ARAP ONURU DA BİR GERÇEK, ARAP BAŞARISIZLIĞI DA
Steven Cook (Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı; son kitabı “False Dawn: Protest, Democracy, and Violence in the New Middle East”)
Foreign Policy, 17 Aralık 2020
Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 24.12.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/arap-onuru-da-bir-gercek-arap-basarisizligi-da/
İngilizcesi “Arab Dignity Is Real. So Is Arab Failure.” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
Özet: Tunuslu
seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan ve Arap
dünyasını sarsan olayların üzerinden 10 yıl geçti. Arap Baharı kışa döndü mü?
Ayaklanmalar devrim miydi? Hangi ülkede 10 yılda ne oldu?
Bundan
tam on sene evvel, Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin ekmek ve onur
arayışıyla kendisini yakmasıyla Arap dünyasını kökünden sarsan depremler ardı
ardına tetiklenmişti. Rejimlerin başları devrilmiş, ancak onların kurdukları
sistem -dış güçlerin eski rejimlerin adamlarıyla el ele vermesiyle- ayakta
kalmış ve bölgede köklü bir değişime set çekilmişti.
Dış
İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika araştırmaları kıdemli uzmanı Steven Cook,
‘Arap Baharı’nın 10. yıldönümü olan 17 Aralık tarihinde Foreign Policy dergisi
için “Arap Onuru da Bir Gerçek, Arap Başarısızlığı da” başlıklı bir yazı kaleme
aldı.
False
Dawn: Protest, Democracy, and Violence in the New Middle East (Hayal
Kırıklığıyla Sönen Umut: Ortadoğu’da Protesto, Demokrasi ve Şiddet) başlıklı
yeni kitabından hareketle daha evvel kaleme aldığı “Ortadoğu’da Ümidin Sonu”
yazısının tercümesini 10 Eylül’de bu mecrada yayınlamıştık. Bu yeni yazısında
‘bir bakıma şiirsel bir adlandırma’ olarak nitelediği ‘Arap Baharı’nı ve on
sene sonra Arap halk ayaklanmalarının ne anlam ifade ettiğini tartışıyor.
Cook
yazısının başında Arap halk ayaklanmalarının sürprizliğini şöyle anlatıyor:
“Tunus’un Bin Ali’sinin de düşmesi beklenmiyordu, Mısır’ın Hüsnü Mübarek’inin de. Keza Libya’nın Muammer Kaddafi’sinin başkent Trablus’tan çıkacağı tahmin edilmiyordu. Ali Abdullah Salih’in toplu iğne ucunda dans etme sanatında, yani Yemen siyasetinde ustalaştığı sanılıyordu. Esadların Suriye’yi bağladığı düşünülüyordu. 2010 sonu ve 2011’in olayları -en azından Batılıların çoğu için- o kadar sıradışı ve o kadar beklenmedikti ki gazeteciler, uzmanlar ve yetkililer bunlara topluca Arap Baharı demeye başladı.”
‘Arap
Baharı’ kışa döndü mü?
“Arap
Baharı’nın nasıl kışa döndüğüne dair pek çok makale yayınlandı, ama belki de
bunu söylemek için henüz çok erken. Ne de olsa 1968’deki Prag Baharı acımasızca
ezilmiş, ancak yirmi sene sonra Çekler ve Slovaklar komünist yönetimi
başlarından atmıştı.” diyen yazar, şöyle devam ediyor:
“Muhammed
Buazizi’nin kendini yakmasından bu yana Ortadoğu’da çok şeyin değiştiği doğru.
Ayaklanmalar bölgedeki söylemi değiştirdi, güç merkezlerinin ele geçirilemez olmadığını
gösterdi ve daha iyi bir gelecek vaadine ilham kaynağı oldu. (…) Ancak
rejimlerin savunucuları da kendi dönüşümlerini yaşadı. Onlar için savaşın
şartları değişti. On sene önce baş gösteren olayları bir sapma, doğal düzeninin
bozulması olarak görüyorlar ve dolayısıyla kamusal, özel ve sanal alanların bir
daha muhalefet alanları haline gelmesine asla izin vermemeye kararlı
görünüyorlar.”
Peki
rejimlerin muhalefete hayat alanı tanımama kararlılığı her şeyi kontrol altına
alabildikleri anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Cook bu konuda mücadelenin
sürdüğünü şu satırlarıyla ortaya konuyor:
“Mısır güvenlik teşkilatlarının son on senede ne kadar çok ders aldığı göz önünde bulundurulduğunda, ‘Hepimiz Halid Saidiz’ Facebook sayfasının kitlesel bir seferberlik mekanizması olması bugün çok daha zor. Yine de Mısır’ın mevcut subay kadrosu ve bölgenin diğer yerlerindeki meslektaşları, on sene evvel ülkelerinin istikrarından sorumlu olanlardan daha fazla her şeye vâkıf durumda değiller. Sonuç, adil ve şeffaf toplumlar tahayyül eden aktivistlerin -kaçınılmaz tutuklanmalarından evvel- Ortadoğu toplumlarında otoriterliğin yeniden kurumsallaşmasından sorumlu olanlara karşı rekabete girdikleri tuhaf bir dinamik.”
Ayaklanmalar
devrim miydi?
Yazar,
Arap ülkelerinde gelecekte ne yaşanacağına dair öngörülerin bundan on sene önce
neler olup bittiğine dair kanaatlerle doğrudan bağlantılı olduğunu ve fakat bu
konuda beklenenden daha az mutabakat bulunduğuna belirtiyor.
“Ayaklanmalar birer devrim miydi? Kabaca bakıldığında devrim gibi görünüyor. İnsanlar ayaklandı ve liderler düştü. Ancak devrimler bundan çok daha karmaşıktır. Hem siyasal sistemin hem de karşılıklı olarak birbirini pekiştiren toplumsal düzenin yıkılmasını gerektirir. 1979’da İran’da olan tam da buydu, ancak 2010-2011’de Arap ülkelerindeki bu değildi” diyor.
Hangi
ülkede ne oldu, ne değişti?
Yazısının
devamında Cook, tek tek ülkelerde neler yaşandığını kısaca anlatıyor. Diğer
ülkelere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydetse de Tunus’ta bir devrim
yaşanmadığı kanaatinde. Diyor ki, bu ülkede “Tam olarak bir antlaşmayla olmasa
da, krizleri önlemek veya aşmak için liderler arasında bir dizi pazarlık ve
tekrar tekrar pazarlıklar yoluyla bir geçiş yaşadı. Bunların hepsi Tunus’un
vatandaşlık kültürünün bir kanıtı; ancak Bin Ali’nin yönetiminin destekçisi
eski toplumsal düzen hâlâ ayakta.”
Mısır’da
25 Ocak ayaklanmasından18 gün sonra Mübarek’in düşüşü romantik bir şekilde
devrim diye adlandırılsa da Cook, aslında bunun -tıpkı 2013’te Sisi’nin yaptığı
gibi- silahlı kuvvetlerin bir darbesi olduğunu vurguluyor. “Mısır’da bir
liderlik değişimi oldu; ancak siyasi düzen ve toplumdaki hâkim güç kalıpları
değişmeden aynen kaldı” diyor.
Yazara
göre, Libya belki de bir devrime en çok yaklaşan ülkeydi. “Ancak bazı siyasi
elitlerin barışçıl ve demokratik bir ilerleme sağlama yönünde ellerinden gelen
çabayı sarf etmelerine rağmen, toplumsal düzen dağılmadı ve ülke üzerinde
parçalayıcı bir baskı oluşturdu. İnsanlar 15 Şubat ayaklanmasının ardından
gelen kaotik dönemde yardım ve destek için kabilelerine ve bölgelerine sarıldı.
Kaddafi döneminde kabile ve bölgenin önemi göz önüne alındığında bu pek de
şaşırtıcı değildi; ancak dar siyasi menfaatlerin kısa süre sonra galebe çalması
ve Libya’yı parçalaması baş döndürücü hızda bir dizi milis kuvveti, iki
hükümet, aşırıcı gruplar ve bölgesel vekalet mücadelesine dönüşen bir iç
savaşla sonuçlandı.”
Beşşar
Esed barışçıl göstericilere kurşun ve işkenceyle karşılık verdiğinden, Cook’a
göre, Suriye hiçbir zaman bu kadarcık bile mesafe kaydedemedi. “On sene sonra
Suriye, öylesine acımasız ve yıkıcı bir çatışmayla paramparça oldu ki,
ölenlerin ve yerinden edilenlerin sayısını tekrarlamak bile neredeyse anlamsız;
zira sayılar görünen o ki hiçbir anlam ifade etmiyor.”
Cook,
yazısının sonunda “Bunlardan acaba hangisi bir ‘bahar’? Ve bu, gelecek hakkında
kime ne söyleyebilir?” diye soruyor. Ardından özetle şöyle diyor:
“‘Arap
Baharı’ adlandırmasının özünde, gürleyen ‘ekmek, özgürlük ve sosyal adalet’
çağrılarıyla liderlerin saraylarından çıkarılmasının akabinde iyi şeylerin
muhakkak geleceği varsayımı vardı. Ancak son on seneye dönüp baktığımızda,
birinin çıkıp da ayaklanmaların kederden çok daha fazlasını ürettiğini
savunmaya kalkışmasını idrak etmek zor. Yine de bu, ayaklanmaların bir hata
olduğu anlamına gelmez (…). Tunuslular, Mısırlılar, Libyalılar, Suriyeliler,
Yemenliler, Bahreynliler ve diğerleri, içinde bulundukları acı şartlara karşı
daha iyi bir gelecek talep etmek için ayaklanmışları; ama ekseriyetle
bastırıldılar.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder