ARAP DÜNYASININ SINIRLARI DA VARLIĞI DA TEHDİT ALTINDA
Fehmi Hüveydi
Al Jazeera Turk, 18 Şubat 2016
Arapçadan tercüme eden: Zahide Tuba Kor
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Washington
büyükelçisi Yusuf el-Uteybe, Amerikan Savunma Bakanlığı’na bağlı Milli Savunma
Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmada, “BAE, aldığı
inisiyatiflerle ve ABD’yle kurduğu altı ittifakla Arap coğrafyasını yönlendiren
güçtür” dedi. Büyükelçi, BAE'nin son 25 senedir Afganistan’dan Irak ve
Suriye’ye kadar ABD öncülüğündeki tüm askerî harekâtlara katılan ve katılmaya
da devam eden tek müttefik ülke olduğunu ifade etti.
El-Quds
el-Arabi gazetesinin
10 Ocak tarihli nüshasında yer alan habere göre, Büyükelçi el-Uteybe, ülkesinde
3 bin askerle büyük bir Amerikan askeri üssü bulunduğuna ve bölgedeki Amerikan
savaş gemilerinin yürüttüğü tüm operasyonların Cebel Ali limanından harekete
geçtiğine dikkat çekti. Temmuz 2014'te BAE sponsorluğunda kurulan ve radikal
değil, orta yolcu aydın ulemanın dahil olduğu Müslüman Akiller Konseyi
üzerinden ülkesinin ılımlı İslam’ı yayma gibi önemli bir rol üstlendiğini
anlattı. Yine sosyal medya üzerinden radikal görüşlerle mücadele için ortaklaşa
kurup yürüttükleri Sevab (Doğru) Merkezi çerçevesinde ABD ile BAE arasında bu
alandaki mevcut koordinasyondan bahsetti.
Bu konuya paralel olarak, BAE’nin siyasi karar alma merkezine
yakın bir araştırmacı ve akademisyen olan Dr. Abdulhalik Abdullah 11 Ocak’ta
internette şöyle yazdı: “Bugün artık Arap ve İslam dünyasının siyasi ağırlık
merkezi – dostların da düşmanların da itiraf ettiği üzere – Suudi Arabistan.”
Önceki hafta yayınlanan bir yazısında ise 21. yüzyılda Arap dünyasındaki
aydınlanma ve modernleşme hareketlerini yönlendiren şehirlerin Beyrut, Kahire
ve Bağdat değil, Dubai, Abu Dabi, Şarika ve diğer Körfez şehirleri olduğunu
dile getiren Abdullah, "Bugün Arap dünyasında rol model olan devletin BAE
olduğunu ve modern Arap tarihinde lider güç olarak Körfez’in vaktinin geldiğini
ne zaman dillendirsek bazıları bizi kınıyor" yorumunu yaptı.
Körfez’in
vakti geldi mi?
Arap dünyasının
karar merciinin Fırat, Dicle ve Nil havzasındaki su devletlerinden petrol
devletlerine doğru kaydığına dair sözleri nakledilen Kuveytli siyasilerden
kıdemli büyükelçi ve Körfez İşbirliği Konseyi eski genel sekreteri Abdullah
Bişare de Körfez’in vaktinin geldiği görüşünde.
Bölge haritalarına
ilişkin bu yeni oluşan vizyonda Mısır’ın da bir payı var. Önde gelen Suudi
yazar ve siyaset bilimcilerden Dr. Halid el-Dakhil, Londra’dan yayınlanan el-Hayat gazetesinin
29 Kasım 2015 tarihli nüshasındaki makalesinde bu konuyu ele alıyor.
Mısır-Suudi Arabistan ilişkilerinden bahseden el-Dakhil'e göre, mevcut bölge
şartlarında ilişkilerdeki temel ikilem şu: Entelektüel Mısır eliti, ülkenin
geçen yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi bölgesel liderlik rolüne geri
dönmesini istiyor ve Mısır’ın bölgeyi kasıp kavuran krizlere ilişkin resmî
duruşu da aynı vizyon çerçevesinde ifade buluyor. Ancak bu duruşun muğlaklığı,
öyle görünüyor ki, eski günlerdeki liderlik rolünü geri almanın artık imkanı
olmadığının iyice idrak edilmesinden kaynaklanan hayal kırıklığına bağlı. Hem
Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi hem de öncesinde Muhammed Mursi dönemindeki
Mısır, artık ne monarşi (1914-1952) ne de Abdülnasır
(1954-1970) dönemine benziyor.
El-Dakhil'e göre,
şu anda Arap dünyası 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki halinden
iyice uzaklaşmış durumda. Mısır’ın geçmişteki liderlik rolüne geri dönmesinin
her şeyden önce ülke içinde ciddi bir değişimi zorunlu kıldığı artık aşikâr.
Hiç kimsenin
Mısır’ın eski rolüne dönmesine karşı çıkmadığını, ancak siyasette liderlik
rolünün dileklerle ve uzak geçmişte kalan hayallere bağlı kalarak gerçeğe
dönüştürülemeyeceğini sözlerine ekleyen el-Dakhil, Mısır'ın artık siyaseten,
iktisaden ve hatta kalkınma ve ilim alanında bölgenin öncüsü olamayacağı
görüşünde. Mısır standartları açısından bakıldığında, artık Mısırlı devler çağı
sona erdi. Mısır devleti, Arap devletlerinin birçoğu gibi büyük bir sıkıntı
içinde ve değişimin bölgeyi ve dünyayı vurduğu gibi Mısır toplumunu da
vurduğunu artık itiraf ediyor. Ancak devlet, değişime ve onun gerekliliklerine
uyum sağlamak yerine değişimin kendisine uyum sağlamasını bekliyor.
El-Dakhil'e göre,
Suriye ve Irak’ın çökmesinin ardından, Suudi Arabistan ile işbirliği olmadan
bölgeyi kurtarmak mümkün değil. Bu da çözüm ve çıkış için Mısır’la ortak bir
vizyonu gerektiriyor. Ancak görünen o ki, siyaseten ve iktisaden zor durumda
olan Mısır, Riyad ile ortak bir vizyonda mutabık kalırsa, Ortadoğu’da
belirginleşen Suudi liderliğinin bölgesel çapta kabul göreceğinden korkuyor.
El-Dakhil'in bu
konuda şöyle bir yorumu var: "Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin
mali yardımlarını istiyor ancak bunun ortak Arap çıkarları denklemi dâhilinde
ödemesi gereken bir bedele dönüşmesine razı değil.”
“Mısır
küçülürken diğerleri büyüyor”
Bu sözler, salt
bireysel görüşlerden veya Körfez’deki bir entelektüel grubun çıkarımlarından
ibaret değil, son yıllarda belirginleşen bir vizyonun ifadesi ve bu vizyon,
Arap dünyasında artık itiraf edilmesi kaçınılmaz olan “Mısır küçülürken diğerlerinin
büyüdüğü” hakikati ışında yenilenen haritaların bazı yönlerini yansıtıyor.
Parantez arasında bazı yorumlarda yer alan abartılı ifadelere dikkat çekmek
isterim. Bilhassa da 21. yüzyılda aydınlanma ve modernleşmede Beyrut, Kahire ve
Bağdat’ın rolünü Dubai, Abu Dabi, Şarika ve diğerleri lehine ıskartaya çıkaran
yoruma... Öte yandan, Arap karar alma merkezinin petrol devletlerine doğru
kaydığı sözü (petrol fiyatları düşse dahi) pek yanlış sayılmaz. Yine
el-Dakhil’in analizine de mantık dışı denemez.
Eski makalelerimde Arap dünyasının
liderliğinin hiçbir ülkenin tekelinde olmadığına defalarca işaret ettim. Ancak
bu sorumluluğu üstlenmenin de şartları var. Her kim liderliği üstlenip de daha
yüksek yerlere taşıyabilirse ona layık olur. Dolayısıyla doğru soru “Kim
yönetir?” değil, “Kriter olarak Arap âli menfaatleri çerçevesinde liderlik koltuğuna
oturup sorumluluklarını yerine getirebilme kabiliyetine kim sahip?” olmalı.
Cumhurbaşkanı Cemal
Abdülnasır’ın vefatının ve 1979’da İsrail’le Camp David Anlaşması’nın
imzalanmasının ardından Mısır’ın Arap dünyasının siyasi liderliğinden
vazgeçtiği artık bir sır değil. O dönemden beri her ne kadar kâh Irak lideri
Saddam Hüseyin kâh Libya lideri Albay Muammer Kaddafi tarafından doldurulmaya
çalışılmış olsa da liderlik koltuğu hâlâ boş. Büyük boşluğun gölgesinde
bilhassa Maşrık’ta (Arap coğrafyasının doğusu) ardı ardına çöküşler
yaşanırken, diğer bölge ülkelerinde olmayan bir iktisadi güce sahip Körfez
ülkelerinin rolü öne çıktı.
Körfez
ülkeleri “liderlik” kapasitesine sahip mi?
Ekonomik gücü
sayesinde liderliği ele alan Körfez ülkeleri, nispi olarak siyasi rolünü de
arttırdı, en azından Arap Birliği’nde söz sahibi oldu. Ancak bu, son derece
karmaşık, hatta bana göre modern Arap dünyası tarihi açısından en kötü
şartlarda gerçekleşti. Petrol fiyatlarının düşüşünün bu devletlerin mali gücünü
sınırladığı doğru, ancak diğer Arap devletlerinin daha da zayıf olduğu bir
ortamda, Arap kararlarını yönlendirmede Körfez’in hâlâ nispi bir rolü söz
konusu. Karmaşık şartlardan kastımı şöyle özetleyebilirim:
Körfez ülkeleri,
nüfus yapıları itibarıyla çok ciddi bir zaafla maluller ve bu, uzun vadede
istikrarlarını da etkileyecektir. Körfez İşbirliği Konseyi’ne üye altı ülkenin
istatistik merkezinin tahminlerine göre, 2013 yılı itibarıyla toplam nüfusları
yaklaşık 49 milyon, bu ülkelerde çalışan Asyalı işçilerin sayısı ise şu anda 16
milyona ulaşmış durumda. Bu rakamın 2025’te 30 milyona varması bekleniyor.
BAE’li araştırmacı Hüseyin Gubaşi’nin tahminlerine göre, yabancı işçi oranı
BAE’de yüzde 90 ve Katar’da yüzde 85 iken, diğer Körfez ülkelerinde bu oran
yüzde 30-60 arasında değişiyor.
Arap dünyasının
başını çeken ve karar alma süreçlerini kontrolünde tutan Körfez ülkeleri,
bilhassa İran’ın Yemen’e müdahalesinin ardından dış çevreden endişe ve korku
duyar hale geldi. Silahlanma için en fazla harcama yapan ülkeler listesinin
başını çekseler de (BAE dünyada en çok silah satın alan beş ülkeden biri)
neredeyse tamamen yabancıların himayesine bel bağlamış durumdalar. İşte bu
yüzden istisnasız tüm Körfez ülkelerinde yabancı askerî üsler yaygın olarak
mevcut. Üstelik bölgedeki yabancı üsler sadece Amerikalılar, İngilizler ve
Fransızlarınkiyle sınırlı da değil. Sırada Avustralyalılar ve Güney Koreliler
var. Listeye en son Katar’da askerî üs kuran Türkiye de dâhil oldu.
Arap dünyasının
geleceğine artık sınırları dışında karar verilir hale geldi. Bölgedeki büyük
oyuncular ABD, AB, Rusya, İran ve Türkiye ile sınırlı oldu. Suriye dosyasında
bu durum apaçık bir hal aldı. Bilhassa Rusya, Suriye sahasındaki varlığıyla söz
sahibi. Açıkça görülüyor ki Arapların aldığı kararlar Suriye krizinde herhangi
bir etkiye sahip değil, tıpkı Yemen ve Libya meselelerinde hiçbir şeyi
çözemedikleri gibi.
Arap dünyasının
muzdarip olduğu kırılganlık hali, onu parçalanmaya ve dağılmaya daha da yatkın
hale getirdi. Öyle ki bu durumu kontrol altına almak ve derin ayrılıkları
gidermeye çalışmak son derece zor bir sürece dönüştü. Bu durum, herhangi bir
Arap liderliğinin rolünü saf dışı bırakıyor. Tıpkı Irak’ın Sünnilerle Şiiler
arasında bölünmesinin ilk işaretlerinde ve Kürdistan Bölgesi lideri Mesud
Barzani’nin bağımsızlık referandumu çağrısında gördüğümüz üzere…
Yine öyle görünüyor ki Suriye’nin bölünmesi
ve Alevi devletinin kurulması için haritalar hazırlanma aşamasında. Libya’da
birbiriyle çatışma halindeki bölgelerin kaderi de bilinmiyor, tıpkı Sudan’daki
Darfur meselesinin halen kapanmamış olması gibi. Bu kırılganlık, İsrail’in
işgal altındaki Filistin toprakları üzerindeki elini serbest hale getirdi.
Ramallah, el-Bire ve Kubatiyye bölgelerini kuşatma altına alan İsrail, Gazze
Şeridi’ne yönelik klasik ablukasını ve Mescid-i Aksa’ya baskın girişimlerini de
sürdürdü.
Bu yıl, Birinci
Dünya Savaşı sürerken 1916’da imzalanan ve savaşın ardından Arap dünyasını
bölen Sykes-Picot Anlaşması’nın 100. yıldönümü. Yeni yüzyıl ise çok daha
kötüsünün habercisi. Zira söz konusu anlaşma, Avrupa’nın hasta adamı olarak
nitelenen Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ardından imzalanmıştı. Şimdi de benzer
şekilde Arap düzeni çöküyor ve Arapların hasta adamı olan Mısır’ın rolü
geriliyor.
Nasıl ki o dönemde
Osmanlı Devleti’nin bayrağı inip hâkimiyeti kırıldıysa, Mısır’ın İsrail’le
barış antlaşmasına imza koyarak Arap uzlaşmasından ayrılmasını takiben yaşadığı
siyasi ve iktisadi artçı sarsıntılardan sonra da Arap iradesi kırıldı. Arap
dünyasının yeniden paylaşımından ve yeni haritaların çizilmesinden
bahsedenlerin iştahını kabartan bu kırılma, çeşitli parçalanmalara genişçe kapı
açtı. Irak, Suriye ve Sudan bundan nasibini aldı. IŞİD projesi de bunun
tezahürlerinden biri gibi görünüyor.
Bu bağlamda
düşünülmesi gereken iki temel nokta var: Birincisi, yeni haritaların gölgesinde
Arap dünyasının sadece sınırları değil, varlığı da tehdit altında. Üstelik bu
dışarıdan gelen bir işgal gücüyle değil, büyük ölçüde iç etkenlerin neticesinde
gerçekleşti.
İkincisi, çevredeki
güç dengesinin değişmesi. Yüz sene önce Sykes-Picot Anlaşması’nın arkasındaki
güçler İngiltere ve Fransa iken, bu defaki bölünmenin sponsorları birkaç kat
arttı ve aralarına ABD, Rusya, İran, Türkiye ve İsrail de dâhil oldu.
Fehmi
Hüveydi, Mısırlı gazeteci ve yazar.