DIŞ BASINDA 15 TEMMUZ KALKIŞMASI: ENTELEKTÜEL CEHALET, ART NİYET VE RİYAKARLIK
Zahide Tuba Kor
* Bu yazının kısa bir versiyonu “Üsküdar” dergisinin 2016/2 sayısında yayınlanmıştır.
* Bu yazıyı
kaleme alırken dünya basınından darbeyle ilgili tercüme edip blogda
yayınladığım yaklaşık 100 analiz ve haberin yanısıra, okuyup
da düzeysizliği veyahut orijinal bir bilgi içermemesi nedeniyle tercüme etme gereği duymadığım yine 100'ü aşkın makaleden
ve ayrıca BBC Türkçe ve Deutsche Welle
Türkçe’de yayınlanan İngiliz ve Alman basını özetlerinden faydalandım. Ancak sadece bu blogda yer alan tercümelere link verdim.
Türkiye’de bir askerî darbe ihtimali yaklaşık bir yıldır
Batı ve Rus basınında dillendirilmekteydi (Bir Senedir Darbe İhtimaliyle İlgili Basında Çıkan Yazılar, Sibel Edmonds, Joseph Fitsanakis). Hatta
dışarıda darbe iddialarının iyice yoğunlaşması üzerine TSK, 31 Mart’ta bunu yalanlayan
bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla 15 Temmuz Kalkışması dış
basının en azından bir kesimi için pek de sürpriz sayılmazdı.
Hâlihazırda
bölgesel ve küresel sistemin kökten sarsıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Ortadoğu’nun birçok noktasında sıcak çatışmalar devam ederken Batı ile Rusya
arasında İkinci Soğuk Savaş 2014 Ukrayna Krizi’yle birlikte başlamış durumda. Bölgesel
ve küresel dengeler yeniden şekillenirken jeopolitik konumuyla Türkiye’nin
ittifak tercihleri ve dış politika yönelimleri Karadeniz’den Akdeniz’e,
Ortadoğu’dan Avrupa Birliği’ne çevre bölgelerin tamamının kaderini etkileyecek. İşte bu bağlamda 15 Temmuz Kalkışması’nı iç dinamiklere
odaklanarak salt bir Hükümet-FETÖ mücadelesi üzerinden okumak yetersiz. Asıl
mesele, işin küresel ve bölgesel boyutunda; yani küresel ve bölgesel güvenlik
mimarisinin bir mihenk taşı niteliğindeki Türkiye, acaba (i) “NATO-Batı
ekseninde mi kalacak, daha bağımsız politikalar mı izleyecek, yoksa Avrasya
eksenine mi kayacak?”, (ii) “Ortadoğu’da Arap halklarına ve dolayısıyla
‘Arap Devrimleri’ne bir ilham kaynağı olmaya devam mı edecek, yoksa
karşı-devrimci eski rejimlerle saf tutarak değişim dalgasına nihai darbeyi
vuran bir aktöre mi dönüşecek?” sorularında kilitleniyor. Bu kritik noktaları es geçersek
15 Temmuz’dan bu yana dış basında yazılanları ve konuşulanları
anlam(landır)makta zorlanırız.
Dış basında kim hangi safta?
Ana-akım Batı basınında
darbeyle ilgili haberlerin ve analizlerin birçoğu, “Bu kadar da olmaz!”
dedirtecek türden yanlı, yanıltıcı, son derece sığ ve Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a
hezeyanlarla doluydu. İbretlik bu yayınlar, Batılı zihnin Türkiye’ye ve
Müslümanlara bakışını, ama aynı zamanda bizden duydukları korkuyu çok net
ele veriyordu. Bir kısmının algıları yönetme amaçlı operasyonel bir yönü olduğu da aşikardı. Bu
güruhun analizleri makalenin ileriki bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde ele
alınacak. Batı’nın neoliberal modelinden ve dış müdahaleciğinden
rahatsızlık duyan ana-akım dışındaki daha ziyade sol eğilimli basın-yayın
organları ise darbeyi eleştiren, perde arkasındaki Amerikan rolünü, hesap hatalarını ve Gülen-ABD
ilişkilerini ifşa eden dikkat çekici analizler yayınladılar (James Petras, Mike Whitney, Sibel Edmonds & James Corbett).
Sadece İngilizce analizleri takip
edebildiğim Rus basınında -bir kısmı diplomatik veya siyasi görevlerde
de bulunmuş- entelektüeller darbenin başında temkinli bir duruş sergileyip kısmen nötr sayılabilecek bir dil kullandılar. Zira
ikili ilişkilerde yedi ay devam eden krizin ardından çok kısa süre evvel
yaşanan Türk-Rus yakınlaşmasında Ankara’nın
samimiyetinden kuşkuluydular; ayrıca meseleyi klasik “laik ordu-İslamcı hükümet” mücadelesine indirgeyerek bu denklemde “laik ordu”ya sempatilerini gizlemediler (News Russia, Fyodor Lukyanov). Ancak ana-akım Batı medyasıyla tamamen aynı dili tutturarak darbeyi
olumlayan, darbecileri
şirin gösteren ve Türk hükümetini yerden yere vuran –hatta bir kısmı Kremlin’e
de yakın– Rus yazarların ve makalelerin sayısı hiç de az değildi (Gunnar Bjornson'un makalesinden ayrıntılara ulaşabilirsiniz). Ne de olsa aylardır Rus uçağının düşürülmesine misilleme bâbından alakalı-alakasız
her fırsatı değerlendirerek sürekli Türkiye aleyhine manipülatif yayınlar yapmaya alışmışlardı. Rus Avrasyacılığının fikir babası Aleksandr
Dugin’in başını çektiği Türk-Rus yakınlaşmasının zemini hazırlayan Avrasyacı
kanat ise, bu kalkışmayı, Ankara’nın dış politika paradigmasında son dönemde yaptığı
değişime bağlayarak ve Ankara’nın Moskova’yla yakınlaşmasına Batı-NATO ittifakının bir tepkisi olarak görerek Türk hükümetini var
gücüyle savundu. “ABD’nin nüfuz ajanları” olarak nitelediği Gülen Hareketini
eleştirip Amerikan-Batı parmağını ifşa edici etkili yayınlar yaptı ve hatta
darbeye destek çıkan veya temkinli bir duruş sergileyen liberal Batıcı Rus eliti
“Beşinci Kol” olarak niteleyip yürüttükleri dezenformasyonu tek tek ifşa
ederek ve
iddialarını çürüterek onları kasıtlı olarak Rus halkı ile liderliğini
yanıltmaya, yanlış yönlendirmeye ve Türk-Rus ilişkilerini bozmaya çalışmakla suçladı (Aleksandr Dugin, Gunnar Bjornson ve Katehon
düşünce kuruluşu). Yine
Rus yönetiminin verdiği istihbarat sayesinde Erdoğan kalkışmayı kısa sürede
püskürtebildi propagandasını işlediler (Nikolai Starikov, Molly McKew).
2013
Mısır darbesinden bu yana “Arap Devrimleri”ni destekleyenler ile
“karşı-devrimciler” arasında sert bir kutuplaşmanın yaşandığı Arap
dünyasında medya kuruluşlarının finansörlerinin Türk hükümetiyle ilişkileri
yayın çizgilerinde belirleyici temel faktördü. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri
(BAE), Suudi Arabistan ve Suriye gibi “karşı-devrimci” rejimlerin kontrolündeki
medya organları darbe kalkışması başarılı olmuşçasına yayınlar yaptılar. Bu
kervana İran’ın ve Esed rejiminin müttefiki Hizbullah örgütünün medya organları
da katıldı. Özellikle Mısır medyası, yaşananı bir
darbe değil de büyük bir devrimmiş gibi sundu ve “bunun Sisi’ye meydan okuyanlara
Allah’ın bir cezası olduğu”, “tarihin terörist İhvan’ın yanında duran
Erdoğan’dan intikamını aldığı”, “Erdoğan’ın akıbetinin Mursi gibi olacağı” propagandasını
yürüttü; dezenformasyon ve manipülasyonda Batı medyasından da ileri gitti. Darbeye
karşı sokaklara dökülen Türk vatandaşları ya IŞİD’çilere yahut Erdoğan aleyhine slogan atan ordu
destekçilerine benzetildi. Darbe başarısız olduğunda “zaten tertipleyen Erdoğan’dı” havasına büründüler (Arap Medyasında Türkiye'deki Darbe). İhvan-ı Müslimin Hareketi ile
Gülenciler arasında paralellikler kuran yayınlar dikkat çekerken (mesela eş-Şark el-Avsat gazetesi yazarı Abdurrahman er-Reşid bu konuda üç yazı yazdı), Türk
hükümetine karşı kullanılabilecek elverişli bir koz olduğunu fark ederek Gülen
Hareketine Mısır’ın kapılarını açmayı, onların tecrübelerinden faydalanmayı
teklif ettiler.
Başta
Katar olmak üzere Türk hükümetiyle iyi ilişkilere sahip ve “Arap Baharı”
sürecini destekleyen ülkelerin veya grupların kontrolündeki medya kuruluşları
ise darbeye karşı etkili yayınlarıyla dikkat çektiler. Arap medya
kuruluşlarının birçoğunun profesyonellikten uzak, taraflı ve rejimlerinin borazanı olduğu, üstelik
Türkçeyi ve Türkiye’yi iyi bilen muhabirlerinin de bulunmadığı bir ortamda, özellikle el-Cezire,
sürekli canlı yayınlarıyla, başarılı muhabirleriyle ve web sitesindeki analiz
yazılarıyla Türkiye’de neler yaşandığının Arap dünyasına doğru düzgün bir
şekilde aktarımında çok önemli ve hayati bir rol icra etti. Arap Devrimlerini
destekleyen entelektüellerin ve eski rejimlere muhalif olan halkların önemli
bir kesiminin gözünde Türkiye’deki 15 Temmuz Kalkışması, çok yerinde bir
tespitle, “2013’te Mısır’da başlayan karşı-devrim sürecinin ürkütücü bir son
halkası”,
“karşı-devrimci harekât dairesinin bütün bölge halklarına yönelik son öldürücü
darbesi” olup “sadece Türkiye’yi hedef almıyor, Ortadoğu’nun tamamında
demokratik değişim dinamiklerinin köküne kibrit suyu dökmeyi hedefliyordu” (Munsif Merzuki-1, Munsif Merzuki-2, Beşir Nafi). Ayrıca –Türkiye’yi
kendilerine bir rakip addeden ve dolayısıyla darbenin bastırılmasını hayal
kırıklığı veya en hafifinden temkinle karşılayan– Arap rejimleri ile –kalkışma
vesilesiyle bizimle birlikte kaygılanıp uykusuz bir gece geçiren, kalkışmanın
bastırılmasını büyük bir coşkuyla karşılayan, hatta o gece doğan bebeklerine
Recep Tayyip ismi koyan– Arap halkları arasındaki o çok derin uçurum bir kez daha analizlere konu oldu (Taylor Luck, Beşir Nafi). Öte yandan
darbede başta karşı-devrimcilerin harekât merkezi konumundaki BAE olmak üzere Körfez ülkelerinin parmağı olup olmadığı da
tartışılan dikkat çekici konular arasındaydı (David Hearst, BAE’nin Darbedeki Rolüyle İlgili 3 Yazı).
Kalkışmadan kısa bir süre evvel ilişkilerimizin
düzeldiği İsrail’in basınında ise bekle-gör politikası hâkimdi. “Darbe
başarısızlığa mahkûmdu ve artık Cumhurbaşkanı Erdoğan iyi ya da kötü
durdurulamaz bir güç” teması işlendi (Joshua Davidovich). Cumhurbaşkanımızdan
hiç hazzetmeseler de sonucu belirsiz bir başarılı darbedense veyahut
Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklenmesindense darbe atlatarak zayıf düşmüş bir Erdoğan
yönetimini ehven-i şer saydılar (Michael J. Koplow, Yaron Friedman). Ama darbe başarılı olup da Erdoğan devrilseydi
İsrail hükümeti de ordu ve istihbaratı da “ardından tek bir damla gözyaşı dahi
dökmezdi” diye de belirttiler (Yossi Melman). Darbe teşebbüsünü “laiklerin son çıkışı” olarak
sundular; bundan sonra “meşruiyeti
artan” Erdoğan’ın “kendisini dizginleyebilecek gerçek anlamda güç sahibi son
kurumlar olan yargı ve ordu ile siyasi alanda geriye kalan son muhalefeti de
bertaraf ederek” “kadir-i mutlak bir lider”e dönüşeceğinden ve Erdoğan’ın “seçilmiş bir diktatörlük” kuracağından,
hatta Osmanlı hayalini dini bir diktatörlük üzerinden gerçekleştirmesinin
Ortadoğu’yu daha da radikalleştireceğinden dem vurdular. En önemlisi de İsrail
yönetiminin bu mücadelede taraf tutmamasını ısrarla tavsiye etmeleriydi. (Joshua Davidovich, YaakovAmidror, Yaron Friedman)
15 Temmuz, Batı’nın
inandırıcılığına ve güvenirliğine büyük darbe
Batı’nın nabzını tutmanın en iyi yolu, kalkışmanın özellikle ilk 24
saatinde sosyal medya yorumlarını, TV tartışmalarını ve düşünce kuruluşlarının son
dakika analizlerini takip etmekti. Neler mi vardı? En ibretlik olanlarını özetleyelim:
Darbenin en
başında sevincini gizlemeyip Cumhurbaşkanımızın Almanya’ya kaçtığı yalanıyla
coşanlar, “artık denklemden çıkıp tarih olması”nı kutlayanlar, “İslamcıların
kökünü kazıyarak anayasal demokrasiyi rayına oturtacak Kemalist-laik iyi
çocuklar”ın nihai zaferi için duaya çağıranlar (MI6 Community, Ralph Peters vd.)…
“Darbe, Türkiye’nin otoriter bir İslami rejime dönüşmesini engellemekte son şans. Hata yapmamalıyız, bu darbeyi yapanlar iyi adamlar. Tanrı, Türkiye’yi korumaya çalışanları korusun” diyenler (Ralph Peters)…
Cumhurbaşkanımızın CNN Türk’ten halka çağrısını duyunca adeta şok geçirip “İlk yapmaları gereken şey Erdoğan’ı yakalayıp veya öldürüp medyayı karartmaktı; böyle acemice darbe mi olur?” diye ağızlarındaki baklayı çıkaran, “Kaldığı oteli biz bile biliyoruz, darbeciler nasıl ulaşamadı ki?” diye yazan, uçağının rotasını yayınlayan, Fox News ve CNN International gibi kanallardan darbecilere taktik veren “uzmanlar” (Geopolitical Futures, George Friedman, John Mauldin, Stratfor, CNN, FOX News)…
Türk halkının sokağa dökülmesine inanamayıp “Biz bunun 1980’deki gibi hızlı ve temiz (!) bir darbe olacağını sanıyorduk ama” itirafında bulunanlar (MI6Community)…
Dalga ters dönüp de püskürtülürken bu defa “Yok, bu gerçek bir darbe olamaz; olsa olsa Erdoğan’ın muhaliflerini ezip mutlak gücü ele geçirmek ve başkanlığını/saltanatını/hilafetini ilan etmek için sahneye koyduğu bir tiyatrodur, bir kurgudur, bir danışıklı dövüştür; bilerek kışkırtılmıştır” deyiverenler (Harold Rhode, Martin Berger, Alastair Crooke, Harold Rhode vd.)…
En önemlisi, darbecilerin cesurca direnen halkı katledişini, tanklardan ve helikopterlerden pervasızca ateş açışını, TBMM da dahil devlet kurumlarını bombalamasını görmemezlikten gelenler…
Darbecileri kurbanlaştırırken, canını ortaya koyarak darbeyi püskürtmeye çalışanları en hafifinden küçümseyenler ve yok sayanlar, en ağırından “radikal İslamcılıkla, cihatçılıkla”, “zavallı askerleri dövecek ve boğazlarını kesecek denli barbarlıkla” suçlayıp IŞİD benzetmesi yaparak şeytanlaştıranlar (Soner Çağaptay vd.)…
Okunan salalarla tüyleri diken diken olup bunu “Osmanlı’nın son yıllarından bu yana şahit olunmamış türden bir dini seferberlik” olarak sunanlar (Soner Çağaptay)…
“Erdoğan bu darbeyi çoktan hak etti” diyenler (Robert Fisk, Daniel Pipes)…
Kalkışmanın ağır bilançosunu Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ne denli “zalim, sorumsuz, insan hayatını hiç sayan ve tehlikeli” bir adam olduğunun göstergesi kabul edenler (MI6Community); onu Hitler’e ve Stalin’e benzetenler...
Darbenin püskürtülmesini demokrasinin bir zaferi değil de “sivil bir darbe”, hatta “dini bir karşı-devrim hareketi” olarak sunanlar (Soner Çağaptay, Soner Çağaptay, Spiegel International); “Türkiye’de demokrasinin kaybettiği gün” ve hatta “Avrupa tarihinin kara günü” olarak niteleyenler (MI6Community)...
“Darbenin başarısızlığa uğramasını başarısı kadar kötü ve tehlikeli” sayanlar (eski bir Amerikalı üst düzey yetkili)…
Türkiye’de askerî darbeleri “laikliğin bir teminatı” olarak görüp “Türkiye’nin son umudu da ölüyor” (Ralph Peters), “ülkenin kaderi artık tamamen Erdoğan’ın ellerinde” diye yas tutanlar...
Bütün bu süreçte sessizliğe bürünerek bekle-gör politikası izleyen ve sonuca göre tavır takınan “demokrasi havarisi(!)” Batılı liderler… Ve daha neler neler…
“Darbe, Türkiye’nin otoriter bir İslami rejime dönüşmesini engellemekte son şans. Hata yapmamalıyız, bu darbeyi yapanlar iyi adamlar. Tanrı, Türkiye’yi korumaya çalışanları korusun” diyenler (Ralph Peters)…
Cumhurbaşkanımızın CNN Türk’ten halka çağrısını duyunca adeta şok geçirip “İlk yapmaları gereken şey Erdoğan’ı yakalayıp veya öldürüp medyayı karartmaktı; böyle acemice darbe mi olur?” diye ağızlarındaki baklayı çıkaran, “Kaldığı oteli biz bile biliyoruz, darbeciler nasıl ulaşamadı ki?” diye yazan, uçağının rotasını yayınlayan, Fox News ve CNN International gibi kanallardan darbecilere taktik veren “uzmanlar” (Geopolitical Futures, George Friedman, John Mauldin, Stratfor, CNN, FOX News)…
Türk halkının sokağa dökülmesine inanamayıp “Biz bunun 1980’deki gibi hızlı ve temiz (!) bir darbe olacağını sanıyorduk ama” itirafında bulunanlar (MI6Community)…
Dalga ters dönüp de püskürtülürken bu defa “Yok, bu gerçek bir darbe olamaz; olsa olsa Erdoğan’ın muhaliflerini ezip mutlak gücü ele geçirmek ve başkanlığını/saltanatını/hilafetini ilan etmek için sahneye koyduğu bir tiyatrodur, bir kurgudur, bir danışıklı dövüştür; bilerek kışkırtılmıştır” deyiverenler (Harold Rhode, Martin Berger, Alastair Crooke, Harold Rhode vd.)…
En önemlisi, darbecilerin cesurca direnen halkı katledişini, tanklardan ve helikopterlerden pervasızca ateş açışını, TBMM da dahil devlet kurumlarını bombalamasını görmemezlikten gelenler…
Darbecileri kurbanlaştırırken, canını ortaya koyarak darbeyi püskürtmeye çalışanları en hafifinden küçümseyenler ve yok sayanlar, en ağırından “radikal İslamcılıkla, cihatçılıkla”, “zavallı askerleri dövecek ve boğazlarını kesecek denli barbarlıkla” suçlayıp IŞİD benzetmesi yaparak şeytanlaştıranlar (Soner Çağaptay vd.)…
Okunan salalarla tüyleri diken diken olup bunu “Osmanlı’nın son yıllarından bu yana şahit olunmamış türden bir dini seferberlik” olarak sunanlar (Soner Çağaptay)…
“Erdoğan bu darbeyi çoktan hak etti” diyenler (Robert Fisk, Daniel Pipes)…
Kalkışmanın ağır bilançosunu Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ne denli “zalim, sorumsuz, insan hayatını hiç sayan ve tehlikeli” bir adam olduğunun göstergesi kabul edenler (MI6Community); onu Hitler’e ve Stalin’e benzetenler...
Darbenin püskürtülmesini demokrasinin bir zaferi değil de “sivil bir darbe”, hatta “dini bir karşı-devrim hareketi” olarak sunanlar (Soner Çağaptay, Soner Çağaptay, Spiegel International); “Türkiye’de demokrasinin kaybettiği gün” ve hatta “Avrupa tarihinin kara günü” olarak niteleyenler (MI6Community)...
“Darbenin başarısızlığa uğramasını başarısı kadar kötü ve tehlikeli” sayanlar (eski bir Amerikalı üst düzey yetkili)…
Türkiye’de askerî darbeleri “laikliğin bir teminatı” olarak görüp “Türkiye’nin son umudu da ölüyor” (Ralph Peters), “ülkenin kaderi artık tamamen Erdoğan’ın ellerinde” diye yas tutanlar...
Bütün bu süreçte sessizliğe bürünerek bekle-gör politikası izleyen ve sonuca göre tavır takınan “demokrasi havarisi(!)” Batılı liderler… Ve daha neler neler…
Bütün bunlar “saygın(!)” Amerikan, İngiliz ve Alman medya
organları ile düşünce kuruluşlarının “uzman”larından dökülen yorumlardı (ve benzerleri, diğer ülkelerin/bölgelerin medya kuruluşları ve uzmanları tarafından da dillendirildi).
Ama ilk andan itibaren darbe karşıtı sağlam bir duruş sergileyenler ve Batı’nın bu riyakar duruşunu sert bir şekilde eleştirenler de vardı. Bunlardan biri olan the Middle East Eye internet sitesi baş editörü David Hearst, “Bir iPhone nasıl tankları mağlup etti” başlıklı makalesinde meseleyi çok iyi özetledi: “Eğer ki Avrupa ve ABD’nin niçin Ortadoğu’da suçüstü yakalanarak renkten renge girdiğini, niçin her türlü ahlaki otoritesini ve aslında her türlü otoritesini yitirdiğini ve artık demokratik değişimin bir kandili olmadığını bilmek istiyorsanız, İstanbul ve Ankara’da rüzgarın hangi yöne estiğini görmek için bekledikleri sadece o üç saatlik sessizliklerine bakmanız yeterli.”
Ama ilk andan itibaren darbe karşıtı sağlam bir duruş sergileyenler ve Batı’nın bu riyakar duruşunu sert bir şekilde eleştirenler de vardı. Bunlardan biri olan the Middle East Eye internet sitesi baş editörü David Hearst, “Bir iPhone nasıl tankları mağlup etti” başlıklı makalesinde meseleyi çok iyi özetledi: “Eğer ki Avrupa ve ABD’nin niçin Ortadoğu’da suçüstü yakalanarak renkten renge girdiğini, niçin her türlü ahlaki otoritesini ve aslında her türlü otoritesini yitirdiğini ve artık demokratik değişimin bir kandili olmadığını bilmek istiyorsanız, İstanbul ve Ankara’da rüzgarın hangi yöne estiğini görmek için bekledikleri sadece o üç saatlik sessizliklerine bakmanız yeterli.”
Manipülasyonun
tek aracı, yapılan sözlü ve yazılı yorumlar değildi elbet. Kullanılan veyahut
kullanmaktan kaçınılan fotoğraflar da bir o kadar araçsaldı. Dış basında
sürekli döndürülen en gözde fotoğraflar dayak yiyen, korku içinde bakan ve
teslim olan askerlerin görüntüleriydi. Tankların ezip geçtiği insanların ve arabaların,
bombalanan kamu binalarının, helikopterlerden yağdırılan kurşunlarla yaralanan veya hayatını kaybedenlerin çarpıcı fotoğrafları ise en steril şekilde, daha
doğrusu darbecilere yönelik en az olumsuz imaj verecek biçimde kullanıldı.
Tabii Hitler veya Stalin’le yan yana konan Erdoğan fotoğrafları da yaygın
görseller arasındaydı. Demokrasi nöbetlerinden kareler de daha ziyade “radikal
İslamcılar sokakta” imajını güçlendirecek türdendi.
Darbe
püskürtülse de dezenformasyon tam gaz
Türkiye’yi yeniden laikleştirecek, liberalleştirecek
ve hukuk devletine dönüştürecek; üstelik ismiyle müsemma “Yurtta Sulh” cuntası
eliyle ülkesine ve bölgesine barışı getirecek askeri darbenin(!) başarısızlığa
uğramasının ardından müteakip günlerde ve haftalarda Batı medyasında hâkim
söylem “Türkiye’de demokrasinin son kalıntıları da yok ediliyor” üzerine
kuruluydu. Hem Batı’da Gülen lobisinin etkinliği ve Batılı hassasiyetleri
kullanma becerisinin etkisiyle, hem de askeriyede şu anda NATO’cu ekibin
tasfiye edilip yerine Ergenekon’dan tutuklanmış Avrasyacı ekibin geri dönmekte olmasının
verdiği tedirginlikle sıkça işlenen konular şunlardı: Erdoğan’ın ekibi “15 Temmuz efsanesi yazmakla meşgul”ken darbe bahanesi altında
hukuk devletiyle bağdaşmayan uygulamalara imza atılıyor, bütün Erdoğan muhaliflerine
karşı bir “cadı avı” ve “eşi benzeri görülmemiş Stalinvari bir temizlik
kampanyası” yürütülüyor, orduda ve diğer kurumlarda NATO’cu ve Batıcı “iyi
çocuklar” tasfiye ediliyor, özgür ve muhalif basın susturuluyor, temel hak ve
hürriyetler ihlal ediliyor, “zavallı” darbeciler işkence ve kötü muameleye
maruz kalıyor, üstelik bir de idam cezası tartışılıyor... (Spiegel International, Graham Fuller, Stephen Kinzer; Avrupa basınının neredeyse
tamamı…) Kısaca zihinlere nakşedilen mesaj şuydu: Seçimle başa gelmek tek başına
marifet değildir; “seçilmişlerin dikta rejimi de en az askerî rejim kadar
tehlikelidir!” Yine “İslamcı duyguların kabartılmasıyla sokaklara salınan
gençler”in içki içenlere, Alevilere ve gayrimüslimlere saldırdığı haberleri
yapıldı. Şehit ailelerinin ve gazilerin yakınından bile geçmeyen yabancı
basının muhabirleri, “mağduriyet içindeki” asker aileleriyle, “İslamcı dalga karşısında ürkerek evlerine kapanmış” laik
kesimlerle ve tabii ki Fethullah Gülen’in bizzat kendisiyle röportaj yapma
yarışına girdi.
Bu şartlar altında “güvenilir bir müttefik olmayan Erdoğan
Türkiye’si artık Batı’nın bir ortağı olamazdı” (Cook & Koplow). Bir
kanattan yükselen “Türkiye’yi NATO’dan atmalı, AB’den dışlamalı, bir bedel
ödetmeliyiz” çağrılarına “jeopolitik açıdan ve küresel-bölgesel çıkarlarımız
bakımından ona muhtacız”, “atmayıp havuç ve sopayla yola getirelim” veyahut
“dışlayarak iyice Avrasyacıların kucağına itmeyelim” diyen itidalli(!) sesler
yükseldi (Cook & Koplow, Stephen Kinzer vd.). Etekleri tutuşturan Türk-Rus
yakınlaşması ve eksen kayması ihtimali, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği, AB’yle
mülteci anlaşmasının kaderi, kırılgan AB-Türkiye ilişkileri, Suriye ve Irak’ta IŞİD’le
mücadelenin ve bu alandaki işbirliğinin seyri, İncirlik Üssü’nün kullanımı ve buradaki nükleer silahların
güvenliği, Gülen’in iade talebi dış politika temelli diğer endişe konuları
arasındaydı. (David Hearst, Kohnson &; Hodson, Eric Schlosser, Aaron Stein, David Ignatius, David Ignatius, James Jeffrey, Robbie Gramer, Robert Pearson vd.) Darbenin muhtemel küresel ve
bölgesel etkileri ve jeopolitik yansımaları birçok analize konu oldu (James Petras, David Ignatius, David Ignatius, Aron Lund, Eran Lerman, Stratfor, John Mauldin, Yaakov Amidror,
Mike Whitney, Robbie Gramer vd.). Kimi yazarlar, kalkışmanın kendisinden ziyade
zamanlamasının yanlışlığının derdine düştüler; bu kritik dönemde Türkiye’de bir
askeri kalkışmanın Batı’yı birçok alanda oldukça müşkül bir duruma soktuğuna
dikkat çektiler (Stratfor, Soner Çağaptay, vd.). Avrupa’ya mahsus
korkulardan biri de kıtada yaşayan Türk kökenlilerin anavatandaki siyasi
gerginlikleri buraya taşımaları ve darbe karşıtı faaliyetleriyle “AB’yi
içeriden istikrarsızlaştırmaları”ydı; özellikle Alman basını bu tarz
analizlerle doluydu. Yine 15 Temmuz’la birlikte Türkiye’de yükselen Batı
karşıtlığı ve darbeden CIA’yi sorumlu tutmamız, Batılı elit ve siyasetçilerde epeyce
bir rahatsızlık ve alınganlık yarattı; bunu “Türklerin komploculuğunun zirvesi” addedenlerin bir
kısmının darbenin arkasında Cumhurbaşkanımız Erdoğan olduğunu hararetle savunmaları
ise ayrı bir garabetti doğrusu (Harold Rhode vd.). Öyle ya, koskoca Batı verilen görevi yüzüne gözüne bulaştıracak acemi atlara oynayabilir miydi hiç?!
Dikkat
çekici bir diğer çaba da Ankara’nın darbenin arkasında CIA’in olduğuna yönelik
imalarına karşı Amerikan basınında bazı kalemlerin ABD’nin bunda hiçbir dahli
ve hatta haberi dahi olmadığına yönelik ikna ve ispat girişimleriydi (Bezci & Borroz).
Türkiye’nin kalkışmadan çok büyük bir yara aldığı, kısa
zamanda toparlanmasının mümkün olmadığı tespiti sıkça yapıldı. “Erdoğan’ın önce
zaferiyle, ardından muhaliflerinden intikamıyla Türkiye’de kutuplaşmanın had
safhaya çıkacağı”, “toplumsal barışın artık bir hayal olduğu” kehanetine
iktidarla muhalefeti kenetleyen Yenikapı ruhu ve bir aya yakın devam eden
demokrasi nöbetleri en büyük cevap niteliğindeydi. Yine sıkça tekrarlanan
NATO’nun ikinci büyük ordusunun önce darbe teşebbüsü, ardından “uzman ve
tecrübeli” kadrolarının tasfiyesiyle belinin büküldüğü, kurumsal bir krize
girdiği, toparlanmasının uzun yıllar alacağı, bölgesel oyunun dışında kalacağı tezine karşı kalkışmadan sadece beş hafta sonra Suriye'nin kuzeyinde başlayan Fırat Kalkanı Harekâtı
askerî anlamda şaşırtıcı bir mukabele oldu.
Peki
ya kalkışmanın baş hedefi Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan hakkında neler yazılıp
çizildi? Kimileri, gayet planlı ve kurnazca hem Türkiye’nin laik yüzünü hem de
Batı ittifakını, bilhassa AB’yi yok etmeye ahdetmiş, hırslı ve vicdansız,
attığı her adımda kazanan, “kadir-i mutlak” ve “megaloman” bir Erdoğan portresi
çizdi (Michael
Rubin, Harold
Rhode, Harold Rhode, Spiegel
International, Ralph
Peters, vd.). Kimileri ise Cumhurbaşkanımızın bu kalkışmadan sağ
salim kurtulsa da yenilmezlik imajının ciddi bir darbe aldığı vurgusu
yaptı (Henri
Barkey vd.). Otokrat Erdoğan’ın tam bir diktatöre dönüşeceği ve
buna karşı giderek zayıflamakta olan Batı’nın pek de bir şey yapamayacağı
korkusu pompalandı. Cumhurbaşkanımızın nasıl durdurabileceği meselesi üzerine
de kafa yoruldu. Bakın biz zamanlar Pentagon’un en büyük Türkiye uzmanı (!)
sayılan Harold Rhode ne dedi: “Sultan Erdoğan, Türkiye’de bir İslam
cumhuriyeti kurmak, ardından kendi Sünni anlayışını tüm İslam âlemine dayatarak
hilafetini ilan etmek ve son olarak bütün dünyaya hâkim olmak istiyor.”
Cumhurbaşkanımızın 15 Temmuz Kalkışması’ndan Batı’yı suçlayan ve ona meydan
okuyan konuşmaları, Gülen’in iadesini Türk-Amerikan ilişkilerinin iyileşmesinin
bir koşulu haline getirmesi, ayrıca darbe gecesi İncirlik Üssü’nün
elektriklerinin kesilmesi ve koalisyon uçaklarının iniş-kalkışlarının
engellenmesi gibi ABD’ye konan sözlü ve fiili tepkiler bazılarını çok rahatsız
etmişe benziyor. Özellikle Harold Rhode, kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konudaki tepkisini ve
öfkesini bakın nasıl kusuyor: “Bu korsanın, bu diktatörün, bu İslamcı
fundamentalistin bize neyin nasıl olması gerektiğini dikte etmesine izin
veremeyiz… Erdoğan bir anda çıkıp da ABD ve NATO’ya oyunun kurallarının ne
olması gerektiğini dikte etmeye kalkışıyor. Erdoğan’a onunla birlikte
çalışmadığımızı, kuralları koyma hakkının onda değil sadece bizde olduğunu (…)
çok net bir şekilde öğretmemiz lazım.
Affedersiniz ama bu basit adam kim oluyor da Amerika’ya bunları
söylüyor, kabadayılık taslayıp ABD’nin gözünü korkutmaya kalkışıyor.” Eski
Amerikan Büyükelçisi James Jeffrey’nin Hürriyet
gazetesine verdiği mülakatta daha diplomatik bir üslupla kibarca söylediklerinin bir
benzeri…
Peki ya darbenin baş faili Fethullah Gülen hakkındaki görüşler neler? Üç temel görüş hâkim: Cemaat lobisinin etkisindekiler ve iflah olmaz Erdoğan düşmanları “ABD’de sessiz sedasız, mütevazı ve münzevi bir hayat süren”, “ılımlı İslam’ın sembolü” “yaşlı din âlimi” Gülen portresi çizdi. “Yıllar yılı barış ve diyalog vurgusu yapan ve günümüz İslam’ının dünyadaki en umut verici yüzünü temsil eden Hizmet Hareketinin bir terör örgütü olamayacağı”, “zaten darbeye kalkışacak kadar orduda güçlü de olmadıkları” iddiası, ilginçtir, Gülencilerin iç yüzünü herkesten iyi bilenler tarafından savunuldu (Graham E. Fuller, Stephen Kinzer, Michael Rubin). İslamofobik Neoconlar ise “İslam’ın ılımlısı radikali olmaz”, “Erdoğan’ın da Gülen’in de IŞİD’in de Vehhabilerin de yöntemleri farklı olmakla birlikte hedefleri aynı” propagandasını yaptılar (Harold Rhode). Daha ortada bir duruş sergileyip “Evet, devlete sızdıkları bir gerçek, ama darbeyi tek başına yapabilecek kadar güçlü olamazlar” veyahut “Yapmış mıdır yapmamış mıdır bilemeyiz” diye konuyu yuvarlayanlar da vardı. Ancak hepsinin ortak yönü, Gülen’in iadesine karşı çıkarak Obama yönetiminden bu konuda Ankara’ya hiçbir tavize yanaşmamasını salık vermeleriydi (Stephen Kinzer, Harold Rhode vd.). Darbecilerin Gülen cemaatiyle bağlantılarını itirafları ise Batılıları ikna etmedi; zira bunları şiddet ve işkence altında zorla yaptırılan itiraflar olarak görmek işlerine geldi (Graham E. Fuller, Alman basını). Ancak son dönemde kalkışmada FETÖ bağlantısının iyice ayyuka çıkması üzerine bir söylem değişikliğine gidildiği, daha mesafeli ve eleştirel bir duruş benimsendiği de gözlemleniyor. [Bu arada Gülen-CIA bağlantısı ve 15 Temmuz Kalkışması’na ilişkin eski FBI tercümanı Sibel Edmonds’ın verdiği çok önemli röportajı okuyabilirsiniz.]
Dış basında Türkiye’de bir iç savaş ihtimalinin bertaraf
edildiği sıkça vurgulansa da kalkışmanın püskürtülmesiyle henüz işin bitmediğine
dikkat çekildi – ki naçizane kanaatim de aynı yönde. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın kendi
sonunu hazırladığı, er ya da geç ikinci bir darbe yaşanacağı veyahut hükümete
boyun eğdirmek için terör kartından iktisadi krize, uluslararası tecritten siyasi suikastlara, halk isyanından iç savaşa kadar çeşitli senaryoların devreye sokulacağı çok farklı
kesimlerce dillendirildi (Sibel Edmonds, James Petras, Graham E. Fuller, Robert Fisk, Spiegel International, Stephen Kinzer vd.). Erdoğan’ın ancak bir ekonomik
krizle dize getirilebileceği, Avrupa’nın bir an evvel Türkiye’ye karşı ekonomik
yaptırımları yürürlüğe koyması gerektiği özellikle Alman basınında defalarca yazıldı.
Dört ay evvelden bu darbeyi “müjdeleyen” yine bir Türkiye uzmanı(!) “Neoconların şahı” Michael Rubin, 17 Temmuz’da yazdığı bir makalesinde yeni öngörüsünü de paylaştı:
“Türkiye’de siyasetin alanı kapandıkça yeni bir siyasi suikastlar dönemi
başlayabilir. (…) zulmün husumeti daha da alevlendirdiği bir ortamda
muhalifler, ideologlar ve şahsi veya siyasi meseleleri artık düzeltmek
gerektiğini hissedenler silaha başvurabilirler. Hedef sadece Erdoğan değil, tüm
büyük siyasi partilerin liderleri, gazetelerin yayın yönetmenleri, televizyon
spikerleri ve sivil toplumun liderleri olabilir.”
“Türkiye uzmanları”nın derin krizi
Aslında bu darbe teşebbüsü, dünyadaki birçok “Türkiye
uzmanı”nın (iflah olmaz art niyetlileri, ideolojik saplantılıları ve
menfaatperestleri dışarıda tutarak söylüyorum) ülkemizde yaşanan değişimi
idrakten ne denli aciz olduklarını, eskinin “merkez-çevre (İstanbul-Anadolu)”, “laik-İslamcı” gibi ikili kategorilerinin artık yetersizliğinin farkında dahi
olmadıklarını, kısaca cehaletlerini gözler önüne serdi. Kuşkusuz klasik laik
ordu-İslamcı hükümet çekişmesi perspektifinden 15 Temmuz’u okumak, hem zihni
bir konfordu hem de ideolojik bir tercih. Ancak daha geniş bir çerçeveden
baktığımızda Batılı elitin bu cehalet hali sadece bize, Türkiye'ye, Doğulu olana yönelik de değil. Nitekim Batılı elitin kahir ekseriyeti, (daha sonraki aşamada küresel bir
ekonomik krize dönüşecek) ABD’deki 2008 Finans Krizi’nden tutun 2011 “Arap
Baharı”na, AB’yi vuran Göçmen Krizi’nden tutun 2016’da İngiltere’deki Brexit
referandumu ve ABD’de Donald Trump’ı başa geçiren başkanlık seçimleri
sonuçlarına kadar kendilerini doğrudan etkileyen nice kritik gelişmeyi ve
meydan okumayı da öngöremedi. George Friedman’ın haziran ayında
kaleme aldığı Brexit’i tahmin edemeyen Batılı elitin içinde bulunduğu krize ve
“tahayyülsüzlük hali”ne dair yazısı bu bağlamda okunmaya değer.
Kuşkusuz Türkiye’yi yanlış okumanın arka planındaki nedenlerden
bir diğeri, ülkemiz aleyhine yıllardır yurtdışında lobi faaliyeti yürüten başta
laik Batıcılar, Gülenciler ve PKK yandaşları olmak üzere farklı çevrelerin
kendi güçlerini abartarak ve içerideki sosyopolitik gerçeklikleri örterek, daha
da önemlisi Batılı kavram ve değerleri kullanıp dışarının hassasiyetlerini
kışkırtarak ürettikleri ve yaydıkları gerçek dışı anlatının etkisi
büyük. Yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat çekmek isterim. Birkaç yıldır
yurtdışında Türkiye aleyhine yürütülen propagandaların ve algı operasyonlarının
merkezinde lobiciliğe de el atan ve Batı’daki etkili çevreleri yakın markaja
alıp bir nüfuz ağı kuran Gülen Hareketi var. Darbe sırasında ve sonrasında
Batılı Türkiye uzmanlarının, yazarların vs. twitter hesaplarında Gülencilerin
yazılarının, yorumlarının ve tweetlerinin paylaşılması bunun net bir
kanıtıydı. Yurtiçinde zayıflasalar da yurtdışında halen
güçlü olduklarını ve Türkiye aleyhine algı oluşturma faaliyetlerinden
pes etmeyeceklerini bir uyarı olarak yapalım.
Öte yandan silahlı kuvvetlerin defalarca doğrudan veya dolaylı müdahalelerle siyaseti dizayn ettiği ülkemizde, Türk halkının ve siyasetçilerinin bu meşum
teşebbüse karşı ilk kez birleşip canlarını ortaya koymak suretiyle verdikleri cesurca tepkiyle
ezberleri gerçekten bozduğunu, adeta bir devrim yaptığını da göz ardı edemeyiz.
İçeride bile niceleri bu duruma şaşırıp kalmışken yabancılardan bunu idrak
edebilmelerini beklemek ne kadar anlamlı olur, bu da işin ayrı bir boyutu.
Kalkışmanın ardından ordudaki iç bölünme ve siyasetteki
kaynaşma halini görüp de Türk siyasetini anlamada artık eskiyen ve yetersizleşen klasik dindarlık-laiklik ayrımı yerine yeni kavramsal çerçevelere
ihtiyaç olduğunu itiraf etme cesaretini gösteren uzman sayısı hâlâ az (Jacob L. Shapiro, Reva Goujon, Stratfor). Keza Batı’nın darbe
karşısındaki ikircikli ve ikiyüzlü yaklaşımıyla bu kritik sınavda başarısız
olduğu, hem Türkleri kaybettiği hem de Batı’nın değerler sisteminin
inandırıcılığını tamamen yitirdiği özeleştirisi de halen cılız (David Hearst). Peki, bütün bunlar yeni bir şey mi? Yüzyıllardır Batı
literatüründe Türkler, Müslümanlar ve Doğu’yla ilgili Oryantalist söylemi
dikkate aldığımızda tabii ki hayır. Biz bu hikayeyi çok gördük, çok dinledik…
El-Cezire Araştırmalar Merkezi kıdemli araştırmacısı Beşir Nafi’nin şu satırları çok önemliydi: “Türkiye’deki darbe teşebbüsü öyle
devasa bir operasyondu ki başarısızlığa uğrayacağı hiç beklenmiyordu bile. O
denli kendilerine güveniyorlardı ki bir “B plan”ları bile yoktu. (…) 15 Temmuz
komplosu, sadece Türkiye’de değil, bütün Ortadoğu’da sahneye konup da
başarısızlığa uğramış bu büyüklük ve kuvvetteki ilk darbe planı. (…) Bu,
basitçe bir Türkiye meselesi değil, geniş Ortadoğu’nun kaderiyle ve bölge
halklarının kaderi ve geleceğiyle yakından bağlantılı bir mesele...” Doğrusu mesele bu
kadarla da sınırlı değil. Kuzeyde Baltıklardan başlayıp güneyde Balkanlara ve Karadeniz’e inen
hat boyunca yaşanan NATO/Avrupa/Batı–Rusya mücadelesinin, yani İkinci Soğuk
Savaş’ın kaderi de Türkiye’nin hangi eksende yer alacağı ve uygulayacağı
politikalara bağlı. 15 Temmuz Kalkışması’nın başarısızlığa uğramasından
Batılıların telaşa kapılmasının ve dur durak bilmeden medya üzerinden aleyhte
propagandalar yürütmesinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kalkışma sonrası ilk resmi gezisini Rusya’ya yapması karşısında bu defa Batılı siyasetçilerin Ankara’ya
gecikmeli özür ve geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunma yarışına girmesinin en
temel sebebi işte bu.
Kısaca korkular,
çıkarlar, art niyet, cehalet, riyakarlık ve Oryantalist refleks bir araya
geldiğinde ortaya böyle bir skandal tablo çıkıveriyor. Bizim de dış basında 15
Temmuz Kalkışması anlatısından almamız gereken nice nice dersler var. Nitekim
dış dünyayı Batılı analizler ve yayınlar üzerinden ve/ya ideolojik önkabullerle
anla(mlandır)maya alışmış uzmanlarımız ve entelektüellerimiz de
benzer handikaplara maalesef ki düşüyor. Bunda bir taraftan 2008 Küresel
Finans Krizi’yle başlayan neoliberal dünya düzeninin içine girdiği derin kriz
halinin ve küresel değişim ve dönüşümün hala daha anlaşılamaması yüzünden
basmakalıp kategorilerle ve eski reflekslerle dünyayı analiz etmeye
çalışmamızın, diğer taraftan küreselleşme ve iletişim teknolojilerindeki hızlı
ilerlemeyle birlikte artık bireylerin de –tıpkı devletler gibi– birer aktöre
dönüştüğünü halen idrak edemeyip sosyoloji ve psikolojiyi es geçerek salt
küresel iktisadi ve siyasi düzene odaklanmamızın da etkisi büyük hiç şüphesiz.
Peki dünya üzerinde yaşanan herhangi bir kritik gelişme hakkında analiz
yaparken Batı basını başta olmak üzere dış dünyanın 15 Temmuz
yorumlarındaki basitliğinin bir benzerine düşmemenin yolu ne? Hem yerel,
bölgesel ve küresel düzleme bir arada odaklanmak hem de siyasi, iktisadi, tarihi,
dini, psikolojik ve sosyolojik boyutları harmanlayarak interdisipliner bir
perspektife sahip olmak...