22 Kasım 2017 Çarşamba

KASIM 2017 – İÇİNDEKİLER





KASIM 2017 – İÇİNDEKİLER

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız. 


BU BLOGDA NELER VAR? - tüm içerik


Küresel sistemdeki kriz halini ve muhtemel çözüm yollarını tartışan makalelerin tercümeleri

Ahmet Davutoğlu (T.C. Eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı)

Richard Falk (Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)

DİNMEYEN ÇALKANTININ ORTASINDA YENİ VE DAHA YARATICI BİR SİYASET BELİRİYOR (21st Century Global Dynamics, 6.7.2017, Cilt 10, Sayı 45)
Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)

KÜRESEL MESELELERİ ÇÖZMEK? KÜRESEL YÖNETİŞİM İNŞASI (21st Century Global Dynamics, 1.6.2017, Cilt 10, Sayı 37)
Robert C. Johansen (Notra Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)



Ortadoğu’daki mevcut ve muhtemel krizlerle ilgili makalelerin tercümeleri

ARAPLARA VEYA ONLARDAN GERİYE KALANA MEKTUP (El-Cezire Arapça, 3.11.2017)
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)

ORTADOĞU SAVAŞIN EŞİĞİNDE (Ra’i el-Yevm, 10.11.2017)

Abdülbari Atwan (Arap dünyasının önde gelen gazetecilerinden olup şu an Ra’i el-Yevm haber sitesi genel yayın yönetmeni; daha evvel el-Kuds el-Arabî gazetesi genel yayın yönetmeniydi)


Danny Orbach (Kudüs İbrani Üniversitesi Tarih ve Asya Araştırmaları bölümlerinde ders veren askerî tarihçi)

Meron Rapoport (İsrailli serbest gazeteci ve yazar. Filistinlilerin zeytin ağaçlarının çalınmasıyla ilgili yaptığı araştırmacı gazetecilikle Napoli Gazetecilik Ödülü layık görüldü. Daha evvel Haaretz gazetesi haber biriminin başındaydı)

Richard Silverstein (“İsrail milli güvenlik devletinin aşırılıklarını ifşa etme”yi görev edinen Tikun Olam bloğunun yazarı. Yazıları aynı zamanda Haaretz, the Forward, the Seattle Times ve the Los Angeles Times’ta yayınlanıyor)


4 Kasım’da başlayan Suudi Arabistan merkezli gelişmelerin arka planıyla ilgili tercümeler

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; İngiliz Guardian gazetesi eski dış politika başyazarı)

SUUDİ ARABİSTAN KENDİ KENDİSİYLE SAVAŞTA (Geopolitical Futures, 6.11.2017)
Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı, Küresel Politikalar Merkezi kıdemli üyesi, George Washington Üniversitesi Aşırıcılık Programında bilim kurulu üyesi)

Robin Wright (1988’den bu yana The New Yorker dergisi yazarı; “Rock the Casbah: Rage and Rebellion Across the Islamic World” kitabının da yazarı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)


Küresel aktörlere odaklanan makalelerin tercümeleri

RUSLAR HAYALLERİNİN ÖTESİNDE BAŞARDILAR (The Global Politico, 30.10.2017)
James Clapper ile röportaj (Amerikalı emekli general, Milli İstihbarat eski direktörü (2010-2017) ve Savunma İstihbarat Teşkilatı eski direktörü (1991-1995))

DEĞİŞEN ENERJİ JEOPOLİTİĞİ (Project Syndicate, 1.11.2017)
Joseph S. Nye (Harvard Üniversitesi profesörü; Amerikan Savunma Bakanlığı eski müsteşarı ve ABD Milli İstihbarat Konseyi eski başkanı)

TRUMP’IN ASYA’DA 12 GÜNLÜK OLAĞANÜSTÜ METHİYE TURU (Washington Post, 14.11.2017)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

BİR SÜPER GÜÇ İŞTE BÖYLE İNTİHAR EDER (Washington Post, 13.11.2017)

Richard Javad Heydarian (Asya jeopolitiği ve ekonomisi uzmanı olup çok çeşitli basın-yayın organları için makaleler kaleme alıyor)







A.DAVUTOĞLU: DIŞLAYICI POPÜLİZME KARŞI KAPSAYICI KÜRESEL YÖNETİŞİM





Ahmet Davutoğlu (T.C. Eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı)
21st Century Global Dynamics, 30.3.2017, Cilt 10, Sayı 22

Tercüme: Deniz Baran ve Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, makalenin 21st Century Global Dynamics tarafından kısaltılarak yayınlanmış versiyonunun tercümesidir. Makalenin Uluslararası İlişkiler ve Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi (CIRSD) tarafından yayımlanan orijinal uzun formuna ulaşmak için TIKLAYINIZ.

NOT: Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 2017 Mart’ında yayınlanan ve Türkiye’nin pek gündemine girmese de dünyadaki akademik çevrelerde büyük yankı bulan, hatta uluslararası ilişkiler profesörlerinin üzerine cevabî makaleler kaleme aldıkları, küresel sistemin krizi ve geleceğine dair makalesinin tercümesini aşağıda ilginize sunuyorum. Üçünü tercüme edip bloga yüklediğim, ancak ikisini tercümeye fırsat bulamadığım cevabî makaleler şunlardır:

Richard Falk (Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)

Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)

Robert C. Johansen (Notra Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)

Celso Amorim (Brezilya’nın eski dıişleri [1993-1995 / 2003-2011] ve savunma [2011-2014] bakanı)

Louis René Beres (Purdue Üniversites Siyaset Bilimi ve Uluslararası Hukuk emekli profesörü)


Soğuk Savaş sisteminin sona ermesi, yeni bir dünya düzenini vaat etmekteydi. Fakat bu gerçekleşmedi. Aksine dünya, gerekli dersleri çıkarmaksızın birçok devasa kriz, dönüm noktası ve dönüştürücü hadise ile boğuşmak durumunda kaldı ve bu da söz konusu sorunları daha da ağırlaştıran tepkisel ve konjonktürel formüller üretilmesine yol açtı. Neticede uluslararası sistem, her biri, bir önceki çözülmemiş veya dondurulmuş krizin kalıntıları üzerinde yükselen bir yığın mesele, sorun ve krizle doldu. Bu yüzden mevcut krizleri analiz ederken konjonktürellik, kısa-vadecilik ve tikelcilik tehlikesine karşı dikkatli olmalıyız. Ne yazık ki Batı’da şu sıralar gerçekleşen seçimlere verilen –popülist, yabancı düşmanı ve neo-milliyetçi grupları cömertçe ödüllendiren– karşılıklar ve tepkiler, Batı’daki ve başka yerlerdeki gerek siyasi ve entelektüel kesimler gerekse endişeli vatandaşlar arasında bir iç muhakemeye sevk ederken, çok küçük bir kesim bu gidişatın kökeninde yatan sebepleri tarihî bir bağlam içerisine oturtarak araştırmaya gönüllü oldu. Yaşanan bu son gelişmeler evrimsel bir yolla gerçekleşmiyor ve –başka konularda da hep ortaya koyduğum gibi– mevcut değişim döngüsüne en iyi cevabı, ancak dünyamızı şekillendiren bir dizi depremi anlayabilirsek üretebiliriz.

1.Dünya Politikasındaki Depremler
Küresel sistem ilk olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından jeopolitik bir depremle sarsıldı. O dönemde Avrasya haritası yeniden çizildi, Soğuk Savaş jeopolitiği sona erdi ve yeni devletler ortaya çıktı. Komünist blok içerisindeki otoriter siyasi yapının çökmesiyle beraber Doğu ve Orta Avrupa’da yeni bir demokratikleşme dalgası ve Avrupa Birliği gibi yeni bölgesel girişimler gündeme geldi. Küresel sistem, bundan sadece on yıl sonra, 11 Eylül 2001’de bir güvenlik depremine şahit oldu. Söz konusu jeopolitik depremin merkezinde özgürlük ve demokrasi gibi değerler mevcutken, 11 Eylül sonrası temel kavramsal çerçeve, güvenlik meselesi ve uluslararası düzlemde düşmanlık, kaygı ve güvensizlik atmosferi oluşturma yörüngesine oturdu. Daha da derinden hissedilen üçüncü büyük deprem, finans sistemlerini vurdu; 2008’de ABD’de başlayan kriz, 2010’da Avro Bölgesi krizine ve daha sonra küresel çapta yayılan bir finansal krize dönüştü. Dördüncü büyük deprem ise 2010 yılı sonunda Arap dünyasında ortaya çıkan, özünde sosyopolitik ve sosyoekonomik bir depremdi. Bu deprem, öncelikli vaadi olan Arap halklarının onurunu, hürriyetini, demokrasisini ve ekonomisini geliştirmeyi gerçekleştiremezse ve gerçekleştiremedikçe, tüm bölgeyi kökünden sarsmaya devam edecektir.
Kısa vadeciliğe ve konjonktürel politikalara öncelikle bu depremlerin üstesinden gelmek için başvuruldu; fakat bunlar çözümsüz kaldığı gibi, halihazırda cereyan eden –DAEŞ gibi grupların terörist eylemlerinden tutun Avrupa ve ABD’de gerçekleşen son seçimlerdeki popülist dalgaya kadar geniş bir yelpazede yükselen aşırıcılık formatında– sistematik bir depreme de kapı araladı. Bu depremlerin en endişe verici sonuçlarından biri ise popülist otokrasilerin, dışlayıcılığın, tek-taraflılığın ve ortak değerler ve menfaatler pahasına dar tanımlı bencil ulusal çıkar arayışının yükselişi oldu.
Daha kişisel bir not düşmek gerekirse, Türkiye tüm bu depremlerin merkezinde yer almakta. Entelektüel ve akademik hayatının hatırı sayılır bir kısmını bu depremlerin kökeninde yatan sebepleri incelemeye harcamış bir akademisyen ve daha sonra bu sismik hadiselere verilecek siyasi karşılıkları formüle etmek zorunda kalmış Türkiye’nin dışişleri bakanı ve başbakanı olarak, kısa vadeci ve tepkisel ulusal, bölgesel ve uluslararası karşılıkların küresel yönetişime ve sistemik düzene dair daha esaslı sorunlara çözüm üretmede ne denli başarısız kaldığına bizzat şahit oldum.

2. Mevcut “Düzen”in Eksikleri ve Meydan Okumalar
Gerçek ötesi (post-truth), düzen ötesi (post-order), olgu ötesi (post-fact)[1] ve benzer kavramlar, dünyanın nasıl bir dönemden geçtiğini tarif etmek için sıkça kullanıldı. Örneğin “gerçek ötesi” kavramına, halihazırda tecrübe ettiğimiz duruma yol açan faktörleri izah etmek için başvurulurken “düzen sonrası” kavramı, küresel sistemi, daha doğrusu bunun eksikliğini tarif etmek için kullanılageldi. Eğer bu kullanımlara biraz şüphecilikle bakılmaz ve mesafe konmazsa bu kavramlar, amacını aşarak, olan bitenden sorumlu aktörlerin kendilerini rahatlatmasına hizmet edecek şekilde entelektüel veya analitik donukluğa davetiye çıkarır. Yeni popülerleşen kavramlar tarafından esir alınmamış taze düşünceler, bir dönemin açıklayıcı sağ ve sol gibi kavramlarının geleneksel kullanımının günümüzün olgularını izah etmede artık son derece sınırlı olduğu anlayışıyla birleştirilmelidir.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa gibi değerlerle ve BM, G20, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla desteklendiği varsayılan, ancak büyük ölçüde Amerikan gücüyle ayakta tutulan mevcut uluslararası “düzen” çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. İlk olarak, “Önce Amerika” şeklinde ilan edilen politikasıyla Trump yönetiminin sistemden yüz çevirir görünmesi, bugünkü krizlerin en güncelidir. Bunun etkileri ise muhtemelen ya ABD’nin müesses nizamının dünya düzenine yönelik taahhütlerini gözetmesiyle ya da bu değerlere daha kolektif bir şekilde sahip çıkmasıyla hafifletilebilir. İkincisi, hakim düzenin ilan edilmiş değerler sistemi, birçok bağlamda ya seçici bir biçimde uygulandı ya da hiç uygulanmadı. Örneğin Arap dünyasındaki isyanların doğurduğu dördüncü deprem sırasında uluslararası aktörler, düzenin demokrasi gibi ilan edilmiş değerlerinin yanında durmak yerine, genel olarak kısa vadeci ve kendi değerler sisteminin altını oyan politikaları benimsedi. Bu durum ise insanları nahoş bir tercihe, teröre karşı polis devletini tercih etmeye sevk etti ki bu da neticede, dünya nüfusunun geniş kesimleri nezdinde uluslararası düzenin meşruiyetini ciddi anlamda zayıflattı. Üçüncüsü, hakim uluslararası düzenin kurumları acil bir reform ve güncellenme ihtiyacı içerisindedir. BM örneğini ele alalım; başarı hikayelerinden ve güvenilirlikten büyük ölçüde yoksun bir kurumdur. Üstelik bu tarz kurumların yönetimsel yapısı kapsayıcı da değildir. Zayıfların pahasına güçlülerin menfaatlerine hizmet etmek için tasarlanmış özel birer kulüp gibi davranmaları da bu yüzdendir. Uluslararası kurumlar böyle addedildiği müddetçe meşruiyetleri sorgulanmaya devam edecektir.
Uluslararası “düzen”in geleceğine dair mevcut tartışmalar, sandıklardan Brexit kararının ve Trump’ın çıkmasıyla tetiklendi. Fakat günümüzde yaşananların hararetli doğası, bu derin krize vereceğimiz tepkileri şekillendirmemelidir. Bazı kavramlar, meseleler ve “olgular” ciddi bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Mevcut sistemik krize sürdürülebilir, kapsayıcı ve adil herhangi bir cevap üretmeden evvel değişim ve düzen fikrinin yanısıra değişim ve düzenin özneleri tümüyle gözden geçirilmelidir.

3. Değişim Zarureti ve Düzen Yaklaşımları
Mevcut sistemik depremler dikkate alındığında, siyasi ve entelektüel sınıflar, değişimin zaruri ve kaçınılmaz olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Bu kabul yerleştikten sonra müteakip sorular, “Ne değişmeli?” ve “Nasıl değişmeli?” olmalıdır. Mevcut uluslararası “düzen”i tanımlayıcı eksikliklerden biri, teknokrasiye aşırı bağımlılıktır. Sistemin toplumsal düzeyde sahiplenilmesinin gün geçtikçe azalmasına yol açan bu durum, özünde demokrasi açığı sorunuyla, herkesi temsil etme özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Bu da sonuçları itibariyle bir kısır döngüye sebep olmaktadır: Mevcut düzenin toplumsal temelleri aşındıkça, ayakta kalmak için küreselci teknokrasiye daha fazla bağımlı hale gelinmekte; fakat teknokrasiye daha fazla bağımlı hale gelmek de daha fazla insanın sistemden yabancılaştırılmasına yol açmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki toplumların büyük bir bölümü bu sistemi küresel ölçekte bir vesayetin dayatılması olarak görmektedir. Bu rahatsızlık da doğrudan popülist otokratların ekmeğine yağ sürmektedir. Bu yüzden sistemin teknokratik doğası ile giderek yükselen daha temsil edici bir sistem talebi arasındaki gerilimin üstesinden gelinmelidir.
Bu sorun çözüme kavuşturulduğunda mevcut “düzen”in reform edilmiş versiyonunu muhafaza etmeyi savunanlar, popülistlerin daha gerici ve dışlayıcı değişim taleplerine çok daha ilerleyici ve kapsayıcı bir değişim fikriyle karşı koymalıdır. Kural ve değer esaslı olmayan ve insanlığın büyük bir kısmının değerlerini ve menfaatlerini yansıtma ilkesi üzerine kurulmayan herhangi bir uluslararası düzenin başarısız olması kaçınılmazdır. Söylemin eylemden daha kolay olduğu aşikardır. Yine de iki temel yaklaşım söz konusudur.
İlk seçenek, bir ilkeler ve değerler bütünü üzerinde hemfikir olmak ve düzeni bunun üzerine inşa etmektir. Böylece düzenin temel değerleri herkes için açık ve net hale gelecektir. Herkes için geçerli olan bir kurallar bütünümüz ve oyun rehberimiz olacaktır. Dahası bu yaklaşım, sistemin performansını değerlendirmeyi ve herhangi bir işlevsizliği tespit etmeyi sağlayacak kriterler ile kıstasları da sağlayacaktır. Böylesine değer esaslı ve kapsayıcı bir düzen, daha fazla meşruiyete ve dünya çapında daha geniş bir toplumsal zemine sahip olacaktır.
İkinci yaklaşım, konjonktürü ve pragmatizmi esas alan bir düzen kurmayı denemektir. Böyle bir düzen, kaygan bir zemine sahip olacak ve daha ilk günden sorgulanacaktır. Sıfır toplamlı rekabet ve düşmanlıkların tetiklediği bir kriz döngüsüyle karşı karşıya kalacaktır. İşte bu yüzden, kural esaslı kapsayıcılık ve ilkelerle işleyen adalet, herhangi bir düzenin omurgasını oluşturmalı ve mevcut düzen, en azından bu faktörleri akılda tutarak kendisini güncellemeye çalışmalıdır. Mevcut sistem halihazırda birinci yaklaşımı yansıtıyor olsa da pratikteki uygulamalar, sistemin ikincisine daha yakın olduğunu gösteriyor.
Düzeni kurmak ve muhafaza etmek kimin sorumluluğundadır? Ulusal düzeyde iki aday vardır: Müesses nizam ya da yeni sistem karşıtı dalgaların popülist liderleri. Sorun şu ki müesses nizam, eski düzenin yerine yeni bir düzen inşa etmek ya da eski düzeni ciddi bir şekilde güncellemek için gerekli olan meşruiyete sahip değildir. Fakat yeni popülistler de yeni bir düzen kurmak ya da mevcut düzeni ciddi mânâda gözden geçirmek için gerçekçi bir niyete de teknik bir bilgiye de sahip değildir. Bunlar arasındaki etkileşim ve mücadele, ulusal düzeni ve bunun neticesinde uluslararası düzeni şekillendirecektir. Uluslararası düzeyde BM, reforme edilmiş ya da tümden yeni bir düzene ilişkin tartışmaların birincil platformu olarak işlev görmeliydi; fakat bugüne kadarki sicili, bu konuda çok da ümit verici değildir.

4. Daha Kapsayıcı Bir Küresel Yönetişime Duyulan İhtiyaç
Neticede yükselen popülist dalga ve sistemik krizler, mevcut uluslararası “düzen”in iki düzeyde meşruiyetini kaybetme sürecinde olduğunu açıkça gösteriyor. Birincisi; haksızlığın, adaletsizliğin ve dayatmanın bir kaynağı ve aynı zamanda küresel elitin çürümüşlüğünün, dünya çapındaki toplumların sorunlarına karşı kayıtsızlıklarının ve kopukluklarının bir göstergesi olarak reddediliyor. İkincisi; mevcut “düzen”, bilhassa düzenin temsil kabiliyetini yeterli görmeyen ve neredeyse tamamen İkinci Dünya Savaşı’nın galip Batılı güçlerinin projeksiyonlarını ve önceliklerini yansıttığını düşünen aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen güçler başta olmak üzere devletlerin büyük bir kısmı tarafından haklı bir şekilde sorgulanıyor. Sistemin onları adil bir şekilde temsil etmedeki yetersizliği, sadece kendi meşruiyetini zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda işlevselliğinin de altını oyuyor. Bu iki faktörün bileşimi, günümüzdeki meşruiyet krizini üretiyor. Bu aşamada asıl mühim soru, meşruiyeti yitirme sürecinin, sistemin tümden dağılmasına yol açıp açmayacağıdır. Bir başka deyişle, bu sistemik depremin mevcut düzenin çözülmesine mi yoksa iyileşmesine mi yol açacağı henüz öngörülemiyor. Dağılma önlenmek isteniyorsa meşruiyeti yeniden tesis etmek için büyük reformlar yapılmalıdır ki zaten bu, mevcut düzenin sistemik depremlerde ayakta kalmasının tek yoludur.
Aksi halde, mevcut gidişat endişe verici olup 19. yüzyıl politikalarına veyahut İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme benzemektedir. Süregiden ekonomik kriz, büyük güçler arasında içe kapanmacı eğilimlerin yükselişi, popülist politikaların ve otokrasilerin tırmanışı, tek-taraflılık, siyaseti ve uluslararası etkileşimleri sıfır toplamlı bir oyun olarak algılama ve benzerleri korkutucu eğilimler olmakla birlikte, pekâlâ tersine de döndürülebilirdir. Seçenekler çok açıktır. Dünya ya bir kez daha “güçler dengesi sisteminin” karşılıklı yıkıcılığına doğru yol alacak ya da karşılıklı kazanç sağlayan, daha hayırhah, kapsayıcı, adil ve insancıl bir küresel yönetişim yapısı kurmak için çaba gösterecektir. Dar bir çerçevede tanımlanan menfaatler ve kendi altını oyan bir tek-taraflılık, eski sistemin esas karakterine şekil verirken; ortak değerler ve kurallar ile karşılıklı kazanç sağlayan bir çok-taraflılık, ikinci seçeneğin genel hatlarını belirlemektedir.
1990’lardan bu yana bir türlü gerçekleşemeyen ümit, küresel yönetişim tarafından şekillendirilen bir gelecek kurulmasıydı. Küresel yönetişim ile uluslararası düzen arasında bir fark vardır. Uluslararası düzen, ulus-devletlerin esas birimler olduğuna ve düzenin bu uluslar arasındaki ilişki ve diyaloğun bir sonucu olarak şekillendiğine işaret eder. Küresel yönetişim ise daha interaktif, daha diyalog esaslı ve daha uluslar-ötesidir. Bu anlamda sadece ulus-devletler arası değil, aynı zamanda insanlar arası bir diyalog zeminiyle, daha interaktif ve birbirine bağlı bir sistemle uluslararası bir düzen kurulabilir. İşte bu yüzden insanlık bu aşamada kural ve değer esaslı, çok-taraflı, karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel yönetişim biçimine ihtiyaç duymaktadır.




[1] 1 Post-truth ya da post-fact kavramları nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumuna denir (çev. notu).

R.FALK: DAVUTOĞLU’NUN MAKALESİNE BİR DEĞERLENDİRME




Richard Falk (Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)
21st Century Global Dynamics, 18.5.2017, Cilt 10, Sayı 33

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ahmet Davutoğlu, Global-e’de yayınlanan 30 Mart 2017 tarihli makalesinde, mevcut küresel gidişat ve bunun müstakbel dünya düzenine etkisi konusunda etkileyici ve kapsayıcı bir değerlendirmede bulunmuş. Davutoğlu’nun analizini diğerlerinden ayıran [en önemli özellik], mevcut yaygın yönetim krizinin doğurduğu felaketvari tehlikelerin, ancak ve ancak daha derin yapısal nedenlerden ve küresel düzeyde siyasi liderliğin tarihi başarısızlıklarından kaynaklandığı idrak edilebilirse eğer, kalıcı bir şekilde üstesinden gelinebileceği noktasındaki ısrarı. Hem etkili hem de meşru bir Soğuk Savaş sonrası küresel yönetişim [sistemi] kurulmasında ABD’nin hakimane bir liderlik göstermekteki isteksizliğine özellikle dikkat çekiyor.
Davutoğlu, birkaç sene evvel Henry Kissinger’ın hüzünle sorduğu “Acaba şu anda biz herhangi bir düzenin dizginleri altında olmayan güçlerin geleceği belirleyeceği bir dönemle mi karşı karşıyayız?” yakınmasını bazı bakımlardan tekrarlıyor. Bu yakınmaya Kissinger’ın derinlerde yatan şu endişesi eşlik ediyor: “Bizim çağımız ısrarla, zaman zaman da neredeyse çaresizce, bir dünya düzeni kavramının peşinde/arayışında.” (Henry Kissinger, World Order. New York: Penguin, 2014, s.2) Beklendiği üzere Kissinger, [bu sözleriyle] İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin kurulmasına öncülük ettiği liberal dünya düzenine özlemle dolu inancını ifade ediyor. Kissinger bu düzeni idealleştirirken öyle bir dil kullanıyor ki Küresel Güney’de hiç kimse bunu katıla katıla gülmeden okuyamaz. Bu sözümona altın çağ, “bir Amerikan uzlaşması”nın, yani “ortak kurallara ve normlara riayet eden, liberal iktisadi sistemi kucaklayan, fetih yoluyla toprak kazanımından tövbe eden, milli egemenliğe saygı duyan ve katılımcı ve demokratik yönetim sistemlerini benimseyen işbirliğine dayalı devletler düzeninin önlenemez şekilde genişlemesi”nin bir yansımasıydı.” (Kissinger, s.1)
Kissinger’ın geri dönüp baktığı, öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan hayırhah/iyicil dünya düzeni olsa da, –yüzyıllarca devlet egemenliğini sömürgeci yönetimle iç içe geçiren Avrupa merkezli sisteme meşruiyet ve etkinlik kazandıran– 17. yüzyıl Vestfalya çerçevesine de özlem duyuyor. Şu an bozulanı düzeltmek için teklif edebildiği en iyi şey, “günümüz realitelerine uygun şekilde Vestfalya sisteminin modernize edilmesi.” Bununla kastı, esas olarak Çin’in yükselişi ve küresel ortamın Batılılaşmadan arındırılması – ki bu da otoriter ve liberal demokratik yönetim şekilleri arasında karşılıklı yarar sağlayan ticaret ve güvenlik düzenlemelerinin yanısıra yönetişim ve işbirliği noktasında Batılı olmayan değerlerle bağdaşma şeklinde bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor.
Kissinger ve Davutoğlu kıyaslamasını ilgi çekici kılan, örtüşen endişelerinden ziyade, [çözüm için ortaya attıkları] alternatif hedeflerle ne kastettikleri. Sert ve yumuşak gücün ayrıştığı ve özellikle Doğu’ya doğru kaydığı postkolonyal dönemde yazan Kissinger, meydan okumayı, –bilhassa Çin’in yükselişine odaklanarak– medeniyetlerarası uyum/bağdaşma ve karşılıklı saygı süreciyle devlet merkezli dünya düzenini reformdan geçirme olarak görüyor.
Aksine, Davutoğlu mevcut krizi, sistemi –meşruiyet algısını ve işlevselliğini, yani bu tarihsel anın en büyük meydan okumalarına çözümler sunma kapasitesini iyice azaltır şekilde– sarsan dört “deprem” dizisine karşı [verilen] yetersiz küresel tepkilerin bir sonucu olarak görüyor. Art arda gelen bu depremler (yani Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 11 Eylül saldırıları, 2008’de başlayan mali altüst oluş ve 2011 Arap isyanları), Davutoğlu’nun “kısa vadecilik ve konjonktürel siyaset” diye küçümsediği cevaplara kapı araladı; yani [bu depremlerin] kökenindeki aslî sebeplere odaklanmakta başarısız olan ve böylelikle gelecekte krizlerin tekrarlanmasını önleyecek şekilde problemlerin üzerine eğilmeyen “hızlı çözümler/tamirler” peşinde koşuldu. İşte küresel liderliğin tekerrür eden bu başarısızlığı, Davutoğlu’nun “aşırıcılığın yükselişi” olarak nitelediği mevcut rahatsızlığa, yani bir ucunda IŞİD gibi devlet dışı aktörlerin diğer ucunda Brexit ve Trump gibi devletçi sonuçlar doğuran popülist dalganın bulunduğu bir siyasi yelpazeye yol açtı.
Davutoğlu, eleştirilerini açıklığa kavuşturmak için üç tür umut kırıcı eğilimi ele alıyor: (i) ABD’nin daha evvel kurup idare ettiği liberal dünya düzenini geri çekilerek kendi haline bırakması; (ii) Batı’nın cesaretlendirmekten sakındığı ve bazı örneklerde kendi demokratik değerlerine aykırı hareket ettiği Arap Baharı sürecinde görüldüğü gibi, otoriterlik karşıtı milli isyanlara karşı umut kırıcı tepkileri; (iii) daha da önemlisi, iktisadi ve siyasi alanda var olan uluslararası kurumları, özellikle de –son 70 yılda küresel görünümdeki köklü değişimler nazar-ı dikkate alınmadan etkili bir şekilde işlemesi mümkün olmayan– BM’yi reformdan geçirme konusundaki uzlaşmazlık. 
Davutoğlu ile Kissinger arasında bir kıyaslama yapmak aydınlatıcı olur. Kissinger’ın en temel meydan okuma olarak gördüğü şey, –hâkim devletlerin gücünün dengelendiği ve karşılıklı çıkarlarına hizmet ettiği takdirde en düzgün şekilde işleyecek– devlet merkezli bir dünya düzenine nezaret eden, [birbirlerini olduğu gibi kabullenip işlerine karışmadıkları] “yaşa ve bırak yaşasın” tarzı bir jeopolitik denklemde ABD ve Çin’i üstün kılmak suretiyle atlatabilecek bir kriz. Adalet, insan hakları, BM, iklim değişikliği ve nükleer silahların yasaklanması konularında ise tek bir kelime dahi etmiyor. Aslında Kissinger, geleceği, başarının güç oyunlarıyla ölçüldüğü, insan haklarının ve uluslararası hukukun ise devlet idaresinde önemsiz dikkat dağıtıcılar muamelesi gördüğü normatif bir çölde tehlikeli bir yolculuk olarak görüyor. Donald Trump’ın Comey krizinin ortasında tutup da Kissinger’ı Beyaz Saray’da misafir etmesi veyahut Kissinger’ın içeriden patlamakta olan başkanlığın meydan okunan meşruiyetine destek çıkmak üzere Oval Ofis’te [Trump’la] bir fotoğraf vermesi çok da büyük bir sürpriz değil. Dış politika bilgisi benim 10 yaşındaki torunumdan bile daha az olan Trump, ziyareti “bir şeref” olarak niteledi.
Davutoğlu’nun bakış açısı ise, küresel duruma ilişkin eşit derecede karamsar bir teşhis koysa da, çok daha cazip bir çözüm üretiyor. Korkuları ve ümitleri, “normatif realizm” veya “etik pragmatizm” olarak tanımlanabilecek bir yaklaşım etrafında şekilleniyor. Davutoğlu, insanlığın yüzleştiği meydan okumaları mevcut uluslararası yapılar ışığında analiz ediyor. Ve bu yapıların mevcut realitelere uyarlanmasını savunuyor; ancak [sözkonusu yapıların] insani ve demokratikleştirici potansiyellerini hayata geçirmeye dönük güçlü bir normatif etkiyle birlikte... ABD’nin, bilhassa bir normatif lider ve problem çözücü olarak, ağırlığı nispetince yeniden rol oynamaya başlayacağı beklentisinde. Bu nedenle Trump’ın kulak tırmalayıcı “Amerika öncelik” sloganının yansıra yeryüzünün başka yerlerinde aşırı milliyetçi otokratların yükselişine yol açan sağ popülizmi son derece esefle karşılıyor.
Son 15 yıldır Türkiye’deki önde gelen siyasilerden olan Davutoğlu, uluslararası kurumlarda ve süreçlerde temsil edilebilirliği çok daha düzgün bir şekilde sağlayan küresel reformlar aracılığıyla, gelişmekte olan ekonomilerin ve devletlerin kaynaşması için çaba sarf eden bir enternasyonalist. Dışişleri Bakanlığı dönemindeki şahsi başarılarından hiçbirisi, –ona göre ülkesinin dünyadaki statüsünün en yüksek seviyede onaylanması anlamına gelen– Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesi kadar onu memnun etmemiş. Davutoğlu için asıl önemli olan şey, devlet davranışının meşruluğunun –BM’de temsil edilen milletler topluluğunun ortak onayıyla ifadesini bulan– bir şekilde tasdiki. Kissinger[ın perspektifi] güce dayalı iken, Davutoğlu[nunki] ise insan, değer ve toplum odaklı. Bu bağlamda Davutoğlu’nun dünya görüşü, –bilhassa insan onuru, adalet ve insan haklarıyla bağlantılı hayatî evrenselci boyutlarla takviye edilmiş farklı medeniyetsel kurguları/yapıları kabul eden– normatif çoğulculuk istikametinde.
Her ne kadar Davutoğlu’nun teşhislerini ve genel reçetelerini paylaşsam da farklı düşündüğüm konulara sadece birer vurgu yapacağım. Bana göre dünya düzeni krizinin karakteristik özelliklerinden biri, en başta iklim değişikliği ve ayrıca nükleer silahların varlığı ve yavaş yavaş yayılması olmak üzere küresel ölçekli meydan okumalara çözüm üretmekteki yetersizliği. Vestfalyan dünya düzeni yaklaşımı, temelde jeopolitik ve devlet merkezli güçlerin karşılıklı etkileşimine dayanmakta olup, son birkaç on yıla kadar parçadan (devlet, imparatorluk, bölge, medeniyet) ayrı olarak bütünün (canlı türü veya dünya) refahını ve belki de bekasını tehlikeye atan tehditlerle hiç yüzleşmemişti. ABD, nükleer silahları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu silahların yayılmasını asgariye indirmeyi hedefleyen bir rejim üzerinde kontrol kuruyor. Bu da temel tehdidin nükleer silaha sahip olanlardan ziyade henüz nükleer silah elde edememiş ülkelerden kaynaklandığı varsayımına dayanıyor. Bu tür bir düzenleme tehlikeli olup insan topluluğunu tam kalbinden bölen bir kırılma yaratıyor. Bu kırılma, tam da ortak meydan okumaların üzerine etkin ve dosdoğru şekilde gidilebilmesi için, insanoğlunun birliğine daha fazla güvenmeye acilen ihtiyaç duyulduğu bir dönemde vuku buluyor.
Aslında ben, Davutoğlu’nun normatif/kurallara dayalı vizyonunun mevcut krizin altında yatan şu temel sebebe doğrudan eğilmediğini iddia ediyorum: milli menfaatlerin yanısıra gerek insanoğlunun çıkarlarına gerekse küresel çıkarlara önayak olacak kurumsal mekanizmaların ve siyasi iradenin bulunmayışı. Mevcut düzenlemeler ve yaklaşımlar göz önüne alındığında, küresel meydan okumalara, jeopolitik liderlik tarafından veyahut milli menfaatlerin yığışmasıyla yeterince cevap üretilmiyor. 2015 Paris İklim Değişikliği Anlaşması, çok-taraflılığın sınırlarını kahramanca esneten/zorlayan bir çabayı temsil ediyor; ancak [anlaşma maddelerinde getirilen düzenlemeler,] bilimsel mutabakatın bizi uyardığı üzere, küresel ısınmanın aşırı derecede zararlı düzeyinden korunmak için elzem olanın hala daha tehlikeli şekilde altında kalarak beklentileri karşılayamadı. Benzer şekilde, Kuzey Kore Krizi’ne karşı üretilen öfkeli ama anlamsız cevaplar, nükleer silahlar politikasında jeopolitik yaklaşımın ne denli tehlikeli bir şekilde işlevsiz kaldığı konusunda bir uyarı zili olmalı.

Sonuçta ben Davutoğlu’nun, [mevcut] “uluslararası düzen”in değişmesi (Kissinger modeli), ama bunun (Davutoğlu tarafından “kural ve değer esaslı, çok taraflı, karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel yönetişim” olarak ayrıntılandırılan) “küresel yönetişim”le yer değiştirmesi çağrısını paylaşıyorum. Davos’taki 2017 Dünya Ekonomik Forumu’unda konuşan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in de benzer görüşler serdetmesi belki de ümit verici bir işaret.

J.A.CAMILLERI: ÇALKANTININ ORTASINDA YENİ VE DAHA YARATICI BİR SİYASET BELİRİYOR




Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)
21st Century Global Dynamics, 6.7.2017, Cilt 10, Sayı 45

Tercüme: Zahide Tuba Kor

“Ulusal ve Küresel Düzen(sizlik)” başlıklı makalesinde ünlü akademisyen ve Türkiye’nin eski dışişleri bakanı ve başbakanı Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan karşılanmayan ümit ve beklentilerden yakınıyor. Çoklu uluslararası krizlerin temeli olarak, kısa vadeciliğe ve dar tanımlı bencil ulusal çıkara işaret ediyor. Ve bu üzücü kaçırılan fırsatlar hikâyesinin anlaşılabilmesi için dünyayı temelinden sarsan depremlere ilişkin tarihî bir perspektife ve bütüncül bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu çok doğru bir şekilde hatırlatıyor.
Şu veya bu çatışmanın, hatta jeopolitiğin ötesine geçip en az bunlar kadar önemli olana da bakmaya bir davet aslında bu. Bakışımızı sadece Soğuk Savaş sonrası dönemle sınırlayamayız. Siyasal yapı sağlığına nasıl kavuşturulabiliri düşünmeyi bir kenara bırakıp da hastalığın kökenindeki daha derin illetlere bir teşhis koyacaksak eğer, çok daha geniş bir tetkike ihtiyaç var.
Bir süreliğine, Büyük Buhran’ın ve İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde kurulan kurumlar, özellikle de refah devleti ve BM, Dünya Bankası ve IMF gibi çok-taraflı örgütler sanki güvenlik ve refahı temin edebilecekmiş gibi düşünüldü. Ancak Sovyet-Amerikan stratejik cepheleşmesi/yüzleşmesi ve son derece yıkıcı askeri aygıtların geliştirilmesi bu kurumların işleyişini fena halde bozdu.
Ekonomik ve teknolojik değişimin hızı dur durak bilmeden ilerlerken sınır ötesi akışlar –yani mal ve hizmet, sermaye, teknoloji, silahlar, virüsler, karbon emisyonu, bilgi, görüntü ve insan akışı– da daha evvel hiç görülmemiş ölçek, hız ve yoğunlukta devam etti. Genel olarak bu akışlar, çoğu zaman insanoğlunun ihtiyaçları veya Dünya’nın ekolojisi pek de dikkate alınmayarak, gerek devletler gerekse çok-uluslu kurumlar tarafından dosdoğru yönetilemedi. Sonuçlar herkesin malumu: mali ve insani krizler, çevre felaketleri, salgın hastalıklar, uzayıp giden askeri çatışmalar, insan haklarının sınırsız ihlali, soykırımlar, savaş suçları, askeri müdahaleler ve terör saldırıları. Davutoğlu tabii ki yönetişim açığının (governance deficit) altını çizmekte haklı; ancak onun analizi, kurumsal başarısızlığa dair ikna edici bir açıklama getirmekte yetersiz. Bizim mevcut açmazımızı şekillendiren bilhassa iki kilit faktöre, yani neoliberal düzenin hâkimiyetine ve küresel güç kaymasının kötü idare edilmesine hemen hemen hiç değinilmemiş. Şimdi biz bu faktörlere odaklanacağız.

Neoliberalizm ve Akıbeti
Son 40 yıldır neoliberal proje, iktisadi büyümenin ve böylelikle hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin refahının bir anahtarı olarak mallarda, hizmetlerde ve sermayede kontrolsüz serbest piyasayı savundu. Bu hâkim öncülü bir dizi reçete takip etti: Devlet ciddi şekilde küçültülmeli, mevzuatlar asgari düzeye çekilmeli, vergiler indirilmeli, kurumlar vergisinin kaçırılması göz ardı edilmeli, işçi maliyetlerini düşürmek için göç teşvik edilmeli, gizlice müzakere edilen serbest ticaret anlaşmalarının faydaları her fırsatta öve öve bitirilememeli. Daha da önemlisi, cemaatçi değerler tenzili rütbeyle değersizleştirilmeli ve vatandaşlar atomize edilmiş birer arzu dünyacığına indirgenmeli.
Sindirimi zor olsa da, neoliberal proje, rakipsiz/türünün en iyisiymiş gibi kendisini sunarak hâkimiyet kurmayı başardı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, kontrolsüz piyasanın ve Batı tarzı liberal demokrasinin nihai zaferi olarak kutlandı; her ne kadar demokratik değerler sürekli aşınsa da ve şüpheli endüstriyel ve finansal uygulamalara müsamaha gösterilse ve hatta meşrulaştırılsa da. 
Her ne kadar neoliberalizm, henüz ölüm döşeğinden uzak olsa da bazı zorluklarla yüzleşiyor. ABD’de ve –farklı düzeylerde de olsa– başka ülkelerde göze batan ve artan eşitsizlikler, 2008 Finansal Krizi’nin neden olduğu tahribatlar ve Avrupa’nın çoğunda yaşanan iktisadi durgunluk yaygın iktisadi eleştirilere ve halk arasında huzursuzluklara yol açtı. ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn ve Fransa’da Luc Mélenchon tarafından önerilen tasarruf tedbirleri karşıtı programlar giderek ilgi görüyor.
Ama diğer tepkiler kaygı verici. Avrupa’nın çoğu ülkesinde aşırı sağcı partiler, siyasi yerleşik düzeni, genel olarak elitleri ve küreselleşmeyi hedef alıyorlar. Bu tür söylemler toplumun farklı kesitlerinde huzursuzluk ve öfkeyle yankı uyandırıyor. Bu partilerin birçoğu, seçmenlerin büyükçe ve giderek artan bir kesimini cezbediyor; ancak altta yatan mesaj, yabancılardan önyargı, korku ve hatta nefret öncülüne dayanıyor. Daha tedirgin edici olan ise, oylarının azalmasından korkan yerleşik partilerin, başkalarını günah keçisi yapan ve yabancı düşmanı mesajları ve politikaları dillendirmeyi veya en azından bunları görmezden gelmeyi tercih etmeleri.
Aynı temayül ABD’de de var. Oradakinin keyfiyeti farklı olabilir, ama aynı dinamik işliyor: geleceğin giderek belirsizleşmesine karşı öfke, kırgınlık ve endişe. Sonuç olarak seçmenlerin büyükçe bir kısmı, yabancıları, zayıfları ve korumasız olanları günah keçisi yapan mesajlara artık çok daha kolay kapılabilir halde. Bu, Trump’ın olduğu kadar, Gert Wilders ve Marie Le Pen’in de mesajı.

Küresel Güç Kayması
Sismik bir güç kayması alttan alta yaşanıyor. Bu, sadece hegemonik bir merkezden çok-merkezli bir sisteme değil, aynı zamanda Batı’dan Doğu’ya doğru da bir kayış. Ve bu aynı zamanda hem jeokültürel hem de jeopolitik bir kayış. Ne var ki Batı’da hala daha doğru düzgün idrak edilebilmiş değil. Bu kaymanın geniş kapsamlı sonuçlarıyla baş etmeyi bırakın, bunu değerlendirmekteki başarısızlık, gelecek için muazzam riskler barındırıyor.
Hâlihazırda ABD, artık Amerikan menfaatlerine ve önceliklerine boyun eğme ihtiyacı hissetmeyen veya bunu istemeyen iki güç merkeziyle, Rusya ve Çin’le karşı karşıya. Putin yönetimi altındaki Rusya, SSCB’nin dağılmasını müteakip yaşadığı o küçük düşürücü yılların ardından, şimdi kendi nüfuzunu yeniden tesis etmekle meşgul. Daha düşük bir profille işe başlayan Çin ise son 30 yılda modern tarihin en dikkat çekici iktisadi büyüme oranlarını kaydetti ve şimdilerde yeni iktisadi statüsüyle orantılı bir siyasi nüfuz elde etme arayışında. [Z.T.K. Bu konuda biraz daha farklı bir görüş serdeden Robert Kaplan’ın “Avrasya’da Yaklaşan Anarşi” makalesini okumanızı tavsiye ederim]
SSCB’nin dağılması ve ABD’nin kendini muzaffer ilan etmesi (triumphalism), bir süreliğine ABD’nin görece siyasi çöküşünü engellemiş olabilir. Ancak son olaylar, özellikle de Afganistan, Irak, Libya ve Suriye bataklıklarına maliyetli askeri müdahaleleri bu gidişata ivme kattı.  Trump’ın boş “ABD’yi yeniden yüceltme” vaadi bu gidişatın gönülsüz bir ikrarı aslında.
Hâlihazırda yaşanan güç kaymasının belki de en bariz belirtisi, bozulan Rus-Amerikan ilişkileri olup 1980’lerin ortalarından bu yana ilişkiler şu an en dip noktasında. Temel faktör, NATO’nun Doğu Avrupa’nın çoğunu ve hatta (daha evvel SSCB’nin bir parçası olan) üç Baltık ülkesini içine katarak Rusya’nın kapı eşiğine kadar genişlemiş olması.
BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın Sırbistan’ın bombalanması, ABD’nin Anti-Balistik Füze Antlaşması’ndan çekilmesi, BM’nin muhalefetini hiçe sayarak Irak’ı işgali, Rusya’nın kapı eğişinde (Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da) renkli devrimlere açık desteği ve Rusya’yı insan hakları ihlalleri nedeniyle hedef alan [Z.T.K. Amerikan Kongresi’nden 2012’de çıkan] Magnitsky Yasası da ikili ilişkilere ağır darbe vuran gelişmelerdi. Amerikan güvencelerine aykırı olarak, rejim değişikliğine yol açan Batı’nın Libya’ya askeri müdahalesi, derin güvensizliklerin de tohumlarını attı. 
Ukrayna Krizi, ABD’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya karşı yaptırımları giderek genişletmesine ve NATO’nun Doğu Avrupa’da asker konuşlandırma ve askeri tatbikatlarını artırma çabasına bir kez daha yol açtı. ABD’nin Romanya’ya bir balistik füze savunma sistemi konuşlandırması ve kısa süre sonra bir benzerinin Polonya’ya yerleştirilecek olması, Moskova’da Amerikan çevreleme stratejisinin yeni kanıtları olarak görülüyor.
Putin’in cevabı ise 2008’de Gürcistan’da askeri güç kullanmak, kopma noktasındaki Abhazya ve Güney Osetya bölgelerinin bağımsızlığını desteklemek, Ukrayna’nın doğusunda Rusya’nın pozisyonunu güçlendirmek, Kırım’ı ilhak etmek, Libya’da Batı’nın askeri müdahalelerine meydan okumak, Esed rejimine güçlü bir askeri destek sunmak ve BM Güvenlik Konseyi’nde birçok bölgesel çatışmayla ilgili alınacak kararlarda çok daha iddialı bir duruş benimsemek oldu.
Çin’in yükselişi de benzer şekilde kötü idare edildi. “Asya’ya stratejik kayış” politikası boyunca Obama yönetimi, 2020’ye kadar hava ve deniz gücünün %60’ını Asya’ya konuşlandırma taahhüdünde bulunmuştu. Çin’le Güney Çin Denizi’ndeki ihtilaflarında Filipinleri destekledi; Japonya’ya olan güvenlik taahhütlerini güçlendirdi; Filipinler, Avustralya ve Singapur’a asker yolladı; Tayvan’a ileri teknoloji ürünü silah sistemleri tedarik etme sözü verdi. Trump yönetimi tarafından da desteklenmesi muhtemel bu ve benzeri tedbirler, Asya Pasifik’te Amerikan askeri üstünlüğünü sürdürmeye ve Çin’in büyük bir güç merkezi olarak yeniden ortaya çıkışını engellemeye dönük daha geniş stratejinin bir parçası.
Buna cevaben Çin; Filipinler ve Japonya’yla olan deniz ihtilaflarında güçlü bir şekilde kendi pozisyonunu savunuyor, 2016’da Daimi Tahkim Mahkemesi’nin verdiği kararı göz ardı ediyor, Orta Asya ve Güneydoğu Asya’da iktisadi cazibe hamlesi yapıyor ve Rusya’yla ilişkileri geliştiriyor (bugüne kadar Rusya-Çin ilişkilerindeki en çarpıcı gelişme, 2014 Mayıs’ında Şanghay’da imzalanan 400 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması oldu). Çok daha iddialı proje ise Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yeni bir “İpek Yolu” inşa etme kararı. Asya Altyapı Yatırım Bankası ve İpek Yolu Fonu’ndan gelen muazzam mali yatırımla desteklenen “İpek Yolu İktisadi Kuşağı”, Çin Rönesansının en çarpıcı ve kalıcı sembolü haline gelebilir.

Eşsiz Bir An
O halde bu, mevcut gidişatları ve müstakbel ihtimalleri hesaplamak için eşsiz bir an.
Yakın gelecekte bu üç büyük güç merkezinin politikalarında yeni baştan ayarlamaya gitme ihtimali uzak görünüyor. Daha ümit verici olan ise, ABD’nin dostları ve müttefikleri de dahil, küçük ve orta ölçekli güçlerin önümüzdeki yıllarda daha asil olan kendi ahlaki ve insani geleneklerine dayalı daha yaratıcı bir istikamete öncülük etme arayışları olacaktır.
Uluslararası Misket Bombalarının Yasaklanması Sözleşmesi (2010), Uluslararası Ceza Mahkemesi (2002) ve Kara Mayınları Sözleşmesi (1999)’nin kabul edilmesinin önünü açan başarılı koalisyonlar; hükümetler, çok-taraflı kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri arasındaki yapıcı işbirliklerine dayanıyor. Bu modelin, ulusaşırı diğer acil meydan okumalara kalıcı çözümler üretmek amacıyla gerek küresel gerekse bölgesel olarak başarılı bir şekilde uygulanabileceğini düşünmemiz için haklı gerekçelerimiz var.
Hem daha iyi düzenlenmiş bir uluslararası finansal sistem için hem de –Trump yönetiminin soytarılığına rağmen– hakkaniyet ve verilen taahhütlerin etkin şekilde izlenmesi prensiplerine dayalı, hukuken bağlayıcı bir uluslararası iklim değişikliği rejimi için giderek artan bir destek şu anda mevcut. Yine daha evvel benzeri görülmemiş sayıda insanın zulüm, şiddet ve çevresel bozulmadan kaçışına karşı tek uygulanabilir çözüm, küresel ve bölgesel olarak müzakere edilmiş düzenlemeler gibi görünüyor.
Askeri gücün faydası hızla azalırken Norveç, Yeni Zelanda, Kanada, İrlanda, Yunanistan, belki de Güney Kore, Filipinler ve hatta Avustralya gibi ülkeler, boşu boşuna verilen savaşlardan ve tehlikeli askeri karışıklıklardan geri çekilmeyi/kurtulmayı kendi menfaatlerine uygun görüp müşterek diplomasi arayışı içinde küçük ve orta ölçekteki güçlerin safına katılabilirler. Atlantik’in iki yakası arasındaki mevcut gerilimler, Avrupalıları, ortak çabaya dayalı çatışma çözümü ve barış inşası inisiyatifleri için gerekli becerileri ve altyapıyı geliştirmeye sevk edebilir. Bu, en azından bazı Amerikan müttefiklerinin nükleer silah kullanımını ve kullanma tehdidinde bulunmayı yasaklayan hukuken bağlayıcı bir [uluslararası] antlaşmaya varmak amacıyla BM destekli müzakerelere katılmaları için bir fırsat da olabilir. Bu tür eğilimlere, geleneksel siyasi aklın telkin edeceklerinden çok daha büyük bir kamuoyu ilgisi var.
Giderek büyüyen bilinçli kamuoyu, güvenlik ve gözetim devletinin [Z.T.K. biraz yorum katarak buna “güvenlik ve istihbarat devleti” demek de mümkün] müdahaleciliğini sorguluyor. Kemer sıkma politikalarını ve hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında artan refah ve gelir adaletsizliklerini eleştiren sesler günbegün daha da yüksek çıkıyor.
Kültürler ve medeniyetler arası diyalog hareketi, her ne kadar bu kavramı ilk teşvik eden Türkiye ve İspanya’nın da dahil olduğu hükümetlerin hevesi kaçsa da, ivme kazanmaya devam ediyor. Bu diyalog, birçok bakımdan Batı ile İslam arasında yapıcı ve kalıcı ilişkinin anahtarını elinde tutuyor. Daha da önemlisi bu, tek-taraflı uyarılardan ve müdahalelerden tam anlamıyla çok-merkezli bir dünyayı kabule doğru geçişe ivme katabilir.
Bu iddialı ama sağduyulu gündem; toplumsal hareketler, eğitimciler, entelektüeller, bilim adamları, din adamları, kültürel ve profesyonel öncüler ve ayrıca toplumsal duyarlılığı yüksek şirketler ile hayır kuruluşları tarafından giderek daha büyük bir şevkle kucaklanıyor.

Yeni ve daha yaratıcı bir siyaset ufukta beliriyor.

R.C.JOHANSEN: KÜRESEL MESELELERİ ÇÖZMEK? KÜRESEL YÖNETİŞİM İNŞASI




Robert C. Johansen (Notra Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)
21st Century Global Dynamics, 1.6.2017, Cilt 10, Sayı 37

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Dışlayıcı Kimliklerden Kapsayıcı Kimliklere Geçiş
Ahmet Davutoğlu, “popülist otokrasilerin, dışlayıcılığın, tek-taraflılığın ve ortak değerler ve menfaatler pahasına dar tanımlı bir bencil ulusal çıkar arayışının yükselişi”nin tehlikeleri konusunda çok doğru bir şekilde bizi ikaz ediyor. Her ne kadar dünyanın farklı coğrafyalarındaki birçok toplumda yabancı düşmanı, dar milliyetçi, popülist hareketleri ortaya çıkaran çeşitli nedenler olsa da bütün bu hareketlerin ortak bir özelliği dikkat çekiyor: Her biri, düşman olarak gördüğü diğer insanları dışlayan bir kimliği benimsiyor. Ve yine her biri, kapsayıcı bir kimliği besleyen insanlara karşı çıkıyor. Popülistler kendi gruplarını önceleyip diğerlerini daha önemsiz sayarken “kapsayıcılar” evrensel insan haklarına ve ortak menfaatlere vurgu yapıyor. Dışlayıcı kimlikleri kucaklayan yüksek sesler, şimdiye kadar demokrasi ve evrensel insan hakları cenneti farz edilen ABD ve Avrupa gibi toplumlarda dahi yükselişe geçiyor.  
Aynı zamanda Davutoğlu, küresel yönetişimin, dar görüşlü popülizmin etkili ve cazip bir panzehiri olabileceği tezini ileri sürüyor. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için öyle herhangi bir küresel yönetişim tarzının yeterli olmadığını vurgulamak gerekir. Zira mevcut uluslararası sistem de bir "yönetişim" çeşidi olup fiiliyatta etkisiz, güvenilmez ve adaletsizdir. Eğer ki küreselleşmeye büyük şirketler hâkim olursa bu bir çeşit “özel yönetişim” olacaktır. Eğer ki kontrolsüz piyasalar neyin üretileceğini ve tüketileceğini belirlerse bu (kimileri için) kazançlı da olsa yırtıcı/yağmacı bir yönetişim haline gelecektir. Eğer ki bir veya birkaç büyük güç egemen olursa bu yeni-emperyal, şiddete meyyal bir yönetişime dönüşecektir.
Bunların aksine, tercihe şayan bir küresel yönetişim şekli, karar alma süreçlerinde dünyanın tüm halklarını adil şekilde temsil etmeye çalışan ve ortak menfaate hizmet etme hedefinden ilham alan kapsayıcı kimliklerle şekillenmeli. Bu tür bir yönetişim, dışlayıcı popülizmi (ve terörizmi) geriletip insan onurunu besleyen değerlerin daha da güçlenmesine geçit veren fırsatları ve faydaları sağlayabilir. Faydaların, fakirlikten kurtulma ve hayatta kalmak için temel ihtiyaçları elde etme hakkı da dahil tüm bireylerin insan haklarına fiilî saygıyı içermesi beklenir. Küresel fakirliği ortadan kaldırmak maddi açıdan mümkün olmakla birlikte siyaseten hep imkânsız olageldi. Peki ama niçin?
Hem Davutoğlu’nun hem de hepimizin bu soruya ısrarla cevaplar bulmamız lazım. Zira sözkonusu cevaplar, arzu edilen küresel yönetişime doğru gidişatın niçin yavaş seyrettiğine ışık tutacaktır. Eğer ki yeterli sayıda insan ısrarcı olsaydı ve bu ısrarlarını siyasi iktidara aktarabilselerdi, tıpkı fakirliği ortadan kaldırabileceğimiz gibi, şu an iyi bir küresel yönetişimimiz de olabilirdi. Bunun gerçekleşmesi, kapsayıcı kimliklere çok daha yaygın bir bağlılığı gerektirmekte olup genel ve özel eğitimin, dini ve seküler felsefi terbiyenin ve sivil toplum örgütleri, yenilikçi hükümetler ve hükümetlerarası örgütlerin vizyoner liderliğinin bir vazifesidir.

Küresel Yönetişim İçin Gelişen Bir Hareket
Popülist bir zihniyeti dillendirenler mi yoksa iyi yönetişim arayışındakiler mi galip gelecek bu henüz tamamen belirsiz. Kamuoyları, çoğunlukla doğru düzgün bilinçlendirilmemiş olup kapsayıcı kimliklerden ziyade dışlayıcı olanların cazibesine daha fazla kapılmış görünüyorlar. Davutoğlu’nun ikazlarına genel anlamda mutabık olanların karşısındaki temel meydan okuma, ahlaki hassasiyeti olan insanların bir yandan şirket yöneticilerini ve hissedarları yırtıcı/yağmacı kazançlarından mahrum bırakırken, aşırı tüketimi kısarken ve “önce ben” milliyetçiliğini dönüştürürken, diğer yandan ya mevcut BM kuruluşlarını yeniden yapılandırmak yahut insan hayatını ve çevre sağlığını koruyabilecek yeni kurumlar tesis etmek için elzem olan siyasi desteği üretecek kararlı bir toplumsal hareket inşa etmek maksadıyla dünya çapında gerekli eğitimi ve bireysel motivasyonu nasıl gerçekleştirecekleri meselesini çözmektir. Bu türden bir hareket, askeri gücün faydasına dair tamamen mesnetsiz bir inancı da dizginlemek zorundadır; zira askeri güç, küresel demokratik kurumları ayakta kalma ve gelişme fırsatından mahrum bırakan menfi güçleri alttan alta üretir.

Barış ve Adaleti ve Bunun İçin Gerekli Amaçları ve Araçları Kurumsallaştırmak
İyi yönetişim arayışındakiler, birçok ölçülemezler ve öngörülemezlerle devasa bir taahhüt altına girerler. Bununla birlikte stratejik küresel barış inşası için iki unsurun gerekli olduğu aşikârdır.
Birincisi, adil bir barış inşa etmek, –milli ordunun savaşa hazır halde bulunmasının ve başarılı savaş önlemenin öyle salt bir yan ürünü olarak yaklaşıldığı takdirde– mümkün olmaz. Barışın sürdürülebilir ve asgari düzeyde adil olması için dünya çapında tasavvur edilmeli, planlanmalı ve kurumsallaştırılmalıdır. Ulus-devletlerin barışçıl bir şekilde bir arada var olduğu ve uluslararası problemlerini –yavaşça, bir süper gücün liderliği altında ve iyi davranışı hedefleyen icraî kurallar olmaksızın– çözdüğü muhayyel bir liberal uluslararasıcılık çağı nostaljisine geri dönüş artık mümkün değildir. Bu, siyaseten uygulanabilir değildir ve adil de olmayacaktır.
İkincisi, arzu edilen amaçlara (yani insan onuru arayışıyla şekillenen, barışın hâkim olduğu etkili bir küresel yönetişime) ulaşmak kapsayıcı araçları gerekli kılar. Amaçlar araçlardan neşet eder. Barış adaletin eseridir. Ya birlikte başarıya ulaşırlar ya da asla başarılı olamazlar. Küresel yönetişim inşası için bütün toplumları gerçek anlamda kapsayıcılığın ve onların karar alma süreçlerine adil katılımlarının öyle kestirme bir yolu yoktur. Bu kapsayıcılık, küresel yönetişimin siyaseten uygulanabilirliğini sağlamak için elzemdir. Benzer şekilde, küresel yönetişimin demokratik kurumları olmaksızın kapsayıcılığı mümkün ve etkili kılmanın da herhangi bir yolu yoktur.
Kuzey’deki bazıları, bugüne kadar Küresel Güney’i, –küresel yönetişimin araçları ve amaçlarının belirlenmesine hayati katkılarda bulunan toplumlar olarak değil de– Kuzey’in sermaye yatırımlarını çekmeye uygun alıcılar olarak muamele etti. Ancak Güney amaçları belirlemeye iştirak etmediği müddetçe araçlar, hem küreselleşmenin nimetlerinden istifade etmede hem de küreselleşmenin yol açtığı problemleri çözmek için gerekli siyasi desteği üretmede yeterince kapsayıcı olmayacaktır. Keza hakkaniyetli bir yönetişim için elzem olan egemenliğin bir kısmının dikey dağıtımına karşı zenginleri ayak diretmekten vazgeçirmeye dönük teşvik ve tedbirleri yeniden yapılandırmak için gerekli siyasi destek de sağlanamayacaktır.

Gönülsüzleri Beklemeden Gönüllüleri Yetkilendirmek
Sanayileşmiş ülkeler, Soğuk Savaş’ın ardından gelen fırsat yıllarını iyi değerlendirmediler. Geriye kalan tek süper gücün [performansı] özellikle umut kırıcıydı; zira o, demokratik küresel yönetişime geçiş için güçlü ve planlı bir harekete öncülük edebilecek yeterli servete, teknolojiye, bilgiye, özgürlüğe ve jeostratejik milli güvenliğe sahipti. Hukukun egemen olduğu küresel bir toplum için sağlam adımlar atmak yerine nice fırsatları heba etti; bu yönde adımlar attığında güvenliğinin tehdit altına girmeyeceği dönemlerde dahi. 1989’dan bu yana defalarca, özellikle de 2001-2009 yılları arasında ve yine 2017’de Washington, uluslararası hukuku güçlendirmeye genel olarak karşı çıktı; [2003'te] meşru müdafaa haklı gerekçesi veya BM Güvenlik Konseyi izni olmaksızın (Irak’a) savaş açarak BM Sözleşmesi’ni ihlal etti; ABD’nin savaşta olmadığı ülkelere insansız hava uçaklarıyla sayısız askerî saldırılar düzenledi; işkenceyi yasaklayan Cenevre Konvansiyonları’nı ihlal etti; müzakeresi çoktan tamamlanmış Kapsamlı Nükleer Denemelerin Yasaklanması Antlaşması’nı onaylamayı reddetti; Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması çerçevesinde bir yükümlülüğü olan nükleer silahsızlanmayı müzakere etmeyi reddetti; soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları caydırmak maksadıyla kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olmaktan imtina etti;  sera gazı salınımını sınırlandırmak amacıyla uluslararası standartların belirlenmesine karşı çıktı; BM Güvenlik Konseyi yapısının demokratikleşmesini istememeyi tercih etti; uluslararası iktisadi kalkınma için BM’nin talep ettiği kendine düşen payı ödemedi; kısa süre evvel de BM’ye ödemesi gereken aidatları keseceğini duyurdu.
Avrupa’nın çoğu ise dünya meselelerinde hukukun egemenliğini güçlendirme noktasında çok daha olumlu bir tavır takınageldi; ama Soğuk Savaş sonrası ABD’nin dünyada daha iyi bir küresel yönetişime öncülük edeceği beklentisine girmekle belki de bir hata yaptı. Avrupa ABD’den daha iyisini yapmış olabilir; zira ardı ardına Avrupa’yı yerle bir eden savaşlardan birtakım dersler çıkarmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından güvenliklerini yeni askerî teyakkuzda olma politikalarına emanet etmek yerine, Batı Avrupalılar, –yeni bir Maginot hattı veya savaşa hazırlıklı olma politikasından çok daha güçlü ve çok daha etkili bir barış inşası projesine dönüşen– [Z.T.K. AB’nin nüvesi olacak] ortak bir Kömür ve Çelik Topluluğu kurmak için tahayyülü, planlamayı ve kurumsallaşmayı gerektiren bilinçli bir çaba yürüttüler. Birçok Alman, Nuremberg Savaş Suçları Mahkemelerinin üzerinde durduklarından dersler çıkardılar. Akabinde Uluslararası Ceza Mahkemesi için Avrupa’dan geniş bir destek çıkmasına öncülük ettiler. Bu ulus-ötesi barış inşası inisiyatifleri, Nazi milliyetçiliğinin dışlayıcı kimliğinden gerek bölgesel gerekse küresel olarak çok daha kapsayıcı kimliklere geçişi sağlayan kurumsallaştırıcı hareketi açıkça gösteriyor. 
Bugün AB’nin problemlerinin siyasi ve iktisadi entegrasyon fikrinin bizatihi kendinden kaynaklanmadığını belirtmek, küresel yönetişimin geleceği için öğretici olur. Problemler, en azından kısmen, demokrasi açığının yeterince giderilmemesi nedeniyle üye devletlerden yükselen siyasi şikayetlere yeterince dikkat kesilmemesinden kaynaklanıyor. Ayrıca AB, siyasi topluluğun iyi işlemesi için gerekli değerleri ve yaklaşımları inşa etmeye yeterince dikkatini yoğunlaştırmadan çok hızlı bir şekilde genişlemiş de olabilir. Bu teşhis bize –dönüp dolaşıp bir kez daha– yerel, bölgesel ve küresel düzeyde siyasi eğitim için yeni yollar bulmakta daha yaratıcı ve düşünceli olmamız gerektiğini telkin ediyor ki böylelikle kamuoyları daha iyi haberdar olsun ve siyasi kurumlar da daha duyarlı/cevap verebilir hale gelsin. Çok az toplumda vatandaşlık eğitimi, gençleri uluslararası sistemin yapısını değiştirmeye hazır hale getiriyor ki bu aslında tam da ihtiyaç duyulan şey.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya tarihi göz önüne alınırsa, dünya halklarının ABD veya Avrupa’nın küresel yönetişime öncülük edeceğini bekleyip durması mantıksız olur. Tabii ki bu süreçte onların katkıları hayati. Ancak bunun için onlara tabandan mütemadiyen baskı yapılması lazım. Kamuoyları, parlamentolarındaki oylamalarda kapsayıcı kimlikleri hayata geçirmeye odaklanmayan tüm milletvekili adaylarından desteklerini geri çekmeliler. Tüketiciler sadece ve sadece güçlü bir şekilde kapsayıcılığı savunan şirketlerin mallarını satın alabilirler. Liderlik ve baskı; bireylerden, insan hakları ve sivil toplum kuruluşlarından, dini cemaatlerden, yenilikçi/ilerlemeci hükümetlerden ve uluslararası örgütlerden müteşekkil bir ulus-ötesi koalisyondan gelmeli. Küresel yönetişim yapısında sağlam ve kalıcı değişim için boyun eğmeyen, cesur ve aşağıdan yukarıya doğru baskılar –belki de küresel bir halk meclisi aracılığıyla– gerekli olacaktır.