BAE’NİN ‘SEKÜLER’ DIŞ
POLİTİKASI VE GİZLİ GÜNDEMİ
Anadolu Ajansı, 30.07.2018
NOT: Lütfen kaynak göstermeden analizin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
31 Mayıs’ta bu mecrada yayımlanan “BAE: Körfez’in ‘ithal akıl’la güçlenen ülkesi” başlıklı yazımızda, boyundan büyük hesapların peşinde koşan BAE’nin siyasi
hedeflerini sıralarken, “Arap Baharı” sürecinde çürümüş seküler milliyetçi
rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen Müslüman Kardeşler (İhvan-ı
Müslimin) başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını
terör örgütleri kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele
etmek olduğunu vurgulamıştık. Bu yazımızda BAE’nin İslami
ideolojilere/hareketlere karşı aşırı alerjisinin, bilhassa İhvan’la amansız
mücadelesinin nedenlerini sorgulayacağız. Bu mücadeleyi meşrulaştırmak için
benimsediği söylemleri ve kullandığı yöntemleri ele alıp muhtemel sonuçlarını
analiz edeceğiz.
BAE, İhvan’a ve İslamcılara
niçin düşman?
Onlarca yıldır seküler Arap rejimlerinin baskısı
altında dizginlenen İhvan menşeli hareketlerin, “Arap Baharı”yla birlikte
katıldıkları ilk serbest seçimlerde sandıklardan zaferle çıkması, daha da
önemlisi halka dayalı alternatif bir yönetim modelini ortaya koyma ihtimalleri,
iktidarın babadan oğula geçtiği bütün monarşileri ve otoriter rejimleri alarma
geçirdi. Zira Mısır’da İslamcıların ilk iktidar deneyiminden başarıyla çıkması
halinde bu dalgadan Ortadoğu ülkelerinin hiçbiri muaf kalamazdı; hele de
devletlerini ve saltanatlarını, İngiltere ve ABD’yle kurdukları derin
ilişkilere borçlu olan ve okumuş-yazmış dindar nüfusu büyük ölçüde İhvan’a
sempati besleyen BAE gibi yönetimler. Dolayısıyla beka kaygısı en temel
nedendi.
İkincisi, 2011-2012 yılı itibarıyla İhvan menşeli hareketlerin
Fas’tan Irak’a kadar Arap coğrafyasında yükselişe geçip tek başına veya
koalisyonlar içinde yönetime gelmeleri, –AK Parti’yi rol model almaları
nedeniyle– Türkiye’nin bölgedeki nüfuz alanını genişletecekti. Keza Katar da
bölgedeki değişim sürecine başından itibaren en aktif desteği veren
aktörlerdendi. “Arap Baharı”nı farklı bölgesel vizyonların çatışması üzerinden
okuduğumuzda, gerek yüzyıl sonra Türk unsurun bölgede yeniden etkin hale
gelmesi gerekse rakip komşu Katar’ın Körfez’deki dengeleri sarsacak şekilde
Ortadoğu’yu yönlendirmesi BAE’nin kabullenebileceği bir gidişat değildi.
Nitekim bu süreçte Türkiye ile Katar’a tam zıt pozisyonda yer alan aktör, bir
süre sonra karşı-devrimcilerin operasyonel üssüne dönüşecek BAE’ydi.
Düşmanlığın üçüncü (şahsi) nedenine geçmeden İhvan’ın
BAE’deki geçmişine kısaca değinmek meseleyi daha anlaşılır kılacaktır. Nasırcı
ve/ya Baasçı seküler Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu derinden sarstığı
1950’lerden 1970’lere -tıpkı Körfez’in diğer Arap monarşileri gibi- BAE de
İhvan’ı ve Selefi akımları bu tehdide karşı bir kalkan olarak kullandı ve
destekledi. İhvan’ın BAE kolu Islah Cemiyeti, bağımsızlıktan üç sene sonra,
1974’te Mısır ve Kuveyt’te üniversite eğitimi almış BAE’li gençler tarafından kuruldu.
Başta eğitim ve hukuk alanı olmak üzere devletin kurumsal temellerinin
atılmasında –Mısır, Suriye, Filistin kökenli– İhvan mensubu akademisyenler ve
profesyonel meslek sahipleri en büyük katkıyı sağladı ve 1970’lerde Islah
Cemiyeti mensupları hükümetlerde bakan olarak yer aldı.
BAE yönetimi ile İhvan/Islah’ın arasının açılması ise
cemiyetin nüfuzunu artırıp adeta “devlet içinde devlet”e dönüştüğü, daha
katılımcı bir hükümetin tesisi ve servetin daha adil dağıtımı konusunda siyasal
taleplerini açıkça dillendirdiği ve İhvan düşmanlığıyla meşhur Mısırlı eski
güvenlik görevlilerinin BAE güvenlik teşkilatını şekillendirdiği 1980’lere denk
düştü. 1990’larda Islah ile Abu Dabi yönetimi arasındaki ilişkiler daha da
gerginleşti. İslami hareketlerle ilişkilerde asıl dönüm noktası ise ABD’deki 11
Eylül saldırılarına iki BAE vatandaşının karışması oldu. Daha evvel
Afganistan’daki Taliban rejimini tanıyan üç ülkeden biriyken, bundan sonra Abu
Dabi yönetimi, –dönemin terörle mücadele ruhuna uygun bir şekilde– bölgede
İslami hareketlerle topyekûn mücadelenin öncülüğünü üstlendi. On yıl sonra
“Arap Baharı” ile birlikte BAE, bu politikasını çok daha agresif ve dışarıdan
geniş bir destekçi ağıyla yürütme imkânı buldu. İslamcı ideolojilerin ve
hareketlerin her türlüsüne karşı “sıfır hoşgörü” politikasını benimsedi.
Özellikle Mart 2011’de farklı görüşlerden 133 entelektüelin siyasi reform ve
daha fazla katılım talebini içeren dilekçesi, ülke tarihinin en ciddi bastırma
harekâtını tetikledi. Islah Cemiyeti 2012’de çeşitli STK’larla birlikte
kapatıldı, 100’e yakın mensubu tutuklandı ve 2014’te ilan edilen terör
örgütleri listesinde yer aldı.
İşte bütün bu süreçte BAE’nin İslamcı hareketlerle
tavizsiz mücadelesinin asıl mimarı, 1990’larda silahlı kuvvetlerin başına
geçerek Abu Dabi’de iktidar iplerini yavaş yavaş ele geçiren ve 2014’ten bu
yana ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Muhammed Bin Zayid’dir. Kendisi daha
1990’larda “İslamcı aktivizmin kaynaklarını kurutma” planını devreye soktu. Bu
çerçevede İslamcılar memuriyetten atılmaya ve kamusal alandaki faaliyetleri
kısıtlanmaya, üniversiteler siyasetten arındırılmaya, camilerdeki Kur’an
kurslarının yanısıra çeşitli yardım kuruluşları ve STK’lar kapatılmaya
başlandı. 1994’te Islah Cemiyeti'nin birçok şubesi kapatılarak dış faaliyetleri
yasaklandı.
Öte yandan BAE’nin İslamcı hareketlere alerjisinin Abu
Dabi Emirliği ve Veliaht Prens Muhammed bin Zayid’le büyük ölçüde bağlantılı
olduğunu vurgulamak gerekir. Zira Dubai, Re’su’l-Hayme ve Fuceyre emirlikleri,
1970’lerden itibaren İhvan’a kucak açtı. 11 Eylül 2001’den sonraki süreçte
Islah Cemiyeti faaliyetlerini Re’su’l-Hayme emirliğinin himayesinde
sürdürebildi. Ancak hâlihazırda bu emirlikler, gerek Abu Dabi’nin muazzam bir
silahlı gücü ve istihbarat aygıtını elinde tutmasının yol açtığı tedirginlik,
gerek petrol servetinin asıl sahibi bu emirliğe iktisaden bağımlılıkları,
gerekse 2008 finans krizinin akabinde Dubai’nin borç sarmalına girerek Abu
Dabi’yi dengeleme rolünü yitirmesi yüzünden Veliahtın aşırı politikalarına ses
çıkaramıyorlar. Öyle ki Islah Cemiyeti’nin liderliğini yürüten Re’su’l-Hayme
Emirinin kuzeni Sultan bin Kayed el-Kâsımi, 2012 Nisanında bu yana hapiste.
Seküler Arap milliyetçiliği
ve “otoriter istikrar”
Abu Dabi yönetimi, “Arap Baharı”nı ılımlılık ve
hoşgörüye karşı radikalliği körükleyen bir süreç olarak algılıyor. Bu süreçte
siyasal ve toplumsal alanı dönüştürmek isteyen İslamcı hareketlerin her
türlüsünü radikalleşmeye, şiddete başvuran aşırıcılığa doğru bir sıçrama
tahtası olarak görüyor. BAE’ye göre İhvan-ı Müslimin, kökü dışarıda olan, tek
bir çatı altında İslami hilafet kurmayı hedefleyerek devletlerin egemenliğini
ihlal eden ve siyasi sistemlerini istikrarsızlaştıran yıkıcı ve terörist bir
örgüt. Onu, Körfez liderlerinin altını oymak ve bölgenin muazzam zenginliklerine
el koymak için “uluslararası komplo”lara girişmekle suçluyor. İhvan’ı İran’dan
bile daha büyük bir tehdit olarak algılıyor. Sahip olduğu siyasi nüfuzu
abartarak ve terör örgütü gibi sunarak hem bölgesel hem de küresel alanda
İhvanofobiyi körüklüyor. Yine Suudi Arabistan’ın Vehhabi anlayışını da
bölgedeki terörün ve radikalizmin temel kaynağı olarak görüyor.
Siyasal iddiası olan tüm İslami hareketleri terör
örgütü kapsamına sokan ve onlarla silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel
politikası haline getiren BAE, bölgede barış ve istikrarın teminatı olarak
gördüğü sekülerliği ve din-devlet ayrışmasını hararetle savunuyor. Keza seküler
Arap milliyetçiliğini İslamcılığa ve yükselen Türkiye ile İran ‘tehdidine’
karşı bir panzehir olarak destekliyor; “Arap Devrimleri”yle devrilen seküler
otoriter yönetimleri geri getirmeyi ve bölgede “otoriter istikrar”ı yeniden
tesis etmeyi hedefliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan
Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken
BAE’nin elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor.
İslamcı dalgayı boğmak için
kullandığı yöntemler
BAE, “Arap Baharı”nı ve İslamcı dalgayı boğmak adına
yumuşak ve sert güç unsurlarını 2011’den itibaren içeride ve dışarıda devreye
sokmuş, 2014’ten bu yana giderek çeşitlendirmiş ve dozajını artırmış durumda.
Abu Dabi, amaçlarına ulaşmak için kullandığı -bir önceki yazımızda genel olarak
ele aldığımız- araçları, dini alanı yönlendirip tanzim etmekte de kullanıyor.
Abu Dabi yönetimi, -“karşı-devrimci ılımlı Arap
rejimleri” ekseniyle birlikte- bir yandan askeri darbe, vekâlet savaşı veya
doğrudan askeri müdahale gibi yöntemlere başvurarak İslamcıları bastırmaya;
diğer yandan onları terörle özdeşleştiren yoğun propaganda ve psikolojik harp
taktikleriyle geniş halk kitlelerinin akıllarında ve gönüllerinde bitirmeye,
bir ümit ve alternatif olmaktan çıkarmaya çalışıyor. İslamcılarla mücadele
ederken (tıpkı Mısır ve Tunus’taki Temerrüd Hareketi veya Yemen’de güneyli
ayrılıkçılar gibi) yereldeki seküler, milliyetçi, kabileci, geleneksel veya
gayrimüslim unsurlarla işbirliği yapıyor, maddi destek sağlıyor. Son yıllarda
tasavvufi gruplara ve Selefilerin siyaseti ve isyanı caiz görmeyen Medhaliler
gibi kollarına desteği dikkat çekiyor; hatta cihadi Selefi gruplarla savaşta bu
türden “zararsız” dini grupları silahlandırıyor. Öte yandan kendisi başarılı
bir seküler siyasal model kurarak ve ılımlı-itaatkâr bir din anlayışının
bayraktarlığını yaparak İslamcıların çözüm olduğu algısını yıkmaya odaklanıyor.
Kamusal alanda siyasal talepleri dillendirmeyen, rejimlere itaatkâr ve apolitik
bir Müslüman toplum oluşturmayı hedefliyor. Ayrıca genç nüfusu haz ve eğlence
kültürüne daldırarak depolitize etmeye, böylelikle hem radikalizme kayışlarını
engellemeye hem de değişim-dönüşüm taleplerini baltalamaya çalışıyor. Bu
noktada BAE’nin en dikkat çekici başarısı, genç Suudi Veliaht Prensi Muhammed
bin Selman’ı resmi dini anlayış olan Vehhabilikle arasına mesafe koyup ülkesini
“ılımlı İslam” çizgisine getirmesi ve yüzde 70’e varan genç nüfusunu eğlence
kültürüyle tanıştırmaya iknası oldu. Bütün bu süreçte BAE, İslami hareketlerle
mücadelede uzman Batılı ve Arap -Muhammed Dahlan gibi- sicili bozuk
danışmanlardan istifade ediyor.
Sekülerlik ve “ılımlı
İslam” örtüsü altında dinin bir araç olarak kullanımı
Öte yandan salt sekülerlik üzerinden Ortadoğu
halklarının çoğunu yanına çekemeyeceğini fark eden BAE, 2014’ten bu yana dini aktif
şekilde bir araç olarak kullanıyor. “Ilımlı İslam”la hedeflediği, rejimlerden
bağımsız dini söylemi ve devrimlere desteği baltalamak ve dini alanı kendi bölgesel
menfaatleri doğrultusunda yeniden kurgulamak. Bu çerçevede bir yandan Ezher
gibi rejimlere sadık geleneksel dini müesseselere ve ulemanın siyasete doğrudan
girmesini onaylamayan kesimlere destek verirken, diğer yandan mevcut birçok
dini yapıyı terör örgütleri listesine koy(dur)arak sistem dışına itiyor, öte
yandan “ılımlı, orta yolcu, hoşgörülü, ilerici ve reformist” dini anlayışı
üzerinden Atlas Okyanusu’ndan Körfez’e kadar uzanan coğrafyada hem yeni dini
müesseseler kuruyor hem de mevcutları finanse ve himaye ediyor.
Bu bağlamda BAE’nin en dikkat çekici adımı, İhvan’a
yakın durup devrim sürecine en güçlü desteği veren (Yusuf el-Karadavi’nin
liderlindeki) Dünya Müslüman Âlimler Birliğini terör örgütleri listesine
alması, bu birliğin başkan yardımcılığından istifa etmiş Şeyh Abdullah bin
Beyye’nin başkanlığında -İhvan’ın ve Selefilerin artan nüfuzunu kırıp “ılımlı
İslam”ı yaymak üzere- Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumunu ve
Müslüman Âkiller Meclisini (2014) kurdurması.
Keza uluslararası alanda radikalleşmeyi önleme
çabalarına, özellikle Küresel Terörizmle Mücadele Forumuna (2011) büyük destek
veriyor; bu çerçevede Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Merkezine
(Hidayet-2012) ev sahipliği yapıyor. Şiddete başvuran radikal ve nihilist
ideolojilerle, özellikle de DEAŞ’la sosyal medya üzerinden mücadele etmek ve
radikalleşme temayülü olan gençleri önceden tespit edip İslam’ın hoşgörülü
yüzüyle tanıştırmak üzere dijital bir platform olan Savab Merkezini (2015)
-ABD’yle birlikte- açtı. Son olarak fetvaların resmi mercii kılmak ve diğer
otoritelerin verdiği fetvaları denetlemek üzere dünyanın dört bir yanından
“aydın ve ılımlı” âlimleri toplayarak BAE Fetva Konseyini kurdu (2018).
BAE, Batı’daki İslami söylemi, dini faaliyetleri ve
hareketleri de benzer yöntemlerle tanzim etmeye çalışıyor. ABD’deki
Müslümanların haklarını savunan en etkili ve köklü kuruluşlardan Amerikan-İslam
İlişkileri Konseyi (CAIR-1994) ve Kuzey Amerika İslam Cemiyeti (ISNA-1982) ile
İtalya, Finlandiya, İsveç, Almanya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerindeki önemli
İslami cemiyetleri ve insani yardım kuruluşlarını 2014’te kendi terör örgütleri
listesine aldı. Aynı istikamette adım atması için ABD ve Avrupa’ya da uzunca
bir süredir baskı yapıyor. İslami hareketlerle nasıl baş edilmesi gerektiği
konusunda Amerikan yönetimine politika tavsiyelerinde bulunuyor. Önümüzdeki
günlerde BAE’nin etkisiyle Trump yönetiminin İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü
ilan edeceğine dair güçlü emareler var.
BAE sorunun kaynağını yeni
bir pakette çözümmüş gibi sunuyor
Bugün Ortadoğu’da hem seküler Arap milliyetçiliği hem
de İslam ümmeti vurgusu üzerinden birlik ve beraberliği savunan tüm geleneksel
akımlar ve örgütlü yapılar sarsılmış durumda. Dahası Sünni Arap dünyası çok
boyutlu derin bir kriz içinde; bu sadece siyasi, sosyo-ekonomik ve hukuki
değil, aynı zamanda fikri, felsefi, dini ve ahlaki bir kriz. Kimlik/aidiyet
krizi de cabası. BAE ve müttefiklerinin karşı-devrimci politikaları ve barışçıl
İslamcı hareketleri terörle özdeşleştirerek sistem dışına iten uygulamaları,
Sünnilik içi kutuplaşmayı ve krizi ağırlaştıran faktörlerin başında geliyor.
İhvan’ı bitirmek üzere açtıkları topyekûn savaş, Sünni İslamcılığın barışçıl ve
halk egemenliği anlayışına bağlı daha kuşatıcı, köklü, orta yolcu ve
entelektüel bir formunu tükettiği gibi, bunun doğurduğu boşluk ve tetiklediği
hayal kırıklıkları ve korkular dindarı-seküleri tüm kesimlerde uçlara doğru
savrulmalara ve radikalleşmeye yol açtı. El-Kaide’nin yükselişi ve DEAŞ’ın alan
hâkimiyeti tam da bu süreçle eşzamanlı gelişti; siyaset ve sandıkla barışçıl
dönüşümün önünün tıkanması, özellikle genç kitlelerde değişim için silahtan
başka çare kalmadığı düşüncesini besledi ve cihadi Selefi akımların önünü açtı.
İhvan’ı diğer Sünni İslamcı hareketlerden ayıran en
temel özellik, 90 yıllık geçmişiyle bu tür hareketlerin en eskisi ve köklüsü
olması, tabanda ciddi bir karşılık bulması ve en önemlisi, yozlaşmış otoriter
rejimlere alternatif arayışındaki İslami hassasiyeti olan eğitimli ve
entelektüel kesimlerin birçoğunu bünyesinde barındırmasıydı. 20. yüzyıla
damgasını vurmuş Sünni İslamcı neredeyse tüm fikri-örgütsel hareketler bir
şekilde İhvan’dan türemiş, adeta bir okul vazifesi icra etmişti. İdealleri,
örgütlenmesi ve kitleleri harekete geçirebilme kabiliyeti bakımından daha
yaygın ve etkili bir başka toplumsal hareket ortaya çıkmamıştı. Tabii ki İhvan
menşeli hareketler, diğer birçok İslamcı örgüt gibi, kendi içlerinde
-çoğulculuk ve kapsayıcılığı sağlayamama, yasaklı olmaları yüzünden gizli
faaliyet alışkanlığı, söylemlerinin sloganik kalması, siyasette naiflik ve
tecrübesizlik, Selefiliğe kayış gibi- birtakım problemlerle maluldüler. Ancak
terör örgütü ilan edilerek lider kadrolarının ve mensuplarının ölüm, hapis veya
sürgüne maruz bırakılması, aslında Arap dünyasının beynine ve kalbine
indirilmiş en ağır darbedir. Zira eğitimli kadroların tasfiyesi, Arap
dünyasında entelektüel sermayeyi tükettiği gibi, toplumsal dinamizmin
taşıyıcılarını da sindirdi. Doğan boşluğun yol açtığı çapsızlıkların ve
travmaların sonuçlarını Ortadoğu daha uzun yıllar çekecektir.
BAE, Sünni Arap dünyasının derin krizlerini
çözebilecek anlamlı bir alternatif sunmadığı gibi, böyle bir kapasiteye de
sahip değil. Arap milliyetçiliğini, sekülerliği ve otoriter istikrarı yeniden
tedavüle sokmaya çalışsa da bunlar tam da “Arap Devrimleri”ni tetikleyen o ağır
sorunların temel müsebbibiydi. BAE’nin bugünkü çıkışları, –bütün
alternatiflerin tüketildiği bir ortamda– sorunun kaynağını yeni bir pakette
çözümmüş gibi sunmaktan ibaret. Daha da önemlisi, BAE bu krizlerden bizzat
nemalanarak Ortadoğu ve Afrika’da yayılmaya ve yeni bir bölgesel güç olarak
sivrilmeye çalışıyor, tabii ki ABD ve İsrail’in taşeronluğunu üstlenerek.
BAE bölgede seküler rejimler istediğini sık sık
vurgulasa da her seküleri bağrına basmış değil. Filistin lideri Mahmud Abbas
seküler ve milliyetçi bir lider olmasına rağmen BAE’nin bölgesel vizyonuyla tam
uyumlu bir teslimiyet içinde olmadığından onu devirip de yerine İsrail’in ve
kendisinin has adamı Muhammed Dahlan’ı geçirmek için fırsat kolluyor. Öte
yandan Şii ve Selefi hareketlerden nefretine ve çeşitli cephelerde doğrudan
veya dolaylı çatışmasına rağmen baş düşmanı İhvan’a karşı bunlarla zaman zaman
işbirliğine girmekten hiç çekinmiyor.
BAE “ılımlı İslam’ın yeni yüzü” olarak kendi dini
anlayışını pazarlarken oturtabileceği köklü ve meşru bir zemine sahip değil.
Mekke-Medine gibi kutsal mekânları da Ezher gibi köklü dini-ilmi kurumları da
barındırmıyor, bir tarihsel meşruiyeti de bulunmuyor. Ama bunlara ev sahipliği
yapan ülkeleri –içine düştükleri zafiyetleri fırsat bilerek– kendisini rol model
kılacak şekilde yönlendiriyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Sünni dünyanın
dini ağırlık merkezi olma iddiasını, rejimin Vehhabiliğe dayanan 270 yıllık
dini-tarihi temellerini sarsarak ve kendisi gibi sekülerleştirerek boşa
çıkarmaya uğraşıyor. Keza Mısır’da Ezher’in yanısıra rejime sadık dini
müesseseleri ve ulemayı mali desteklerle ve kendi açtığı dini kurumlarda önemli
görevler vermek suretiyle kontrolü altında tutuyor.
Bugün bir yandan Sünnilik-Şiilik üzerinden yürüyen
Suud-İran mezhepçi rekabeti, diğer yandan İslamcılar ve –BAE’nin başını çektiği–
karşıtları üzerinden Sünnilik içi rekabet Ortadoğu’yu paramparça etmiş durumda.
Aslında din, hiçbir aktör için başlı başına bir amaç değil; bölgedeki siyasi,
jeopolitik ve jeoekonomik mücadelede kullandıkları etkili bir araçtan ibaret.
Rejimler rakiplerini saf dışı bırakmak, bölgesel liderliğe oynamak ve milli
menfaatlerini erişmek için kendine has bir İslam anlayışını pazarlayarak
kitleleri yönlendirme çabası içinde. BAE’nin politikaları da bu genel çerçevenin
dışında değil.
Dinin iktidarlar tarafından siyasi amaçlarla
istismarı, hem buna alet olan âlimlerin ve dini müesseselerin güvenirliğine hem
de İslam’ın bizzat kendisine büyük zarar veriyor. Din üzerinden yürütülen
siyasi kavgalar ve savaşlar, Arap gençlerin bir kısmını radikalleştirirken,
diğer bir kısmını da İslam’dan soğutup uzaklaştırıyor, hatta ateizme veya
deizme savuruyor. Ortadoğu’daki mevcut kutuplaşma ve güvenlik eksenli politikaların
baskın olduğu ortamda maalesef ki zamanın ruhuna uygun anlamlı, kapsayıcı ve
güvenilir alternatifler üretecek dini önderler ve âlimler de siyasi liderler de
yok. BAE’nin din-devlet ayrışması ve “ılımlı İslam”a dayalı modeli de
kendisinin gizli siyasi gündemi ve kirli ittifak ilişkileri nedeniyle uzun
vadede başarısız kalmaya mahkûm.