6. YILINA GİRERKEN “ARAP BAHARI”NIN ÖNÜNDEKİ
MEYDAN OKUMALAR
Zahide Tuba Kor
Not: Aşağıdaki
yazının kısaltılmış hali “Arap Baharı ve göz ardı edilen sonuçları”
başlığı altında Al Jazeera Turk web sitesinde 25 Ocak
2016 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya şu linkten ulaşabilirsiniz:
Ortadoğu’da yüzyıl
evvel inşa edilen bölgesel düzen “Arap Baharı” depremiyle birlikte kökünden
sarsılmış durumda. Bir daha 2011 öncesine dönülmeyeceği aşikâr; ama bugün bizi
bir kaosla yüz yüze bırakan bu sürecin sonunda nasıl bir düzenin ortaya
çıkacağını kestirebilmek oldukça zor. Zira devrim, karşı-devrim, toplumsal
isyan, iç savaş ve dış müdahale döngüsünde daha uzun yıllar devam edecek bir
mücadele süreci sonunda, önümüzdeki belki 15-20 yılda yeni bir bölgesel düzen
ortaya çıkacak ve bu, küresel sistemin dönüşümünü de doğrudan etkileyecektir.
“Arap Baharı”nın
altıncı yılına girerken, giderek ağırlaşan devasa problemler yığını içinde
bölgedeki –ister devrimci isterse karşı-devrimci olsun– mevcut hiçbir
iktidar/rejim çeşidi, –eğer ki toplumsal barışı ve siyasi meşruiyeti inşa edici
adımlar atmazlarsa– kısa vadede istikrarı sağlayıp da kalıcı olamayacaktır. Her
ülkenin kaderi; yerel aktörlerin iç mücadelelerinin seyrine paralel olarak
bölgesel ve küresel rekabetin/müdahalenin alacağı şekle, “Arap Baharı”nın
koşullarını yaratan sosyoekonomik meselelerin çözülüp çözülememesine, temel hak
ve hürriyetlerde ilerleme sağlanıp sağlanamamasına ve terörün kontrol altına
alınıp alınamamasına göre belirlenecektir. Bu noktada sadece bölgesel değil,
küresel sistemin de bir kriz ve dönüşüm süreci içinde olduğunu; çatışmaları
durdurucu ve –tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa veya
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve SSCB gibi– düzen kurucu/dayatıcı
hegemon bir küresel gücün artık bulunmadığını da vurgulamak gerekir.
“Arap Baharı” süreci
Arap dünyasında örgütlü geleneksel yapıların çok hızlı bir şekilde çözülüşüne
sahne oldu. Başlangıçta halk isyanlarıyla Soğuk Savaş kalıntısı, asker kökenli
seküler Arap milliyetçisi yönetimlerin beklenmedik bir şekilde çözülüşüne
(2011); ardından ilk serbest seçimlerle Müslüman Kardeşler menşeli
siyasi-toplumsal hareketlerin hızla yükselişi (2011-2012) ve gerilemesine
(2013); daha sonra eski rejimlerin kuvvet kullanarak ordular veya silahlı
örgütler üzerinden karşı-devrimlerle geri dönme çabasına (2013-2014); bu siyasi
gelgitlerle eşzamanlı olarak devrim sürecinde gözden düşen (2011) el-Kaide
tarzı geleneksel silahlı grupların karşı-devrimci dalganın etkisiyle yükselişi
(2013); son olarak da bölgede doğan otorite boşluğunda el-Kaide’den kopan IŞİD
ve biatlılarının devletleşme (2014) ve şiddeti bölge dışına yayma (2015)
sürecine şahit olduk. Neticede, “Arap Baharı”nın ilk aşamasında halklar
arasında oluşan dayanışma ruhunun aksine, bugün ister seküler Arap milliyetçiliği
isterse İslam ümmeti vurgusu üzerinden olsun bölgede kardeşliği, birlik ve
beraberliği savunan neredeyse tüm geleneksel akımlar, cemaatler ve siyasi
yapılar sarsılmış durumda.
Daha şiddetli toplumsal patlamalar yaşanabilir
Bugün Sünni Arap
dünyasında çok boyutlu ve derin bir kriz yaşanıyor. Sadece siyasi,
sosyoekonomik ve hukuki değil, bu aynı zamanda fikri, felsefi, dini ve ahlaki
bir kriz. Geleneksel kurumların, liderlerin ve akımların meşruiyet krizi
yaşadığı bir ortamda fikri-entelektüel boyutta kapsamlı ve kuşatıcı bir açılıma
acilen ihtiyaç var. Günü kurtarmaya dönük palyatif tedbirlerle ve salt
güvenlikçi bir perspektifle bu kriz halini aşmak veya daha vahimi, komplolara
sığınıp gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak mümkün değil. Dolayısıyla ne kadar
karşı-devrimlerle ve zor araçlarıyla bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın veya
dış güçler bahanesine sığınılırsa sığınılsın, gelecek yıllarda yeniden ve bu
defa çok daha şiddetli toplumsal patlamalar yaşanması kuvvetle muhtemel; hem de
“Arap Baharı”nın henüz vurmadığı monarşilerde bile. Zira bölgedeki değişim
talepleri, dışarıdan kurmaca değil, içeriden son derece sahici taleplerdir.
“Arap Baharı”
depremi, seküler-otoriter üst yapıların sarsılmasıyla yıllardır bastırılmış
durumdaki etnik, dini, mezhebi, kabilevi ve bölgesel alt kimliklerin bir anda
güçlü bir damar olarak ortaya çıkarak yeni birer fay hattı ve çatışma alanına
dönüşmesine yol açtı. Bilhassa merkezi devlet otoritesinin çöktüğü veya
kontrolü kaybettiği Libya, Yemen ve Suriye’de 2014’ten itibaren bu fay hatları
üzerinden silahlı grupların özerklik ilanlarıyla karşı karşıyayız. Geçen
yüzyılda dil veya din üzerinden geliştirilen Arap birliği projeleri ve
girişimleri, Batılılar eliyle kurulan “ulus-devlet” sistemi karşısında
tutunamamıştı; bugün ise mevcut “ulus-devletler” çatırdıyor. Önümüzdeki dönemde
ortaya çıkabilecek yeni ulus(çuk)lar ve yeni devlet(çik)lerle bölge, birliğini
ararken daha da parçalanabilir. Ancak bu defa muhtemel sınırların yabancılar
tarafından kağıt üzerinde cetvelle değil, savaş meydanlarında yerel halkların
kanıyla çizileceğinden bölgeyi derin travmalarla yoğrulan uzun bir
istikrarsızlık sürecinin beklediği söylenebilir. 1991-92’de başlayan parçalanma
sürecini halen tamamlayamamış olan Yugoslavya’dan alınması gereken çokça dersler
var.
Halkların daha onurlu
ve adil bir siyasi, iktisadi, hukuki ve toplumsal düzen taleplerinden doğan ve
özünde salt bir iktidar mücadelesine dayanan bu süreç, bölgesel aktörlerin
(İran ve Suudi Arabistan) kendi jeopolitik ve jeoekonomik çıkarları için
halkların dini ve mezhebi motivasyonlarını harekete geçirmesiyle bambaşka bir
yöne saptı. Siyasi alanın iyice daraltılması, buna mukabil hem şiddetin dozunun
artması hem de çatışma sürecinin uzaması –seküler veya İslamcı fark etmez–
bütün ideolojik ve dini kesimlerde radikalleşmeye yol açtı. Daha tehlikeli
gelişme ise mezhepler arası ve mezhep içi çatışmalara kapı aralanması oldu.
Bugün İslam
dünyasının önündeki en büyük tehlikelerden birisi tekfirciliğin giderek
yaygınlaşması. Nitekim bölgede birbiriyle çatışan grupların birçoğu kendi
davasını/savaşını meşrulaştırmak için rakibini kolaylıkla tekfir eder hale
geldi. Oysaki şiddetin ve katliamların din ve mezhep örtüsü altında
“meşrulaştırılması”, ölenin de öldürenin de din adına hareket ettiği mevcut ortam,
bilhassa bütün umutlarını yitiren genç kitleleri İslam’dan soğutarak daha
seküler, hatta din dışı veya din karşıtı bir çizgiye çekebilir. Yine
karşı-devrimci rejimlerin uyguladığı aşırı baskı ve şiddet yüzünden bölgede
daha orta yolcu, mutedil İslami grupların buharlaşmaya başlaması ve bu süreçte
geleneksel akımların (mesela Mısır’da Sisi darbesine destek veren Ezher’in,
sufi cemaatlerin ve bazı Selefi grupların) oynadıkları rollerle itibar kaybına
uğraması, bir yanda Selefileşmeyi öte yanda seküleşmeyi tetiklerken, yükselen
bu iki uç arasında ileriki yıllarda çok daha ciddi bir kutuplaşma ve çatışma
riski doğuruyor.
Bölgesel düzlemde
İran ve Suudi Arabistan menşeli mezhepçi kışkırtma Libya’dan Lübnan’a,
Suriye’den Irak’a, Yemen’den Bahreyn’e kadar birçok bölge ülkesine
istikrarsızlık ve kanlı vekâlet savaşları olarak yansıyor. Buna bir de bölgede
değişimi destekleyen Türkiye ile statükonun her ne pahasına olursa olsun
muhafazasından yana olan diğer güçler arasındaki özellikle Müslüman Kardeşler
üzerinden yürüyen mücadele ekleniyor. Ancak “Arap Baharı”na gerek destek
gerekse köstek olan bölgesel güçlerin hiçbirisi, rakiplerini etkisiz hale
getirerek kendi tercihlerini dayatacak yeterli güce ve imkana sahip değil.
Bölgesel oyuncular arasındaki güç dengesi/denkliği çatışmaları uzatırken, bir
yandan Rusya’nın rejim safında, diğer yandan Batı’nın IŞİD’le mücadele
bağlamında Suriye’deki çatışmalara doğrudan müdahil olmasıyla süreç yeni bir
safhaya taşınmış durumda. Ukrayna Kriziyle tetiklenen İkinci Soğuk Savaşın
gerek Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki gerekse Asya-Pasifik’teki gerginliklerin ve
bir türlü aşılamayan küresel ekonomik krizin etkisiyle yıkıcı bir üçüncü dünya
savaşına dönüşme ihtimali hiç de yabana atılmamalı.
IŞİD ve benzeri
hareketler, saldırılarını dünyanın dört bir yanına yayarken şüphesiz bunun en
büyük mağduru yine Müslümanlar oluyor. IŞİD korkusu/bahanesiyle birçok ülkede
Müslümanların hayat alanı daraltılıyor; İslamofobi körükleniyor, İslami
eğilimli hareketler IŞİD’le özdeşleştiriliyor, dini vecibelerin yerine
getirilmesi yasaklanıyor. Kısaca bugün dünyada ikinci bir 11 Eylül süreci
yaşanıyor. IŞİD’le mücadele altında uygulanan bu politikaların yeni bir
radikalleşme dalgasına kapı araladığı, üstelik IŞİD’i tersinden beslediği ise
göz ardı ediliyor.
Yeni toplumsal
dinamizmin taşıyıcısı Arap gençler karşı-devrim süreçleriyle ötekileştirilmeye
ve marjinalleştirilmeye çalışılırken, bunun ürettiği radikalleşmeye ve cihatçı
grupların yükselişine karşı dış güçler, İran’ın yanı sıra Şii ve Kürt gruplarla
iş tutmayı ve önlerini açmayı tercih ediyor. Daha evvel terörist örgüt olarak
kabul edilen Kürt ve Şii silahlı gruplar giderek meşrulaşıyor, en azından
“makbul teröristler” sınıfına sokuluyor. Bu politika ileride Sünni Arap
dünyasında hiç beklenmedik savrulmaları ve bölge çapında daha kanlı çatışmaları
tetikleyebilir.
Öte yandan terörü
metot olarak kullanan silahlı örgütler hem çatışma taktiği hem de silah,
mühimmat ve teknolojik imkanlar bakımından şekil değiştirmeye başladı. Libya,
Suriye ve Yemen’de ortaya çıkan otorite boşluğunda silahlı grupların düzenli
orduların envanterindeki ileri teknoloji ürünü her türden ağır silahları ele
geçirdiği, baş edilmesi güç yepyeni terör/direniş metotları geliştirdikleri,
dahası alan hakimiyeti ve “devletleşme”ye yöneldikleri yeni bir döneme girildi.
Dolayısıyla artık silahlı örgütlerle düzenli orduların ve güvenlik birimlerinin
mücadele edebilmesi çok daha zorlaşmış durumda.
Göz ardı edilen insani sonuçlar
Büyük ümitlerle ve
beklentilerle başlayan “Arap Baharı” süreci çok ağır maliyetlerle ilerliyor.
Yaşanan tahribat gözle görülenin çok çok ötesinde ve rakamlara yansıyandan çok
daha dramatik. Bugüne kadar çoğunluğu Suriye’den olmak üzere yüz binlerce insan
hayatını kaybetti veya yaralandı. Bilhassa adeta her şeyin bir ölüm
makinesine/vesilesine dönüştüğü Suriye’de “tadılmayan” ölüm çeşidi neredeyse
hiç kalmadı. Milyonlarca sivilin ya ülke içinde daha güvenli yerlere ya da her
şeyini bırakıp yurtdışına sığınmasıyla, bir diğer deyişle yersiz
yurtsuzlaşmasıyla tam bir insani kriz söz konusu. Yağan bombalarla ve sıkılan
kurşunlarla sadece altyapılar çöküp, şehirler yerle bir olup fiziken çok ağır
bir yıkım yaşanmıyor Arap coğrafyasında. Ondan çok daha vahimi, insani
değerler, tarihi hafıza ve medeniyet birikimi bir bir yok ediliyor;
yakılan/yağmalanan el yazması eserlerin bulunduğu kütüphanelerle,
yıkılan/bombalanan tarihi eserlerle bölge giderek hafızasızlaşıyor,
köksüzleşiyor. Altüst olan bölgesel düzen ve siyasi ve iktisadi yapı hep zarar
hanesinin en tepesinde zikredilse de gölgede kalan başka trajik gelişmeler de
yaşanıyor: Siyasi alandaki iç kutuplaşma ve saçılan kin ve nefret tohumları
(mesela Mısır’da Sisi ile Mursi destekçileri veya Suriye’de rejim taraftarları
ile karşıtları arasındaki derin husumet) toplumsal ilişkileri dinamitleyerek ve
hatta aileleri sarsarak tamiri zor bireysel travmalara, aile içi kavgalara ve
parçalanmalara yol açıyor. Dolayısıyla bölgedeki parçalanma sadece devletler
düzeyinde kalmayıp toplumlara ve toplumun yapıtaşı olan ailelere kadar sirayet
etmiş durumda. Göçlerin ve yabancı savaşçıların etkisiyle demografik yapılar ve
toplumsal dokular değişiyor. Öte yanda büyük hayal kırıklığı içindeki Arap
gençlerin vatanlarına olan aidiyet bağları giderek zayıflıyor, hatta bir kısmı
tamamen duygusal bir kopuş ve kimlik krizi yaşıyor. Buna bir de eğitim
fırsatından mahrum milyonlarca çocuk ve gencin varlığı eklendiğinde bölgenin
sadece geçmişinin değil geleceğinin de sönmek üzere olduğu görülüyor. Kısaca
Ortadoğu, tüm kaynaklarını ve birikimini kardeş kavgasıyla bir bir tüketiyor.
“Arap Baharı”
yüzyıllık çarpıklıkların, birikmiş problemlerin ve meşruiyet krizlerinin
kaçınılmaz sonucu olarak yaşanan bir patlama haliydi. Ancak doğan olağanüstü
fırsatlar, iç ve dış müdahalelerle, bilhassa Mısır’daki askeri darbe ve
Suriye’deki iç savaşla bir bir heba edilirken geriye olağanüstü riskler ve
meydan okumalar kaldı.
Oysa ne kadar kan
dökülürse dökülsün hiçbir tarafın diğerini yok etme şansı olmadığı gibi bölgedeki
çatışmaların net bir kazananı da olmayacağı kesin. Bölge halklarının
zihinlerine ve gönüllerine “kaderin kaderimdir” anlayışı, asgari müştereklerde
uzlaşma ve bir arada yaşama fikri yerleştirilmeden; yine mevcut mağduriyetleri,
haksızlık ve adaletsizlikleri giderme yolunda hızlı, samimi ve kalıcı adımlar
atılmadan ve dışlanan geniş halk kitlelerine siyasal alanda kendilerini ifade
imkânı tanınmadan bu kaostan kurtulmak maalesef ki mümkün görünmüyor.