleşme yolunda” değilseniz, kafası çalışan ve değer sahibi biri olarak
algılanmanız mümkün değildi.
Dünyanın her şehrinde kadınlarda “mini etek”, erkeklerde
uzun saç ve solcu sakalı modası veya silahlı komünist hareketlerin
Avrupa’dan Latin Amerika ve hatta Japonya’ya kadar her yeri istilası hakkında
fazla söze hacet var mı?
Bütün bunlar, her ne kadar
pek çoklarının fark edemediği kadar sessiz sedasız ve yavaş yavaş da olsa, sanki
mukavvadan bir köşk gibi çöküp gitti. Ve işte şu anda İslamcı dalgayla ilgili
olup biten tam da bu.
İslamcılık bugün ne durumda?
Argümanlarımı ortaya
koymadan, herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermemek için bir hususu
vurgulamak istiyorum: Ben burada İslam’dan, yani babalarımızın ve atalarımızın
dininden, bu ümmetin belkemiğinden, Müslüman’ı yaratanıyla birbirine bağlayan
manevi ilişkiden ve yine onu aynı kaynaktan beslenen tüm insanlıkla irtibatlı
kılan kültürel ilişkiden bahsetmiyorum.
Aynı şekilde, İslam’ın
tebliğinden, yani Yüceler Yücesi Peygamber Efendimizin insanlar arasında yaymak
üzere geldiği o güzel ahlakı kökleştirmek için gerekli süresiz eğitimden de söz
etmiyorum.
İslamcı dalgayla kastım,
ister samimiyetle ister birtakım hesaplarla olsun, iktidara ulaşmak ve mümkün
olan en uzun süre başta kalmak için İslam’ı kendisine fikrî referans olarak
alan ve örgütsel seferberliğinin sancağı kılan her türlü siyasi hareketler.
Burada dalga kavramı
üzerinde de durmak gerekiyor. Dalga dediğimiz şey, adı ve hedefleri ne olursa
olsun, toplumda hızla yayılan birtakım fikir, değer ve davranış biçimleri ile
bu değerleri benimseyen siyasi örgütlerdir.
Her dalga gibi bu
sonuncusu da yükselişin verdiği enerjiyle dolu. Daha evvel denediği
alternatiflerin tamamen veya kısmen başarısızlığı karşısında toplumun artık
kendisini krizlerden çıkaracak çözümler için yanıp tutuşur hale gelmesi, yeni
dalganın ardındaki en önemli faktörlerden biri. Buna ek olarak, psikolojik ruh
hali o denli büyük bir iyimserlik, yüksek bir heyecan ve samimi bir iman içinde
ki, sanki toplum sonunda “çözüm”ü keşfetmiş, tüm meseleleri anlamak için teorik
anahtarı ve çözüm için de pratik programı bulmuş gibi.
Hızla yükselen bu dalga,
daha önceki dalgaların taraftarları için otoritelerini ve çıkarlarını kaybetmek
demekken, bu dalganın üstündekiler için bireysel ve toplu hayallerini
gerçekleştirmek, makam ve mevki kapmak, hatta intikam almak için bir fırsat. Bu
kaygılar ya da umutlar milyonlarca insanda somutlaştığında oldukça kuvvetli bir
motivasyon kaynağı olabilir.
Tıpkı med-cezir olayındaki
gibi her dalga yükseldiği gibi geri de çekilir ve bunun nesnel ve öznel
sebepleri vardır.
Toplum, bir deneme
süresinin ardından söz konusu dalgaya ilişkin kritik bazı sorular yöneltmeye
başlar: Peki tamam da bütün vaatlerini yerine getirdin mi? Sana bağlanan onca
büyük ümidin hakkını verdin mi? Sonuç olarak neyi başardın?
Maalesef ki dalganın en
zorlu imtihanda sınıfta kalması değişmez bir kuraldır. İmtihanı yapanın ise her
türlü değişime karşı direnme, her gidişatı bozma ve bütün hayalleri alaya alma
konusunda acayip bir yetenek kazanması da kötü bir gerçekliktir. Bunun
sonucunda önce hayal kırıklığı, ardından şüphe, sonra da yeni bir alternatif
arayışı gelir; böylelikle akıllarda ve gönüllerde çöküş başlar.
Bölgede çöken fikri dalgalar
Vatanperverlik sınıfta
kaldı. Bu dalga, “vatandaşlık” olmaksızın vatanperverliğin manasızlığını unutan
veya kasten görmezden gelen, yolsuzluklara batmış despot rejimlere
dönüştü. Bu süreçte devletin bağımsızlığının otomatikman hürriyeti ve
refahı beraberinde getirmediği, çoğunlukla halkın dış işgalin yerini
dolduramadığı ve bazen de dış işgalin sadece içeride soydaşların işgaliyle yer
değiştirdiği ortaya çıktı.
Milliyetçilik de çöktü.
Öyle ki, bu ideoloji, sadece Arap halklarını birleştirmekte başarısız olmakla
kalmadı. Vaat ettiği şekilde Filistin’i özgürleştirmek şöyle dursun, kontrolü
altındaki talihsiz ülkeleri dahi paramparça etti. İşte bugün yaşadığımız şey,
Arap milliyetçiliğinin çok derin ve benzersiz bir uçuruma yuvarlanması,
Suriye'de oluk oluk akan kan deryası üzerinde kurulu duran iktidarı elden
bırakmama pahasına bir halkın ve bir ülkenin yerle bir edilişidir.
Çin Komünist Partisi
kapitalizmin hamisine dönüştüğünde ve İtalya ile Fransa’daki muhafazakâr
rejimlerin öcüsü olan komünist partiler tamamen ortadan kalktığında komünizm de
sınıfta kaldı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun çöküşünden söz etmeye
ise gerek dahi yok.
Med-cezir, yani “her
kabaran dalga geri çekilir” kanununun İslamcı dalgayı içermeyeceğini söylemek
boş bir kibir. Çöküş alametlerinin diğerlerinden farklı olmadığı ne gözden ne
de ferasetten gizlenebilir.
Bu çöküşü değerlendirmek
için siyasal İslam’ın üç hâlinin başarısızlığını incelemek gerekir.
İktidardaki siyasal İslam
İslamcılık, siyasal İslam’a
bağlı olan ülkelerin ekseriyetinde, baskıcılık, yolsuzluk ve verimsizlik
açısından geçmişte ve bugün vatanperverlik, milliyetçilik veya komünizm adına
yönetimde bulunan diğer herhangi bir rejimden hiç de geri kalmayan despotluklar
için salt ideolojik bir kılıf niteliğinde.
Silahlı muhalif siyasal İslam
Meşru direniş hareketleri
olan Gazze’deki Hamas ve 2006'ya kadar Hizbullah örnekleri veya Suriye’deki
despotluğa karşı savaş veren hareketler hariç, silahlı muhalif siyasal
İslam'ın, Arap ve İslam ümmetine ve bizzat İslam dininin kendisine yönelik
günümüzün en büyük felaketi niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz.
Bu silahlı gruplar,
sınırlarımız dışında giriştikleri anlamsız maceralarla, topraklarımızda
doğrudan askeri varlık bulundurmak için Batı’nın eline bir mazeret vermekten
başka bir iş başarmadılar. Avrupa ve Amerika’da yaşayan on milyonlarca
Müslüman’ın hayatını zehirlediler. Bütün dünyanın bizi, terör doğurmaktan ve
kendisine karşı bir tehdit kaynağı olmaktan başka işe yaramayan bir ümmet
olarak görmesine yol açtılar. Oysaki terörün kurbanlarının yüzde 90’ı yine Arap
ve Müslümanlardan oluşuyor.
Selam verirken bile
“es-Selamu aleykum”, yani "barış üzerinize olsun" denilen bu din
adına yapılan katliamları açık açık konuşmak lazım. Üstelik de bu katliamlar
hem Sünni mezhebin bizzat kendi içinde hem de Sünnilerle Şiiler arasında
yapılıyor. Bu iğrenç katliamlar, sadece dünyanın geri kalanının Müslümanlardan
değil, aynı zamanda Müslümanların da birbirlerinden korkup nefret etmesinde çok
büyük bir rol oynadı. Bu akım Müslümanların arasını kanlı bir şekilde açtı ve
Allah’ın emrettiği gibi kardeş olmalarına engel oldu.
Silahlı siyasal İslam’ın
yol açtığı felaketler listesine bir şey daha eklemek gerek. Bu tür gruplar,
teröre karşı savaş adı altında Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst sınıfların
desteğini arkasına alarak konumunu güçlendirip iktidardaki devamlılığını
sağlamaya çalışan despot rejimlere çok değerli bir hediye oldular. Bu akım,
despotluğun alternatifinin kendisi değil, Arap Baharı’nda yükselen kitlesel
barışçıl gösteriler olduğunun farkına varınca Arap Bahar’ının diri diri toprağa
gömülmesine katkıda bulundu.
Sivil muhalif siyasal İslam
Ne acı verici bir garabet
ki bugün siyasal İslam, hem silahlı hem de sivil alternatifiyle eski sistemin
destekçisi konumunda. Her akım bunu farklı mekanizmalarla gerçekleştiriyor.
Fakat sonuç aynı. Sivil siyasal İslam, gelecekle ilgili projeler geliştiren
güçlerle ittifakını kuvvetlendirmek yerine, birden çok Arap ülkesinde bir
alternatif olmakta aciz kaldığını kabullenip, Arap Baharı halklarının
başkaldırdığı sisteme ortak olabilmek için gayret sarf ediyor.
Bu, eski sistem için çok
değerli ikinci bir hediye oldu ve artık maliyetli baskılara ihtiyaç kalmadı.
Zira, iktidardan biraz pay alma karşılığında, eski hasmını evcilleştirerek
geçmişteki bütün tehlikesini bertaraf etti ve onu bu şekilde arkasına almış
oldu.
Bu gibi partilerin, önce
isimlerindeki İslami sıfatından vazgeçmelerinin ve ikinci aşamada İslami
referansın kendisinden sıyrılmalarının manasına dikkat edelim. Komünist
partiler de çöküş sırasında aynı aşamadan geçti. Onlar da önce isimlerini
değiştirmişler, ardından demokrasi kisvesine bürünmek ve kimseyi ürkütmeyen
tozpembe bir sosyalizme dayanmak için proleter diktatörlük projesiyle
alakalarını kestiklerini iddia etmişlerdi. Ancak bu kurtulma çabası, çöküşü
engellemek şöyle dursun, daha da hızlandırmıştı.
Bu gidişatın sonucu,
İslami partilerin kahir ekseriyetinin iktidarda kendisine bir konum arayan
sağcı partilere dönüşmesi. Her ne kadar bunun bedeli, dışarının ve – ister
temiz isterse yolsuzluklara bulaşmış olsun – sermayenin dayatmalarına, yani
klasik Makyavelci siyasetin bütün araçlarına uyum sağlamak da olsa...
Ve aslında bu,
“İslamileştirme”, “ahlakileştirme” denkleminin nihai bir çöküşü. Zira bu
partiler, yükseliş dönemleri boyunca iddia ettikleri ve kendilerine destek
veren herkesin de ümit ettiği şekilde, siyaseti “ahlakileştirme”yi
başaramadılar. Tam aksine siyasetin İslami partileri “Makyavelcileştirme”yi
başardığını görüyoruz.
Kendi görüşümü, yani
demokrasiyi pazarlayabilmek için okuyucuları çağımızın tüm ideolojilerini
“inkar”a sevk etmek istediğimi zannedenler yanılıyorlar. Demokrasinin mevcut
çözümler içinde kötünün iyisi olduğuna inansam ve ona tam bağlı olsam da, bana
göre, demokrasi de, yine aynı sebeplerle, med-cezir kanunundan sapmayacak bir
dalga.
Demokrasi ile gerçek arasındaki
uçurum
“Halkın halk tarafından
halk için yönetimi” olarak formüle edilen parlak demokrasi teorisi ile acı
gerçek arasında bir uçurum her zaman var. Bu acı gerçek, bir yandan kirli
paranın kontrolündeki kirli medya ve kirli siyasetçiler, öte yandan dün
Hitler’i seçen ve belki yarın da Trump’ı başa geçirecek olan aldatılması kolay
kitlelerin varlığı. Mesela bugün Filipinler’in başında, insan haklarını çöpe
atma arzusunda yeni bir lider bulunuyor.
Bizim kaderimiz,
despotluğun demokrasinin yolunu döşemesi, demokrasinin de yeni despotluk
dalgasının yolunu açması.
Arap Baharı sonrası sivil
siyasal İslam’la, yani Nahda hareketiyle kurduğumuz eski ittifakların
başarısızlığa uğraması yüzünden şahsi bir hesaplaşmaya giriştiğimi düşünenler
varsa eğer, çok daha büyük bir hata içindeler. Tunus’un o dönemde içinde
bulunduğu şartlar gereği böyle bir ittifak zaruriydi ve ben bundan hiç de
pişman değilim. Her halükarda bu ittifak süresiz olarak sona ermiş durumda.
Sözlerimi, hızla ilerleyen
kötümserlik dalgasının bir parçası olarak algılamamak gerek. Zira Filistinli
yazar Emil Habibi’nin o zarif ifadesiyle ben “kötüyimser”im, yani hem kötümser
hem de iyimserim.
"Kötüyimser"in
nazarında, kötümser olan kötümserliğinde hata içindedir, zira
yaratılışın/ahlakın ve hayrın gücünün hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini
görmezden gelir; tıpkı iyimser olanın da iyimserliğinde yıkımın ve şerrin
gücünü asla bir kenara bırakmadığını görmezden gelmek suretiyle hataya düştüğü
gibi.
"Kötüyimser"
olmak, zafere ulaşana kadar zorlukların ve engellerin bileğini bükemeyeceğine
ümit bağlamak ve kuruntulara asla boyun eğmemek demektir.
İdelojiler şifa veren
reçetelerdir
Bir hekim olduğumu
hatırlatarak şunu söylemek istiyorum: Bana göre tüm ideolojiler, toplumların
hastalıklarından şifa bulması için ortaya atılan reçetelerdir. Doktor, ilaç işe
yaramadı diye uzun süre üzülmez; en ağır hastalıkları tedavi etmeye çalışanlara
başarısı ve şansı yaver gitmedi diye sevinmez veya onları suçlamaz. Bilhassa
insanların hayatıyla ilgili en zorlu araştırmaları sürdürmek için edindiği
tecrübeler kendisine yeter.
Böyle bir zihniyetle
siyasi-fikri ideolojik bir dalganın akıbeti hakkında bir sorgulama yapmıyoruz.
Zannederim tarih bu konuda sözünü söylemiştir. Burada sorguladığımız şey,
kolektif bilinç ve bilinçsizlik içinde, sessiz sedasız ve yavaş yavaş
birbiriyle çarpışan yaratıcılık ve yenilenme gücünün bize hazırladıkları.
İnsanlığın ilk canlı
organizma ve bizim de nesilden nesle yenilenen hücreleri olduğumuzun farkında
olanlar çok az. Bu muazzam organizmanın aklı, vicdanı ve de bitmeyen bir
projesi var. Bu proje onu var olan tüm teknolojileri ve ideolojileri durmadan
denemeye iter. Bu da demek ki, gelecek bize tasavvur edemeyeceğimiz siyasi
tecrübeler saklıyor. Bu tecrübeler, öncekilerden daha faydalı olmayabilir.
Faydası görülmediği gibi insanlığın beklenti ve arzularını da karşılamayabilir.
Ama bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecek.
Konumuzla alakalı diğer
bir çetrefil soru da şu: Acaba liberallik, tabiatı ve daha fazla sayıda toplumu
yıkmadan çöküşü beklenen ve istenen bir başka dalga mı? Yoksa tıpkı medya
dalgası gibi kendisinden kurtulma ümidi olmayan modern medeniyetin temel bir
bileşeni mi?
Bu soruya cevap verme
riskini göze alamayacağım. Bu görevi mesele üzerinde kafa yoran başkalarına
bırakıyorum. Emin olduğumuz tek gerçek, hürriyet, onur ve adalet taleplerinin
asla ölmediği. Erdemli devlet (medinetu’l-fazıla) hayali, adeta asla
zayıflamayan bir güçle bizi geleceğe doğru çeken bir mıknatıs gibi. İşte bu
talep ve hayaller, gün gelecek bir ideoloji olarak ete kemiğe bürünecek ve
sonra o ideolojiyle fazla bir mesafe kat edilemeyeceğini gördüğünde onu da terk
edip gidecek – tıpkı hayatın yaşlı ve engelli bir bedenden çıkıp da hedefleri
peşinde yarışmaya devam edecek yeni ve taze bir bedene yerleşmesi gibi.
Sürekli kendi içinde
fikirler, hayaller ve projeler üreten kolektif bilinç ve bilinçsizlik ve bunun
sonucunda bizi savuracak müstakbel dalga bakalım ne olacak? Acaba bu dalga, daha
olgun ve uzun ömürlü mü olacak, yoksa er ya da geç kırılan hayaller sahilinde
öncekiler gibi geriye hiçbir şey bırakmaksızın bir köpük gibi çekilip gidecek
mi?