Joseph
A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve
Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)
21st
Century Global Dynamics, 6.7.2017, Cilt 10, Sayı 45
Tercüme: Zahide Tuba Kor
“Ulusal ve Küresel Düzen(sizlik)” başlıklı makalesinde
ünlü akademisyen ve Türkiye’nin eski dışişleri bakanı ve başbakanı Ahmet
Davutoğlu, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan karşılanmayan ümit ve
beklentilerden yakınıyor. Çoklu uluslararası krizlerin temeli olarak, kısa
vadeciliğe ve dar tanımlı bencil ulusal çıkara işaret ediyor. Ve bu üzücü
kaçırılan fırsatlar hikâyesinin anlaşılabilmesi için dünyayı temelinden sarsan
depremlere ilişkin tarihî bir perspektife ve bütüncül bir bakış açısına
ihtiyacımız olduğunu çok doğru bir şekilde hatırlatıyor.
Şu veya bu çatışmanın, hatta jeopolitiğin ötesine geçip
en az bunlar kadar önemli olana da bakmaya bir davet aslında bu. Bakışımızı
sadece Soğuk Savaş sonrası dönemle sınırlayamayız. Siyasal yapı sağlığına nasıl
kavuşturulabiliri düşünmeyi bir kenara bırakıp da hastalığın kökenindeki daha
derin illetlere bir teşhis koyacaksak eğer, çok daha geniş bir tetkike ihtiyaç
var.
Bir süreliğine, Büyük Buhran’ın ve İkinci Dünya
Savaşı’nın akabinde kurulan kurumlar, özellikle de refah devleti ve BM, Dünya Bankası
ve IMF gibi çok-taraflı örgütler sanki güvenlik ve refahı temin edebilecekmiş
gibi düşünüldü. Ancak Sovyet-Amerikan stratejik cepheleşmesi/yüzleşmesi ve son
derece yıkıcı askeri aygıtların geliştirilmesi bu kurumların işleyişini fena
halde bozdu.
Ekonomik ve teknolojik değişimin hızı dur durak bilmeden
ilerlerken sınır ötesi akışlar –yani mal ve hizmet, sermaye, teknoloji,
silahlar, virüsler, karbon emisyonu, bilgi, görüntü ve insan akışı– da daha
evvel hiç görülmemiş ölçek, hız ve yoğunlukta devam etti. Genel olarak bu
akışlar, çoğu zaman insanoğlunun ihtiyaçları veya Dünya’nın ekolojisi pek de
dikkate alınmayarak, gerek devletler gerekse çok-uluslu kurumlar tarafından
dosdoğru yönetilemedi. Sonuçlar herkesin malumu: mali ve insani krizler, çevre
felaketleri, salgın hastalıklar, uzayıp giden askeri çatışmalar, insan
haklarının sınırsız ihlali, soykırımlar, savaş suçları, askeri müdahaleler ve
terör saldırıları. Davutoğlu tabii ki yönetişim açığının (governance
deficit) altını çizmekte haklı; ancak onun analizi, kurumsal başarısızlığa
dair ikna edici bir açıklama getirmekte yetersiz. Bizim mevcut açmazımızı
şekillendiren bilhassa iki kilit faktöre, yani neoliberal düzenin hâkimiyetine
ve küresel güç kaymasının kötü idare edilmesine hemen hemen hiç değinilmemiş.
Şimdi biz bu faktörlere odaklanacağız.
Neoliberalizm ve Akıbeti
Son 40 yıldır neoliberal proje, iktisadi büyümenin ve
böylelikle hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin refahının bir
anahtarı olarak mallarda, hizmetlerde ve sermayede kontrolsüz serbest piyasayı
savundu. Bu hâkim öncülü bir dizi reçete takip etti: Devlet ciddi şekilde
küçültülmeli, mevzuatlar asgari düzeye çekilmeli, vergiler indirilmeli,
kurumlar vergisinin kaçırılması göz ardı edilmeli, işçi maliyetlerini düşürmek
için göç teşvik edilmeli, gizlice müzakere edilen serbest ticaret
anlaşmalarının faydaları her fırsatta öve öve bitirilememeli. Daha da önemlisi,
cemaatçi değerler tenzili rütbeyle değersizleştirilmeli ve vatandaşlar atomize
edilmiş birer arzu dünyacığına indirgenmeli.
Sindirimi zor olsa da, neoliberal proje, rakipsiz/türünün
en iyisiymiş gibi kendisini sunarak hâkimiyet kurmayı başardı. Soğuk Savaş’ın
sona ermesi, kontrolsüz piyasanın ve Batı tarzı liberal demokrasinin nihai
zaferi olarak kutlandı; her ne kadar demokratik değerler sürekli aşınsa da ve
şüpheli endüstriyel ve finansal uygulamalara müsamaha gösterilse ve hatta
meşrulaştırılsa da.
Her ne kadar neoliberalizm, henüz ölüm döşeğinden uzak
olsa da bazı zorluklarla yüzleşiyor. ABD’de ve –farklı düzeylerde de olsa–
başka ülkelerde göze batan ve artan eşitsizlikler, 2008 Finansal Krizi’nin
neden olduğu tahribatlar ve Avrupa’nın çoğunda yaşanan iktisadi durgunluk
yaygın iktisadi eleştirilere ve halk arasında huzursuzluklara yol açtı. ABD’de
Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn ve Fransa’da Luc Mélenchon
tarafından önerilen tasarruf tedbirleri karşıtı programlar giderek ilgi
görüyor.
Ama diğer tepkiler kaygı verici. Avrupa’nın çoğu
ülkesinde aşırı sağcı partiler, siyasi yerleşik düzeni, genel olarak elitleri
ve küreselleşmeyi hedef alıyorlar. Bu tür söylemler toplumun farklı
kesitlerinde huzursuzluk ve öfkeyle yankı uyandırıyor. Bu partilerin birçoğu,
seçmenlerin büyükçe ve giderek artan bir kesimini cezbediyor; ancak altta yatan
mesaj, yabancılardan önyargı, korku ve hatta nefret öncülüne dayanıyor. Daha
tedirgin edici olan ise, oylarının azalmasından korkan yerleşik partilerin,
başkalarını günah keçisi yapan ve yabancı düşmanı mesajları ve politikaları
dillendirmeyi veya en azından bunları görmezden gelmeyi tercih etmeleri.
Aynı temayül ABD’de de var. Oradakinin keyfiyeti farklı
olabilir, ama aynı dinamik işliyor: geleceğin giderek belirsizleşmesine karşı
öfke, kırgınlık ve endişe. Sonuç olarak seçmenlerin büyükçe bir kısmı,
yabancıları, zayıfları ve korumasız olanları günah keçisi yapan mesajlara artık
çok daha kolay kapılabilir halde. Bu, Trump’ın olduğu kadar, Gert Wilders ve
Marie Le Pen’in de mesajı.
Küresel Güç Kayması
Sismik bir güç kayması alttan alta yaşanıyor. Bu, sadece
hegemonik bir merkezden çok-merkezli bir sisteme değil, aynı zamanda Batı’dan
Doğu’ya doğru da bir kayış. Ve bu aynı zamanda hem jeokültürel hem de
jeopolitik bir kayış. Ne var ki Batı’da hala daha doğru düzgün idrak
edilebilmiş değil. Bu kaymanın geniş kapsamlı sonuçlarıyla baş etmeyi bırakın,
bunu değerlendirmekteki başarısızlık, gelecek için muazzam riskler
barındırıyor.
Hâlihazırda ABD, artık Amerikan menfaatlerine ve
önceliklerine boyun eğme ihtiyacı hissetmeyen veya bunu istemeyen iki güç
merkeziyle, Rusya ve Çin’le karşı karşıya. Putin yönetimi altındaki Rusya,
SSCB’nin dağılmasını müteakip yaşadığı o küçük düşürücü yılların ardından,
şimdi kendi nüfuzunu yeniden tesis etmekle meşgul. Daha düşük bir profille işe
başlayan Çin ise son 30 yılda modern tarihin en dikkat çekici iktisadi büyüme
oranlarını kaydetti ve şimdilerde yeni iktisadi statüsüyle orantılı bir siyasi
nüfuz elde etme arayışında. [Z.T.K. Bu konuda biraz daha farklı bir
görüş serdeden Robert Kaplan’ın “Avrasya’da Yaklaşan Anarşi” makalesini
okumanızı tavsiye ederim]
SSCB’nin dağılması ve ABD’nin kendini muzaffer ilan
etmesi (triumphalism), bir süreliğine ABD’nin görece siyasi çöküşünü
engellemiş olabilir. Ancak son olaylar, özellikle de Afganistan, Irak, Libya ve
Suriye bataklıklarına maliyetli askeri müdahaleleri bu gidişata ivme
kattı. Trump’ın boş “ABD’yi yeniden
yüceltme” vaadi bu gidişatın gönülsüz bir ikrarı aslında.
Hâlihazırda yaşanan güç kaymasının belki de en bariz
belirtisi, bozulan Rus-Amerikan ilişkileri olup 1980’lerin ortalarından bu yana
ilişkiler şu an en dip noktasında. Temel faktör, NATO’nun Doğu Avrupa’nın
çoğunu ve hatta (daha evvel SSCB’nin bir parçası olan) üç Baltık ülkesini içine
katarak Rusya’nın kapı eşiğine kadar genişlemiş olması.
BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın Sırbistan’ın
bombalanması, ABD’nin Anti-Balistik Füze Antlaşması’ndan çekilmesi, BM’nin
muhalefetini hiçe sayarak Irak’ı işgali, Rusya’nın kapı eğişinde (Ukrayna,
Gürcistan ve Kırgızistan’da) renkli devrimlere açık desteği ve Rusya’yı insan
hakları ihlalleri nedeniyle hedef alan [Z.T.K. Amerikan
Kongresi’nden 2012’de çıkan] Magnitsky Yasası da
ikili ilişkilere ağır darbe vuran gelişmelerdi. Amerikan güvencelerine aykırı
olarak, rejim değişikliğine yol açan Batı’nın Libya’ya askeri müdahalesi, derin
güvensizliklerin de tohumlarını attı.
Ukrayna Krizi, ABD’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya karşı
yaptırımları giderek genişletmesine ve NATO’nun Doğu Avrupa’da asker
konuşlandırma ve askeri tatbikatlarını artırma çabasına bir kez daha yol açtı.
ABD’nin Romanya’ya bir balistik füze savunma sistemi konuşlandırması ve kısa
süre sonra bir benzerinin Polonya’ya yerleştirilecek olması, Moskova’da
Amerikan çevreleme stratejisinin yeni kanıtları olarak görülüyor.
Putin’in cevabı ise 2008’de Gürcistan’da askeri güç
kullanmak, kopma noktasındaki Abhazya ve Güney Osetya bölgelerinin
bağımsızlığını desteklemek, Ukrayna’nın doğusunda Rusya’nın pozisyonunu
güçlendirmek, Kırım’ı ilhak etmek, Libya’da Batı’nın askeri müdahalelerine
meydan okumak, Esed rejimine güçlü bir askeri destek sunmak ve BM Güvenlik
Konseyi’nde birçok bölgesel çatışmayla ilgili alınacak kararlarda çok daha
iddialı bir duruş benimsemek oldu.
Çin’in yükselişi de benzer şekilde kötü idare edildi.
“Asya’ya stratejik kayış” politikası boyunca Obama yönetimi, 2020’ye kadar hava
ve deniz gücünün %60’ını Asya’ya konuşlandırma taahhüdünde bulunmuştu. Çin’le
Güney Çin Denizi’ndeki ihtilaflarında Filipinleri destekledi; Japonya’ya olan
güvenlik taahhütlerini güçlendirdi; Filipinler, Avustralya ve Singapur’a asker
yolladı; Tayvan’a ileri teknoloji ürünü silah sistemleri tedarik etme sözü
verdi. Trump yönetimi tarafından da desteklenmesi muhtemel bu ve benzeri
tedbirler, Asya Pasifik’te Amerikan askeri üstünlüğünü sürdürmeye ve Çin’in
büyük bir güç merkezi olarak yeniden ortaya çıkışını engellemeye dönük daha
geniş stratejinin bir parçası.
Buna cevaben Çin; Filipinler ve Japonya’yla olan deniz
ihtilaflarında güçlü bir şekilde kendi pozisyonunu savunuyor, 2016’da Daimi
Tahkim Mahkemesi’nin verdiği kararı göz ardı ediyor, Orta Asya ve Güneydoğu
Asya’da iktisadi cazibe hamlesi yapıyor ve Rusya’yla ilişkileri geliştiriyor (bugüne
kadar Rusya-Çin ilişkilerindeki en çarpıcı gelişme, 2014 Mayıs’ında Şanghay’da
imzalanan 400 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması oldu). Çok daha iddialı proje
ise Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yeni bir “İpek Yolu” inşa etme kararı.
Asya Altyapı Yatırım Bankası ve İpek Yolu Fonu’ndan gelen muazzam mali
yatırımla desteklenen “İpek Yolu İktisadi Kuşağı”, Çin Rönesansının en çarpıcı
ve kalıcı sembolü haline gelebilir.
Eşsiz Bir An
O halde bu, mevcut gidişatları ve müstakbel ihtimalleri
hesaplamak için eşsiz bir an.
Yakın gelecekte bu üç büyük güç merkezinin
politikalarında yeni baştan ayarlamaya gitme ihtimali uzak görünüyor. Daha ümit
verici olan ise, ABD’nin dostları ve müttefikleri de dahil, küçük ve orta
ölçekli güçlerin önümüzdeki yıllarda daha asil olan kendi ahlaki ve insani
geleneklerine dayalı daha yaratıcı bir istikamete öncülük etme arayışları
olacaktır.
Uluslararası Misket Bombalarının Yasaklanması Sözleşmesi
(2010), Uluslararası Ceza Mahkemesi (2002) ve Kara Mayınları Sözleşmesi
(1999)’nin kabul edilmesinin önünü açan başarılı koalisyonlar; hükümetler,
çok-taraflı kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri arasındaki yapıcı
işbirliklerine dayanıyor. Bu modelin, ulusaşırı diğer acil meydan okumalara
kalıcı çözümler üretmek amacıyla gerek küresel gerekse bölgesel olarak başarılı
bir şekilde uygulanabileceğini düşünmemiz için haklı gerekçelerimiz var.
Hem daha iyi düzenlenmiş bir uluslararası finansal sistem
için hem de –Trump yönetiminin soytarılığına rağmen– hakkaniyet ve verilen
taahhütlerin etkin şekilde izlenmesi prensiplerine dayalı, hukuken bağlayıcı
bir uluslararası iklim değişikliği rejimi için giderek artan bir destek şu anda
mevcut. Yine daha evvel benzeri görülmemiş sayıda insanın zulüm, şiddet ve
çevresel bozulmadan kaçışına karşı tek uygulanabilir çözüm, küresel ve bölgesel
olarak müzakere edilmiş düzenlemeler gibi görünüyor.
Askeri gücün faydası hızla azalırken Norveç, Yeni
Zelanda, Kanada, İrlanda, Yunanistan, belki de Güney Kore, Filipinler ve hatta
Avustralya gibi ülkeler, boşu boşuna verilen savaşlardan ve tehlikeli askeri
karışıklıklardan geri çekilmeyi/kurtulmayı kendi menfaatlerine uygun görüp
müşterek diplomasi arayışı içinde küçük ve orta ölçekteki güçlerin safına
katılabilirler. Atlantik’in iki yakası arasındaki mevcut gerilimler,
Avrupalıları, ortak çabaya dayalı çatışma çözümü ve barış inşası inisiyatifleri
için gerekli becerileri ve altyapıyı geliştirmeye sevk edebilir. Bu, en azından
bazı Amerikan müttefiklerinin nükleer silah kullanımını ve kullanma tehdidinde
bulunmayı yasaklayan hukuken bağlayıcı bir [uluslararası] antlaşmaya
varmak amacıyla BM destekli müzakerelere katılmaları için bir fırsat da
olabilir. Bu tür eğilimlere, geleneksel siyasi aklın telkin edeceklerinden çok
daha büyük bir kamuoyu ilgisi var.
Giderek büyüyen bilinçli kamuoyu, güvenlik ve
gözetim devletinin [Z.T.K. biraz yorum katarak buna “güvenlik ve istihbarat
devleti” demek de mümkün] müdahaleciliğini sorguluyor. Kemer sıkma politikalarını ve
hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında artan refah ve gelir
adaletsizliklerini eleştiren sesler günbegün daha da yüksek çıkıyor.
Kültürler ve medeniyetler arası diyalog hareketi, her ne
kadar bu kavramı ilk teşvik eden Türkiye ve İspanya’nın da dahil olduğu
hükümetlerin hevesi kaçsa da, ivme kazanmaya devam ediyor. Bu diyalog, birçok
bakımdan Batı ile İslam arasında yapıcı ve kalıcı ilişkinin anahtarını elinde
tutuyor. Daha da önemlisi bu, tek-taraflı uyarılardan ve müdahalelerden tam
anlamıyla çok-merkezli bir dünyayı kabule doğru geçişe ivme katabilir.
Bu iddialı ama sağduyulu gündem; toplumsal hareketler,
eğitimciler, entelektüeller, bilim adamları, din adamları, kültürel ve
profesyonel öncüler ve ayrıca toplumsal duyarlılığı yüksek şirketler ile hayır
kuruluşları tarafından giderek daha büyük bir şevkle kucaklanıyor.
Yeni ve daha yaratıcı bir siyaset ufukta beliriyor.