23 Mayıs 2025 Cuma

Z.T.KOR: “GENİŞ ORTADOĞU” COĞRAFYASI VE JEOPOLİTİĞİ

 

“GENİŞ ORTADOĞU” COĞRAFYASI VE JEOPOLİTİĞİ semineri

Zahide Tuba Kor

Bilim ve Sanat Vakfı, 12 Nisan-3 Mayıs 2025


Türkiye, İran ve Afganistan: https://www.instagram.com/p/DIVtuHBCkYs/

Irak ve Suriye: https://www.instagram.com/p/DInvQAkivjj/

Lübnan, Ürdün ve İsrail: https://www.instagram.com/p/DJLylHaCYVO/

Filistin, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez ülkeleri: https://www.instagram.com/p/DJMbompiRke/


12 Mayıs 2025 Pazartesi

A.SHLAIM: ÜÇ DÜNYA: BİR ARAP-YAHUDİ’NİN ANILARI

 

ÜÇ DÜNYA: BİR ARAP-YAHUDİ’NİN ANILARI

Yazar: Avi Shlaim

Çeviri: Zahide Tuba Kor

Küre Yayınları, Mart 2025

 


Çevirmenin Önsözü

Siyonist tarih yazımını eleştiren revizyonist tarihçilerden Avi Şleym’in (Avi Shlaim)[1] hayatının Irak, İsrail ve İngiltere’de geçen ilk on sekiz yılını kitaplaştırdığını duyduğumda Türkçeye tercüme etmekte gönüllü oldum. Bunun birçok sebebi vardı.

Öncelikle, 1000 sayfalık dev eseri Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası (Küre Yayınları, 2022) kitabının girişinde yazan şu cümleler nedeniyle hem kendisinin hem de babasının hayat hikâyesini ve psikolojisini çok merak ediyordum:

Bizler mülteci değildik, kötü muamele görmedik ve göçe zor lanmadık, ancak Arap-İsrail anlaşmazlığının kurbanı olduğu muz bir gerçekti. (…) Bizler Arap Yahudileriydik, evde Arapça konuşur ve Müslüman komşularımızla daima uyum içinde yaşardık. Ebeveynimin Siyonizm ve Siyonizm ülküsü hakkında çok az bilgisi ve sempatisi vardı. (…) Babam, asıl vatanından sürgün edildiği bu zorlu deneyimi asla atlatamamıştı. Irak’ta yüksek statülü varlıklı bir tüccar, İsrail’de ise iflas etmiş ve yıkılmış bir adamdı. Derin bir iç geçirmeyle, “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme denk gelmek zorunda mıydı?!” demeyi âdet edinmişti. Bu kitap, babamın hatırasına adanmıştır.

İkincisi, aynı kitapta Şleym, Irak Yahudilerinin İsrail’e göçünü teşvik için 1950’lerin başında Siyonist casusların Bağdat’taki sabotaj eylemlerinden bahsediyordu. Keza Mısır’da Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ı zayıflatmak ve mümkünse devirmek amacıyla giriştikleri sabotajları da anlatıyordu. Siyonistlerin zihniyetini, iş tutuş biçimini ve dış ülkelerdeki operasyonlarını daha iyi anlamak amacıyla bu kitabı tercüme etme gereği duydum. Zira İsrail, kuruldu kurulalı Ortadoğu’da bu tür politikalardan hiç vazgeçmediği gibi, çok daha gelişmiş taktiklerle sabotajlarını bugün de hâlâ sürdürüyor.

Arap ülkelerinden Yahudilerin İsrail’e göçle değişen hayat şartlarına ve İsrail’in ana fay hatlarından biri olan Aşkenazi Yahudiler ile Sefarad ve Mizrahi (Doğulu) Yahudiler arasındaki b güne kadar devam eden gerilime merakım üçüncü faktördü.

Dördüncüsü, yıllardır savaş ve göç çalışan biri olarak, Irak Yahudilerinin göç tecrübesini öğrenme ve bunu Filistinli ve Suriyelilerinkiyle mukayese etme imkânı doğması benim için önemli bir motivasyon kaynağıydı. Kitapta mukayese için beklediğimden kat kat fazla malzeme buldum.

Beşincisi, ideolojik saiklerle değil, hakikat arayışı ve fikir namusuyla hareket eden ve eserleriyle Siyonist anlatıyı altüst eden Avi Şleym’i cesur bir revizyonist tarihçi kılan faktörleri de haya tını daha yakından tanımak suretiyle öğrenmek istedim. Zira İslam dünyasının da çalışkan, üretken, eserleriyle ezberleri bozan şahsiyetlere ihtiyacı var.

Altıncısı, her azınlık, farklı coğrafyalarda yaşayan çoğunluk soydaş veya dindaşlarının değil, –herkes gibi– doğduğu ve yetiştiği toprakların bir ürünüdür; bu minvalde 1924 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslüman Türklerin burada gavur veya Rum, Anadolu’dan Yunanistan’a yerleştirilen Hıristiyan Rumların da orada Müslüman Türk gibi görülüp dışlanmasına benzer bir tecrübeyi, farklı coğrafyalardan göçmüş Yahudilerin İsrail’de yaşayıp yaşamadığını merak etmekteydim. Arap coğrafyasından Yahudilerin, hem Arap-Müslüman kültüründen ne ölçüde etkilendiklerini hem de İsrail’de ne ölçüde kabullenildikleri veya dışlandıklarını, günlük hayattaki somut yansımaları ve yaşanmışlıklar üzerinden keşfetmek istiyordum.

Son olarak, ülkemizde dedeleri/nineleri Balkan veya Kafkas göçmeni olanların azımsanmayacak bir kısmının bugün sığınmacılara ve göçmenlere yönelik ırkçı tutumlarını gördükçe bunun psikolojik arka planını merak ediyordum. Normal şartlarda savaşı, göçü ve dışlanmayı yaşamışların neslinin birbirini daha iyi anlaması beklenir. Ama aksi bolca örnek mevcut. Benzer şekilde İsrail’de Arapları ve Filistinlileri yok etmek gerektiğini alenen savunan sağcı milliyetçi partilerin –lider kadrolarındaki Aşkenazi hakimiyetine rağmen– seçmen tabanının önemli bir kısmının Arap ve İslam dünyasından göçen Yahudiler olması dikkatimi çekmekteydi. İsrail’de kendileri dışlandıkları ve alt toplumsal tabaka olarak görüldükleri halde, konu Filistinliler ve Araplar olduğunda, nasıl Siyonist-Aşkenazi propagandanın yılmaz savunucularına dönüştüklerini anlamakta zorlanıyordum; üstelik kendileri Arap dünyasında yaşamış ve bölge halklarını tanımış oldukları, arkadaşlık-komşuluk yaptıkları halde…

İşte bütün bu konulara merakım, bana Avi Şleym’in otobiyografisini tercüme ettiren temel motivasyon kaynaklarımdı. İyi ki de vakit ayırıp tercüme etmişim. Zira bir çocuğun hayat hikâyesinden çok daha fazlasını içeren bu eserde aradıklarımı fazlasıyla buldum. Tabii ki kitap, şahsımın aradıklarıyla sınırlı değil; çok daha fazlası var. Neler mi?

Bir İngiliz icadı olan Irak devletinin ortaya çıkışı, sorunlu siyasi yapının sürdürülüşü, İngilizlerin manda döneminde uyguladığı siyaset ve bu siyasetin azınlıkların kaderine etkisi, İngiliz-Alman rekabeti ve pan-Arabizmin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı sırasında iç siyasi karışıklıklar, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi… Kısaca kitap, modern Irak tarihinin erken dönemlerini öğrenmek isteyenler için önemli bilgiler sunuyor.

Yazar, bir zamanlar “barış şehri (medinetü’s-selam)” olarak anılan, –Avi Şleym’in ninelerinin ifadesiyle “Cennet Bahçesi”– kozmopolit Bağdat’ı ve Yahudilerin buradaki etkinliğini, Irak ekonomisinde Yahudilerin rolünü ve Hindistan’la bağlantısını, Irak kralları ve siyasetçileriyle yakın ilişkilerini kendi geniş ailesi üzerinden örneklerle anlatıyor. Osmanlı’da en kalabalık Yahudi cemaatinin Bağdat’ta yaşadığını ve bunun kökenlerinin Babil Sürgünü’ne kadar geri gittiğini hatırlatayım. Yazar ayrıca Irak’ta ki Arap-Yahudi kültürünü kendi aile hikâyesi üzerinden bize sunuyor. Zengin orta-üst sınıf tüccar ve seküler bir aile olarak hayatlarını, kökenlerini, ilişki biçimlerini, çalışma ve zenginleşme yollarını, eğlence kültürlerini, hayatlarının Müslüman kültürle benzeşen yönlerini ortaya koyuyor. Yahudilerin aile, eğitim ve iş hayatına, örf ve âdetlerine, mutfak kültürüne dair dikkat çekici bilgiler veriyor.

Kitap Siyonizmin, pan-Arabizmin ve İngiliz askerî müdahalesinin etkisiyle Irak’ta 1941’de yaşanan pogromu (ferhud), İsrail’in kuruluşu ve 1948 Savaşı’nda Arap ordularının yenilgisinin ardından hem Irak hem de İsrail’de yükselen milliyetçi dalgayla Yahudilerin hayat alanının daralışını, Irak hükümeti onaylı bezdirmeleri, 1950-1951 Bağdat bombalamalarını ve 1948-1953 arasında 135.000 Irak Yahudi’sinden 125.000’inin İsrail’e –çoğu gönülsüz– toplu göçünü (Ezra ve Nehemya Operasyonu), Irak’taki 2500 yıllık Yahudi varlığının bir anda sona erişinde Siyonist yeraltı örgütünün rolünü anlatırken aynı zamanda Ortadoğu’nun çalkantılı bir dönemine ışık tutuyor. Siyonist tarih yazımının bu göçle ilgili hakikati tersyüz eden anlatısını sunarken tarihin yeni bir ulus-devlet ve kimlik üretiminde nasıl çarpıtıldığını da ortaya döküyor. İsrail güvenlik servislerinin düşman hatlarının gerisinde nasıl faaliyet yürüttüklerine ve adam devşirdiklerine ayna tutuyor.

Kitabın en çarpıcı ayrıntılarından biri, göçe zorlanan Doğulu Yahudilere yapılan aşağılayıcı muameleler: Ülkeye girerken havalimanında üzerlerine DDT böcek ilacı sıkılması (bunu Holokost mağdurlarına da yapıyorlar), –tıpkı Filistinli ve Suriyeli yerinden edilmişler gibi– çadırlar ve oluklu sac barakalardan oluşan sefil ve sağlıksız –kimisinin etrafı dikenli tellerle çevrili– geçici göçmen kamplarına yerleştirilmeleri, daha sonra birçoğunun kurak bölgelere veya tehlikeli sınır boylarına yerleştirilmeleri, tüccarların ve profesyonel meslek sahiplerinin dahi merkezden uzak kolektif tarım çiftliklerinde çiftçilik ve hayvancılıkla veya sıradan işlerle uğraşmaya zorlanmaları, yeni hayata uyum sağlayamayıp şehirlere göçmeye çalışanların yaptırımlara maruz kalmaları, ileriki yıllarda eğitim politikasının da bir sonucu olarak Aşkenaziler yükseköğretime ve kariyere teşvik edilirken Doğulu Yahudi çocuklarının ilköğretimin ardından lise çağında iş piyasasına yönlendirilip ucuz ve vasıfsız işgücüne dönüştürülmeleri…

Yazar dinî boyuttan bahsetmese de Yahudilikteki seçilmiş millet olma anlayışının, modern dönemde Batı menşeli seküler milliyetçi Siyonizm ideolojisi altında Avrupa’nın etnik üstünlükçü ve sömürgeci anlayışı ve politikalarıyla birleşerek son derece dışlamacı bir formata büründüğünü iddia edebiliriz. Bunun sonucu, kitapta da keşfedeceğiniz üzere, İsrail müesses nizamının sadece Filistinlilere ve Araplara değil, Arap dünyasından gelmiş Yahudilere karşı da dışlamacı ve hasmane politikalara başvurması olmuş. Arap-Yahudi kültürünün ve dilinin ilkel ve aşağı görülmesi, hatta kurucu başbakanın kendi vatandaşlarını “vahşi sürüler” olarak niteleyip asimilasyon politikasıyla Doğulu Yahudilerin kimliğini silmeye ve Batılılaşmaya zorlaması çarpıcı. Kitap, hem Irak Yahudileri ile Avrupa Yahudileri arasındaki farklılıklara hem de Arap-Yahudi olmanın İsrail kurulmadan önce ve sonra değişip dönüşen manasına ve statüsüne ışık tutuyor.

Yazar, dünyanın farklı ülkelerinden bambaşka dilleri, hayat tarzları, beklentileri, özlemleri, hatta din anlayışları olan Yahudilerin göçtüğü İsrail’de Batılı temelde yeni ulus kimlik ve türdeş toplum inşasının ana mekânları olarak okulların ve askeriyenin dönüştürücü etkisine de odaklanıyor. Zaten bunlar, bütün dünyada 20. yüzyılda milli kimlik inşasının en kritik kurumlarıydı. Batılı Siyonist değerlerin ve düşüncelerin aşılandığı ve Diaspora mirasının reddedildiği eğitim sistemi, ordu ve medya üzerinden genç nesillerin nasıl kadim kültüründen ve anadilinden koparılmaya çalışıldığını, bunun yol açtığı kimlik çatışmalarını küçük Avi ve ablasının şahsi tecrübesi üzerinden okumak öğretici.

Yazarın ailesinin İsrail’e gönülsüz göç hikâyesi ise oldukça çarpıcı. Bağdat’ta çok zengin, tanınmış ve itibarlı bir tüccar aileyken İsrail’e göçle birlikte geniş ailesinin çoğunun, bilhassa babasının nasıl hiçe dönüştüğünü ve bunun psikolojileri ve gündelik hayatları üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor. Göçmenliğin zorluğunu ve vatanı terkin acısını hissettiriyor. Mal-mülklerini Irak’ta bırakıp göçmek zorunda kalarak İsrail’de sadece sosyoekonomik bakımdan gerilemediklerini, aynı zamanda özgüvenlerini, toplumsal statülerini ve Iraklı Yahudiler olarak gurur kaynağı kimlik duygularını da yitirdiklerini vurguluyor. Bağdat’ta çok-kültürlülüğü tatmış bir aile olarak, İsrail’de homojen bir milli kimlik üretimi bağlamında zorla Aşkenazi kültüründe eritilmenin yıkıcılığına da dikkat çekiyor. Bu eser, kendi halkımızın da zihnine yerleşik “çok-kültürlü, çoğulcu Batı” ve “dışlamacı, geri kalmış, bedevi, zekâsı düşük Arap dünyası” algısını yıkıyor. Tarih boyunca çok-kültürlü, çok-etnili ve çok-dinli imparatorlukların Batı’nın değil, bu coğrafyanın bir ürünü olduğunu bu vesileyle hatırlatalım. Aynı zamanda kitap, türdeş bir toplum üretmeyi hedefleyen milliyetçi ideolojilerin Ortadoğu’da yüzyıllardır var olan yerel özgün kimlikleri zayıflatıcı veya bitirici işlevini ve İsrail’in birkaç bin yıllık geleneksel Yahudi cemaatlerini yok edişini de ortaya koyuyor.

 Kitapta sadece Irak Yahudilerinin hikâyesi yok; aynı zamanda yersiz yurtsuzlaşan Filistinlilerin hikâyesi ve İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı politikaların eleştirisi de mevcut. Yazarın kitaptaki temel argümanı şu: Sadece Filistinliler değil, Arap topraklarından göçmüş Yahudiler de Siyonist projenin kurbanları oldular. Yazar, aslen Avrupa’da yüzyıllardır var olan Yahudi sorununu çözmek üzere üretilen Siyonizmin, kin ve nefret tohumları ekmek suretiyle böyle bir sorunun yaşanmadığı Doğu’da Müslüman-Yahudi ve Arap-Yahudi ilişkilerini baltalayıcı rolüne de dikkat çekiyor.

Yazar, göçün –diğer bir deyişle doğal çevreden kopartılıp dili, kültürü, dünya görüşü ve değerler sistemi bambaşka bir ortama savruluşun– fiziksel, duygusal ve psikolojik tüm ağırlıklarını ve zorluklarını ailecek tatmış. İsrail toplumuna intibak sorunları, bütün mültecilerin sığındıkları ülkelerde karşılaştıkları türden. Küçük bir çocuk olan Avi ve kız kardeşlerinden tutun gencecik bir hanım olan annesine, ellili yaşlarındaki babasından yetmişlerindeki ninelerine ve diğer tüm akraba ve tanıdıklarına kadar her birinin göçle birlikte savruluşları ve yaşamaya mahkûm kaldıkları değişimler, yıllardır hikâyesini okuduğum veya yaptığım röportajlarda dinlediğim birçok Suriyeli ve Filistinli mültecininkiyle tamamen örtüşüyor. Halbuki göçle, Araplar vatansız kalırken, Yahudilere ise 1880 yıl sonra “anavatanlarına kavuşma” ve “kurtuluş” vadedilmişti… 

Avi Şleym ve ailesinin hikâyesi ile özellikle Suriyeli mültecilerden dinlediğim hikâyeler hangi noktalarda birbiriyle örtüşüyor? Yasadışı göçün zorlukları ve tehlikesi (yollarda ölme veya öldürülme, soyulma ve büyük korku yaşama); kötü şartlardaki çadır/konteyner kamplarda veya vasat evlerde yaşamaya mahkûmiyet; yeni ülkeye intibak problemleri; büyüklerin (orta yaş ve özellikle yaşlıların) ev sahibi ülkenin dilini öğrenememeleri ve toplumdan soyutlanmaları, çocukların ise yeni dili kolayca öğrenirken Arapçanın “ilkel dil” ve “düşmanın dili” sayılması yüzünden anadilinden utanç duymaları, evde konuştukları bu dili sokakta konuşmaktan kaçınmaları; yeni dili bildikleri için çocukların ve gençlerin ailevi sorumluluklarının bir anda artması; çocukların kökenlerine duyulan saygısızlık, tarihlerine ilişkin cehalet, kültürlerinin hor görülmesi, dillerinin aşağılaması ve onları yeni Avrupalı-Siyonist-İsrailli kalıbına uydurmak için yürütülen sosyal mühendislik karşısında kaba önyargıları içselleştirip kendilerini ezik hissetmeleri, Arap mirasına ve kültürüne sırtlarını dönmeleri, aşağılanmadan kurtulmak için kimliğini saklama gereği durmaları; toplumsal baskı, ötekileştirilme ve dışlanma karşısında kendilerini savunamamaları, içe kapanmaları ve öğrenilmiş çaresizliğe saplanmaları; ailelerin servetlerini yitirip mülksüzleşmeleri ve fakirleşmeleri; geldikleri ülkedeki statüleri ve meslekleri ne olursa olsun yeni ortamda ucuz işgücüne dönüşmeleri ve kötü işlerde çalışır hale gelmeleri; orta yaş ve üstü erkekler (aile reisleri) –ne kadar kalifiye olursa olsun– iş bulamayıp âtıl bireylere dönüşürken ev hanımlarının ve çocukların iş hayatına girmek zorunda kalmasıyla aile içi rollerin değişmesi, bunun yol açtığı aile içi travmalar ve bir noktadan sonra boşanmalar; öğrencilerin bir kısmı başarılarıyla öne çıksa da birçoğunun dili yeterince bilmeme, ailede derslere yardımcı olacak birinin bulunmaması, istikrarsız aile ortamı, düşük özsaygı ve öğrenilmiş çaresizlik yüzünden başarısızlığa mahkûmiyeti; okulda haksız yere öğret menlerinin veya akranlarının hedefi olduklarında kendilerini savunamamaları ve her kötü muameleyi içlerine atıp sessizce gözyaşı dökmeleri; yaşlıların yeni ortama intibak edememeleri ve her daim anavatanın hasretiyle yanıp tutuşmaları; yabancı ortamda dolandırılmalarının kolay oluşu, eşyaları çalındığında veya türlü suçlarla karşılaştıklarında haklarını arayamamaları; aile içinde nesiller arası kopuşun daha belirgin yaşanması… Kısaca yazarın ve ailesinin göçünü ve İsrail’deki hayatını konu alan bölümleri tercüme ederken zihnim hayatını, duygu ve düşüncelerini benimle paylaşmış mültecilere ister istemez gitti geldi.

İsrail’de Iraklı olduğu için aşağılanan, lise eğitimi için gittiği İngiltere’de ise İsrailli olduğu için el üstünde tutulan küçük Avi, ilk kez bu ülkede gördüğü düzgün muamele ve doğru yönlendirme sayesinde aşağılık kompleksinden kurtulup özgüven kazanmış. İsrail’de tembel, hayalci, uyuşuk, ezik ve içe kapanık bir öğrenciyken İngiltere’de son derece azimli, çalışkan ve başarılı bir öğrenciye dönüşmüş. İlk kez kendisinin de özel yeteneklere ve zekâya sahip olduğunu fark etmiş. İsrail’deki öğretmenlerinin kanaatleri ile İngiltere’dekilerin kanaatleri birbirine tam zıtmış. Bu da göçmen/mülteci bir öğrencinin hayatında doğru yönlendiren öğretmenlerin rolünün ve ırkçı olmayan bir ortamın varlığının ne denli hayati olduğunun bir delili. Eğer annesinin gayretleri olmasa ve İsrail’de kalsaydı diğer Doğulu Yahudi akranlarının birçoğu gibi sıradan bir insan olacak ve biz onun önemli eserlerinden İsrail’in gerçek yüzünü delillere dayalı bir şekilde öğrenemeyecektik. Şunu da not düşeyim: Yersiz yurtsuzlaşmayı, mülksüzleşmeyi, dışlanmayı ve hayata tutunmanın zorluklarını tadan göçmenler ve mülteciler, –eğer uygun fırsatlar sunulursa ve azimle çalışırlarsa– tarih boyunca çığır açıcı işlere ve icatlara imza atmışlar, yeni fikirler üretmişlerdir. İngiltere, Avi Şleym için tam da bunun kapılarını açmış.

Kitaptaki en trajik hikâye; Irak’ta büyük hürmet gösterilen, çevresi çok geniş, Bağdat’ın en görkemli evlerinden birinin sahibi, cömert ve zengin bir tüccar ve aynı zamanda tipik bir Arap-Yahudi aristokratken İsrail’de tamamen iflas etmiş, yıllarca işsiz güçsüz kalıp hanımının kazancıyla geçinmiş, boşanmaya razı olmuş, belli etmese de içten içe yıkılmış ve ömrünün son altı yılını tek odalı bir bungalovda geçirip yapayalnız ölmüş baba Yusef Şleym’e ait. Kitap, Avi Şleym’in babasının neden “Yahudiler iki bin yıl boyunca kendi devletlerine sahip olmak için dua ettiler ve duaları beyhudeydi; İsrail devleti benim ömrüme denk gelmek zorunda mıydı?!” dediğini sadece anlamakla kalmayıp derinden hissetmemizi de sağlıyor.

Kısaca bu otobiyografi, her bakımdan ibretle ve dikkatle okunmayı hak ediyor.

Son olarak kitabın tercümesi esnasında en zorlu iş Arapça, İbranice ve Irak-Yahudi Arapçasında insan ve mekân isimleri ile çeşitli tabirlerin veya cümlelerin Türkçeye belli kurallar çerçevesinde aktarımı meselesiydi. İbranice özel isimlerin ve kelimelerin/tabirlerin Türkçeye aktarımında sık sık danıştığım kıymetli hocam Prof. Dr. Salime Leyla Gürkan’ın yanı sıra Özgür Dikmen’e, Latin alfabesiyle yazılı Bağdat’taki mekân isimlerinin Arapça orijinalini bulmakta ve Irak Yahudilerinin kullandığı yerel Arapça (ammice) kelime ve cümlelerin Türkçe transliterasyonunda danıştığım öğrencilerim Rukiye Aydemir ve Elif Dığıroğlu’nun yanı sıra Iraklı akademisyen Dr. Abdulcabbar Kâzım’a teşekkürlerimi sunarım. Özel isimlerin Türkçeye aktarımında nihai noktayı Avi Şleym’le birlikte koyduk; talebim üzerine vakit ayırıp kitaptaki Arapça ve İbranice özel isimleri tek tek telaffuz etme nezaketi gösterdi. Kendisine müteşekkirim.

Eserleriyle hem Siyonist tarih yazımına meydan okuyan hem de modern dönem Ortadoğu tarihine ışık tutan Avi Şleym’in bu otobiyografisinin ezberlerimizi bozması temennisiyle…

Zahide Tuba Kor

5 Ocak 2025



[1] Bu kitapta Arapça, İbranice, İngilizce ve Irak-Yahudi Arapçasında bolca insan ve mekân ismi ile çeşitli tabirler veya cümleler yer almaktadır. Bunları İngilizce fonetiğe uygun Latinize edilmiş şekilleriyle değil, Arapça ve İbranice ses değerlerini karşılayan Türkçe harflerle yazmayı tercih ettim. Yazar da İngilizce kaleme aldığı otobiyografisinde Arapça ve İbranice isimlerin ve kelimelerin yazımında benzer bir yöntem takip etmiş.

Kitapta özel isimleri Arapça veya İbranicedeki telaffuzlarını esas alarak Türkçeye aktardım; ama her ismin ilk geçtiği yerde kitaptaki İngilizce veya Latinize edilmiş yazımlarını da parantez içinde verdim. Kapak, jenerik, dipnot, kaynakça ve teşekkür kısmında ise özel isimlerin İngilizce kitaptaki yazımlarını korudum. Dolayısıyla yazarın soyadını, –kendisinin de izniyle– kapakta ve jenerikte kimliğinde yazılı şekliyle Shlaim, kitap içinde ise telaffuza göre Şleym olarak yazdım.

Öte yandan orijinali zaten İngilizce veya Latin alfabesiyle olan özel isimleri ve kelimeleri, eğer Türkçeleşmiş haliyle dilimize yerleşmemişse değiştirmedim. Keza Avrupa’da yaşayanların isimlerini (mesela İngiltere’de yaşayan dayısının ve Irak’ta dönemin İngiliz imparatorluğuyla bağlantılı olan akrabalarının ismi olan Isaac [Ayzek]’i) İngilizce kitaptaki yazımıyla korudum.