19 Şubat 2016 Cuma

F.HÜVEYDİ - ARAP DÜNYASININ SINIRLARI DA VARLIĞI DA TEHDİT ALTINDA


ARAP DÜNYASININ SINIRLARI DA VARLIĞI DA TEHDİT ALTINDA

Fehmi Hüveydi
Al Jazeera Turk, 18 Şubat 2016
Arapçadan tercüme eden: Zahide Tuba Kor


Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Washington büyükelçisi Yusuf el-Uteybe, Amerikan Savunma Bakanlığı’na bağlı Milli Savunma Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmada, “BAE, aldığı inisiyatiflerle ve ABD’yle kurduğu altı ittifakla Arap coğrafyasını yönlendiren güçtür” dedi. Büyükelçi, BAE'nin son 25 senedir Afganistan’dan Irak ve Suriye’ye kadar ABD öncülüğündeki tüm askerî harekâtlara katılan ve katılmaya da devam eden tek müttefik ülke olduğunu ifade etti.

El-Quds el-Arabi gazetesinin 10 Ocak tarihli nüshasında yer alan habere göre, Büyükelçi el-Uteybe, ülkesinde 3 bin askerle büyük bir Amerikan askeri üssü bulunduğuna ve bölgedeki Amerikan savaş gemilerinin yürüttüğü tüm operasyonların Cebel Ali limanından harekete geçtiğine dikkat çekti. Temmuz 2014'te BAE sponsorluğunda kurulan ve radikal değil, orta yolcu aydın ulemanın dahil olduğu Müslüman Akiller Konseyi üzerinden ülkesinin ılımlı İslam’ı yayma gibi önemli bir rol üstlendiğini anlattı. Yine sosyal medya üzerinden radikal görüşlerle mücadele için ortaklaşa kurup yürüttükleri Sevab (Doğru) Merkezi çerçevesinde ABD ile BAE arasında bu alandaki mevcut koordinasyondan bahsetti.

Bu konuya paralel olarak, BAE’nin siyasi karar alma merkezine yakın bir araştırmacı ve akademisyen olan Dr. Abdulhalik Abdullah 11 Ocak’ta internette şöyle yazdı: “Bugün artık Arap ve İslam dünyasının siyasi ağırlık merkezi – dostların da düşmanların da itiraf ettiği üzere – Suudi Arabistan.” Önceki hafta yayınlanan bir yazısında ise 21. yüzyılda Arap dünyasındaki aydınlanma ve modernleşme hareketlerini yönlendiren şehirlerin Beyrut, Kahire ve Bağdat değil, Dubai, Abu Dabi, Şarika ve diğer Körfez şehirleri olduğunu dile getiren Abdullah, "Bugün Arap dünyasında rol model olan devletin BAE olduğunu ve modern Arap tarihinde lider güç olarak Körfez’in vaktinin geldiğini ne zaman dillendirsek bazıları bizi kınıyor" yorumunu yaptı.

Körfez’in vakti geldi mi?
Arap dünyasının karar merciinin Fırat, Dicle ve Nil havzasındaki su devletlerinden petrol devletlerine doğru kaydığına dair sözleri nakledilen Kuveytli siyasilerden kıdemli büyükelçi ve Körfez İşbirliği Konseyi eski genel sekreteri Abdullah Bişare de Körfez’in vaktinin geldiği görüşünde.

Bölge haritalarına ilişkin bu yeni oluşan vizyonda Mısır’ın da bir payı var. Önde gelen Suudi yazar ve siyaset bilimcilerden Dr. Halid el-Dakhil, Londra’dan yayınlanan el-Hayat gazetesinin 29 Kasım 2015 tarihli nüshasındaki makalesinde bu konuyu ele alıyor. Mısır-Suudi Arabistan ilişkilerinden bahseden el-Dakhil'e göre, mevcut bölge şartlarında ilişkilerdeki temel ikilem şu: Entelektüel Mısır eliti, ülkenin geçen yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi bölgesel liderlik rolüne geri dönmesini istiyor ve Mısır’ın bölgeyi kasıp kavuran krizlere ilişkin resmî duruşu da aynı vizyon çerçevesinde ifade buluyor. Ancak bu duruşun muğlaklığı, öyle görünüyor ki, eski günlerdeki liderlik rolünü geri almanın artık imkanı olmadığının iyice idrak edilmesinden kaynaklanan hayal kırıklığına bağlı. Hem Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi hem de öncesinde Muhammed Mursi dönemindeki Mısır, artık ne monarşi (1914-1952) ne de Abdülnasır (1954-1970) dönemine benziyor.

El-Dakhil'e göre, şu anda Arap dünyası 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki halinden iyice uzaklaşmış durumda. Mısır’ın geçmişteki liderlik rolüne geri dönmesinin her şeyden önce ülke içinde ciddi bir değişimi zorunlu kıldığı artık aşikâr.

Hiç kimsenin Mısır’ın eski rolüne dönmesine karşı çıkmadığını, ancak siyasette liderlik rolünün dileklerle ve uzak geçmişte kalan hayallere bağlı kalarak gerçeğe dönüştürülemeyeceğini sözlerine ekleyen el-Dakhil, Mısır'ın artık siyaseten, iktisaden ve hatta kalkınma ve ilim alanında bölgenin öncüsü olamayacağı görüşünde. Mısır standartları açısından bakıldığında, artık Mısırlı devler çağı sona erdi. Mısır devleti, Arap devletlerinin birçoğu gibi büyük bir sıkıntı içinde ve değişimin bölgeyi ve dünyayı vurduğu gibi Mısır toplumunu da vurduğunu artık itiraf ediyor. Ancak devlet, değişime ve onun gerekliliklerine uyum sağlamak yerine değişimin kendisine uyum sağlamasını bekliyor.

El-Dakhil'e göre, Suriye ve Irak’ın çökmesinin ardından, Suudi Arabistan ile işbirliği olmadan bölgeyi kurtarmak mümkün değil. Bu da çözüm ve çıkış için Mısır’la ortak bir vizyonu gerektiriyor. Ancak görünen o ki, siyaseten ve iktisaden zor durumda olan Mısır, Riyad ile ortak bir vizyonda mutabık kalırsa, Ortadoğu’da belirginleşen Suudi liderliğinin bölgesel çapta kabul göreceğinden korkuyor.

El-Dakhil'in bu konuda şöyle bir yorumu var: "Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin mali yardımlarını istiyor ancak bunun ortak Arap çıkarları denklemi dâhilinde ödemesi gereken bir bedele dönüşmesine razı değil.”

“Mısır küçülürken diğerleri büyüyor”
Bu sözler, salt bireysel görüşlerden veya Körfez’deki bir entelektüel grubun çıkarımlarından ibaret değil, son yıllarda belirginleşen bir vizyonun ifadesi ve bu vizyon, Arap dünyasında artık itiraf edilmesi kaçınılmaz olan “Mısır küçülürken diğerlerinin büyüdüğü” hakikati ışında yenilenen haritaların bazı yönlerini yansıtıyor.


Parantez arasında bazı yorumlarda yer alan abartılı ifadelere dikkat çekmek isterim. Bilhassa da 21. yüzyılda aydınlanma ve modernleşmede Beyrut, Kahire ve Bağdat’ın rolünü Dubai, Abu Dabi, Şarika ve diğerleri lehine ıskartaya çıkaran yoruma... Öte yandan, Arap karar alma merkezinin petrol devletlerine doğru kaydığı sözü (petrol fiyatları düşse dahi) pek yanlış sayılmaz. Yine el-Dakhil’in analizine de mantık dışı denemez.

Eski makalelerimde Arap dünyasının liderliğinin hiçbir ülkenin tekelinde olmadığına defalarca işaret ettim. Ancak bu sorumluluğu üstlenmenin de şartları var. Her kim liderliği üstlenip de daha yüksek yerlere taşıyabilirse ona layık olur. Dolayısıyla doğru soru “Kim yönetir?” değil, “Kriter olarak Arap âli menfaatleri çerçevesinde liderlik koltuğuna oturup sorumluluklarını yerine getirebilme kabiliyetine kim sahip?” olmalı.

Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın vefatının ve 1979’da İsrail’le Camp David Anlaşması’nın imzalanmasının ardından Mısır’ın Arap dünyasının siyasi liderliğinden vazgeçtiği artık bir sır değil. O dönemden beri her ne kadar kâh Irak lideri Saddam Hüseyin kâh Libya lideri Albay Muammer Kaddafi tarafından doldurulmaya çalışılmış olsa da liderlik koltuğu hâlâ boş. Büyük boşluğun gölgesinde bilhassa Maşrık’ta (Arap coğrafyasının doğusu) ardı ardına çöküşler yaşanırken, diğer bölge ülkelerinde olmayan bir iktisadi güce sahip Körfez ülkelerinin rolü öne çıktı.

Körfez ülkeleri “liderlik” kapasitesine sahip mi?
Ekonomik gücü sayesinde liderliği ele alan Körfez ülkeleri, nispi olarak siyasi rolünü de arttırdı, en azından Arap Birliği’nde söz sahibi oldu. Ancak bu, son derece karmaşık, hatta bana göre modern Arap dünyası tarihi açısından en kötü şartlarda gerçekleşti. Petrol fiyatlarının düşüşünün bu devletlerin mali gücünü sınırladığı doğru, ancak diğer Arap devletlerinin daha da zayıf olduğu bir ortamda, Arap kararlarını yönlendirmede Körfez’in hâlâ nispi bir rolü söz konusu. Karmaşık şartlardan kastımı şöyle özetleyebilirim:

Körfez ülkeleri, nüfus yapıları itibarıyla çok ciddi bir zaafla maluller ve bu, uzun vadede istikrarlarını da etkileyecektir. Körfez İşbirliği Konseyi’ne üye altı ülkenin istatistik merkezinin tahminlerine göre, 2013 yılı itibarıyla toplam nüfusları yaklaşık 49 milyon, bu ülkelerde çalışan Asyalı işçilerin sayısı ise şu anda 16 milyona ulaşmış durumda. Bu rakamın 2025’te 30 milyona varması bekleniyor. BAE’li araştırmacı Hüseyin Gubaşi’nin tahminlerine göre, yabancı işçi oranı BAE’de yüzde 90 ve Katar’da yüzde 85 iken, diğer Körfez ülkelerinde bu oran yüzde 30-60 arasında değişiyor.

Arap dünyasının başını çeken ve karar alma süreçlerini kontrolünde tutan Körfez ülkeleri, bilhassa İran’ın Yemen’e müdahalesinin ardından dış çevreden endişe ve korku duyar hale geldi. Silahlanma için en fazla harcama yapan ülkeler listesinin başını çekseler de (BAE dünyada en çok silah satın alan beş ülkeden biri) neredeyse tamamen yabancıların himayesine bel bağlamış durumdalar. İşte bu yüzden istisnasız tüm Körfez ülkelerinde yabancı askerî üsler yaygın olarak mevcut. Üstelik bölgedeki yabancı üsler sadece Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlarınkiyle sınırlı da değil. Sırada Avustralyalılar ve Güney Koreliler var. Listeye en son Katar’da askerî üs kuran Türkiye de dâhil oldu.

Arap dünyasının geleceğine artık sınırları dışında karar verilir hale geldi. Bölgedeki büyük oyuncular ABD, AB, Rusya, İran ve Türkiye ile sınırlı oldu. Suriye dosyasında bu durum apaçık bir hal aldı. Bilhassa Rusya, Suriye sahasındaki varlığıyla söz sahibi. Açıkça görülüyor ki Arapların aldığı kararlar Suriye krizinde herhangi bir etkiye sahip değil, tıpkı Yemen ve Libya meselelerinde hiçbir şeyi çözemedikleri gibi.

Arap dünyasının muzdarip olduğu kırılganlık hali, onu parçalanmaya ve dağılmaya daha da yatkın hale getirdi. Öyle ki bu durumu kontrol altına almak ve derin ayrılıkları gidermeye çalışmak son derece zor bir sürece dönüştü. Bu durum, herhangi bir Arap liderliğinin rolünü saf dışı bırakıyor. Tıpkı Irak’ın Sünnilerle Şiiler arasında bölünmesinin ilk işaretlerinde ve Kürdistan Bölgesi lideri Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu çağrısında gördüğümüz üzere…

Yine öyle görünüyor ki Suriye’nin bölünmesi ve Alevi devletinin kurulması için haritalar hazırlanma aşamasında. Libya’da birbiriyle çatışma halindeki bölgelerin kaderi de bilinmiyor, tıpkı Sudan’daki Darfur meselesinin halen kapanmamış olması gibi. Bu kırılganlık, İsrail’in işgal altındaki Filistin toprakları üzerindeki elini serbest hale getirdi. Ramallah, el-Bire ve Kubatiyye bölgelerini kuşatma altına alan İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik klasik ablukasını ve Mescid-i Aksa’ya baskın girişimlerini de sürdürdü.

Bu yıl, Birinci Dünya Savaşı sürerken 1916’da imzalanan ve savaşın ardından Arap dünyasını bölen Sykes-Picot Anlaşması’nın 100. yıldönümü. Yeni yüzyıl ise çok daha kötüsünün habercisi. Zira söz konusu anlaşma, Avrupa’nın hasta adamı olarak nitelenen Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ardından imzalanmıştı. Şimdi de benzer şekilde Arap düzeni çöküyor ve Arapların hasta adamı olan Mısır’ın rolü geriliyor.

Nasıl ki o dönemde Osmanlı Devleti’nin bayrağı inip hâkimiyeti kırıldıysa, Mısır’ın İsrail’le barış antlaşmasına imza koyarak Arap uzlaşmasından ayrılmasını takiben yaşadığı siyasi ve iktisadi artçı sarsıntılardan sonra da Arap iradesi kırıldı. Arap dünyasının yeniden paylaşımından ve yeni haritaların çizilmesinden bahsedenlerin iştahını kabartan bu kırılma, çeşitli parçalanmalara genişçe kapı açtı. Irak, Suriye ve Sudan bundan nasibini aldı. IŞİD projesi de bunun tezahürlerinden biri gibi görünüyor.

Bu bağlamda düşünülmesi gereken iki temel nokta var: Birincisi, yeni haritaların gölgesinde Arap dünyasının sadece sınırları değil, varlığı da tehdit altında. Üstelik bu dışarıdan gelen bir işgal gücüyle değil, büyük ölçüde iç etkenlerin neticesinde gerçekleşti.

İkincisi, çevredeki güç dengesinin değişmesi. Yüz sene önce Sykes-Picot Anlaşması’nın arkasındaki güçler İngiltere ve Fransa iken, bu defaki bölünmenin sponsorları birkaç kat arttı ve aralarına ABD, Rusya, İran, Türkiye ve İsrail de dâhil oldu.

Fehmi Hüveydi, Mısırlı gazeteci ve yazar.



2 Şubat 2016 Salı

F.HÜVEYDİ - ÖZLEMLE BEKLENEN DEVRİME GİDEN YOL


ÖZLEMLE BEKLENEN DEVRİME GİDEN YOL

Fehmi Hüveydi
Al Jazeera Turk, 18 Ocak 2016

Arapçadan tercüme eden: Zahide Tuba Kor



Güvenlik aklı her yere hâkim. Ulusal güvenliğe yönelik savunma yükümlülüklerinin büyük ölçüde sadece güvenlik görevlilerine ait bir sorumluluk olduğuna ikna ediliyoruz. Ama keşke bunu daha geniş bir perspektiften görebilseydik.

Rami Ben-Barak, İsrail dış istihbarat servisi Mossad’da 35 yıl görev yapmış ve başkan yardımcılığına kadar yükselmiş bir isim. Görev yaptığı süre boyunca çevresinde hep bir “yıldız” olarak görülmüş ve bu da teşkilatın en önemli birimi sayılan [suikastlardan sorumlu] “Kisarya” operasyon biriminin başına geçmesini sağlamış. Birkaç hafta önce İsrail televizyonu Kanal 2’ye konuşan emekli istihbaratçı, gazeteci Danny Kuşmaro’ya verdiği röportajda kahramanlık ve başarı olarak görülen bazı operasyonların arka planını ifşa ederek herkesi şaşırttı.

Ben-Barak röportajda kendisinin ve ekibinin başarılarının ardındaki en önemli unsurun, İsrail’i, hedef aldığı “düşmanlar”ından ayıran “teknik boşluk”, yani büyük teknik farklılık olduğunu söyledi. Bu bağlamda Mossad’ın yürüttüğü görevlerde düşmanının elindekine kıyasla son derece üstün bir teknik kapasite kullandığını anlattı. İsrail’in ileri teknoloji alanında gerçekleştirdiği büyük atılımlarla muazzam olumlu getiriler elde ettiğini ve böylece sadece insan kaynağına bağımlılığı azaltma imkânı yakalamakla kalmayıp bunun askeri kuvvetlerin dayandığı temellerde köklü değişimlere de yol açtığını sözlerine ekledi.

Bu noktayı açıklarken, İsrail’in dünyadaki ikinci büyük insansız hava aracı üretici olması ve bu uçakların askeri, güvenlik ve istihbarat alanında bolca kullanılması sebebiyle, ordunun bu mükemmel araçtan farklı bir şekilde faydalanma kararı aldığını ve böylece pilotlara bağımlılığı azaltmaya ve bunun yerine genç askerleri, İsrail’in içindeki güvenli ve sabit üslerden insansız hava araçlarını uçurma görevinde kullanmaya yöneldiğini belirtti. Makor Rishon gazetesinin 13 Haziran 2015 tarihli nüshasında yer alan bu haberi, İsrail uzmanlarından Dr. Salih el Nuami, el-Arabi el-Cedid gazetesinde konuyla ilgili olarak kaleme aldığı “Risksiz Kahramanlık Endüstrisi” başlıklı makalesinde alıntılıyor.

Nuami, 2004’ten itibaren ve Gazze’ye yönelik (2008, 2012 ve 2014’teki) müteakip savaşlarda Filistinlilerin ekseriyetinin insansız hava araçlarıyla yapılan saldırılarda şehit düştüğüne dikkat çekiyor. Bu uçakların bulunduğu üslerden birini ziyaret eden İsrailli gazeteci Amir Rapaport’un 19 yaşındaki bir erkek ve bir kadın askerin kontrol odasından düğmeye basmak suretiyle birçok hava saldırısı düzenlediğine dair sözlerine de yer veren Nuami, bu uçakların kullanılmasıyla insan unsurunun maruz kaldığı tehlikelerin de azaldığına işaret ediyor.

Makaleye göre, 3 ay önce Golan’da Lübnan Hizbullah’ının önemli isimlerinden Cihad Muğniye ve İran Devrim Muhafızları komutanlarına yönelik suikastın da aralarında olduğu Suriye’ye yönelik saldırılarında İsrail bu uçakları kullanmıştı. İsrail ordusu saha istihbaratına katkılarından dolayı iki yıldır bütün birliklerine insansız hava uçağı sağlıyordu. Gelecekte tüm birliklere uydu sağlanması da gündemdeydi.

Buna ek olarak İsrail, istihbarat kapasitesini elektronik savaş yöntemlerini kullanarak güçlendirmişti. Artık sadece insan unsurunu veya ileri teknoloji ürünü dinleme ve görüntüleme araçlarını kullanarak değil, bilgisayar sistemine sızan programlar geliştirerek de hayati gizli bilgileri edinmesi mümkün hale gelmişti.

Füze yerine virüs
Yine makaleye göre, 2013 yılı başında İsrail Genelkurmayı, “Birim 8200” adıyla bilinen elektronik casusluk biriminden bir subaya, “düşman” tarafın son derece önemli istihbarat bilgilerine erişmeyi sağladığı için madalya verdi. 2009-2012 arasında 2 yıl boyunca İran nükleer tesislerini hedef alarak büyük zarara yol açan siber saldırıların başarısının ardından İsrailliler siber alemin kullanımını daha da geliştirdiler; öyle ki “füze yerine virüs” sloganı ortaya çıktı.

Nuami’nin dikkat çektiği önemli bir nokta da şu: İsrail’in gerek teknolojik gerekse elektronik alanda geliştirdiği büyük kapasite, aslında temelde yaygın eğitim sistemine dayanıyor ve bu eğitim sistemi de söz konusu hedeflere hizmet esas alınarak planlanıyor. Bu bağlamda Nuami, İsrail Eğitim Bakanı Naftali Bennett’in üç ay önce genel liselerde beşinci seviye matematik eğitimi alan İsrailli öğrencilerin sayısını artırma hedefiyle “matematik devrimi” adını verdiği bir atılım başlattığını belirtiyor. Geçmişte İsrail ordusunda özel bir birliğe komuta eden bakan Bennett, emekliliğin ardından başarılı bir teknoloji şirketinin başına geçmişti. Ona göre matematik ilmini kavramak, gerek askeri gerekse sivil alanda ileri teknoloji endüstrisinde tam başarıya ulaşmak için bir zorunluluk.

Bizi asıl ilgilendiren konu, sanal alemde kaydedilen gelişmelerin her toplumun yapısını tehdit eder hale gelmesi ve bu, tahminlerimizden çok çok daha tehlikeli bir boyutta. Özellikle Ortadoğu’da bilgi güvenliği sistemlerine büyük miktarlarda harcamalar yapılması bunun bir delili. Öyle ki bilgi teknolojisi hizmetlerinde uzman olan uluslararası IDC şirketine göre bu alana akıtılan paranın miktarının 32 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Yaşanan gelişmeler ışığında sanal alemde saldırı veya savunma ihtimali artık imkan dahilinde.

Bu bağlamda Estonya’nın bu tarz bir saldırıya maruz kaldığından bahsediliyor. Eskiden Sovyetler Birliği’ne bağlı olan ve daha sonra Avrupa Birliği’ne giren bu küçük Baltık ülkesi, 2007’de devlet başkanının Sovyet ordusu anısına dikilen heykelin taşınması kararını ilanından saatler sonra ansızın felce uğramıştı. Zira bilgisayar sistemlerini, devlet hizmetlerini ve devletteki hayati sistemleri sekteye uğratarak ülkenin dış dünyayla ilişkisini kesen bir siber saldırıya maruz kalmıştı.

Bu konuda Ürdünlü bir akademisyen ve yazar Musa Berhume'nin Londra merkezli el-Hayat gazetesinde 11 Kasım 2015’te yayınladığı bir makalesini okudum. Makalede geleceğin sofistike askerlerinin omuzlarında silah yerine bilgisayar taşıyacağı; özellikle 2015 yılı başından itibaren “DDoS” adı verilen jeopolitik nitelikli sanal saldırıların yüzde 300 oranında arttığı; bu saldırılarla devletin hayati kurumlarını hizmet dışı bırakmanın hedeflendiği ve belki de gelecekte hassas istihbarat sistemlerini, deniz trafiğini, hastaneleri, elektrik ve su şebekelerini veya kimyevi maddelerin kullanıldığı fabrikaları, petrol ve doğalgaz tesislerini hedef alacak şekilde daha da gelişebileceği belirtiliyor.

Bu bağlamda yazar, İranlı yetkililerin 2014’te ülkenin orta kesiminde yer alan Arak şehrine yakın “IR-40” nükleer alanını hedef alma girişimini başarısız kıldıklarına dair açıklamalarına değiniyor. Daha önce 2010'da da uranyumun zenginleştirildiği Natanz reaktörü, santrifüj sisteminin geçici de olsa duraksamasına yol açan virüs saldırılarına maruz kalmıştı. Tahran her iki olaydan da Amerika ve İsrail’i sorumlu tuttu.

Eğitimde programları gözden geçirilmeli
Görüldüğü üzere çatışmanın kuralları ve araçları tamamen değişirken, bilindik sınırları aşan çatışma araçlarındaki değişimlerle baş edebilmek için sadece stratejik düşünce ve silahlanma planlarını değil, aynı zamanda eğitim programları ve planlarını da yeniden gözden geçirmek gerekiyor.

Dünyanın çeşitli başkentlerinde yankılanan bu uyarı zilleri insanların büyük çoğunluğunu uyandırdı ve eğitimde ilerlemenin kalkınmanın önemli bir anahtarı olduğunu herkese hatırlattı. Finlandiya bu reformu yapıp da meyvesini alan devletler arasında halen başı çekiyor ve onu Norveç, İsviçre, Kanada gibi birçok Batı ülkesi takip ediyor. Asya ülkeleri de arzu edilen sıçramayı gerçekleştirmeyi başardı hatta Asyalı öğrenciler eğitim sıralamasında dünyadaki öğrenciler arasında başı çeker hale geldiler.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), öğrenci başarısını takip amaçlı uluslararası PISA programı çerçevesinde yapılan ölçme ve değerlendirme sınavlarıyla bu alandaki gelişmeyi ölçme görevini üstlenmiş durumda. Bu haliyle PISA sonuçları, küresel bir eğitim başarısı sıralama tablosu niteliğinde. PISA, öğrencilerin anadil, matematik ve fen bilimleri olmak üzere üç temel alanda test edilmesine odaklanıyor.

Bu küresel sıralamada Mısır’ın yerinden söz etmeye gerek dahi yok; eğitim alanındaki kötü şöhreti zaten her platformda dile getiriliyor. Foreign Policy dergisi 2013’te Mısır’da eğitimin kalitesinin sıfır olduğundan bahsettiğinde bu hiç de sürpriz olmadı. Daha da kötüsü, bu sonuç, ülkedeki eğitim çevrelerinde hiçbir yankı bulmadı.

Geçen sene 20 Mayıs 2015 tarihinde Şuruk gazetesinin internet sitesi, ilköğretim okullarının kalitesi konusunda Dünya Ekonomik Forumu’nun bir raporunun sonucunu yayınladı. Buna göre Mısır, 124 ülke arasında en son sırada yer alıyor. Yine Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayınlanan Beşeri Sermaye Endeksinde de 124 ülke arasında 84. sırada. Listenin başında ise yine Finlandiya var.

Fransız Le Monde gazetesinde 4 Aralık 2012’de yayınlanan Asya’da eğitim konulu bir raporu saklıyorum. Raporda Güney Kore’deki eğitim sistemi örnek olarak veriliyor. Buna göre öğrenciler haftada 50 saat ders görmek zorundaymış – yani Avrupa’daki öğrencilere kıyasla 16 saat fazladan ders görüyorlarmış. Sabah 7.30’da derse başlayıp öğleden sonra saat 4’te okuldan ayrılıyorlarmış. İlkokuldan itibaren öğrencilerin ekseriyeti okuldaki dersler bittikten sonra üniversite girişe hazırlık için özel eğitim kurumlarına gidiyorlarmış.

Rapor, ortaokullar için ailelerin ödediği paranın 2012’de 13 milyar dolara ulaştığı tahminine yer veriyor, ki bu rakam Fransızların okul “yardım”ı olarak ödediğinin 10 katına denk. Bazı Koreli öğrencilerin günlük eğitimleri akşam saat 10’a kadar sürüyormuş. Ve aslında bu, ailelerin çocuklarını aşırı çalıştırmalarını engellemek için hükümetin koyduğu uyulması zorunlu bir saat sınırlamasıymış. Güney Kore’de yaşanan işte bu ve diğer birçok Asya ülkesinde de benzer bir durum söz konusu. Mesela Singapur, eşi benzeri olmayan bir ilmi fırsatlar diyarı olarak nitelendiriliyor.

“Peki, biz bütün bunların neresindeyiz?” diye sorarsanız buna cevap vermeyeceğim; ama sizi günlük gazetelerdeki eğitim haberlerini okumaya davet ediyorum. Eğer ki gazeteler eğitime sırtını dönüp de sadece güvenliğe odaklanmışsa, bu soruya ikna edici nihai bir cevap alamayacaksınız, ama nereye doğru sürüklendiğimizi de anlayacaksınız. İşte o zaman tarihin öznesi olmak için bekleyip durduğumuz devrimin hakikatini idrak edeceksiniz. Eğer bunda başarı sağlayamazsak tarihin akışının dışında kalacağız ve bu konuda birilerinin bize komplo kurduğunu iddia edemeyeceğiz.


Fehmi Hüveydi, Mısırlı gazeteci ve yazar.