ÜÇ
DÜNYA: BİR ARAP-YAHUDİ’NİN ANILARI
Yazar:
Avi Shlaim
Çeviri:
Zahide Tuba Kor
Küre
Yayınları, Mart 2025
Çevirmenin
Önsözü
Siyonist
tarih yazımını eleştiren revizyonist tarihçilerden Avi Şleym’in (Avi Shlaim)
hayatının Irak, İsrail ve İngiltere’de geçen ilk on sekiz yılını
kitaplaştırdığını duyduğumda Türkçeye tercüme etmekte gönüllü oldum. Bunun
birçok sebebi vardı.
Öncelikle,
1000 sayfalık dev eseri Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası (Küre
Yayınları, 2022) kitabının girişinde yazan şu cümleler nedeniyle hem kendisinin
hem de babasının hayat hikâyesini ve psikolojisini çok merak ediyordum:
Bizler mülteci değildik, kötü muamele
görmedik ve göçe zor lanmadık, ancak Arap-İsrail anlaşmazlığının kurbanı olduğu
muz bir gerçekti. (…) Bizler Arap Yahudileriydik, evde Arapça konuşur ve
Müslüman komşularımızla daima uyum içinde yaşardık. Ebeveynimin Siyonizm ve
Siyonizm ülküsü hakkında çok az bilgisi ve sempatisi vardı. (…) Babam, asıl
vatanından sürgün edildiği bu zorlu deneyimi asla atlatamamıştı. Irak’ta yüksek
statülü varlıklı bir tüccar, İsrail’de ise iflas etmiş ve yıkılmış bir adamdı.
Derin bir iç geçirmeyle, “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine
sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme
denk gelmek zorunda mıydı?!” demeyi âdet edinmişti. Bu kitap, babamın
hatırasına adanmıştır.
İkincisi,
aynı kitapta Şleym, Irak Yahudilerinin İsrail’e göçünü teşvik için 1950’lerin
başında Siyonist casusların Bağdat’taki sabotaj eylemlerinden bahsediyordu.
Keza Mısır’da Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ı zayıflatmak ve mümkünse
devirmek amacıyla giriştikleri sabotajları da anlatıyordu. Siyonistlerin
zihniyetini, iş tutuş biçimini ve dış ülkelerdeki operasyonlarını daha iyi
anlamak amacıyla bu kitabı tercüme etme gereği duydum. Zira İsrail, kuruldu
kurulalı Ortadoğu’da bu tür politikalardan hiç vazgeçmediği gibi, çok daha
gelişmiş taktiklerle sabotajlarını bugün de hâlâ sürdürüyor.
Arap
ülkelerinden Yahudilerin İsrail’e göçle değişen hayat şartlarına ve İsrail’in
ana fay hatlarından biri olan Aşkenazi Yahudiler ile Sefarad ve Mizrahi
(Doğulu) Yahudiler arasındaki b güne kadar devam eden gerilime merakım üçüncü
faktördü.
Dördüncüsü,
yıllardır savaş ve göç çalışan biri olarak, Irak Yahudilerinin göç tecrübesini
öğrenme ve bunu Filistinli ve Suriyelilerinkiyle mukayese etme imkânı doğması
benim için önemli bir motivasyon kaynağıydı. Kitapta mukayese için
beklediğimden kat kat fazla malzeme buldum.
Beşincisi,
ideolojik saiklerle değil, hakikat arayışı ve fikir namusuyla hareket eden ve
eserleriyle Siyonist anlatıyı altüst eden Avi Şleym’i cesur bir revizyonist
tarihçi kılan faktörleri de haya tını daha yakından tanımak suretiyle öğrenmek
istedim. Zira İslam dünyasının da çalışkan, üretken, eserleriyle ezberleri
bozan şahsiyetlere ihtiyacı var.
Altıncısı,
her azınlık, farklı coğrafyalarda yaşayan çoğunluk soydaş veya dindaşlarının
değil, –herkes gibi– doğduğu ve yetiştiği toprakların bir ürünüdür; bu minvalde
1924 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslüman Türklerin
burada gavur veya Rum, Anadolu’dan Yunanistan’a yerleştirilen Hıristiyan
Rumların da orada Müslüman Türk gibi görülüp dışlanmasına benzer bir tecrübeyi,
farklı coğrafyalardan göçmüş Yahudilerin İsrail’de yaşayıp yaşamadığını merak
etmekteydim. Arap coğrafyasından Yahudilerin, hem Arap-Müslüman kültüründen ne
ölçüde etkilendiklerini hem de İsrail’de ne ölçüde kabullenildikleri veya
dışlandıklarını, günlük hayattaki somut yansımaları ve yaşanmışlıklar üzerinden
keşfetmek istiyordum.
Son
olarak, ülkemizde dedeleri/nineleri Balkan veya Kafkas göçmeni olanların
azımsanmayacak bir kısmının bugün sığınmacılara ve göçmenlere yönelik ırkçı
tutumlarını gördükçe bunun psikolojik arka planını merak ediyordum. Normal
şartlarda savaşı, göçü ve dışlanmayı yaşamışların neslinin birbirini daha iyi
anlaması beklenir. Ama aksi bolca örnek mevcut. Benzer şekilde İsrail’de
Arapları ve Filistinlileri yok etmek gerektiğini alenen savunan sağcı
milliyetçi partilerin –lider kadrolarındaki Aşkenazi hakimiyetine rağmen–
seçmen tabanının önemli bir kısmının Arap ve İslam dünyasından göçen Yahudiler
olması dikkatimi çekmekteydi. İsrail’de kendileri dışlandıkları ve alt
toplumsal tabaka olarak görüldükleri halde, konu Filistinliler ve Araplar
olduğunda, nasıl Siyonist-Aşkenazi propagandanın yılmaz savunucularına
dönüştüklerini anlamakta zorlanıyordum; üstelik kendileri Arap dünyasında
yaşamış ve bölge halklarını tanımış oldukları, arkadaşlık-komşuluk yaptıkları
halde…
İşte
bütün bu konulara merakım, bana Avi Şleym’in otobiyografisini tercüme ettiren
temel motivasyon kaynaklarımdı. İyi ki de vakit ayırıp tercüme etmişim. Zira
bir çocuğun hayat hikâyesinden çok daha fazlasını içeren bu eserde aradıklarımı
fazlasıyla buldum. Tabii ki kitap, şahsımın aradıklarıyla sınırlı değil; çok
daha fazlası var. Neler mi?
Bir
İngiliz icadı olan Irak devletinin ortaya çıkışı, sorunlu siyasi yapının
sürdürülüşü, İngilizlerin manda döneminde uyguladığı siyaset ve bu siyasetin
azınlıkların kaderine etkisi, İngiliz-Alman rekabeti ve pan-Arabizmin
yükselişi, İkinci Dünya Savaşı sırasında iç siyasi karışıklıklar, bağımsızlık
ve egemenlik mücadelesi… Kısaca kitap, modern Irak tarihinin erken dönemlerini
öğrenmek isteyenler için önemli bilgiler sunuyor.
Yazar,
bir zamanlar “barış şehri (medinetü’s-selam)” olarak anılan, –Avi
Şleym’in ninelerinin ifadesiyle “Cennet Bahçesi”– kozmopolit Bağdat’ı ve
Yahudilerin buradaki etkinliğini, Irak ekonomisinde Yahudilerin rolünü ve
Hindistan’la bağlantısını, Irak kralları ve siyasetçileriyle yakın ilişkilerini
kendi geniş ailesi üzerinden örneklerle anlatıyor. Osmanlı’da en kalabalık
Yahudi cemaatinin Bağdat’ta yaşadığını ve bunun kökenlerinin Babil Sürgünü’ne
kadar geri gittiğini hatırlatayım. Yazar ayrıca Irak’ta ki Arap-Yahudi
kültürünü kendi aile hikâyesi üzerinden bize sunuyor. Zengin orta-üst sınıf
tüccar ve seküler bir aile olarak hayatlarını, kökenlerini, ilişki biçimlerini,
çalışma ve zenginleşme yollarını, eğlence kültürlerini, hayatlarının Müslüman
kültürle benzeşen yönlerini ortaya koyuyor. Yahudilerin aile, eğitim ve iş
hayatına, örf ve âdetlerine, mutfak kültürüne dair dikkat çekici bilgiler
veriyor.
Kitap
Siyonizmin, pan-Arabizmin ve İngiliz askerî müdahalesinin etkisiyle Irak’ta
1941’de yaşanan pogromu (ferhud), İsrail’in kuruluşu ve 1948 Savaşı’nda
Arap ordularının yenilgisinin ardından hem Irak hem de İsrail’de yükselen
milliyetçi dalgayla Yahudilerin hayat alanının daralışını, Irak hükümeti onaylı
bezdirmeleri, 1950-1951 Bağdat bombalamalarını ve 1948-1953 arasında 135.000
Irak Yahudi’sinden 125.000’inin İsrail’e –çoğu gönülsüz– toplu göçünü (Ezra ve
Nehemya Operasyonu), Irak’taki 2500 yıllık Yahudi varlığının bir anda sona
erişinde Siyonist yeraltı örgütünün rolünü anlatırken aynı zamanda Ortadoğu’nun
çalkantılı bir dönemine ışık tutuyor. Siyonist tarih yazımının bu göçle ilgili
hakikati tersyüz eden anlatısını sunarken tarihin yeni bir ulus-devlet ve
kimlik üretiminde nasıl çarpıtıldığını da ortaya döküyor. İsrail güvenlik
servislerinin düşman hatlarının gerisinde nasıl faaliyet yürüttüklerine ve adam
devşirdiklerine ayna tutuyor.
Kitabın
en çarpıcı ayrıntılarından biri, göçe zorlanan Doğulu Yahudilere yapılan
aşağılayıcı muameleler: Ülkeye girerken havalimanında üzerlerine DDT böcek
ilacı sıkılması (bunu Holokost mağdurlarına da yapıyorlar), –tıpkı Filistinli
ve Suriyeli yerinden edilmişler gibi– çadırlar ve oluklu sac barakalardan
oluşan sefil ve sağlıksız –kimisinin etrafı dikenli tellerle çevrili– geçici
göçmen kamplarına yerleştirilmeleri, daha sonra birçoğunun kurak bölgelere veya
tehlikeli sınır boylarına yerleştirilmeleri, tüccarların ve profesyonel meslek
sahiplerinin dahi merkezden uzak kolektif tarım çiftliklerinde çiftçilik ve
hayvancılıkla veya sıradan işlerle uğraşmaya zorlanmaları, yeni hayata uyum
sağlayamayıp şehirlere göçmeye çalışanların yaptırımlara maruz kalmaları,
ileriki yıllarda eğitim politikasının da bir sonucu olarak Aşkenaziler
yükseköğretime ve kariyere teşvik edilirken Doğulu Yahudi çocuklarının
ilköğretimin ardından lise çağında iş piyasasına yönlendirilip ucuz ve vasıfsız
işgücüne dönüştürülmeleri…
Yazar
dinî boyuttan bahsetmese de Yahudilikteki seçilmiş millet olma anlayışının,
modern dönemde Batı menşeli seküler milliyetçi Siyonizm ideolojisi altında
Avrupa’nın etnik üstünlükçü ve sömürgeci anlayışı ve politikalarıyla birleşerek
son derece dışlamacı bir formata büründüğünü iddia edebiliriz. Bunun sonucu,
kitapta da keşfedeceğiniz üzere, İsrail müesses nizamının sadece Filistinlilere
ve Araplara değil, Arap dünyasından gelmiş Yahudilere karşı da dışlamacı ve
hasmane politikalara başvurması olmuş. Arap-Yahudi kültürünün ve dilinin ilkel
ve aşağı görülmesi, hatta kurucu başbakanın kendi vatandaşlarını “vahşi
sürüler” olarak niteleyip asimilasyon politikasıyla Doğulu Yahudilerin
kimliğini silmeye ve Batılılaşmaya zorlaması çarpıcı. Kitap, hem Irak Yahudileri
ile Avrupa Yahudileri arasındaki farklılıklara hem de Arap-Yahudi olmanın
İsrail kurulmadan önce ve sonra değişip dönüşen manasına ve statüsüne ışık
tutuyor.
Yazar,
dünyanın farklı ülkelerinden bambaşka dilleri, hayat tarzları, beklentileri,
özlemleri, hatta din anlayışları olan Yahudilerin göçtüğü İsrail’de Batılı
temelde yeni ulus kimlik ve türdeş toplum inşasının ana mekânları olarak
okulların ve askeriyenin dönüştürücü etkisine de odaklanıyor. Zaten bunlar,
bütün dünyada 20. yüzyılda milli kimlik inşasının en kritik kurumlarıydı.
Batılı Siyonist değerlerin ve düşüncelerin aşılandığı ve Diaspora mirasının
reddedildiği eğitim sistemi, ordu ve medya üzerinden genç nesillerin nasıl
kadim kültüründen ve anadilinden koparılmaya çalışıldığını, bunun yol açtığı
kimlik çatışmalarını küçük Avi ve ablasının şahsi tecrübesi üzerinden okumak
öğretici.
Yazarın
ailesinin İsrail’e gönülsüz göç hikâyesi ise oldukça çarpıcı. Bağdat’ta çok
zengin, tanınmış ve itibarlı bir tüccar aileyken İsrail’e göçle birlikte geniş
ailesinin çoğunun, bilhassa babasının nasıl hiçe dönüştüğünü ve bunun
psikolojileri ve gündelik hayatları üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor.
Göçmenliğin zorluğunu ve vatanı terkin acısını hissettiriyor. Mal-mülklerini
Irak’ta bırakıp göçmek zorunda kalarak İsrail’de sadece sosyoekonomik bakımdan
gerilemediklerini, aynı zamanda özgüvenlerini, toplumsal statülerini ve Iraklı
Yahudiler olarak gurur kaynağı kimlik duygularını da yitirdiklerini vurguluyor.
Bağdat’ta çok-kültürlülüğü tatmış bir aile olarak, İsrail’de homojen bir milli
kimlik üretimi bağlamında zorla Aşkenazi kültüründe eritilmenin yıkıcılığına da
dikkat çekiyor. Bu eser, kendi halkımızın da zihnine yerleşik “çok-kültürlü,
çoğulcu Batı” ve “dışlamacı, geri kalmış, bedevi, zekâsı düşük Arap dünyası”
algısını yıkıyor. Tarih boyunca çok-kültürlü, çok-etnili ve çok-dinli
imparatorlukların Batı’nın değil, bu coğrafyanın bir ürünü olduğunu bu
vesileyle hatırlatalım. Aynı zamanda kitap, türdeş bir toplum üretmeyi
hedefleyen milliyetçi ideolojilerin Ortadoğu’da yüzyıllardır var olan yerel
özgün kimlikleri zayıflatıcı veya bitirici işlevini ve İsrail’in birkaç bin
yıllık geleneksel Yahudi cemaatlerini yok edişini de ortaya koyuyor.
Kitapta sadece Irak Yahudilerinin hikâyesi
yok; aynı zamanda yersiz yurtsuzlaşan Filistinlilerin hikâyesi ve İsrail’in
Filistinlilere yönelik uyguladığı politikaların eleştirisi de mevcut. Yazarın
kitaptaki temel argümanı şu: Sadece Filistinliler değil, Arap topraklarından
göçmüş Yahudiler de Siyonist projenin kurbanları oldular. Yazar, aslen
Avrupa’da yüzyıllardır var olan Yahudi sorununu çözmek üzere üretilen
Siyonizmin, kin ve nefret tohumları ekmek suretiyle böyle bir sorunun
yaşanmadığı Doğu’da Müslüman-Yahudi ve Arap-Yahudi ilişkilerini baltalayıcı
rolüne de dikkat çekiyor.
Yazar,
göçün –diğer bir deyişle doğal çevreden kopartılıp dili, kültürü, dünya görüşü
ve değerler sistemi bambaşka bir ortama savruluşun– fiziksel, duygusal ve
psikolojik tüm ağırlıklarını ve zorluklarını ailecek tatmış. İsrail toplumuna
intibak sorunları, bütün mültecilerin sığındıkları ülkelerde karşılaştıkları
türden. Küçük bir çocuk olan Avi ve kız kardeşlerinden tutun gencecik bir hanım
olan annesine, ellili yaşlarındaki babasından yetmişlerindeki ninelerine ve
diğer tüm akraba ve tanıdıklarına kadar her birinin göçle birlikte savruluşları
ve yaşamaya mahkûm kaldıkları değişimler, yıllardır hikâyesini okuduğum veya
yaptığım röportajlarda dinlediğim birçok Suriyeli ve Filistinli mültecininkiyle
tamamen örtüşüyor. Halbuki göçle, Araplar vatansız kalırken, Yahudilere ise
1880 yıl sonra “anavatanlarına kavuşma” ve “kurtuluş” vadedilmişti…
Avi
Şleym ve ailesinin hikâyesi ile özellikle Suriyeli mültecilerden dinlediğim
hikâyeler hangi noktalarda birbiriyle örtüşüyor? Yasadışı göçün zorlukları ve
tehlikesi (yollarda ölme veya öldürülme, soyulma ve büyük korku yaşama); kötü
şartlardaki çadır/konteyner kamplarda veya vasat evlerde yaşamaya mahkûmiyet;
yeni ülkeye intibak problemleri; büyüklerin (orta yaş ve özellikle yaşlıların)
ev sahibi ülkenin dilini öğrenememeleri ve toplumdan soyutlanmaları, çocukların
ise yeni dili kolayca öğrenirken Arapçanın “ilkel dil” ve “düşmanın dili”
sayılması yüzünden anadilinden utanç duymaları, evde konuştukları bu dili
sokakta konuşmaktan kaçınmaları; yeni dili bildikleri için çocukların ve
gençlerin ailevi sorumluluklarının bir anda artması; çocukların kökenlerine
duyulan saygısızlık, tarihlerine ilişkin cehalet, kültürlerinin hor görülmesi,
dillerinin aşağılaması ve onları yeni Avrupalı-Siyonist-İsrailli kalıbına
uydurmak için yürütülen sosyal mühendislik karşısında kaba önyargıları
içselleştirip kendilerini ezik hissetmeleri, Arap mirasına ve kültürüne
sırtlarını dönmeleri, aşağılanmadan kurtulmak için kimliğini saklama gereği
durmaları; toplumsal baskı, ötekileştirilme ve dışlanma karşısında kendilerini
savunamamaları, içe kapanmaları ve öğrenilmiş çaresizliğe saplanmaları;
ailelerin servetlerini yitirip mülksüzleşmeleri ve fakirleşmeleri; geldikleri
ülkedeki statüleri ve meslekleri ne olursa olsun yeni ortamda ucuz işgücüne
dönüşmeleri ve kötü işlerde çalışır hale gelmeleri; orta yaş ve üstü erkekler
(aile reisleri) –ne kadar kalifiye olursa olsun– iş bulamayıp âtıl bireylere
dönüşürken ev hanımlarının ve çocukların iş hayatına girmek zorunda kalmasıyla
aile içi rollerin değişmesi, bunun yol açtığı aile içi travmalar ve bir
noktadan sonra boşanmalar; öğrencilerin bir kısmı başarılarıyla öne çıksa da
birçoğunun dili yeterince bilmeme, ailede derslere yardımcı olacak birinin
bulunmaması, istikrarsız aile ortamı, düşük özsaygı ve öğrenilmiş çaresizlik
yüzünden başarısızlığa mahkûmiyeti; okulda haksız yere öğret menlerinin veya
akranlarının hedefi olduklarında kendilerini savunamamaları ve her kötü
muameleyi içlerine atıp sessizce gözyaşı dökmeleri; yaşlıların yeni ortama
intibak edememeleri ve her daim anavatanın hasretiyle yanıp tutuşmaları;
yabancı ortamda dolandırılmalarının kolay oluşu, eşyaları çalındığında veya
türlü suçlarla karşılaştıklarında haklarını arayamamaları; aile içinde nesiller
arası kopuşun daha belirgin yaşanması… Kısaca yazarın ve ailesinin göçünü ve
İsrail’deki hayatını konu alan bölümleri tercüme ederken zihnim hayatını, duygu
ve düşüncelerini benimle paylaşmış mültecilere ister istemez gitti geldi.
İsrail’de
Iraklı olduğu için aşağılanan, lise eğitimi için gittiği İngiltere’de ise
İsrailli olduğu için el üstünde tutulan küçük Avi, ilk kez bu ülkede gördüğü
düzgün muamele ve doğru yönlendirme sayesinde aşağılık kompleksinden kurtulup
özgüven kazanmış. İsrail’de tembel, hayalci, uyuşuk, ezik ve içe kapanık bir
öğrenciyken İngiltere’de son derece azimli, çalışkan ve başarılı bir öğrenciye
dönüşmüş. İlk kez kendisinin de özel yeteneklere ve zekâya sahip olduğunu fark
etmiş. İsrail’deki öğretmenlerinin kanaatleri ile İngiltere’dekilerin
kanaatleri birbirine tam zıtmış. Bu da göçmen/mülteci bir öğrencinin hayatında
doğru yönlendiren öğretmenlerin rolünün ve ırkçı olmayan bir ortamın varlığının
ne denli hayati olduğunun bir delili. Eğer annesinin gayretleri olmasa ve
İsrail’de kalsaydı diğer Doğulu Yahudi akranlarının birçoğu gibi sıradan bir
insan olacak ve biz onun önemli eserlerinden İsrail’in gerçek yüzünü delillere
dayalı bir şekilde öğrenemeyecektik. Şunu da not düşeyim: Yersiz
yurtsuzlaşmayı, mülksüzleşmeyi, dışlanmayı ve hayata tutunmanın zorluklarını
tadan göçmenler ve mülteciler, –eğer uygun fırsatlar sunulursa ve azimle
çalışırlarsa– tarih boyunca çığır açıcı işlere ve icatlara imza atmışlar, yeni
fikirler üretmişlerdir. İngiltere, Avi Şleym için tam da bunun kapılarını
açmış.
Kitaptaki
en trajik hikâye; Irak’ta büyük hürmet gösterilen, çevresi çok geniş, Bağdat’ın
en görkemli evlerinden birinin sahibi, cömert ve zengin bir tüccar ve aynı
zamanda tipik bir Arap-Yahudi aristokratken İsrail’de tamamen iflas etmiş,
yıllarca işsiz güçsüz kalıp hanımının kazancıyla geçinmiş, boşanmaya razı
olmuş, belli etmese de içten içe yıkılmış ve ömrünün son altı yılını tek odalı
bir bungalovda geçirip yapayalnız ölmüş baba Yusef Şleym’e ait. Kitap, Avi
Şleym’in babasının neden “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine
sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme
denk gelmek zorunda mıydı?!” dediğini sadece anlamakla kalmayıp derinden
hissetmemizi de sağlıyor.
Kısaca
bu otobiyografi, her bakımdan ibretle ve dikkatle okunmayı hak ediyor.
Son
olarak kitabın tercümesi esnasında en zorlu iş Arapça, İbranice ve Irak-Yahudi
Arapçasında insan ve mekân isimleri ile çeşitli tabirlerin veya cümlelerin
Türkçeye belli kurallar çerçevesinde aktarımı meselesiydi. İbranice özel
isimlerin ve kelimelerin/tabirlerin Türkçeye aktarımında sık sık danıştığım
kıymetli hocam Prof. Dr. Salime Leyla Gürkan’ın yanı sıra Özgür Dikmen’e, Latin
alfabesiyle yazılı Bağdat’taki mekân isimlerinin Arapça orijinalini bulmakta ve
Irak Yahudilerinin kullandığı yerel Arapça (ammice) kelime ve cümlelerin Türkçe
transliterasyonunda danıştığım öğrencilerim Rukiye Aydemir ve Elif
Dığıroğlu’nun yanı sıra Iraklı akademisyen Dr. Abdulcabbar Kâzım’a
teşekkürlerimi sunarım. Özel isimlerin Türkçeye aktarımında nihai noktayı Avi
Şleym’le birlikte koyduk; talebim üzerine vakit ayırıp kitaptaki Arapça ve
İbranice özel isimleri tek tek telaffuz etme nezaketi gösterdi. Kendisine
müteşekkirim.
Eserleriyle
hem Siyonist tarih yazımına meydan okuyan hem de modern dönem Ortadoğu tarihine
ışık tutan Avi Şleym’in bu otobiyografisinin ezberlerimizi bozması
temennisiyle…
Zahide Tuba Kor
5 Ocak 2025