Diktatörlük ile Devrim Arasında
ARAP DÜNYASININ KRİZLERİ
Yazar: Munsif Merzûkî
Derleme ve tercüme: Zahide Tuba Kor
Küre Yayınları, İstanbul, Nisan 2019
Kitapla
ilgili kapak ve tanıtım bilgilerine Küre Yayınlarının linkinden ulaşabilirsiniz:
NOT: Bu eser Arapça mevcut bir kitabın tercümesi değildir. Sayın Munsif Merzûkî'nin geçtiğimiz 10 yıl içerisinde el-Cezire'de yayınlanmış onlarca makalesi arasından seçtiğim 16 tanesini tercüme ederek, kendisiyle 2 defa röportaj yaparak ve özgeçmişini derleyerek yayına hazırladığım, ilk kez Türkçe olarak yayınlanmış bir kitaptır. Kitabın başlığını da muhtevasını da bendenizin belirlediğini, Sayın Merzûkî'nin Arapça yayınlanmış böyle bir kitabı bulunmadığını önemle vurgulamak isterim.
Arap dünyasında yüzyıldır birikmiş meşruiyet krizlerinin ve
yapısal problemlerin patlamasına şahit oluyoruz. Bölge çok boyutlu bir krizler
yumağı içinde boğuluyor. Yaşanan sadece siyasî, iktisadî, toplumsal ve hukukî
değil aynı zamanda fikrî, felsefî, dinî ve ahlâkî bir kriz.
Tunuslu Prof. Dr.
Munsif Merzûkî, bu kriz hâline yıllardır dikkat çeken Arap dünyasının önemli
mütefekkirlerinden ve eylem adamlarından biri. Tıp doktoru, insan hakları
aktivisti, velut bir yazar, siyaset felsefecisi, siyasetçi ve Tunus’un
demokratik yolla seçilen ilk cumhurbaşkanı…
Bu kitap,
Merzûkî’nin el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesinin tercümesinden ve kendisiyle
gerçekleştirdiğimiz söyleşiden oluşuyor. Kitapta Arap dünyasının temel
meselelerini keşfedeceksiniz. Merzûkî’nin tarih ve insan tasavvurunu, fikrî
yönelimini ve ahlâkî duruşunu; Arap rejimlerine, entelektüellerine ve
ideolojilere eleştirilerini; Arap devrimleri ve karşı-devrimlerine dair
değerlendirmelerini bulacaksınız.
Bu hâliyle
elinizdeki kitap ezber bozucu, ufuk açıcı ve yol-yöntem gösterici bir çalışma.
İÇİNDEKİLER
Giriş
Muhammed
Munsif Merzûkî’nin Hayatı ve Eserleri
Manevî Babam
Nelson Mandela
Munsif
Merzûkî ile Söyleşi
Makaleler
Arapların
Tarihi de Bir Kurgu mu?
Arap Dünyası
Uçuruma Doğru İlerlerken
Arap
Devriminin Önündeki Korkutucu ve Umut Dolu Ufuklar
Despotlar
için Millet, Millet için Despotlar Dersi
İmdat!
‘Siyaset’ Kelimesinin Mânâsını Kim Bilir?
‘Aydınlanmacılar’
ile ‘Gericiler’ Arasındaki Husumete Dair
Muhtaç
Olduğumuz Fikrî Devrim
Muhtaç
Olduğumuz Ahlâkî Devrim
İslâmcı
Dalga... Sular Geri mi Çekiliyor?
Araplara veya
Onlardan Geriye Kalanlara Mektup
Tunus
Devrimi’nde Beş Yıl, Beş Kural
Başarılı ve
Başarısız Askerî Darbeler Arasında 15 Temmuz Kalkışması
Türkiye’nin
Tam Bir Zafer Kazanmasının Yolu
Sîsî’nin
Mısır’ında Siyasetin Ölümü ve Ölüm Siyaseti
Katar’a
Yönelik İkinci Kuşatmanın Arka Planı
Arap Medyası:
Çözümün Bir Parçası mı, Yoksa En Büyük Problem mi?
GİRİŞ
17 Aralık 2010’da Tunus’ta bir seyyar satıcının
kendisini yakmasıyla Arap dünyasında patlak veren ve daha uzun yıllar devam
edecek devrim/isyan süreci, aslında çoktan çökmüş olan, ancak içeride otoriter
rejimlerin ağır baskısı ve dışarıda Batılı güçlerin statükonun devamı yönünde
yönetimlere verdiği sınırsız destek sayesinde ayakta tutulan Ortadoğu
sisteminin artık sürdürülemezliğinin bir göstergesi. Yüzyıl evvel Batılılar
eliyle kurgulanan ve 1979 yılı itibarıyla nihaî şeklini alan Ortadoğu sistemi;
önce Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, ardından iletişim teknolojileri ve
uzay-atom-biyoloji alanlarında kaydedilen muazzam ilerlemelerle birlikte
dünyada yaşanan büyük değişimlere rağmen, ufak tefek rötuşlarla bugünlere kadar
geldi. Aslına bakarsanız bu coğrafya; sınırları, kurumları, liderleri, elitleri
ve fikrî akımlarıyla çoğunlukla sosyolojik gerçekliğe yabancı, iç meşruiyetten
de yoksun kaldı. Şu an bölgede yaşanan deprem, yüz yıldır birikmiş meşruiyet
krizlerinin ve çözül(e)memiş ama ağır bir baskıyla üzeri örtülmüş yapısal
problemlerin bir patlaması diyebiliriz.
Dünyayı ve bölgeyi salt uluslararası sistem,
devlet yapıları ve ekonomi-politik üzerinden okuma kolaycılığımız, bölgede
yaşanması mukadder olan patlama hâlini görmemizi engelledi. On yıllardır otoriter
rejimler altında “istikrar” görüntüsü, Arap dünyasının içine kapsamlı bir
şekilde bakmamıza ve kriz hâlini keşfetmemize bir set çekti. Oysa Ortadoğu’yu
yakından bilen ve yüzeye/konjonktürel olana bakmayıp derinlere/yapısal olana
odaklananlar, bu sistemin sürdürülemezliğini, Arap dünyasının tehlikeli bir
uçuruma doğru sürüklendiğini on yıllardır endişe içinde dile getirmekteydi.
Mesela Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden Faslı Muhammed Âbid
el-Câbirî, 1980’lerde kaleme aldığı makalelerini bir araya getirerek 1990’larda
kitaplaştırdığı Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma eserinin
girişinde şöyle diyordu:
Arap
dünyası bugün ekonomik, siyasi, toplumsal ve fikri alanlarda ‘kapsamlı bir
kriz’ aşamasına ulaşmıştır. Bu dönemdeki her şey, sürecin, daha önce var olan
aynı veriler, ilişkiler ve görüşlerle devam etmesinin mümkün olmadığını ve
mevcut krizin, üçüncü bir şıkkı daha bulunmayan iki seçenekli bir kriz olduğunu
açık ve kesin bir biçimde göstermektedir. Bu iki seçenek; ya krizin içerisinde
boğulup kargaşa, çözülme ve yok olma sürecine girmek ya da mevcut kriz durumunu
bilinçli bir şekilde analiz etmek ve farklı hareket noktaları ve bakış
açılarıyla yeni bir yapı oluşturarak, bambaşka bir ortama geçmeyi sağlayacak
şekilde bu krizi aşmaktır. (Câbirî, s. 9)
Bu ve benzeri uyarılara on yıllardır kulak
tıkandığı açık. Gelinen noktada Arap dünyası bir kargaşa, çözülme ve belki de
bir çöküş sürecine girmiş bulunuyor. Hem seküler Arap milliyetçiliği hem de
İslâm ümmeti vurgusu üzerinden birlik ve beraberliği savunmuş, geçmişte bir
umut olmuş geleneksel fikrî akımların ve örgütlü yapıların tamamı sarsılmış
durumda. Merkezî otoriteyi yitiren Arap devletleri din, mezhep, bölge ve kabile
kimlikleri arasında paramparça olurken henüz merkezî otoriteyi koruyanlar da
keskin siyasal ve toplumsal kutuplaşmalarla malul. Bölgesel ve küresel güçler
jeopolitik ve jeoekonomik kavgalarını kimlikler üzerinden vekâlet savaşlarıyla
yürüterek bu kutuplaşma ve parçalanmışlığı daha da körüklerken, Sünnî Arap ve
İslâm dünyası çok boyutlu derin bir krizler yumağı içinde boğuluyor. Yaşanan
sadece siyasî, iktisadî, toplumsal ve hukukî değil aynı zamanda fikrî, felsefî,
dinî ve ahlâkî bir kriz. Kimlik/aidiyet krizi de cabası. Ancak bu kapsamlı ve
çok boyutlu kriz gerçeğiyle yüzleşmekten tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de
kaçınılıyor. Hâlâ daha gerçek meselelerle, yapısal olanla uğraşmak ve bir an
evvel köklü reformlara girişmek yerine suni gündemlerle boğuşuluyor. Söze ve
siyasete alan açarak barışçıl dönüşümü sağlamak yerine silaha başvurularak
bölge kana bulanıyor. Dahası, bölgedeki mevcut krizin temel müsebbibi olan eski
sistemi yeniden tesis etmek, 2010 öncesine geri dönmek için yerel, bölgesel ve
küresel güçler el ele vererek nafile yere uğraşıyor.
Ortadoğu’da yaşanan krizler, 2008’den bu yana
küresel sistemde yaşanan krizin hem bir uzantısı hem de pekiştiricisi ve
derinleştiricisi. İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan ve Soğuk Savaş sonrası
birtakım değişikliklerle bugüne gelen küresel sistem, artık sürdürülemez
durumda. Köklü bir değişim-dönüşüm sürecinin arifesindeyiz. Ulus-devletlerin
egemenliğinin ulus-üstü ve ulus-altı yapılarla ve muazzam teknolojik
ilerlemelerle aşındığı bir çağdayız. Neoliberal iktisadî modelin krizi
demokratik rejimleri temellerinden sarsıyor; elitler ile halklar arasındaki
uçurum derinleşirken alt ve orta sınıfların öfkesi şiddetleniyor; siyasette
merkez partiler güç kaybederken aşırı sağ ve aşırı sol partiler bir umut olarak
görülüyor. Küreselleşmeye karşı popülist milliyetçilikler alternatif bir plan-programları
olmadan yükseliyor. Teknolojik ilerlemelerin de etkisiyle tarihte belki de ilk
defa bireyler birer aktör hâline gelmiş bulunuyor ve bu da kriz içindeki
sistemde kaos ve anarşiyi tetikliyor.
Hal böyleyken yeni bir fikir, yeni bir umut odağı
ve yeni bir yönetişim modeli üretmek ve köklü reformlar yapmak kaçınılmaz.
Ancak gerek küresel sistemde gerekse Arap dünyasında krizden çıkış için ne
sahici bir reçete var, ne de yeni bir fikrî açılım ve ideolojik akım... Üstelik
19. ve 20. yüzyılda Arap dünyasında bir umut olmuş fikrî akımların, toplumsal
hareketlerin ve siyasal partilerin ekseriyetle Batı’daki canlı ve dinamik
tartışmalardan, fikirlerden ve hareketlerden etkilendiğini hesaba katarsak,
günümüz Batı dünyasındaki fikrî çoraklık Arap dünyasındaki fikrî boşluğu ve
çaresizliği daha da derinleştiriyor. Buna bir de Arap dünyasının (güce/iktidara
eklemlenmiş ve temel derdi mevcut sistemi, daha doğru bir ifadeyle
sistemsizliği meşrulaştırmak olan “organik aydın”ları dışındaki) kitlelere bir
umut olma, krizlere gerçekçi çözümler ve yeni fikirler üretme derdindeki
mütefekkir lerinin ekseriyetle hapis, sürgün veya ölüm seçenekleriyle karşı
karşıya kaldığını dikkate alırsak önümüzde pek de parlak bir gelecek
görünmüyor. Dünya da Ortadoğu da adeta “akılsız ve fikirsiz” hâlde kendi sonunu
hazırlıyor.
***
Bu karanlık tablo içinde Tunuslu Prof. Dr.
Muhammed Munsif Merzûkî, sıradışı ve özgün fikirleriyle, siyasî içerikli
kitapları ve makaleleriyle yıllardır uçuruma doğru ilerleyen Arap dünyasındaki
çok boyutlu kriz hâline dikkat çeken ve kurtuluş reçeteleri sunmaya çalışan bir
mütefekkir. Türkiye’de fazla tanınmasa da Arap dünyasının en önemli
mütefekkirlerinden ve eylem adamlarından biri. Alanında öncü bir tıp doktoru ve
akademisyen; önde gelen bir insan hakları aktivisti; tıbbî, siyasî, fikrî ve
edebî alanda birçok kitabın yazarı; siyaset felsefecisi, siyasetçi ve eski
cumhurbaşkanı...
Foto: Tuba Deniz
Hem tıp hem de psikoloji eğitimi alması,
ailesinden Arap kültürü ve geleneğini tevarüs etmesi, babasından siyasî
mücadele hırsını ve okuma sevgisini kapması, gençliğinden itibaren Fransız
kültürü içinde yetişip Batı’nın meydan okumalarıyla yüzleşmesi Merzûkî’nin Arap
dünyasının meselelerine hem içeriden hem de dışarıdan kapsamlı bir şekilde
bakabilmesini ve özgün bir perspektif üretebilmesini sağlamış görünüyor. Bir
doktor olarak mesleğinden gelen alışkanlıkla, sadece Arap dünyasının
hastalıklarını teşhis etmek ve problemlerini ortaya koymakla yetinmiyor, tedavi
yolları üzerine kafa yorup yazılarında elden geldiğince çözümler sunmaya ve bir
eylem adamı olarak yürüttüğü mücadelesiyle de hastayı bilinçlendirmeye ve ayağa
kaldırmaya çalışıyor.
Merzûkî’yi Arap dünyasının diğer
entelektüellerinden ayrı kılan birçok özelliği var. Kanaatimce en temel
özelliği, meselelere dar ideolojik kalıplarla değil, çok-boyutlu ve farklı
disiplinlerin penceresinden bakabilmesi. Arap siyasetini ele alırken
alışılageldiği şekliyle devlet veya uluslararası sistem merkezli analizler
yerine insan odaklı bir bakış açısı geliştirmesi. Devlet, maslahat, beka gibi
klasik siyasî kavramlar veya büyük güç ilişkileri ve doğal kaynak paylaşımı
gibi faktörler yerine –siyaset felsefesinin de temel tartışmalarından olan–
insanoğlunun iyiyi ve kötüyü, hayrı ve şerri bir arada barındıran tabiatına
odaklanması; buradan siyasetin ve iktidarın tabiatına geçiş yapması, bunu da
tarih ve sosyolojiyle zenginleştirmesi. Ve tabii ki bütün bunları muhteşem bir
edebî dille bize sunarak hem fikirlerinin etkisini okur üzerinde artırması hem
de alıntıları ve vurgularıyla kadim Arap düşüncesi, kültürü ve medeniyetini
bize hatırlatması ve yer yer tanıtması... Bilhassa insan odaklı bakış açısı
oldukça değerli. Zira rejimler nazarında Arap insanı adeta bir hiçken ve 2011
öncesi Ortadoğu üzerine yapılmış akademik çalışmalarda Arap bireyi ve hatta
toplumu, yani Arap psikolojisi ve sosyolojisi yok sayılırken Merzûkî ısrarla
insanı analizlerinin temeli kılıyor. Tam da bu yüzden halk isyanlarıyla
Ortadoğu temelinden sarsılırken ve gerek siyasî gerekse akademik camia tam bir
şok yaşarken o, bir yıl evvel kaleme aldığı –bu kitapta da yer alan– “Arap
Dünyası Uçuruma Doğru İlerlerken” başlıklı yazısında kaçınılmaz akıbeti
öngörüyor.
Merzûkî, –gerek otobiyografisinde gerekse el-Cezire’ye
verdiği mülakatında vurguladığı üzere– Fransa’da eğitim görüp Batı kültürü
içinde yetişse ve hayatının 25 yılını yurtdışında geçirse dahi Arap-İslâm
kültürünü kaybetmemek adına çok çaba sarf etmiş bir kişi. Gerçekten de o,
Tunus’un Batı’da eğitim görmüş lâik düşünürleri arasında, Batı’nın büyüsüne
kapılmamış, Arap-İslâm kültürünü geri kalmışlığın müsebbibi sayıp da öz
kültürüne savaş açmamış nadir entelektüellerden. Bunu hem çocukluğunda
ailesinden ve Sâdıkiyye İlkokulundan aldığı sağlam dinî-kültürel eğitime hem de
Fransa’daki gençlik yıllarında tek bir gün olsun Arapça eser okumayı ve Arap
dünyasıyla ilgili haberleri takip etmeyi bırakmamasına bağlıyor. (Munsif
Merzûkî’nin otobiyografisi, s. 8-9; “Şâhid Ale’l-Asr” programı, el-Cezire)
Bu kitapta okuyacağınız siyasî muhtevalı makalelerinin içine Arap kültürünü ve
belagatini en rafine şekilde yedirmesi de bu özelliğinin en açık kanıtı.
Yine Merzûkî, dile büyük önem veriyor. El-Cezire’de
yayınlanan “Şâhid Ale’l-Asr” programının üçüncü bölümünde sarf ettiği şu sözler
alıntılamaya değer: “İnsanlar hakkında hükmü, kullandığı dile bakarak
veririm; herkesi diliyle değerlendiririm. Çünkü insanın en önemli göstergesi,
ona şahsiyetini veren şey dilidir.” Makalelerini okurken de göreceğiniz
üzere, dili büyük bir titizlik ve maharetle kullanması onun temel
vasıflarından. Tabii ki Türkçe, söz sanatlarıyla muazzam zenginlikte ve ahenkli
bir dil olan Arapça karşısında daha sönük kaçıyor. Tercümelerde Arapça
orijinallerindeki etkileyiciliği koruyabilmek adına –Türkçenin sınırlılıkları
dâhilinde– elden gelen gayreti gösterdiğimizi belirtmeliyim. Ancak mânâyı tam
olarak aktarsak da cümle kalıpları, teşbihleri ve kinayeleriyle yer yer
Arap-İslâm literatüründen ilham aldığı satırlarının ruhunu aktarabilmemiz
imkânsızdı.
Merzûkî, 75 yıl Fransız sömürgesi olarak kalan
Tunus’un bağımsızlık mücadelesine hem kalemiyle hem silahıyla hem de siyasî
faaliyetleriyle aktif bir şekilde katılan, ama daha sonra büyük bir hayal
kırıklığı içinde Fas’a sürgüne gitmek zorunda kalan babasının hayatından
oldukça etkilenmiş. Siyaset, gençliğinden itibaren içinde hep bir ukde olarak
kalsa da, –otobiyografisinde anlattığı üzere– babasının sürekli kulağına
fısıldadığı şu sözler tıbba yönelmesinde etkili olmuş:
Milletimizin
siyasetçilerden çok daha fazla büyük doktorlara, bilim adamlarına,
mühendislere, filozoflara ve mütefekkirlere ihtiyacı var. Eğer ki Arapçılığa ve
Tunus’a bağlılığını ispatlamak istiyorsan bunu ilmî başarılarınla
göstermelisin. Yahudilere bak. Onların gücü, her ferdinin ulaştığı ilmî ve
meslekî seviyesinden geliyor. (Merzûkî, otobiyografi, s. 5)
Yine de Fransa’daki öğrencilik yıllarında siyasî
faaliyetleri hiç bırakmamış. Arap kimliğini ve kültürünü korumak amacıyla Arap
Kültür Kulübünün ve Filistin’de Barış ve Adalet Cemiyetinin kurucuları arasında
yer almış. Bu faaliyetleri esnasında babasının telkinleri, zihninde uyanan şu
önemli soruyla yeni bir derinlik kazanmış: “Peki ama mağlup olduğumuz gerçek
savaşı –medeniyet, yani ilim ve amel savaşını– kazanamazsak siyasî mücadeleden
nasıl galip çıkacağız?” (Merzûkî, otobiyografi, s. 6) Tunus’a döndükten
sonra her ne kadar hep bir ilim ve fikir adamı olarak kalıp siyasî işlere
bulaşmamaya çalışsa da, sistemdeki yozlaşmışlık ve rejimin ihlalleri karşısında
1980’lerde önce kalemiyle ardından insan hakları mücadelesiyle başlayan
aktivizmi, 1990’larla birlikte siyasî mücadeleye evirilecek ve nihayetinde
2011-2014 döneminde cumhurbaşkanlığıyla taçlanacaktı. Bugün 75 yaşına gelmiş
olmasına rağmen siyasette hâlâ oldukça aktif; Arap Devriminin önemli
aktörlerinden biri olarak gerek Ortadoğu’da gerekse Afrika’da bölgenin geleceği
için siyasî faaliyetlerini aralıksız sürdürüyor. Özellikle karşı-devrimci
güçlerle mücadelesiyle dikkat çekiyor.
Merzûkî’nin bir diğer özelliği, hem vatan sevgisi
hem de sıradan insanları ve dışlanmış kesimleri öncelemesi. Tam da bu nedenle
Fransa’da başarılı bir doktorken ve rahat bir hayatı varken –Fransız eşinin
ayak diremesine rağmen– 1979’da ülkesine geri dönmüş. Tunus’un başkentindeki
imkânları bırakıp Sûsa şehrindeki daha mütevazı bir üniversiteye öğretim üyesi
olarak girmiş; uzmanlık alanlarını bırakıp toplumun en fakir ve madun
kesimlerinin hastalıklarına şifa bulmak için halk sağlığı ve koruyucu hekimlik
alanına geçmiş; bu alanda kırsalda araştırmalar yapmış, asistanlarını seferber
etmiş ve öğrencilerine doktora tezleri yazdırmış. Ayrıca anadilde tıbbî
literatürün çok az olması nedeniyle hem doktorlara hem de sıradan insanlara
yönelik Arapça tıp kitapları yazmış ve yazdırmış. Tunus’la yetinmeyip Afrika’da
halk sağlığı ve koruyucu hekimlik faaliyetleri yürütmüş ve özellikle yetim
çocuklara odaklanmış. Fransa’daki sürgün yıllarında yabancı ve göçmenlerin
sağlık eğitimiyle meşgul olmuş. Alanında ilk olan bu çalışmalarıyla birçok ödül
de almış. Kırsalda sağlık şartlarını iyileştirme çabasında, memleketinin
Tunus’un en fakir bölgelerinden biri olmasının ve küçüklüğünde ailesinin
yaşadığı fakirliğin etkili olduğu aşikâr.
Merzûkî’nin diğer bir önemli vasfı, hem bir fikir
hem de bir eylem adamı olması. Bu tür teori ile pratiği bağdaştıran ve bir
arada yürütebilen örnekler son derece azdır. Bunu başarabilmek de oldukça
zordur. Onun bu vasfını, otobiyografisinden bir alıntı yaparak kendi
satırlarıyla açalım. Merzûkî diyor ki:
Ben
uzman teknikerlerin de fildişi kulelerde yaşayan entelektüellerin de bir
antiteziydim. Başka bir entelektüel örneğini billurlaştırmak üzere erkenden her
iki yaygın örneğe de sırtımı döndüm. Bu örnek; –masa başında değil– bizzat
sahaya inerek uzman olan, çevresindeki meseleleri bir sorumluluk bilinciyle üstlenen
ve –lüks ve zevkusefa için değil, becerisini etkinleştirmenin ayrılmaz bir
parçası olarak– fikirden edebiyata ve musikiye kadar kültürün her alanına açık
olan bir entelektüel... (Merzûkî, otobiyografi, s. 21)
Arap dünyasında düşünce ile gerçeklik, elit ile
halk arasında her daim derin bir uçurum olduğunu dikkate aldığımızda onun bu
vasfı, –ütopik, naif ve toplumsal gerçeklikten uzak muadillerinin aksine–
vakayla bağlantılı fikirler üretmesinde ve temel meseleleri doğru teşhis
etmesinde hiç şüphesiz etkili bir faktör.
Gerek Fransa tecrübesi gerekse sahaya inerek
çevresindeki meseleleri bir sorumluluk bilinciyle üstlenmesi, ona Arap
dünyasının temel problemlerini kavramakta bir ufuk açmış ve derinlik katmış
gibi görünüyor. Bu konuda otobiyografisindeki bazı ayrıntılar alıntılanmaya
değer. Merzûkî, 1979-1981’de nöroloji alanında yardımcı doçent olarak Tunus’ta
çalışmaya başladığında Batı’nın Araplardan niçin üstün olduğunu fark etmekte
hiç zorlanmamış. Çünkü “Fransa’daki hastanelerde hâkim olan değerler ciddiyet,
ihtimam, canla başla çalışmak, çalışma sevgisi ve insana saygı idi ve bu
değerler Tunus hastanelerinde hiç ama hiç yoktu.” Kliniklerde önlenebilir
sebeplerden sakat kalmış çocukların çokluğu ve doktorların konuya umursamazlığı
karşısında öyle bir şok yaşamış ki babasının kendisini niçin içinde ukde olan
siyasetten uzak tutmaya çalışıp doktor olmaya teşvik ettiğini daha iyi idrak
etmiş.8 Bu konuya el atarak Tunuslu engelli çocuklar üzerine yürüttüğü
çalışmalarla ödüller almış. Merzûkî, Fransa ve Tunus’taki hastanelerin
mukayesesine ve meselenin özüne bu kitapta yer alan “Muhtaç Olduğumuz Ahlâkî
Devrim” makalesinde değiniyor. Biz otobiyografisinden alıntıyla devam edelim.
Ona göre bu,
geri
kalmış siyasî örgütlenmenin etkisiyle kültürel verilerden kaynaklı bir
hastalık: Yanlış makama yanlış insanın getirilmesi, kabiliyetlinin değil sadık
olanın ödüllendirilmesi, yenilikçi akıllarla mücadele edilmesi; bunun da
verimsizliği, enerjinin heder edilmesini, düşünceye pranga vurulmasını, hayal
kırıklığını ve öfkeyi tetiklemesi; nihayetinde yaşananlara kayıtsız kalmak ve
işleri savsaklamakla sonuçlanması. (Merzûkî, otobiyografi, s. 9)
Tabii ki işin bir boyutu daha var; Arap
rejimlerinin baskıcılığı ve yozlaşmışlığı karşısında onurlu bir hayat sürmek
isteyen eğitimli gençlerin onlarca yıldır kesintisiz devam eden kitlesel beyin
göçü... Söyleşimizde bu konuya da kısaca değiniyor.
Tunus’a döndüğünde vatandaşların hâli ve
sistemdeki yozlaşmışlık karşısında şoka uğrayan ve bir çözüm arayışına giren
Merzûkî, rejimin hedefi olmak pahasına, gazetelerde konuyla ilgili yazılar
neşretmiş; daha sonraki yıllarda siyasî kitaplar kaleme almış ve insan hakları
mücadelesine girişmiş. Merzûkî’ye göre, Arap dünyasının en temel problemi
istibdat ve onunla doğrudan bağlantılı yolsuzluk ve yozlaşma. Zira istibdat
hastalıkların hastalığı. “Ümmetin canlılığını, yaratıcılığını, zekâsını,
güzelliklerini katlediyor; polis üzerinden fikirleri ve kalpleri kontrol ederek
fikrî ve sanatsal bakımdan çölleşmeye yol açıyor.” (Merzûkî, otobiyografi,
s. 25) Makalelerinde de göreceğiniz üzere Merzûkî, Arap dünyasında istibdadın
yol açtığı ağır siyasî, sosyoekonomik ve kültürel tahribatı ve yıkımı, keza
otoriter rejimlerin tabiatını ve özelliklerini son derece etkileyici örnekler
ve teşbihlerle anlatıyor. Diktatörlüklere ve rejimlerin yol açtığı yozlaşmaya
karşı demokrasiyi bir çözüm olarak sunuyor. Yalnız demokrasinin de kendi içinde
eksiklikleri ve problemleri olduğunun farkında. Otobiyografisindeki şu ayrıntı
dikkat çekici:
Tuhaf
olan şu ki ben Tunus’a dönene kadar demokrasinin kıymetini anlamamış ve
benimsememiştim. Fransa’da düşünceme hâkim olan, Arap sosyalizmi boyasıydı.
Çünkü içinde yaşadığım [demokratik] siyasî düzende skandallar, ucuz dedikodular
ve siyasî mücadelelerden başka bir şey görmemiştim... Tunus’ta ise düzen
liyakatten ziyade sadakate dayalı olduğundan (...) bütün kararlarda adam
kayırmacılık, fırsatçılık ve yanlışlık yaygındı. Halkımızın damarlarındaki
fakirliğin ve cehaletin derinliğini keşfettim. (Merzûkî,
otobiyografi, s. 9)
İşte o andan itibaren Merzûkî, Arap dünyasının
temel meselelerini çözmesi yolunda mekanizmaları ve araçları sağlayıcı bir
imkân olarak görerek demokrasinin yılmaz savunucusuna dönüşüyor.
Merzûkî, demokrasinin yanısıra dinin devletten
ayrılması gerektiğini savunuyor. Çünkü ona göre, “bütün coğrafyalarda tarihî
tecrübe, bu ikisinin karışımının her daim devlete yaradığını, istibdadı örtmek
için yönetimlerin dini kullandığını gösteriyor ve bu da dine büyük zarar
veriyor.” Devletin tabiatı gereği siyasete dayandığı, siyasetin de bir
menfaatler mücadelesi olduğu ve böyle bir sistem içinde dinin siyasî ekibin
elinde bir koz olmaktan öteye geçmediği kanaatinde. Merzûkî, kendisini tıp
alanında Râzî’nin ve İbnu’l-Cezzâr’ın, akide alanında İbnü’l-Arabî’nin ve
Hallâc-ı Mansûr’un öğrencisi kabul ediyor. (Merzûkî, otobiyografi, s. 14)
Merzûkî aslında ülkesinde hiçbir tarafa
yaranamamış bir mütefekkir. Otobiyografisinde de “Ne zaman milliyetçiler,
lâikler, İslâmcılar ve sosyalistler arasında yaşasam kendimi hep bir yabancı gibi
hissettim; her zaman beni onlardan ayıran önemli bir şeyler olduğu gibi, yine
beni onlara yakın kılan başka önemli şeyler olmuştur” diyor. Fikren daha yakın
olduğu milliyetçi ve solcu kesimlerin onu kendi yanlarına çekme çabalarının hep
başarısızlıkla sonuçlandığını; en büyük hasmının ise 1980’li yıllarda yıldızı
yükselen İslâmcılar olduğunu belirtiyor. (Merzûkî, otobiyografi, s. 13) Ancak
kaderin cilvesine bakın ki, kendi deyimiyle, “modern Tunus’un en tehlikeli
aşamasında, rejimin İslâmcılara karşı korkunç ve rezil bir savaş açtığı ve
devlet terörü uyguladığı bir dönemde” Tunus İnsan Hakları Ligi başkanı olmuş
(1989-1994) ve hapishanelerde korkunç işkencelerden geçen “baş düşmanı”
İslâmcıların en şiddetli savunucusuna dönüşmüş. (Merzûkî, otobiyografi, s.
15-17) İnsan hakları için verdiği bu mücadelede kendisi de büyük bedeller
ödemiş: Akademik çalışmaları engellenmiş, hapse atılmış, eserleri yasaklanmış,
evinde sıkı polis gözetiminde tecrit içinde yıllarını geçirmiş ve sonunda
Fransa’ya sürgüne gitmek zorunda kalmış. Bu bakımdan kanaatimce Merzûkî’nin en
önemli vasıflarından biri de sahip olduğu fikir namusu, iç tutarlığı ve
ilkeleri menfaatlere öncelemesi. İnandığı ilkeleri ve değerleri, her ne
pahasına olursa olsun ve her kim için olursa olsun savunmaktan hiç geri
durmaması... İslâmcılara karşı gittikçe daha fazla sempati beslemesine yol açan
bu sürecin Tunus’un yakın tarihini de etkileyen sonuçları olduğu muhakkak.
Merzûkî’nin baskıcı rejime karşı İslâmcılarla bu dönemde başlayan ve 2000’li
yıllarda devam eden diyalogu ve ortak mücadelesi, Tunus’taki devrim sürecinde
(2011-2014) Nahda Partisi’yle üçlü bir koalisyon hükümeti kurulmasını
kolaylaştıracak, lâik-İslâmcı kutuplaşmasının hâkim olduğu siyasî atmosferde
her iki kesimle de iyi ilişkileri sayesinde cumhurbaşkanı seçilecek ve
özellikle yeni anayasa yazım sürecinde bunun meyveleri alınacaktı. Ancak ilke
ve değer odaklı bu duruşu ve devrimci çizgisini hiç bozmaması, karşı-devrimci
cephenin onu “Müslüman Kardeşler/Türkiye/Katar hesabına çalışıyor” tezviratına
ve kara propagandasına maruz bırakacaktı.
Bir mütefekkirde olması gereken temel vasıflardan
biri de eleştirel akıldır. Merzûkî’de bu vasfın ziyadesiyle mevcut olduğu
tarih, siyaset, toplum ve insan analizlerinde hemen göze çarpı yor. Kendisi
bütün ideolojilere mesafeyle ve eleştirel yaklaşıyor; bu bakımdan hiçbir kesime
yaranamaması bir tesadüf değil. İdeolojiler, vakayı zorunlu olarak
basitleştirir ve belirli bir çerçeveye indirger; bu yüzden gerçeklikle birebir
örtüşmez. Merzûkî, “Muhtaç Olduğumuz Fikrî Devrim” makalesinde birbirine zıt
ideolojilerin düşünme biçimlerindeki şaşırtıcı benzerliği ortaya döküyor:
Karmaşık gerçekliği basite indirgeme (yüzeysellik), dinamik olanı sabitleme ve
fikirleri dondurma, şek ve şüphe veya görecelilik nedir bilmeme (dogmatizm),
vakayla bağlantısızlık, ötekini reddetme (dışlayıcılık) veya hor görme (kibir),
geçmişi veya dışarıyı/ Batı’yı taklit etme (tarihe veya coğrafyaya bağımlılık),
önyargı, çözüm olarak hazır reçeteler sunma... Özellikle bağımlılığı ve kibri bütün
fikirleri öldüren şeyin ta kendisi olarak görüyor. Taklit değil yenilik unsuru
olmayı, hatalarından ders alıp düzelten tecrübeye dayalı aklı, topluma içeriden
bakarak toplumsal gerçekliği anlamayı öneriyor.
Son olarak Merzûkî’nin dikkat çekici bir özelliği,
kendi deyimiyle “kötüyimserliği”. Yani hem kötümser hem de iyimser olması. Ona
göre “kötüyimserlik”, hem yıkımın ve şerrin gücünü asla bir kenara
bırakmadığının hem de yaratılışın ve hayrın gücünün hiçbir zaman bitip
tükenmeyeceğinin farkında olmaktır. Zafere ulaşana kadar zorlukların ve
engellerin bileğini bükemeyeceğine ümit bağlamak ve kuruntulara asla boyun
eğmemektir. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin “Medeniyetleri üreten meydan
okumalardır.” sözünü dikkate almaktır... (Bkz. “İslâmcı Dalga... Sular Geri mi
Çekiliyor?” ve “Araplara veya Onlardan Geriye Kalanlara Mektup”) Makalelerinde
de göreceğiniz üzere Merzûkî’nin Arap dünyasının durumuyla realist biçimde
yüzleşerek feci hâli ve akıbeti önceden gören ve gösteren, ama aynı zamanda
Arap halkına ümit verici reçetelerle bir çıkar yol sunmaya çalışan bir tarzı
var. Bilhassa Arap dünyasında patlak veren isyanların daha ilk aylarında
devrimle ilgili kaleme aldığı makaleleri (“Arap Devriminin Önündeki Korkutucu
ve Umut Dolu Ufuklar” ve “Despotlar için Millet, Millet için Despotlar Dersi”)
bu özelliğini açıkça dışa vuruyor.
***
Bu kitap, Prof. Dr. Munsif Merzûkî’nin 10 yıldır
el-Cezire haber sitesi için kaleme aldığı onlarca makalesi arasından,
Arap dünyasının temel meselelerini tartıştığı 16 tanesinin tercümesinden,
kendisiyle İstanbul’da gerçekleştirdiğim iki söyleşiden ve ayrıntılı
biyografisinden oluşuyor. Makaleleri, muhteva olarak birbirini tamamlayacak ama
mümkün olduğunca tekrara kaçmayacak şekilde seçmeye çalıştım. Bu çerçevede
kitapta Merzûkî’nin tarih ve insan tasavvurunu, siyaset ve devrim anlayışını,
fikrî yönelimini ve ahlâkî duruşunu, entelektüellere ve ideolojilere sert
eleştirilerini, medyaya bakışını, Arap dünyasının krizlerine dair tespitlerini
ve çözüm önerilerini, yazılarının ana omurgasını oluşturan Arap Devrimleri ve
Karşı-Devrimlerine dair değerlendirmelerini bulacaksınız. Ayrıca önde gelen bir
Arap mütefekkir olarak onun hayatını, çalışmalarını, hiç bitmeyen mücadelesini
ve düşünce dünyasını tanıyacaksınız. Yine Arap dünyasının gündemimize
gelmediğinden hiç farkında olmadığımız iç tartışmalarını ve temel meselelerini
keşfedeceksiniz.
Ortadoğu’nun krizlerle yüzleştiği bu dönemde
Munsif Merzûkî, makaleleriyle bir yandan Arap dünyasının ufkunu sarmış
karabulutları ve yaşanan krizin/çöküşün acı boyutlarını gözler önüne sererken,
diğer yandan çözümün anahtarını ve yöntemlerini sunmaya çalışıyor. Tarih
tasavvurunu değiştirmeden, “şanlı tarih” yanılsamasından kurtulmadan,
iyisi-kötüsüyle tarihin gerçekleriyle cesurca yüzleşmeden geçmişin doğru
anlaşılamayacağını ve dolayısıyla ileriye dönük sahih bir gerçeklik
üretilemeyeceğini salık veriyor. Arap yönetimlerinin, elitlerinin ve
halklarının gerçek meselelere eğilip çözüm bulmaya çalışmak yerine sürrealist
ideolojik mücadeleler ve boş tartışmalarla uğraşmasını eleştiriyor. Arap
dünyasının içine düştüğü durumdan salt dış güçleri sorumlu tutmak yerine,
içerideki görülmek istenmeyen yapısal marazları ortaya döküyor. Sünnetullaha,
tarihin ve tabiatın kanunlarına yaptığı oldukça önemli atıflarıyla, Arap ve
İslâm dünyasında özlemle beklenen gerçek değişimin, yani zihniyet değişiminin
öyle bir iktidar/elit/yönetici/sistem değişimiyle kolayca gerçekleşmeyeceğine
ışık tutuyor. Modern Ortadoğu’nun temel fay hatlarından olan modernistler ile
İslâmcıların kısır kavgalarından, suni gündemlerinden, fikrî
bağımlılıklarından, birbirine benzeyen düşünme biçimlerindeki yüzeysellikten
kurtulmadan muhtaç olunan o fikrî yenilenmeye (tecdide) ve devrime
ulaşılamayacağını vurguluyor. Arap dünyasında zihnî bir devrimin şart olduğunu,
ne geçmişin metotlarıyla ne de Batı’dan taklit ve aktarımla başarıya
ulaşılabileceğine dikkat çekiyor. Bütün kurumları bataklığa saplanmış Arap
toplumunda ahlâkî bir devrimin ne denli elzem olduğunu anlatıyor ve her şeyin
başı olan ahlâka nasıl erişileceğini günlük hayatlara kadar inerek öğretiyor.
En önemlisi insan tabiatının düalizmine, yani ezelî ve yapısal olan aydınlık ve
karanlık yüzüne odaklanıyor; hayrı ve şerri, adaleti ve zulmü aynı anda özünde
taşıyan insanoğlunun zaaflarına dikkat çekiyor. Kendi siyaset kuramını ve
siyasî analizlerini bu düalizm üzerinden kuruyor. Sınırları ortadan kaldırıp
iktisadî ve siyasî birliği sağlayacak “Hür Arap Halkları Birliği”ni Arap
dünyasının tek kurtuluş reçetesi olarak görüyor.
Bu kitap, son derece velut bir yazar olan ve çok
farklı alanlarda onlarca eser kaleme almış Sayın Munsif Merzûkî’nin
düşüncelerini kısa makaleleri üzerinden Türk okura aktarıyor. Bu hâliyle onun
siyasî, fikrî ve felsefî anlayışını daha derinden kavrama ve analiz edebilme
imkânı maalesef ki sunmuyor. Merzûkî hakkında ülkemizde bir ilk olan bu
çalışmanın devam etmesi ve diğer kitaplarının da Türkçeye tercüme edilmesi
ümidimiz.
***
El-Cezire tarafından yayınlanan bu
yazılar, doğrudan Arap kamuoyuna hitap eder ve Arap dünyasının meselelerini ele
alıp bir çıkış yolu gösterir nitelikte. Bölgeyi yakından takip etmeyen ve Arap
dünyasına henüz yeterince vâkıf olamamış Türk okurlarımız, her bir cümlesinin
altı dolu dolu ve derin açılımları olan bu yazıları –tarihî, siyasî, iktisadî
ve toplumsal bakımdan tecrübe farklılıklarımız nedeniyle– anlamakta
zorlanabilirler. Bu ihtimali en aza indirmek adına okurlarımıza, yazıların
yaklaşık üçte ikisini oluşturan daha teorik içeriklilerle başlamak yerine
–sırayı bozarak– Tunus, Türkiye, Mısır ve Katar örneklerini ele alan son altı
yazıyı öncelikle okumalarını tavsiye ederim. Zira belirli hadiselerden
hareketle kaleme alınan ülke bazlı makalelerle başlamak, yazarın kitabın
başlarında yer alan tarihî ve fikrî içerikli yazılarını anlamayı
kolaylaştıracaktır.
Okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak adına
makalelere ara başlıkların tarafımdan eklendiğini, Arapça orijinallerinde ikisi
hariç (“İmdat! ‘Siyaset’ Kelimesinin Mânâsını Kim Bilir?” ve “Tunus Devrimi’nde
Beş Yıl, Beş Kural”) ara başlık bulunmadığını belirtmeliyim. Ayrıca fazlaca
müdahalede bulunmaktan kaçınsam da, yazarın bahsettiği konuların daha iyi
anlaşılabilmesi için kimi yerlerde metin içinde köşeli parantezler açıp
eklemeler, kimi yerlerde ise dipnot koyup açıklamalar yapma gereği duydum.
Kitaptaki dipnotların tamamı şahsıma aittir. Öte yandan Sayın Merzûkî’nin
düşünce kuruluşları ve televizyon kanalları gibi farklı mecralarda yaptığı
konuşmaları ve verdiği mülakatları internet ortamından bulup dinledim ve şahsî
web sitesinde yer alan otobiyografisi ile biyografisini de dikkatlice okudum;
buralarda serdettiği önemli bilgileri ve görüşlerini –makalelerinde ve
söyleşide kısaca değindiği konuları açmak ve okurumuza daha fazla bilgi vermek
adına– gerekli gördüğüm yerlere dipnot olarak ekledim. Yine bahsi geçen
konularla ilgili başka önemli Arap düşünürlerin kitap ve makalelerini
dipnotlara ekleyerek daha fazla araştırma yapmak isteyen okurumuza bir yol
göstermeye çalıştım.
Kitapta yer alan 16 tercümeden 5’inin daha evvel el-Cezire
Türk haber sitesinde yayınlandığını; tercümelerden 15’inin şahsıma, el-Cezire
Türk’te yayınlanan birinin (Tunus Devrimi’nde Beş Yıl, Beş Kural) ise
Mehmet Hakkı Suçin’e ait olduğunu belirtmeliyim. Bu kitapta ilgili makaleleri
yayınlamamıza izin verdikleri için gerek el-Cezire yetkililerine gerekse
Mehmet Hakkı Suçin’e teşekkür ederim.
Bu kitabın ortaya çıkmasına doğrudan veya dolaylı
katkısı bulunanların en başında Arapça hocam Muayyed Fânûs geliyor. Gerek
makale tercüme edecek kadar Arapçamı ilerletebilmeme katkısı, gerek Munsif
Merzûkî gibi değerli bir mütefekkirin makaleleriyle beni tanıştırması, gerekse
her defasında tercümelerimi kontrol etmek üzere vaktini ayırması nedeniyle
kendisine müteşekkirim. Arapçadan tercüme yapmak aklımdan bile geçmezken el-Cezire
Türk haber sitesine şahsımı tavsiye ederek bu yolu açan Sayın Burhan
Köroğlu’na da teşekkür etmek istiyorum. Üç yıl süreyle kendisine yabancı
basından makale tercüme ederek İngilizce-Türkçe mütercimliğe adım atmama vesile
olan Sayın Mehmet Ali Pulcu’ya teşekkür etmeden geçmek olmaz. Ayrıca el-Cezire
Türk’ün “Görüş” yazıları bölümünden sorumlu Semin Gümüşel Güner ve aynı
mecrada Arapça editörlük ve muhabirlik yapan Ola Karakurt da teşekkürü hak
ediyorlar. Özellikle Ola Karakurt, tercümeler sırasında içinden çıkamadığım
ağır edebî cümlelerde Arapça hocamdan sonra kapısını çaldığım kişi oldu. Üç yıl
boyunca yaptığım yüzlerce tercümeden bir kısmını kitaplaştırmamı teklif ederek
bu kitabın ortaya çıkmasını sağlayan Küre Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Faruk
Deniz’e ve yayın süreciyle ilgilenen Nermin Tenekeci ve Bilge Özel’e
teşekkürlerimi sunuyorum. Ama teşekkürlerin en büyüğünü hak eden, hiç şüphesiz,
Arap dünyasının temel meseleleri üzerine yıllarca kafa yoran ve zor ama
muhteşem bir edebî dil ve üslupla özgün düşüncelerini Arap okurlarla
buluşturan; makalelerini tercüme edip yayınlamama müsaade ettiği gibi, vaktini
ayırıp kendisiyle iki defa söyleşi yapmamı da kabul eden değerli mütefekkir ve
siyasetçi Prof. Dr. Munsif Merzûkî...
Bugüne kadar yüz küsur düşünür, akademisyen,
siyasetçi ve gazeteciden makaleler tercüme etmiş biri olarak, yazılarını
Türkçeye kazandırmak ve Türk okurla buluşturmaktan en çok mutluluk duyduğum
kişinin Sayın Munsif Merzûkî olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ümit ederim ki
bu kitap Ortadoğu alanında çalışanlar veya bölgeyi merak eden okurlar için hem
ezberleri bozucu hem ufuk açıcı hem de yol-yöntem gösterici bir çalışma olur.
Daha da önemlisi, Sayın Merzûkî gibi Arap ve İslâm coğrafyasına cesurca, çok
boyutlu ve çözüm odaklı bakabilen değerli düşünürlerin ülkemizde yetişmesine
bir ilham kaynağı olur.
Zahide Tuba Kor
İstanbul, 1 Ocak 2019