15 Nisan 2021 Perşembe

I.RABINOVIÇ: İSRAİL, İSYAN ÖNCESİ VE SONRASI SURİYE POLİTİKASINI NASIL İYİCE ÖLÇÜP BİÇTİ?

 

İSRAİL, İSYAN ÖNCESİ VE SONRASI SURİYE POLİTİKASINI NASIL İYİCE ÖLÇÜP BİÇTİ?

Itamar Rabinoviç (Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu tarihi emekli profesörü ve eski rektörü; New York Üniversitesi ordinaryüs profesörü; İsrail’in eski ABD Büyükelçisi (1992-1996) ve 1990’larda Suriye-İsrail barış sürecinde baş müzakereci)

Newlines Magazine, 22.3.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor

 

NOT: “How Israel Weighed Its Syria Policy, Before and After the Uprising” başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

 

2011 Suriye isyanı, İsrail ve Suriye’nin ABD’nin arabuluculuğunda dolaylı müzakerelere giriştiği bir dönemde patlak verdi. Bu, Amerikan Başkanı George H.W. Bush yönetiminin Körfez Savaşı akabinde Ekim 1991’de Madrid Konferansı’nı toplamasıyla başlayan 20 yıllık dönemde İsrail-Suriye çatışmasını çözmek üzere girişilen son çabaydı. Birçok ciddi müzakere çabası daha evvel aktif düşmanlık dönemleriyle kesintiye uğramıştı. 2010-2011’de Amerikalı iki arabulucu, büyükelçiler Dennis Ross ve Frederic Hof, geleneksel ‘barış için toprak’ formülüne değil, ‘stratejik yeniden uyumlaşma (strategic realignment) için toprak’ formülüne dayalı bir çözüm bulmaya çalıştı.

Bu formülün ana fikri, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’den, İsrail’e İran’la yakın ittifakına son vermeyi teklif etme ve Golan Tepeleri’nden çekilme karşılığında da barış yapma konularında bir taahhüt almaktı. Amerikalı arabulucular bu çabada önemli bir ilerleme kaydedildiğini bildirdiler. Golan’dan çekilme konusunda isteklilik, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun politikasında şaşırtıcı bir unsurdu; ancak bu, kendi adına ciddi bir taahhüt müydü, yoksa Obama yönetiminin Filistin’le anlaşma baskısını hafifletme girişimi miydi, tartışmaya açık. 1993’te İsrail eski Başbakanı İzak Rabin’in Hafız Esed’le müzakerelerdeki tıkanıklığı aşma arayışıyla, ABD Dışişleri Bakanı’na tatmin edici bir barış ve güvenlik paketi karşılığında Golan’dan çekilme konusunda farazi ve şartlı bir hüsnüniyet ‘teminatı’ vererek başlattığı formül üzerinde Netanyahu’nun uzlaşması ilk değildi. Rabin’in Teminatı olarak bilinen teklif, haleflerinden birçoğu –Şimon Peres, Netanyahu, Ehud Barak ve Ehud Olmert– tarafından 1990’lar ve 2000’lerde Suriye’yle yürüttükleri müzakerelerde benimsendi.

Suriye’de isyanın patlak vermesi bu çabayı sona erdirdi. İsyanın ısrarla devam etmesi de İsrail’i bir politika ikilemiyle karşı karşıya bıraktı. İsrail teoride isyanı desteklemeye karar verebilirdi. Ne de olsa Esed, hem bir baş düşman hem İran ile Hizbullah’ın bir müttefiki hem de –İsrail’in 2007’deki hava saldırılarıyla imha ettiği– bir nükleer silah programı geliştirmeye çalışan bir liderdi. 2006’da İkinci Lübnan Savaşı sırasında İsrail’in karşı karşıya kaldığı meydan okumalar İran, Suriye ve Hizbullah’tan müteşekkil radikal eksenin arz ettiği tehdidin derinliğini gözler önüne serdi. Esed’in ideal olarak Sünni Arap devletleri ve ABD’yle bağlantılı yeni bir rejimle yer değiştirmesi, bölgesel dengeyi değiştirecek ve İran ile Hizbullah’ı zayıflatacaktı. Ancak İsrail’in politikası farklı bir düşünce çizgisiyle şekillendi. Esed, tıpkı meşhur deyimde geçtiği gibi, İsrail için bilindik şeytandı. Esed’in muhtemel alternatifi ılımlı, liberal, demokratik bir yönetim değil, İsrail’in kuzey sınırında İslamcı veya cihatçı bir rejim olacaktı. Dahası, İsrail’in Suriye muhalefetine vereceği herhangi bir destek, rejimin gerçek bir isyanla değil, ABD ve İsrail önderliğindeki bir dış komployla karşı karşıyayız iddialarını doğrulayacaktı. İsrail’in ihtiyatlı tavrının altında, 1982’de Lübnan siyasetine yaptığı başarısız müdahaleden alınan dersler yatıyordu.

Netanyahu hükümetinin benimsediği politika, İsrail’i üç önemli istisna dışında Suriye çatışmasının kenarında tuttu: İsrail, (i) ihtiyatlı/göze batmayan bir şekilde insani yardım sunmaya istekliydi, (ii) kendi toprağına ateş edilmesi veya bombalanması durumunda ateşle karşılık verecekti, (iii) Hizbullah’a gelişmiş silahların naklini veya kitle imha silahlarının teröristlerin eline geçmesini ihtiyatlı bir şekilde engelleyecekti. Başlangıçta bu şekilde yürütülen İsrail politikası, Suriye krizindeki büyük gelişmelere paralel olarak çeşitli değişikliklerden geçti. Bu bağlamda İran ve Hizbullah’ın Suriye iç savaşına müdahalesi 2013’te arttıkça İsrail de İran sevkiyatlarına yönelik kamuoyuna duyurulmayan saldırılara girişti. İsrail ayrıca Golan’ın Suriye kısmındaki [yani Kuneytra’daki] nüfusa önemli insani yardımlar sunmaya başladı ve ardından İran ile Hizbullah Suriye’nin bu bölgesine iyice yerleşmeye çalışırken İsrail de bazı yerel muhalif gruplara silah temin etmek suretiyle destek çıktı.

IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti grubunun yükselişi ve bölgedeki mevcut düzene karşı meydan okuması, İsrail’in milli güvenlik çevrelerinde bir politika tartışmasını tetikledi. Düşünce ekollerinden biri, İsrail’e yönelik cihatçı tehdidi büyük bir meydan okuma olarak görürken, diğer ekol İran’ın radikal eksenini, Esed rejimini ve Hizbullah’ı ana tehdit olarak görmeye devam etti. IŞİD’in en sonunda gerilemesi ve İran meydan okumasının şiddetlenmesi, bu ikinci düşünce ekolünün argümanını doğruladı.

2015’te Rusya’nın Suriye iç savaşına askeri müdahalesi yeni bir unsuru devreye soktu. İsrail, sınırlarında Rusya’nın askeri varlığıyla ve bilhassa Rus konuşlanmasının Suriye hava sahasındaki hareket serbestisine yansımasıyla [yani İsrail’in istediği gibi Suriye hava sahasını ihlal edip bombardımanlar gerçekleştirmesini kısıtlamasıyla] başa çıkmak zorunda kaldı. İsrail ve Rusya geçici bir anlaşmaya ulaştı ve (Aralık 2018’de Moskova’nın bir Rus uçağının Suriye füzeleri tarafından düşürülmesi vakasında İsrail’i suçladığı) tek bir büyük istisna dışında, şimdiye kadar Suriye’de bir çarpışmayı önlemeyi başardı.

İsrail noktainazarından dönüm noktası, rejimin Aralık 2016’da Halep’te askeri zafer kazanmasıyla birlikte geldi. Bu zafer tam kapsamlı iç savaşın sonunu getirdi. İsrail, Esed’in Suriye’de otoritesini yeniden kurma çabası karşısında bir politika geliştirmek ve daha önemlisi, İran’ın bu ülkede hassas güdümlü füzeler konuşlandırması da dahil askeri altyapı inşa etme kararının üzerine gitmek zorundaydı. Tahran’ın başlangıçtaki politikası, İsrail’i İran’ın nükleer tesislerine veya Hizbullah’a saldırmaktan caydırmak için Lübnan’daki Hizbullah’a çok büyük miktarda roket ve füze sağlamaktı. Esed rejimini kurtarma çabasının başarısından cesaret alan İran, bundan böyle Irak ve Suriye topraklarından Akdeniz’e bir kara köprüsü inşa etme ve Suriye’de –vekâleten değil, doğrudan İran ordusu tarafından yönetilecek şekilde– Lübnan’daki yatırımını tamamlayıcı bir askeri altyapı oluşturma arayışıyla çok daha iddialı bir politika geliştirdi.

İsrail, Esed rejiminin Suriye’nin (veya büyük bir kısmının) kontrolünü yeniden ele geçireceği fikrine teslim oldu; ancak İran ve Hizbullah’ın Suriye’nin Golan’ına sağlam bir şekilde yerleşmemesini garanti altına almak istedi ve bu doğrultuda Akdeniz’den Suriye Golan’ına uzanan tek bir cephe oluşturma planını uygulamaya geçirdi. İran’ın Suriye’nin derinliklerinde askeri altyapı inşasını engellemeye de aynı şekilde kararlıydı. İsrail, 2016’dan itibaren İran tesislerini ve silah sevkiyatlarını imha etmek üzere düzenli bir mücadele yürütüyor. Bu mücadelede Trump yönetiminin zımni desteğini de aldı. Daha da ilginci, Rusya’nın İsrail’in bu mücadelesine ciddi bir şekilde müdahale etmemesiydi. Açıkça görülüyor ki Moskova, İsrail’le askeri ve diplomatik bir çarpışmaya girmekte isteksizdi ve –İran’la ikircikli ortaklığı göz önüne alındığında– İsrail’in İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına verdiği zararı pek de umursamıyordu.

Son dört yıldır İsrail’in Suriye politikası daha ziyade İran tehdidine odaklandı. Suriye krizinin önem arz eden diğer birçok yönü –Türkiye’nin askeri müdahalesi, siyasi-diplomatik bir çözüme ulaşmak için süregelen çabalar, Amerikan askeri varlığı, kuzeydoğu Suriye’deki Kürt meselesi, mültecilerin dönüşü ve yeniden yapılanma– İsrail için daha tali mevzulardı. Hâlihazırda İsrail politikası, Esed rejimine karşı muhalefetin ciddi bir askeri tehdit teşkil etmediği, buna mukabil rejimin Suriye topraklarının tamamı üzerinde kontrolü yeniden sağlama ve Suriye devletini,  Hafız Esed tarafından inşa edileni hatırlatır çapta yeniden tesis etme yeteneğinin hala bir soru işareti olduğu varsayımına dayanıyor.

Bir İsrail-Suriye barış anlaşması ihtimalinin şu an masada olmadığı aşikâr. Suriye’nin kendisi ciddi bir barış müzakeresi yürütebilecek iç bütünlüğü olan bir devlet değil ve İsrail bakış açısından, Golan’ı Esed gibi kendi ülkesini zar zor kontrol eden gayrimeşru bir yöneticiye iade etme fikri kabul edilemez.

İsrail-Suriye müzakerelerinin daha ilk günlerinden itibaren ‘barış için toprak’ anlaşmasına önemli bir muhalefet vardı. (…) Aralık 1981’de Başbakan Menachem Begin, İsrail hukukunu Golan’da uygulayacak şekilde genişletmeyi öngören bir kanun çıkardı. Begin, Doğu Kudüs’te olduğu gibi, Golan’ı ilhak yerine bu terminolojiyi kullanmakta dikkatliydi; ancak ‘İsrail hukukunun genişletilmesi’ ile ‘tam anlamıyla ilhak’ arasındaki ince ayrım, Mart 2019’da İsrail’in Golan üzerindeki egemenliğini tanımaya karar verdiğinde Trump yönetimi tarafından göz ardı edildi. Başkan Joe Biden’in dışişleri bakanı Antony Blinken, yeni yönetimin İsrail’in Golan’ı kontrol etmesinin hukuki yönlerine ilişkin çekincelerine işaret etti; ancak İran ve milisleri Suriye’de olduğu sürece İsrail’in topraklarda kalmak için meşru nedenleri olduğunu da belirtti.

(…)

1990’larda İsrail-Suriye barış arayışı ciddi ciddi devam ederken (…) bu, 1970’lerin sonundaki İsrail-Mısır barış anlaşmasının büyük ölçüde bir tekrarı gibi görülmüştü. (…) İsrail’le yapılacak bir barış anlaşması, yalnızca Golan’ı Suriye’ye geri getirmekle kalmayacak, aynı zamanda Washington’la yeni bir ilişki, iktisadi yardım, Suriye’de belirli bir düzeyde siyasi ve iktisadi liberalleşme ve Lübnan üzerindeki Suriye ve Hizbullah kontrolünün gevşemesi anlamına da gelecekti.

Ancak Mısır-Suriye benzetmesinde bir sorun vardı: Esed rejiminin meşruiyeti, (…) oynadığı Amerika’ya ve İsrail’e karşı Arap milliyetçi direnişi rolüne dayanıyordu. Rejim, direniş sancağı altında Suriye’nin bir azınlık grup tarafından (…) kontrolünü meşrulaştırmaya çalışıyordu. (…)

Barış anlaşmasına karşı İsrail’deki açık muhalefetin aksine, Suriye’de yüzeyin altında bu fikre muhalefet vardı. (…) Rejimin üst kademelerinde İsrail’le barışın rejimin itibarını ve konumunu baltalayacağını düşünenlerin daha üstü kapalı eleştirileri mutlaka olmalıydı.

Hafız Esed, İsrail’le müzakereler konusunda kararsızdı. İzak Rabin’in Suriye müzakerecisi olarak ben de Başbakan’ın Esed’in gerçek bir barış ortağı olup olmadığına ilişkin şüphelerinin farkındaydım. 1995 yazının başlarında Suriye Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hikmet Şihabi, muhtemel bir barış anlaşmasının güvenlik boyutlarını tartışmak üzere Washington’da İsrailli mevkidaşı Orgeneral Amnon Şahak ile bir araya geldi. İyi bir toplantı oldu; ama Şihabi, Şam’a geri dönüp Şahak’la görüşmelerini aktardığında Esed bunun “kötü bir toplantı” olduğuna karar verdi. Rabin daha sonra Esed’in gerçekten bir anlaşma imzalamak istemediği sonucuna vardı ve bana Suriye’yle anlaşmanın ikinci başbakanlık dönemini beklemesi gerektiğini söyledi (ama Kasım 1995’te suikasta uğradı).

Hafız Esed, Aralık 1999’da ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a İsrail Başbakanı Ehud Barak’la gerçekten müzakere etmek istediğini söylediğinde fikrini değiştirmiş olabilir. Görünüşe göre Esed, İsrail’le müzakereleri tamamlayarak ve Golan’ı geri alarak oğlu Beşşar’a temiz bir sayfa bırakmak istiyordu. Aralık 1999’da Washington’da Barak-Şara toplantısı yapıldı ve ardından Shepherdstown’da başarısız müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin başarısızlığa uğramasıyla potansiyel fırsat penceresi kapandı. (…)

Beşşar Esed döneminde İsrail’le iki arabuluculuk yapıldı: Türkiye tarafından Başbakan Ehud Olmert’le ve ABD tarafından Başbakan Binyamin Netanyahu’yla. İki Amerikalı arabulucudan biri olan Frederic Hof, Suriye isyanının patlak vermesinin 10. yıldönümü vesilesiyle Londra merkezli eş-Şark el-Avsat gazetesinde sağlam bir makale yayınladı. Bu defa Hof, Esed’le 28 Şubat 2011’de vardıkları geçici anlaşmanın şartları konusunda çok daha fazla ayrıntı verdi. Şöyle yazdı: Esed, “ABD arabulucusuna, İsrail’in 1967 Haziran’ında Suriye’den aldığı tüm toprakları iadeyi kabul etmesi şartıyla İran, Hizbullah ve Hamas’la askeri bağları koparacağını ve İsrail’e yönelik Suriye kaynaklı tüm tehditleri etkisiz hale getireceğini söyledi. Esed’in şartlı taahhüdünden günler sonra haberdar edilen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arabuluculuğun ciddiyetini kabul etti ve ekibine, geliştirilen Amerikan taslağına dayanarak bir barış anlaşması doğrultusunda yol alın talimatı verdi.”

Boşuna umut veren bu gelişme bağlamında Hof, iki hafta sonra –Suriye’de çok daha büyük bir patlamaya neden olacak– Deraa’daki gösterilere Esed’in şiddet kullanarak karşılık verme kararını açıklamakta zorlanıyor ve şu spekülasyonu yapıyor:

“Bir ihtimal, Esed şartlı barış taahhütlerini iptal etmek ve ABD’nin arabuluculuğundan kaçmak için kasten şiddet kullanmış olabilir. Kimse onu bu taahhütlerde bulunmaya zorlamamıştı; elli dakikalık toplantı sırasında hepsini kendisi teklif etti. Bununla birlikte, tam stratejik yeniden konumlanma vaadini müteakip Beşşar Esed’in İran’ın muhtemel tepkisi ve barışın iç siyasi yansımaları konusunda tereddüde düşüp düşmediği merak konusu. Her halükarda, Suriye’ye iadesini istediği toprağı neredeyse tamamen İsrail’e devretmiş oldu. Hal böyleyken İsrail’in yeni Golan yerleşimine ‘Esed Tepeleri’ ismini koymak ‘Trump Tepeleri’nden daha uygun olacaktır.”

1992 ile 2011 yılları arasında gerçekleştirilen ciddi müzakere turlarından birinde Hafız veya Beşşar Esed tarafından İsrail’le bir barış anlaşmasına varılmış olsaydı, bunun Suriye için ne tür yansımaları olurdu sorusu üzerine bize ancak spekülasyon yapmak kalıyor.

Böyle bir anlaşmayla varılan bir barış, muhtemelen İsrail-Mısır barışından daha soğuk olurdu; ancak bu daha büyük bir yeniden konumlanmanın parçası olsaydı, Suriye içinde birikmiş ve Mart 2011’de patlayan baskının çoğunu gevşetirdi. Ancak babanın ya da oğlun o dönem Suriye siyasetinin liberalleşmesine izin vereceği ya da izin verileceği şüpheli. Hafız’ın sınırlı reformları ve Beşşar’ın 2000’de ‘Şam Baharı’ ile uğraşması ve ardından yaptığı sınırlı iktisadi liberalleşme, güç bir durumla baş etmesi gereken bir azınlık rejimi ikileminin aslında çözülemeyeceğini açıkça göstermişti.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder