İSRAİL,
İSYAN ÖNCESİ VE SONRASI SURİYE POLİTİKASINI NASIL İYİCE ÖLÇÜP BİÇTİ?
Itamar
Rabinoviç (Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu tarihi emekli
profesörü ve eski rektörü; New York Üniversitesi ordinaryüs profesörü; İsrail’in
eski ABD Büyükelçisi (1992-1996) ve 1990’larda Suriye-İsrail barış sürecinde
baş müzakereci)
Newlines
Magazine, 22.3.2021
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: “How Israel Weighed Its Syria
Policy, Before and After the Uprising” başlığıyla yayınlanan
yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
2011
Suriye isyanı, İsrail ve Suriye’nin ABD’nin arabuluculuğunda dolaylı
müzakerelere giriştiği bir dönemde patlak verdi. Bu, Amerikan Başkanı George
H.W. Bush yönetiminin Körfez Savaşı akabinde Ekim 1991’de Madrid Konferansı’nı
toplamasıyla başlayan 20 yıllık dönemde İsrail-Suriye çatışmasını çözmek üzere
girişilen son çabaydı. Birçok ciddi müzakere çabası daha evvel aktif düşmanlık
dönemleriyle kesintiye uğramıştı. 2010-2011’de Amerikalı iki arabulucu,
büyükelçiler Dennis Ross ve Frederic Hof, geleneksel ‘barış için toprak’
formülüne değil, ‘stratejik yeniden uyumlaşma (strategic realignment)
için toprak’ formülüne dayalı bir çözüm bulmaya çalıştı.
Bu
formülün ana fikri, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’den, İsrail’e İran’la
yakın ittifakına son vermeyi teklif etme ve Golan Tepeleri’nden çekilme
karşılığında da barış yapma konularında bir taahhüt almaktı. Amerikalı
arabulucular bu çabada önemli bir ilerleme kaydedildiğini bildirdiler. Golan’dan
çekilme konusunda isteklilik, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun politikasında
şaşırtıcı bir unsurdu; ancak bu, kendi adına ciddi bir taahhüt müydü, yoksa
Obama yönetiminin Filistin’le anlaşma baskısını hafifletme girişimi miydi,
tartışmaya açık. 1993’te İsrail eski Başbakanı İzak Rabin’in Hafız Esed’le
müzakerelerdeki tıkanıklığı aşma arayışıyla, ABD Dışişleri Bakanı’na tatmin
edici bir barış ve güvenlik paketi karşılığında Golan’dan çekilme konusunda
farazi ve şartlı bir hüsnüniyet ‘teminatı’ vererek başlattığı formül üzerinde Netanyahu’nun
uzlaşması ilk değildi. Rabin’in Teminatı olarak bilinen teklif, haleflerinden
birçoğu –Şimon Peres, Netanyahu, Ehud Barak ve Ehud Olmert– tarafından 1990’lar
ve 2000’lerde Suriye’yle yürüttükleri müzakerelerde benimsendi.
Suriye’de
isyanın patlak vermesi bu çabayı sona erdirdi. İsyanın ısrarla devam etmesi de İsrail’i
bir politika ikilemiyle karşı karşıya bıraktı. İsrail teoride isyanı
desteklemeye karar verebilirdi. Ne de olsa Esed, hem bir baş düşman hem İran
ile Hizbullah’ın bir müttefiki hem de –İsrail’in 2007’deki hava saldırılarıyla imha
ettiği– bir nükleer silah programı geliştirmeye çalışan bir liderdi. 2006’da
İkinci Lübnan Savaşı sırasında İsrail’in karşı karşıya kaldığı meydan okumalar
İran, Suriye ve Hizbullah’tan müteşekkil radikal eksenin arz ettiği tehdidin
derinliğini gözler önüne serdi. Esed’in ideal olarak Sünni Arap devletleri ve
ABD’yle bağlantılı yeni bir rejimle yer değiştirmesi, bölgesel dengeyi
değiştirecek ve İran ile Hizbullah’ı zayıflatacaktı. Ancak İsrail’in politikası
farklı bir düşünce çizgisiyle şekillendi. Esed, tıpkı meşhur deyimde geçtiği
gibi, İsrail için bilindik şeytandı. Esed’in muhtemel alternatifi ılımlı,
liberal, demokratik bir yönetim değil, İsrail’in kuzey sınırında İslamcı veya
cihatçı bir rejim olacaktı. Dahası, İsrail’in Suriye muhalefetine vereceği
herhangi bir destek, rejimin gerçek bir isyanla değil, ABD ve İsrail
önderliğindeki bir dış komployla karşı karşıyayız iddialarını doğrulayacaktı.
İsrail’in ihtiyatlı tavrının altında, 1982’de Lübnan siyasetine yaptığı
başarısız müdahaleden alınan dersler yatıyordu.
Netanyahu
hükümetinin benimsediği politika, İsrail’i üç önemli istisna dışında Suriye
çatışmasının kenarında tuttu: İsrail, (i) ihtiyatlı/göze batmayan bir şekilde insani
yardım sunmaya istekliydi, (ii) kendi toprağına ateş edilmesi veya bombalanması
durumunda ateşle karşılık verecekti, (iii) Hizbullah’a gelişmiş silahların
naklini veya kitle imha silahlarının teröristlerin eline geçmesini ihtiyatlı
bir şekilde engelleyecekti. Başlangıçta bu şekilde yürütülen İsrail politikası,
Suriye krizindeki büyük gelişmelere paralel olarak çeşitli değişikliklerden
geçti. Bu bağlamda İran ve Hizbullah’ın Suriye iç savaşına müdahalesi 2013’te
arttıkça İsrail de İran sevkiyatlarına yönelik kamuoyuna duyurulmayan
saldırılara girişti. İsrail ayrıca Golan’ın Suriye kısmındaki [yani Kuneytra’daki]
nüfusa önemli insani yardımlar sunmaya başladı ve ardından İran ile
Hizbullah Suriye’nin bu bölgesine iyice yerleşmeye çalışırken İsrail de bazı
yerel muhalif gruplara silah temin etmek suretiyle destek çıktı.
IŞİD
olarak da bilinen İslam Devleti grubunun yükselişi ve bölgedeki mevcut düzene karşı
meydan okuması, İsrail’in milli güvenlik çevrelerinde bir politika tartışmasını
tetikledi. Düşünce ekollerinden biri, İsrail’e yönelik cihatçı tehdidi büyük
bir meydan okuma olarak görürken, diğer ekol İran’ın radikal eksenini, Esed
rejimini ve Hizbullah’ı ana tehdit olarak görmeye devam etti. IŞİD’in en
sonunda gerilemesi ve İran meydan okumasının şiddetlenmesi, bu ikinci düşünce
ekolünün argümanını doğruladı.
2015’te
Rusya’nın Suriye iç savaşına askeri müdahalesi yeni bir unsuru devreye soktu.
İsrail, sınırlarında Rusya’nın askeri varlığıyla ve bilhassa Rus
konuşlanmasının Suriye hava sahasındaki hareket serbestisine yansımasıyla [yani
İsrail’in istediği gibi Suriye hava sahasını ihlal edip bombardımanlar
gerçekleştirmesini kısıtlamasıyla] başa çıkmak zorunda kaldı. İsrail ve
Rusya geçici bir anlaşmaya ulaştı ve (Aralık 2018’de Moskova’nın bir Rus
uçağının Suriye füzeleri tarafından düşürülmesi vakasında İsrail’i suçladığı)
tek bir büyük istisna dışında, şimdiye kadar Suriye’de bir çarpışmayı önlemeyi
başardı.
İsrail
noktainazarından dönüm noktası, rejimin Aralık 2016’da Halep’te askeri zafer kazanmasıyla
birlikte geldi. Bu zafer tam kapsamlı iç savaşın sonunu getirdi. İsrail, Esed’in
Suriye’de otoritesini yeniden kurma çabası karşısında bir politika geliştirmek
ve daha önemlisi, İran’ın bu ülkede hassas güdümlü füzeler konuşlandırması da
dahil askeri altyapı inşa etme kararının üzerine gitmek zorundaydı. Tahran’ın başlangıçtaki
politikası, İsrail’i İran’ın nükleer tesislerine veya Hizbullah’a saldırmaktan
caydırmak için Lübnan’daki Hizbullah’a çok büyük miktarda roket ve füze
sağlamaktı. Esed rejimini kurtarma çabasının başarısından cesaret alan İran, bundan
böyle Irak ve Suriye topraklarından Akdeniz’e bir kara köprüsü inşa etme ve
Suriye’de –vekâleten değil, doğrudan İran ordusu tarafından yönetilecek şekilde–
Lübnan’daki yatırımını tamamlayıcı bir askeri altyapı oluşturma arayışıyla çok
daha iddialı bir politika geliştirdi.
İsrail,
Esed rejiminin Suriye’nin (veya büyük bir kısmının) kontrolünü yeniden ele
geçireceği fikrine teslim oldu; ancak İran ve Hizbullah’ın Suriye’nin Golan’ına
sağlam bir şekilde yerleşmemesini garanti altına almak istedi ve bu doğrultuda
Akdeniz’den Suriye Golan’ına uzanan tek bir cephe oluşturma planını uygulamaya geçirdi.
İran’ın Suriye’nin derinliklerinde askeri altyapı inşasını engellemeye de aynı
şekilde kararlıydı. İsrail, 2016’dan itibaren İran tesislerini ve silah
sevkiyatlarını imha etmek üzere düzenli bir mücadele yürütüyor. Bu mücadelede Trump
yönetiminin zımni desteğini de aldı. Daha da ilginci, Rusya’nın İsrail’in bu
mücadelesine ciddi bir şekilde müdahale etmemesiydi. Açıkça görülüyor ki Moskova,
İsrail’le askeri ve diplomatik bir çarpışmaya girmekte isteksizdi ve –İran’la ikircikli
ortaklığı göz önüne alındığında– İsrail’in İran’ın Suriye’deki askeri
konuşlanmasına verdiği zararı pek de umursamıyordu.
Son
dört yıldır İsrail’in Suriye politikası daha ziyade İran tehdidine odaklandı.
Suriye krizinin önem arz eden diğer birçok yönü –Türkiye’nin askeri müdahalesi,
siyasi-diplomatik bir çözüme ulaşmak için süregelen çabalar, Amerikan askeri
varlığı, kuzeydoğu Suriye’deki Kürt meselesi, mültecilerin dönüşü ve yeniden
yapılanma– İsrail için daha tali mevzulardı. Hâlihazırda İsrail politikası, Esed
rejimine karşı muhalefetin ciddi bir askeri tehdit teşkil etmediği, buna
mukabil rejimin Suriye topraklarının tamamı üzerinde kontrolü yeniden sağlama
ve Suriye devletini, Hafız Esed
tarafından inşa edileni hatırlatır çapta yeniden tesis etme yeteneğinin hala
bir soru işareti olduğu varsayımına dayanıyor.
Bir
İsrail-Suriye barış anlaşması ihtimalinin şu an masada olmadığı aşikâr. Suriye’nin
kendisi ciddi bir barış müzakeresi yürütebilecek iç bütünlüğü olan bir devlet
değil ve İsrail bakış açısından, Golan’ı Esed gibi kendi ülkesini zar zor
kontrol eden gayrimeşru bir yöneticiye iade etme fikri kabul edilemez.
İsrail-Suriye
müzakerelerinin daha ilk günlerinden itibaren ‘barış için toprak’ anlaşmasına
önemli bir muhalefet vardı. (…) Aralık 1981’de Başbakan Menachem Begin, İsrail
hukukunu Golan’da uygulayacak şekilde genişletmeyi öngören bir kanun çıkardı.
Begin, Doğu Kudüs’te olduğu gibi, Golan’ı ilhak yerine bu terminolojiyi
kullanmakta dikkatliydi; ancak ‘İsrail hukukunun genişletilmesi’ ile ‘tam anlamıyla
ilhak’ arasındaki ince ayrım, Mart 2019’da İsrail’in Golan üzerindeki
egemenliğini tanımaya karar verdiğinde Trump yönetimi tarafından göz ardı
edildi. Başkan Joe Biden’in dışişleri bakanı Antony Blinken, yeni yönetimin
İsrail’in Golan’ı kontrol etmesinin hukuki yönlerine ilişkin çekincelerine işaret
etti; ancak İran ve milisleri Suriye’de olduğu sürece İsrail’in topraklarda
kalmak için meşru nedenleri olduğunu da belirtti.
(…)
1990’larda
İsrail-Suriye barış arayışı ciddi ciddi devam ederken (…) bu, 1970’lerin
sonundaki İsrail-Mısır barış anlaşmasının büyük ölçüde bir tekrarı gibi
görülmüştü. (…) İsrail’le yapılacak bir barış anlaşması, yalnızca Golan’ı Suriye’ye
geri getirmekle kalmayacak, aynı zamanda Washington’la yeni bir ilişki, iktisadi
yardım, Suriye’de belirli bir düzeyde siyasi ve iktisadi liberalleşme ve Lübnan
üzerindeki Suriye ve Hizbullah kontrolünün gevşemesi anlamına da gelecekti.
Ancak
Mısır-Suriye benzetmesinde bir sorun vardı: Esed rejiminin meşruiyeti, (…) oynadığı
Amerika’ya ve İsrail’e karşı Arap milliyetçi direnişi rolüne dayanıyordu.
Rejim, direniş sancağı altında Suriye’nin bir azınlık grup tarafından (…) kontrolünü
meşrulaştırmaya çalışıyordu. (…)
Barış
anlaşmasına karşı İsrail’deki açık muhalefetin aksine, Suriye’de yüzeyin
altında bu fikre muhalefet vardı. (…) Rejimin üst kademelerinde İsrail’le barışın
rejimin itibarını ve konumunu baltalayacağını düşünenlerin daha üstü kapalı
eleştirileri mutlaka olmalıydı.
Hafız
Esed, İsrail’le müzakereler konusunda kararsızdı. İzak Rabin’in Suriye
müzakerecisi olarak ben de Başbakan’ın Esed’in gerçek bir barış ortağı olup
olmadığına ilişkin şüphelerinin farkındaydım. 1995 yazının başlarında Suriye Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Hikmet Şihabi, muhtemel bir barış anlaşmasının güvenlik boyutlarını
tartışmak üzere Washington’da İsrailli mevkidaşı Orgeneral Amnon Şahak ile bir
araya geldi. İyi bir toplantı oldu; ama Şihabi, Şam’a geri dönüp Şahak’la görüşmelerini
aktardığında Esed bunun “kötü bir toplantı” olduğuna karar verdi. Rabin daha
sonra Esed’in gerçekten bir anlaşma imzalamak istemediği sonucuna vardı ve bana
Suriye’yle anlaşmanın ikinci başbakanlık dönemini beklemesi gerektiğini söyledi
(ama Kasım 1995’te suikasta uğradı).
Hafız
Esed, Aralık 1999’da ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a İsrail Başbakanı
Ehud Barak’la gerçekten müzakere etmek istediğini söylediğinde fikrini
değiştirmiş olabilir. Görünüşe göre Esed, İsrail’le müzakereleri tamamlayarak
ve Golan’ı geri alarak oğlu Beşşar’a temiz bir sayfa bırakmak istiyordu. Aralık
1999’da Washington’da Barak-Şara toplantısı yapıldı ve ardından Shepherdstown’da
başarısız müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin başarısızlığa uğramasıyla potansiyel
fırsat penceresi kapandı. (…)
Beşşar
Esed döneminde İsrail’le iki arabuluculuk yapıldı: Türkiye tarafından Başbakan
Ehud Olmert’le ve ABD tarafından Başbakan Binyamin Netanyahu’yla. İki Amerikalı
arabulucudan biri olan Frederic Hof, Suriye isyanının patlak vermesinin 10.
yıldönümü vesilesiyle Londra merkezli eş-Şark el-Avsat gazetesinde sağlam
bir makale yayınladı. Bu defa Hof, Esed’le 28 Şubat 2011’de vardıkları geçici
anlaşmanın şartları konusunda çok daha fazla ayrıntı verdi. Şöyle yazdı: Esed,
“ABD arabulucusuna, İsrail’in 1967 Haziran’ında Suriye’den aldığı tüm
toprakları iadeyi kabul etmesi şartıyla İran, Hizbullah ve Hamas’la askeri
bağları koparacağını ve İsrail’e yönelik Suriye kaynaklı tüm tehditleri etkisiz
hale getireceğini söyledi. Esed’in şartlı taahhüdünden günler sonra haberdar edilen
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arabuluculuğun ciddiyetini kabul etti ve
ekibine, geliştirilen Amerikan taslağına dayanarak bir barış anlaşması doğrultusunda
yol alın talimatı verdi.”
Boşuna
umut veren bu gelişme bağlamında Hof, iki hafta sonra –Suriye’de çok daha büyük
bir patlamaya neden olacak– Deraa’daki gösterilere Esed’in şiddet kullanarak karşılık
verme kararını açıklamakta zorlanıyor ve şu spekülasyonu yapıyor:
“Bir
ihtimal, Esed şartlı barış taahhütlerini iptal etmek ve ABD’nin
arabuluculuğundan kaçmak için kasten şiddet kullanmış olabilir. Kimse onu bu
taahhütlerde bulunmaya zorlamamıştı; elli dakikalık toplantı sırasında hepsini kendisi
teklif etti. Bununla birlikte, tam stratejik yeniden konumlanma vaadini müteakip
Beşşar Esed’in İran’ın muhtemel tepkisi ve barışın iç siyasi yansımaları konusunda
tereddüde düşüp düşmediği merak konusu. Her halükarda, Suriye’ye iadesini
istediği toprağı neredeyse tamamen İsrail’e devretmiş oldu. Hal böyleyken İsrail’in
yeni Golan yerleşimine ‘Esed Tepeleri’ ismini koymak ‘Trump Tepeleri’nden daha uygun
olacaktır.”
1992
ile 2011 yılları arasında gerçekleştirilen ciddi müzakere turlarından birinde
Hafız veya Beşşar Esed tarafından İsrail’le bir barış anlaşmasına varılmış
olsaydı, bunun Suriye için ne tür yansımaları olurdu sorusu üzerine bize ancak
spekülasyon yapmak kalıyor.
Böyle
bir anlaşmayla varılan bir barış, muhtemelen İsrail-Mısır barışından daha soğuk
olurdu; ancak bu daha büyük bir yeniden konumlanmanın parçası olsaydı, Suriye
içinde birikmiş ve Mart 2011’de patlayan baskının çoğunu gevşetirdi. Ancak babanın
ya da oğlun o dönem Suriye siyasetinin liberalleşmesine izin vereceği ya da
izin verileceği şüpheli. Hafız’ın sınırlı reformları ve Beşşar’ın 2000’de ‘Şam
Baharı’ ile uğraşması ve ardından yaptığı sınırlı iktisadi liberalleşme, güç
bir durumla baş etmesi gereken bir azınlık rejimi ikileminin aslında
çözülemeyeceğini açıkça göstermişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder