DEPREMZEDELERİN
HİKÂYELERİ – 1
Zahide Tuba Kor
NOT: Aşağıdaki fotoğrafların tamamı Gaziantep İslahiye veya Hatay'da çektiklerimdir. Röportaj yaptıklarımın memleketlerinden fotoğraflar değildir.
NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek
şartıyla kullanabilirsiniz.
26-27
Nisan’da deprem bölgesindeydim. 28 Nisan’da Mardin KYK yurdunu ziyaret ettim. Yurtta tanıştığım ve -kimisiyle kısa, kimisiyle uzun- röportaj yaptığım sekiz Adıyamanlı,
beş Hatay/İskenderunlu, bir Malatyalı hanımın hikâyesini paylaşacağım. Deprem
sırasında ve sonrasında ne yaşadıkları, neye şahit oldukları ve ne
hissettikleri temel sorumdu. Ayrıca Mardin ve Diyarbakır’da görev yapmış bir
manevi danışman da depremzedelerden dinlediklerini anlattı.
Adıyamanlı orta yaşlı bir hanım:
“O kadar
kötü sallandık ki giriş katında yaşamamıza rağmen evin kapısını açıp dışarıya
çıkamadık. Kapıya doğru gitmeye çalışırken deprem bizi öbür tarafa savuruyordu.
Bina üzerimize çökerse ölümüzün bulunması bile kim bilir kaç gün alır diye
düşündüm. Binamız elli senelikti. Elektrik kesildi, her yer karanlıktı; ama nasılsa
bizim evin içi aydınlıktı, herkesi görebiliyordum. Oğlumu yattığı yerden kaldırmamın
ardından TV güm diye oraya düştü. Çocuğuyla bizde kalan kızım, diğer odadan
‘Anne öleceğiz’ diye bağırıyordu; tuvaletin duvarı yıkıldığından bizim tarafa
gelemiyordu. Daha evvel Allah’a sığınırken onların bağırışını duyunca ben de
bağırmaya başladım. O sırada komşum ‘Hemen evden çıkın, hepimizin evi yıkıldı’
diye bağırdı. Ondan cesaret alıp kızımı ve çocuğunu çekip çıkardım. Bu sırada
elim ayağım kesilmiş, dikişlik haldeydim ama farkında bile değildim. Çorabımın
içinde ıslaklık vardı yağmurdan; sabah çorabı çıkarınca bir de baktım ki içi
hep kan dolmuş. Normalde bir yerimiz kesildiği anda acıyı hissederiz; ama öyle
bir haldeydim ki hiç acı hissetmedim. Bina tamamen yıkılmadığı için ertesi gün
içeriden bazı eşyalarımızı almaya gittim; bir de baktım ki evdeki eşyalar hep
kan. Küçük oğlumun da her yerinde kesikler vardı, dikişlikti. Doktora gitme
imkânımız olmadığından kendi kendimize yaralarımızı sardık… Isınabilmek için
bir yer aradık, ama nereye baksak enkazdı. Artık kendi acımızı unutmuş, enkaz
altındakilere acıyorduk. Çaresizdik. Şarıl şarıl yağmur yağıyordu, enkazda
kalanlara yardım edemiyorduk.
Bu arada
üzerimizde pijamalarla yalınayak dışarı çıkmıştık. Benim ev çökmemişti. Kızım
ve dört yaşındaki torunum yağmur altında tir tir titrediğinden, ölsem de içeri
girip montları alacağım dedim. Evde her şey toz içindeydi. Mont ve
battaniyeleri kapıp çıktım. İki mahalle aşağıdaki kız kardeşime zor ulaşabildik.
Meğer onların evi yıkılmış, enkazdan çıkmışlar.
Depremle
birlikte her şeyin boş olduğunu anladık. Bir gün öleceğim aklıma hep gelirdi;
ama böyle bir deprem aklımın kıyısından bile geçmezdi. O kadar acı bir şeyi ki
hala içim yanıyor. Hele kız kardeşimin enkazını görünce çok fena oldum. En üst
katta oturdukları için kısmetleri varmış, hayatta kalmaları bir mucizeydi. O
sıra üç aylardı; kardeşim oruca kalktığı sırada deprem olmuş. Onlar altıncı
kattan aşağı inememiş; binanın beş katı sırayla yıkıla yıkıla onları aşağı
indirmiş. Apartmanının ilk üç katı iş merkeziydi; o sayede can kaybı az oldu. Ama
bir karı koca çok sonra enkazdan çıkarılabildi. Duvarın üzerlerine çökmesi
yüzünden birbirlerine yapıştıklarından cesetleri o kadar kötüymüş ki çocukları
çok istedikleri halde göstermediler. Onların cesedini çıkaranlar bile kusmuşlar…
Bedeni parçalanmış da çok insan gördük. İnsan bunları görünce çok acı yaşıyor.
Ramazan’dan bir gün evvel Adıyaman’a tekrar gittim, içim yandı. Öyle bir şey ki
memleketine hem gitmek istiyorsun hem de istemiyorsun. Bir gün evvel birlikte
oturup sohbet ettiğim işyerinden arkadaşımın ertesi gün hayatını kaybettiğini
öğrendim. Binasının yerle bir olup ailesiyle birlikte vefat ettiğini gördüğüm
halde hala daha telefonla arıyorum, belki bir umut açar diye. İnsan çok özlüyor
kaybettiklerini. İnanasım gelmiyor.
Ölenler
kurtuldu, şehit oldular; sağ kalan bizler acıyı yaşıyoruz. İnanın yaşayan
ölülere döndük. Uykumuz yok. Yediğimiz hiçbir yemekten tat alamıyoruz. Yemek
yemenin bir anlamı ve tadı kalmadı. Temizlik, ev işi, her şey boş geliyor
insana. Sürekli acı içindeyiz. Ne zaman toparlanırız bilmiyorum. Sanki hiç
düzelemeyecek gibiyim. Dünyanın boş olduğunu biliyorduk ama bunu yaşamak ve
hissetmek başka bir şeymiş. Allah kimseye böyle acılar yaşatmasın.
Depremzede
o kadar çok insan var ki bu KYK yurdundan daha iyisi bize sağlanamazdı
herhalde. Tabii ki yurt insanın kendi evi ve memleketi gibi olmuyor. Burada tek
bir odanın içindeyiz. Ama yemek veriliyor, ısınıyoruz. Başka ihtiyaçlarımız da
karşılandı. Giyecek kıyafetler getirildi. Daha ne isteriz.”
Aslen
Erzurumlu olup 28 yıldır Adıyaman merkezde yaşayan insani yardım görevlisi orta
yaşlı bir hanım:
- Depremde
neler yaşadınız, nelere şahit oldunuz?
“Çok acı
şeylere şahit olduk. Depremin ilk günleri sıkıntı çok büyüktü. Üç-dört gün
insanlar enkaz başında yardım bekledi. Çok çaresiz kaldık. 18 yıldır yardım
gönüllüsüyüm; yardım gönüllüsü olup çaresizliği yaşamak meğer bambaşka bir
şeymiş. 28 yıldır Adıyaman’da yaşıyorum; bu kadar çok cesede muhatap olmak beni
bilhassa üzdü. İnsanların cehaletinin ön plana çıkmasına da şahit oldum. İkinci
günün gecesinde -yıllarca spor yaptığım- Gençlik ve Spor Müdürlüğüne gittik.
Eklektiği, suyu ve hiçbir görevlisi yoktu. Su içmemiş, ekmek yememiş ve bu
yüzden sütü kesilmiş lohusa hanımlar vardı. Onlara yiyecek bir şeyler bulma
ümidiyle marketlere gittiğimde eşya yağmalayanları görmek beni çok üzdü; bir an
kendi kendime acaba şehrimde hırsız olmayan kaldı mı diye düşündüm. İnsanların
çaldıkları eşyaları gördükçe acayip derecede psikolojim bozuldu. Ya poşet
çalınır mı? Çek-as çamaşır asacaklarını arabasının arkasına keyifle atanları
gördüm. Lohusalar için su ve bisküvi bulmaya gitmiştim, ama o manzara
karşısında kendimi tutamadım. Bu insanlarla birlikte yaşıyoruz biz. Enkaz
başına yardıma koşan insanlar -kimi ağır, kimi orta, kimi hafif hasarlı- evlerinin
kapısını bile kapatamadan dışarı çıktılar; o insanların evlerinin aynı
mahalledekilerce nasıl yağmalandığını gördüm. Komşu komşuya bunu yapar mı? On
üç gün kadar arabanın içinde, kapımın önündeydim. Mahallemde evi sağlam
olanların hasarlılara gelen yardımlardan kendilerine alıp evlerine
taşıdıklarını gördüm. Bu beni o kadar derinden yaraladı ki insanlara olan
güvenim kırıldı.”
- Peki,
o gördükleriniz eskiden iyi insanlar mıydı? Depremin şokuyla mı davranışları
değişmişti?
“Bir
anda o kadar çok hırsızın ortaya çıkmasını benim aklım almıyor. Demek ki
eskiden de içlerinde varmış. Bunlar bir anda olacak işler değil. Yağmacılarla
birebir görüşmüş değilim. Ama markete su, bisküvi vs. için gelirsin, bunu
anlarım; ama depremi yaşamış biri olarak elektronik eşyaları, poşetleri,
çek-asları, parfümleri çalmak için nasıl gelebilirsin? Bu, bende sosyal bir
yara bıraktı.
Yine
birçok yakınımızı kaybettik. Ben bir yetim derneğinin gönüllü başkanlığını
yapıyordum. Bir sürü yetim ailelerimiz enkaz altında kaldı, onlara ulaşamamak
bizi kahretti. Keza yardım kuruluşlarını sahada görememek de bizi çok üzdü. Ne
asker ne polis ne jandarma hiçbir şey yoktu. Öyle ki herkes enkaz altında kaldı
zannettim. Kızılay’ı beşinci-altıncı gün görebildim. Bütün bunlar bizi çok
yıprattı.”
-
Hayatınızda neler değişti?
“Bakış
açım değişti. Ben şahsen değişmedim; deprem öncesi neysem oyum. Çok şükür ki bu
toplum için özveriyle çalışan insanlardan olmuşum. Ve kendim gibi özverili olan
birçok Adıyamanlıyı da, başka şehirlerden yardıma koşan gönüllüleri de gördüm,
Allah’a şükür…
Derneğimize
gelen yardımları hemen listeyi oluşturup muhtaçlara ulaştırırdık. Parayı veren
ile alan birbirini görmezdi. Depremin ertesi günü derneğimizin sadece
koltukları ve bilgisayarları çalınmıştı. Dışarıdan bize emanet olarak verilmiş
her şey duruyordu. Buna o kadar çok şükrettik ki.
Yardım konvoyları geliyordu ama onları organize edecek hiçbir Allah’ın kulu yoktu. Biz hanımlar olarak gelen yardımların organizasyonunu yaptık. Hava aşırı soğuktu. Erzurumluyum. Dedim ki Adıyaman Erzurum’a o gün döndü. Dışarıdan yollanan kıyafetler çok değerliydi. Bize ilk yardım getiren, Mardin Kızıltepe’den gelen Beşir Derneği oldu. Allah hepsinden razı olsun. Ama depremde yaşananlar beni şok etti. İnşallah geleceğimiz güzel olur. (Kalbini göstererek) şuradaki binamızı sağlamlaştırırsak bir daha binaların altında insanlarımız ölmezler.”
Adıyaman’da
İslami İlimler Bölümü ikinci sınıf öğrencisi bir genç kız:
“Sanki
mahşer yeri gibiydi. Adıyaman merkezde itfaiyenin karşısında oturuyorduk.
Enkazdan zor çıkmış, her yerinden kan akan insanlar kendilerini itfaiyenin
önüne atmışlardı. Yan dönmüş binalardan insanlar bağırarak itfaiyeyi
çağırıyorlardı. Ama itfaiye yardıma gidemiyordu. İtfaiyeciler bile o esnada
yere çöküp hüngür hüngür ağlıyordu. Gelen giden itfaiye aracının kaputuna
vuruyor ama itfaiye de trafikteki arabalar yüzünden yerinden çıkamıyordu.
Trafik kilit olmuştu. Sadece benim gözümün önünde dört-beş kaza oldu. O kadar
fena yağmur yağıyordu ki orada duramadık; çünkü itfaiyenin de çökme ihtimali
vardı. O esnada halamın eşi arabayla gelip bizi aldı ve tarla gibi bir yere
götürdü. Biz oradayken öğlenki ikinci deprem yaşandı. İki aile dört arabaya
sığmaya çalıştık. İçme suyu yoktu; yanımızdaki çocuklara yağmur suyunu
ellerimizle içirdik. Arabada çocuklar sürekli ne zaman yardım gelecek diye
soruyordu. Strese bağlı bir de kusmalar yaşandık. Ortalık bayağı kötü oldu.
Sonraki günlerde enkaz altında kalan cesetlerden kokular etrafı kapladı ve bu
yüzden de kusanlar oldu. İlk üç gün yağmur yüzünden arabadan kendimizi dışarı
atamadık. Gecelikle sokağa çıkmıştık zaten, ayaklarımızda çorap bile yoktu; öylece
kaldık. Isınmak için yaktığımız ateşin dumanından dolayı kıyafetlerimiz giyilemez
durumdaydı, ama hala üstümüzdeydi. Bir hafta sonra dış kıyafet bulabildik. On
beş gün sonra ilk kez duş alabildik; o da babaannemin köyde yaşaması sayesinde.
Bu arada benim yaşadığım, başkalarının yaşadıklarına kıyasla hiçbir şey. Bizim
en çok elimizi kolumuzu bağlayan şey, yanımızda dört tane çocuk olmasıydı.
Yiyecek derseniz, bisküvi ile üç gün geçirdik. İnsanların yardımı olmasaydı daha
kötü durumda olabilirdik. Dördüncü-beşinci gün yardımlar gelmeye başladı. Ama
bizim geçmişte bir evimiz, yuvamız, iyi bir hayatımız vardı; insanlardan yardım almaya hiç alışmamışız ki.
En çok insanlardan yardım alırken zorlandık.
Bir ay
sonra bu KYK yurduna geldik. Şu an iyiyiz; ama daha önce çok zorlandık.
Özellikle lavabo ihtiyacı çok büyük bir sıkıntıydı. İki haftada bir ancak köye
gidip banyo yapabiliyorduk. Affedersiniz, tuvalet için başta teyzemin bahçesine
gidiyorduk. Ama bizim gibi imkânı olmayanlar etrafa yapmak zorunda kaldılar.
Zaten o yüzden yoğun kokular yükseldi, etraf pislik doldu. Köyümüz AFAD’ın 2 km
ötesindeydi. Babam yaya olarak çadır almaya gitti; ama ‘çadırlar kontrolsüz
dağıtıldı, şu an elimizde hiç kalmadı’ demişler. Daha sonra başka şehirlerden
askerler çadır getirdi. Biz on gün sonra çadır alabildik. Sağ olsun bir AFAD
görevlisi ‘Sizi çocuklarla arabanın içinde bu halde gördükçe benim içim
gidiyor’ dedi ve bize iki tarafı açık, sadece üstü naylon olan bir yer
gösterdi. ‘İki gece burada idare edin, ben size çadır ayarlamaya çalışacağım’
dedi. Çok şükür, o akşam çadır geldi. Çadırımız oldu, ama ısınma imkânı
bulunmadığından sabah kalktığımızda üstümüzde çiğ gibi su damlacıklarıyla
uyanıyorduk. Kafamızı bile yorganın içine koyuyorduk.
Adıyaman’da bir eski, bir de yeni mezarlık alanı var. Depremden sonra açık alan olduğundan biz bu iki mezarlığın arasına gittik. Cenaze arabalarının sesi bir saniye bile kesilmedi. Hiç ambulans yoktu, ama sürekli cenaze arabası geliyordu. Mezarlıklar doldu. Mahallede beraber oyun oynadığım arkadaşlarımdan vefat edenler çok oldu. Hepsi de benden küçüktü. İnsanlar çok zorluklar yaşadı.”
Adıyamanlı
yaşlı bir hanım:
“27
akrabamı kaybettim. Dayılarım öldü; dayımın gelini, kızı, oğlu, eşi, torunları;
kardeşimin oğlu, hanımı, kızı hep genç genç öldüler. Adıyaman bulvarda
karşılıklı binalarda oturuyorlardı hepsi de. Erkek kardeşimin eşi, kızıyla birlikte
üç aydır Ankara’da yoğun bakımda; kafasına otuz dikiş atmışlar, boyun ameliyatı
yapmışlar, felç kaldı. Depremden iki saat sonra enkazdan çıkartıldı ve ölü diye
hastaneye götürüldü, ama yaşıyormuş; ambulans uçakla hemen Ankara’ya
kaldırıldı. Ankara’da sağ olsun bir ablası var, ilgileniyor. Annenin haberi yok
oğlunun öldüğünden. Onun eşi olan kardeşim ise Kanada’da; evladı öldü, hanımı
ve kızı yoğun bakımda, kayını gitti; ama Kanada’ya kaçak gittiği için
Türkiye’ye gelemiyor.
Sabah
4’te evlerimiz beşik gibi sallandı. Kimimiz başı açık, kolu kısa pijamalarla
dışarı kaçtık. İki gün yağmur altında kaldık. Biz yedinci katta yaşıyorduk,
evlerimiz dümdüz oldu. Hiçbir şeyimiz kalmadı. Telefonlar ve şarjlar yoktu;
kimse kimseye ulaşamıyordu. Perişan olduk. Arabası olanlar bindi kaçtı. Herkes
bir yere dağıldı. Bizim gibi arabasızlar ortalıkta kaldı, perişan oldu.
Hayırsever bir vatandaş bizi evine aldı, elli gün misafir etti. Sonra Mardin’e
bu KYK yurduna geldik.
Sağ
olsun devletimizden bu yurtların kapılarını bize açtı; yemeğimizi ve diğer
ihtiyaçlarımızı karşılıyor. Ama kayıplarımız çok, acılarımız dinmiyor. Bir
lokma yemek yesek de yaşananlar aklımızdan çıkmıyor, sürekli bunları
konuşuyoruz… Eşimin maaşı ve sigortası yok; kaza yaptığı için ayağı ve koluna
platin takılmıştı, çalışamıyor. Seçimde oy kullanmak için Adıyaman’a gidecek
yol paramız yok. Oyumuzu kullanamayacak mıyız? Bize bir imkân sunulması lazım.
Çaresiziz.
Devlet Adıyaman’a üç gün ulaşamadı; ulaşabilseydi belki bizim can kayıplarımız bu kadar olmazdı. Ankara’ya en başta Adıyaman’da bir şey yok diye haber gitmiş. Nasıl bir şey yok? Adıyaman bitti. Gencecik insanlarımızı yitirdik. Dayımın oğlu on bir gün enkaz altında canlı kaldı, ama kurtarılamadı. Diğer yeğenim dört gün enkazda kalıp can verdi. Bu acılar nasıl dinecek? Devlet bize bir kapı açsın. Her şey yemek içmek değil. Çok mağduruz. Cebimizde tek kuruş kalmadı. Şu an başkalarının ayakkabısını giyiyoruz; ama ayak numaramız farklı olduğundan yaralar çıkıyor. Depremden iki ay evvel oğlumu evlendirmiştim; dayalı döşeli evden geriye hiçbir şey kalmadı, ama düğün ve eşyaların borcu bitmiş değil. Yine de şükrediyoruz hayattalar diye. Oğlum eşiyle birlikte Ankara’ya gitti. İki çocuklu kızımın eşi depremden üç gün sonra kalp krizi geçirip öldü. Kızım yanımda kalıyor, çocukları Sinop’a babaannesinin yanına gitti. Ailelerimiz paramparça oldu. Malatya’da yaşayan kızımın da evi ve dükkânı yıkıldı. Bir zamanlar insanlara yardım edenler şimdi yardım edilen pozisyonuna düştü. Bu çok gurur kırıcı.”
Adıyaman’ın
Gölbaşı ilçesinden orta yaşta bir hanım:
“Biz
neredeyse yirmi gün-bir ay kadar banyo yapamadık. Isınmak için ateş yakarak iki
gün sokakta kaldık. Komşumuzun minibüsünde yirmi-otuz kişi kaldığımız oldu.
Üstümüz ıslaktı, pijamalıydık, çok utanıyordum. Sonra kayınım, çocukları çok
küçük olduğundan eve onlara mont almaya gitti. Elbise dolabı devrilmiş. Onu
kaldırıp hanımının şalvarını alıp bana getirdi. İki gün sonra elektrik kurumuna
gittik, trafonun civarında kalıyorduk. Çalışanlar ve güvenlikçiler burası
tehlikeli, buradan çıkın dediler. Ayrıldık ve bir süre kayınlarımın
çadırlarında kaldık. Sonra annemin yanına köye gidip bir hafta kaldık. En son
bu yurda geldik, çok şükür.”
Adıyamanlı
üç yaşlı hanım:
“Evimiz beşik
gibi bir o yana, bir bu yana defalarca sallandı. Size evin nasıl eğildiğini
göstersem inanmaz, bu ancak filmlerde olur dersiniz. O sırada ‘Allah, biz
gittik’ dedim. Kaçacak bir yer yoktu. Çok şükür, ev başımıza yıkılmadı; ama
orta hasarlı olduğundan eve giremedik. Bardaktan boşalırcasına yağmur
yağıyordu. Arabamıza sığındık. Arabanın dışı yağmur, içi buhardı; elektrik de kesildiğinden
hiçbiri yeri göremiyorduk. Sonra gün ağardıkça bir de ne görelim, bütün binalar
ya yıkılmış ya da hasarlı. Hayatını kaybeden akrabalarımız da oldu. Evimiz
gitti ama canımız kurtuldu diye kurban keselim diyoruz. Birçokları zaten kurban
kestiler; kimse giden malına mülküne bakmadı, canını kurtardığına şükretti. Bu
KYK yurdunun kapısı bize açıldı diye hep şükrediyoruz. Burada sıkıntımız
kalmadı.”
“Deprem ânı, her şey bitti, ölüyoruz diye
düşünüp şehadet getirdik. O sırada herkes kendi derdine düştü. Deprem sırasında
bir anda yıkılan evlerden kurtulan olmadı. Dışarıda ayakta hiçbir bina
kalmamıştı. Elektrik yoktu, telefonlar kesikti. Enkazlar tanıdıklarla doluydu.
Akrabalar, samimi arkadaşlar hep gittiler. Aile apartmanında yaşayan dayımın
kızları ailecek vefat ettiler. Dokuz gün sonra on bir yaşındaki bir çocukları
kurtuldu sadece... Adıyamanlılar olarak çok çaresiz kaldık; çünkü üç gün sonra
imdadımıza yetiştiler. Acımız büyük. Bir arkadaşımın köyü tamamen yerle bir
oldu, 150 akrabası hayatını kaybetti. Bir hafta sonra aradı, neden beni arayıp
sormadın diye sitem etti. Ben kimseyi arayıp durumlarını sormak ve duymak
istemedim; zaten telefonlar kapalıydı, elden bir şey de gelmiyordu. Yağmur
yağıyordu, hava çok soğuktu. Yemek-içmek umurumuzda değildi, ısınabilmek için
sadece battaniye istiyorduk… Adıyaman’a geri döneceğiz illaki. Toprak her
şeyden tatlı. Memleket gibisi yok ki, gözümde tütüyor. Her şeyi çok özledik.”
“Her yer yıkıktı. Enkazlar bütün yolları kapatmıştı. Hiçbir yere gidemiyorduk. İlk üç gün kimse bize yardıma gelemedi. Bir şey de diyemiyoruz ki. Koskoca bir bölge yıkılmış; hepsine ulaşabilmeleri mümkün değildi. Biz bile içeride bir yerden diğerine gidemezken dışarıdan nasıl yardıma gelebileceklerdi?”
Hatay’ın
İskenderun ilçesinde aynı mahallede ama farklı binalarda yaşayan bir anne ve
evli iki kızı:
(Sadece
ses kaydı aldığımdan bazı yerlerde kızların sesini ayırt edemedim; tek kişi
gibi yazmak zorunda kaldım.)
Kızı:
“Eşim çalışmaya gittiği için deprem sırasında ben çocuklarımla yalnızdım.
Normalde biz depremlere alışkınız. Sallanınca aşağı iner, birkaç saat sonra
evimize dönerdik. 4 şiddetinde depremler Hatay’da sıkça yaşanırdı. Hatta bu
depremler bize öylesine normal geliyordu ki aşağı inenlere gülerdik bile. Ama
bu deprem çok kötüydü. Aşağı nasıl indik, o da bir mucize. Meğer binamız arkaya
kaymış ve yan yatmış, o sırada farkında bile değildik. Deprem biraz daha
sürseydi bina tamamen yıkılırdı.”
Kızı:
“Birimizin binası ağır, diğeri orta hasarlı. Bizim orta hasarlı binaya komşular
itiraz etmişler, az hasarlıya çevirtmeye çalışıyorlar. Ama kırk yıllık bina;
yeni bir depreme nasıl dayanır bilmiyorum. Komşular, orta hasarlı binalara
ancak beş yıl sonra ev verilir, biz bu süre içinde nerede yaşayacağız diyor.
Biz de hasarlı evimize nasıl gireceğiz diye korkuyoruz. Eşya almaya
girdiğimizde bile camlar ve duvarlar patlamış haldeydi.”
Kızı:
“Bizim duvarlar patlamadı ama bina yan yattı. Etrafımızdaki binalar ise çöktü.
Genel olarak İskenderun’da binalar birinci katlar üzerine oturdu. Üst
katlardakiler çıkabildi; olanlar bodrum ve zemin kattakilere oldu.”
(Sadece
İskenderun’da değil, Hatay’ın diğer ilçelerinde de apartmanların birinci katlar
üzerine oturduğunu duyunca Antakya merkez ve çevresinde yol boyu çektiğim
hasarlı bina fotoğraflarını tek tek inceledim. Hakikaten ayaktaki binaların
birçoğunun zemin katı görünmüyordu.)
Anne:
“Allah kimseye böyle felaket yaşatmasın, düşmanımıza bile. Her şey yerle bir
oldu. Bizim bina yıkılmadı; ama duvarlar ve pencereler patladı, her şey çöktü.”
Kızı:
“Annemlerin bitişiğinde askeri lojmanlar vardı. İlk sarsıntıda camlar patlamış.
Annem oraya bombalı saldırı oldu sanmış. Kısa süre sonra deprem olduğunu
anlamışlar tabii. Şaşkınlıkla kapının altında kalmışlar. Cam kapı annemlerin
üzerine patlamış. Parmakları ve ayakları kesildi annemin.”
Anne:
“Ne yapacağımızı bilemedik. Camın altına girdik. O an hiçbir şeyi bilinçli
yapmıyorsunuz ki.”
Kızı:
“Öyle bir ortamda akıl devreden çıkıyor zaten.”
Anne:
“Şehadet getirmeye başladık, öleceğimizi zannettik. Gece karanlıktı; dışarıda
neler olup bittiğini bilemedik. Çorapsız, yalınayak, pijamalı sokağa çıktım.
Allah’tan başımda yazmam vardı.”
Kızı:
“Ben de aksi gibi o gün ince pijama giymiştim. Günlerce sokaklarda kaldık.
Ertesi gün kayınım girip bize kalın bir şeyler getirdi. Evleri sağlam olan
hayırseverler de battaniye getirdiler… Eşim işsizdi ama en azından evimiz
vardı. Evlerimizden, düzenimizden koptuk. Çocuklarım okullarından koptular.
Burada okula zar zor yolluyoruz; arkadaşlarını, öğretmenlerini
istiyorlar.”
Anne:
“Buraya ilk geldiğimizde çok ağlıyordum. Deprem Allah’ın takdiri; boynumuz
kıldan ince, ona diyecek bir şeyimiz yok. Ama gördüğümüz manzaralar, enkazlar,
enkaz altında kalanlar o kadar korkunçtu ki kendimi unutup hep onlara ağladım.
Yakınlarını kaybedip kendisi sağ kalanlar neler yapıyorlar, nasıl dayanıyorlar?
Parmaklarım, ayaklarım kesilmişti hep. İlk gün komşu beni sağlık ocağına
götürdü. Çok kalabalıktı. Bir de baktım ki yeğenimin binası yıkılmış, balkondan
çıkmış. Korktum. Her yer bina yıkıntılarıyla doluydu. Enkaz altında kalanların
aileleri feryat ediyordu. Ayrıca sokakta kalan herkes donuyordu.”
Kızı:
“Biz gün aydınlanana kadar bu kadar büyük bir yıkım olduğunun farkında bile
değildik. Evimize geri dönebileceğiz zannettik. Hava aydınlanınca şok olduk;
zaten başımıza hasarlı binalardan taşlar yağıyordu. Arabanın içinde bile
korkuyorduk, acaba başımıza ne gelecek diye. İskenderun’da deniz de taştı.
Liman yandı; onun alevi, dumanı gökyüzünü kapladı. Bir yandan da yağmur
yağıyordu. O gün yaşananlar hiç normal şeyler değildi. Kıyametin fragmanı
diyorlar ya, aynen öyleydi.”
Anne:
“İnsanlar hala ibret almadı, daha da kötü oldular. Her yerde kiralar arttı.
Zalimler daha da pis oldu. O felaketi biz yaşadık, evlerimizden olduk, bin bir
sıkıntı yaşadık; ama evleri zarar görmeyenler sefayı çekti, gelen yardımları
ilk onlar kaptı gitti, çadırları bile aldılar. Bizim ise ne evimiz ne çadırımız
vardı. Mağdurlar sokakta kaldı, mağdur olmayanlar çadırlarda yaşadı. Ne adalet
kaldı, ne iman, ne insanlık.”
Kızı:
“Deprem zaten imanlı olanların imanını artırdı. Diğerleri ibret almadılar.
Ölüme o kadar yaklaştığımız halde iflah olmadılar. Yardım geldiğinde evi zarar
görmeyenler bizden önce sıraya giriyor, bizi de girdiğimiz sıradan
ittiriyorlardı. Kendilerine çadır kurdular; evlerine gidip yemeklerini yiyor,
sonra dönüp çadırda kalıyorlardı. Biz onların kim olduklarını biliyoruz. Üst
mahallelerin zemini kayalık olduğundan oradaki evlere bir şey olmadı. Buna rağmen
bizi ittirip hayırseverlerin bizim için getirdiklerini alıp götürdüler.”
(Gerçek
depremzedeler olarak onlara hiçbir şey demiyor muydunuz diye sordum.)
Kızı:
“Biz şoktaydık, kendi derdimize düşmüştük, ağlayıp duruyorduk, onlara bir şey
diyecek halde değildik. Onlar kendi aralarında neden bize bu yardımı haber
vermedin diye tartışıyorlardı. Evlerimiz, her şeyimiz gitmişti. Ölen, enkaz
altında kurtarılmayı bekleyen komşularımız vardı. Biz halimiz nice olacak diye
ağlarken onlar yardımları ve çadırları topladı. Bizim gidecek yerimiz yokken
çadırkenti onlar doldurdu. Yardımları getirenler nasıl anlasın kim gerçek
mağdur, kim değil diye. Biz canımızın derdine düşmüşken onlar evleri
yağmalamaya başladılar. Tanıdığımız, mahallemizin insanları bunlar.”
Anne: “Ben çorapsız kalmıştım, ama farkında bile değildim. Sinop’tan gelen bir hayırsever, ‘Teyze sen niye çorapsızsın bu soğukta?’ diye sordu. ‘Ben çorapsız mıyım?’ dedim. Yani biz kendimizi bile unutmuş haldeydik. Komşum orada ölürken benim nasıl elim gidecekti gelen yardımları almaya. Anlatacak o kadar çok şeyimiz var ki. Ama biz de bıktık artık bunları anlatmaktan. Canı yanmayanlar yağma yaptı. Canı yanan hiç yağmaya kalkışır mı?”
Hatay
İskenderunlu iki hanım:
“Hatay
haritadan silindi. Akrabalardan vefat edenler var. Gece üst üste iki deprem
yaşadık. Öğlenki depreme de çocuklara makarna pişirmek için girdiğim evimde
yakalandım. Bari abdest alıp şehit olarak öleyim dedim. O kadar kötü sallandık
ki. Kurban olduğum Allah’ım öldürmedi bizi. Evimiz orta hasarlı. Komşular
itiraz edip az hasarlıya çevirtmiş. Geri döneceğiz mecburen, KYK yurdunda
ilelebet kalacak değiliz… Hayatımız o kadar değişti ki herkes Türkiye’nin
farklı bir şehrine dağıldı. Hatay artık boş. Akrabalar, ahbaplar herkes bir
yerde. Telefon açıyoruz, kimse yok. Hayalet şehir diyorlar ya, gerçekten öyle.”
“İskenderun müftüsü Osman Şekercioğlu Hoca, Allah kendisinden razı olsun, herkesten evvel koştu. Daha depremin ilk günü bütün müftülüğü seferber etti; gıda temini için koşturdular. Bizzat şahidim. Sonra askerler geldi, enkazlarda nöbet tuttular. İhtiyacı olmayanlar bile marketleri yağmalamaya girişmişti. Kendi mahallelimiz A101’in camlarını kırıp yağmaladı, içinde tek bir şey bırakmadı, arabasına ne bulduysa istifledi. Düşünün, daha henüz açlık, susuzluk başlamadan ilk gün bunu yaptılar. Biraz dur, bekle, neden anında saldırıyorsun marketlere? Neler yaşanmadı ki deprem bölgesinde…”
Malatyalı
bir hanım:
“Malatya’nın
Vali Konağı Caddesi’nde oturuyorduk. Saat 4 gibiydi, teheccüt namazını kılıp
yatmıştım. Öyle bir uyuyakalmışım ki depremi ilk başta fark etmedim. Kızım
‘Anne kalk’ diyerek dürtüyordu. Bana nasıl bir sekinet çöktüyse ‘Durur kızım,
merak etme’ dedim. Kızım beni ittirmeye devam etti; eşim de kalk diye bağırdı.
Ben tekbirler ve salavatlar getiriyor, ‘Tamam, duracak’ diyordum. Sonunda ‘Sen
delirdin mi, inelim aşağı’ dediler. Herhalde o sırada bilincim gitmişti. Aşağı
indiğimizde kar yağıyordu. 1999 depremini de İstanbul’da yaşamıştık. Kızım
‘Burada durmayalım, evler başımıza yıkılacak’ dedi. Zafer Mahallesi’ne girince
tam önümüzde bir ev yıkıldı, her yer toz duman oldu. Sabah 6’ya kadar dışarıda
donduk.
Öğlen
saat 1’e doğru eşim, Valilik binasının arkasındaki internet kafeye bizi
götürdü. Giriş katında yer yoktu. Kollarımdan tutup beni zar zor ikinci kata
çıkardılar. Sabahki depremden korkmamıştım; öğlen yine kafede sallandık. Deprem
vurdukça masa havaya kalkıyor, savrulmasın diye ellerimizle tutuyorduk. Herkes
çığlık atıyordu. O zaman aklım başıma geldi; dedim bu deprem falan değil, bu
bir kıyamet, mahşer günündeyiz. Salavatlar getirmeye başladım. Çok zordu. Aşağı
inmek için merdivene geldiğimiz an yine sallanmaya başladık. Sonra dışarı
çıktık, kar yağıyordu. Başka bir kahvehaneye girdik; içeride elli-altmış kişi
vardı. Kalorifer yoktu; kalabalıkta insanların nefesiyle ısındık.
Arabamızın
benzini bitti; üç gün benzinsiz kaldık. Bu süreçte soğuktan sağ ayağımı
kaldıramadım, felç oldu sandım. Beni hastaneye götürdüler. Doktor iğne vurdu,
ilaç verdi; ‘Korkudan olmuştur, geçer’ dedi. Arabaya girdik, ama donuyoruz…
Allah razı olsun, biri benzin bulup getirdi. Ondan sonra altı gün arabada
kaldık.
Yemek
dağıtımı olduğu söyleniyordu, ama biz görmedik. Kahvehanedeki adam çay
demliyordu. Günde iki defa avuç içi kadar bir sandviç yapıp veriyordu.
Sonra
köyümüze gittik. Akrabaların durumu çok iyi; senede milyonlarca liralık kayısı
satıyorlar. Allah kimsenin başına vermesin; on gün sonra eltim, ‘Gidin artık,
ben sizinle aynı evde yapamam’ dedi. Mecburen oradan da ayrılmak zorunda kaldık.
Ağır
hasarlı olduğu halde evimize dönüp en azından üst başımızı alalım dedim. Eşim
de kızım da eve girmeye yanaşmadı. Ben gittim. Hatim başladığım iki Kur’an-ı
Kerim’im vardı. Hemen onları kucaklayıp arabaya döndüm. Eşim bu sefer ‘Git
benim ilaçlarımı da getir’ dedi. İlaçlarımızı da getirdim. Sonra arabaya inince
5,6’lık deprem başladı (27 Şubat tarihi). Arabamız biz içinde olduğumuz halde
havaya kalkıyordu.
Malatya’da kalacak yer bulamayınca Mardin’e geldik. Nereye gideceğimizi bilemedik. Sağlıkçıların bir yerine gittik; günlüğü 400 TL idi. Orada bize 12.000 TL masraf çıktı; biz ne yiyip ne içecektik? Cuma günü camide depremzede olduğumu fark eden bir kadın ‘KYK yurdu ücretsiz, oraya gidin’ dedi. Zaten paramız da kalmamıştı. Buraya geldik. Bize bir oda ve yiyecek verdiler, sağ olsunlar. Oda sıcak, banyo yapabiliyoruz, daha ne isteyelim.”
Mardin
ve Diyarbakır’da görev yapmış bir manevi danışmanın depremzedelerden
dinledikleri:
- Manevi
danışmanlık göreviniz sırasında birçok depremzedeyi dinlediniz. Neler
yaşamışlar, aklınızda kalanları paylaşır mısınız?
“Her yer
karanlıkmış ve cesetlerle doluymuş. Bazı cesetler paramparçaymış. Karın,
dondurucu soğuğun altında kalmışlar. Gece susuzluktan depremde ölenlerin
kanlarının karıştığı necis suları içmek zorunda kaldık diyenler oldu.
Gidebilecek yerleri olmadığından gün ağarana kadar mecburen cesetlerin yanında
kalanlar olmuş. Karın altında kalan bazı çocuklar zatürreye veya bağırsak
iltihabına yakalanmış; insanlar çeşitli hastalıkla mücadele etmek zorunda
kalmış. Çadırlarda kalanlar uyuz gibi hastalıklara yakalanmış. Hijyen sıfırmış.
Çok büyük sıkıntılar yaşamışlar. İnsanlar yakacak olmadığından kalabalık alanda
birbirinin nefesiyle ısınmış.
Öğrenci
olan kardeşim depreme Malatya’da yakalandı. Bir anda KYK yurtlarından ayrılmak zorunda
kaldılar. Onlara ulaşabilen tek yiyecek ekmek ve soğuk çorbaydı… Biz
Mardinliyiz. Depremi diğer şehirlerdekiler gibi yaşamadık, evlerimiz yıkılmadı;
ama çok sallandık, aynı korkuyu iliklerimize kadar hissettik. Evlerimize
giremedik, arabalarda geçirdik. Manevi danışman olarak Diyarbakır’da ve
Mardin’de görev yaptım. Depremzedeler çok zor durumdaydı.”
-
Depremzedeler manen ne durumda? Deprem felaketi imanları artırdı mı azalttı mı,
gözlemleriniz ne yönde?
“Ben
iman kuvvetini gördüm ve hayretler içinde kaldım. Adıyamanlı bir hanım evini ve
birçok yakınını kaybetmişti; ama ‘Allah’a şükür’ diyordu. İnsanlar ‘Rabbime bin
şükür, nefes alabiliyorum ya’ diyordu. Diyarbakır’dan bir kadın da
‘Elhamdülillah, çadırdayız ve rızkımız geliyor. İhtiyaçlarımız karşılanıyor.
Allah devletimizden razı olsun’ demişti. İnsanlar müteşekkirler. Bir başka
Adıyamanlı ‘Allah’a şükür ki soğukta değiliz’ dedi. Yani depremzedeler en küçük
bir şeyin bile şükrü içerisindeler.”
- Çünkü
soğuğu günlerce yaşadılar; ne kadar korkunç bir şey olduğunu biliyorlar…
“Evet. Günlerce karda kışta sokaklarda kaldılar. Gideceği hiçbir yeri olmayanlar vardı, çadır bulamayanlar oldu. Diyarbakır’da yağmur, çamur altında kalanlar oldu. Her çadırdan öksürük sesleri yükseliyordu. Allah hepsinin yardımcıları olsun. Ama dediğim gibi, imanları çok fazlaydı. Hatta bir hanım eşinin artık içkiyi bıraktığını söyledi; kendisi namazlarını kılmaya başladı, başını gelişigüzel ve düzensiz örterken artık düzgün bir şekilde kapatıyor. İnsanlar artık ahirete daha fazla önem veriyor. Kur’an okumayanlar okumaya başladı. Genç kızlarımızdan örtünenler oldu.”
SONSÖZ
26 ve 27
Nisan’da Hatay-Kırkhan ve Antakya ile Gaziantep-İslahiye’de deprem bölgesini
ziyaretimin ardından, Beytülmakdis Kitap Fuarı çerçevesinde bir konuşma yapmak
üzere gittiğim Mardin’de depremzedelerin kaldığı KYK yurdunda röportaj imkânı
ayarlayan Mardin TÜGVA Temsilcisi Sayın Muhyettin Ertaş’a ve yurt ziyaretimde
bana eşlik eden Zeynep Kumaç ve Şükran Pekasil’e müteşekkirim.
Önceki günler hem deprem bölgesine varışımın elimde olmayan sebeplerle saatlerce gecikmesi yüzünden hem de yardım dağıtımına odaklandığımdan depremzedelerle röportaj yapma imkânım çok kısıtlı kalmış ve bu yüzden üzülmüştüm. Bu yurtta kaldığım iki saat içinde yaşlısı genci 20’ye yakın depremzedeyle görüşme imkânı bulmam benim için çok değerliydi. En önemlisi, gidemediğim Adıyaman, Malatya ve Hatay-İskenderun’dan depremzedelere burada tesadüf edip onların hikâyesini dinleyebilmiş olmamdı. Bundan sonra Kırkhan, İslahiye ve Antakya’da yaptığım röportajları paylaşacağım.
Gerçekten yaşamayan bilemiyor okurken kötü oldum kardeşlerimiz bunları yaşadı Rabbim ecirlerini arttırsın cenneti kazanmaya vesile olsun Rabbim bizlere merhamet etsin
YanıtlaSil