ZAHİDE TUBA KOR İLE GÖÇ VE GÖÇMENLİK MESELESİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Vefa dergisi, Kış 2025, sayı 25, sf. 4-11
Söyleşiyi yapan: Melih Sâdık Küçüker
NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.
Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Son haftalarda Filistin’den Lübnan’a da sıçrayan İsrail soykırım ve vahşeti olası göç dalgalarını da gündeme getirirken ülkemiz Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları adına başarılı bir tahliye operasyonuna imza attı. Anadolu topraklarında göçmenliğin nasıl bir tarihi tecrübesi var?
Anadolu, tarih boyunca göç yolları üzerindedir; hem göç almış hem göç vermiş hem de geçiş ülkesi olmuştur ve bu vasfı, coğrafya kader olduğundan değişmeyecektir.
Rusların 1783’te Kırım’ı ilhakıyla coğrafyamıza göç dalgası başlar. Daha sonra Boşnaklar, Pomaklar; Girit, Mora, Epir, Sakız, Teselya Müslümanları; Romanya, Bulgaristan ve Karadağ Müslümanları gelirler. Bunların hepsi Türk değil, bir kısmı Balkanların Müslümanlaşmış Slav halklarıdır. Ayrıca Macar ve Polonyalı mülteciler de gelir. Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Gürcüler, Çerkezler, Dağıstanlılar, Azeriler göç eder. 1880’lerden itibaren Rus Çarlığı’ndaki pogromdan kaçan Aşkenaz Yahudiler gelir. 1912-1913 Balkan Savaşlarında Arnavut, Makedon ve Bulgar Müslümanlar göçer. Daha ilginci, 1917 Bolşevik Devrimi sonrası devrik Çar ailesinden hayatta kalanların İstanbul’a sığınmasıdır. Lozan’dan sonra nüfus mübadelesiyle Batı Trakya dışındaki Müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye gelir; İstanbul dışındaki Rum nüfus da Yunanistan’a göçer.
Kısaca Osmanlı’nın toprak kayıplarıyla içeri 5 milyon Müslüman akarken Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle 2 milyon Hristiyan nüfus (Ermeniler, Rumlar) dışarı çıkar. Öyle ki tarihte ilk defa Anadolu dini bakımdan bu kadar Müslüman, etnik bakımdan da bu kadar Türk ve Kürt olur. Bu arada Osmanlı, Balkanlar ve Kafkaslardan göçenlerin bir kısmını Suriye coğrafyasına yerleştirir. Anadolu’da kalanlara biz bugün Türk diyor, Suriye’ye yerleştirilenleri Arap sayıyoruz; halbuki kökenler aynıdır.
20. yüzyıl boyunca Balkan ülkelerinden göçler devam eder. Almanya’da Nazilerin yükselişiyle Almanlar ve Yahudilerden İstanbul’a göç olur. Doğu Türkistan komünist Çin’in kontrolüne geçtikten sonra 1950’lerde bugüne kadar süren Uygur göçleri başlar. İran’da 1979 Devrimi sonrası Humeyni rejiminde yaşamak istemeyenler gelir. Sovyet işgali nedeniyle 1980’lerde Afganlar ülkemize sığınır. 1990’larda Bosna ve Kosova savaşları sırasında Boşnak ve Arnavut göçü yaşanır. 1991 Körfez Savaşı akabinde Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde çıkan isyanı Saddam Hüseyin’in ordusu bastırmaya kalktığında büyük bir Iraklı Kürt nüfus sınırımıza gelir. Kısaca, çevre coğrafyalarda her ne zaman savaş ve istikrarsızlık yaşansa İstanbul ve Anadolu ana göç istikametlerinden biri olur. Kimisi savaştan sonra ülkesine geri döner, kimisi Avrupa’ya veya başka ülkelere gider; kimisi de ülkemizde kalır.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Bekir Berat Özipek ve Faik Tanrıkulu’nun Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler (Nobel, 2021)
Peki savaşlardan kaçıp ülkemize sığınan bu göçmenlere yerel halkın tepkisi nasıl olmuş?
Kapılarını açıp her türlü yardımı yapanlar olduğu gibi, onları devletin ve halkın sırtında bir yük görüp çekip gitmeleri için eziyet çektirenler de olmuş. Aslında tepki türleri her devirde ve her coğrafyada benzerdir. Durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan Samiha Ayverdi’nin Hey Gidi Günler Hey (sf.83) kitabından bir alıntıyı paylaşayım. “Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akın eden muhacir kafileleri onların neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmesine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlerse’ diyorlardı.” Balkan göçmenlerinin Türkiye’de doğmuş sonraki nesillerinden bile okulda veya mahallesinde dışlamayı tadanlar olmuş. Ama nihayetinde bu ülkenin bir parçası haline gelmişler. Daha ilginç olan, İstiklal Harbi’nde kendi babaannemin yaşadığı Aydın’a Yunan ordusu girerken ve etrafı ateşe verirken Menderes Nehri’nin bir tarafındaki ahali öbür tarafına kaçmış. Dul kalan ninem de iki küçük çocuğuyla kaçanlardanmış. Nehrin öte tarafındaki varlıkları beklenenden uzun sürdüğü ve sokaklarda kaldıkları için yerel ahali şöyle sayıklar olmuş: “On günler yetmedi, bitli muhacirler gitmedi.” Hâlbuki ikisi de Aydın’ın kendi ahalisi.
Yani şunu görüyoruz: Göçmenin sadece yabancısı değil, yerlisi de -eğer kalış süresi uzarsa- rahatsızlık uyandırıyor. Bu sürenin on yıl olması gerekmiyor, babaannemin örneğinde on günler bile yetiyor. Kahramanmaraş depremlerinden sonra da bazıları depremzedeleri bağrına basıp kendi evini, eşyasını, her şeyini paylaştı; bazısı ise doğrudan veya dolaylı metotlarla geri dönmeye zorladı, kaçırttı. Böyle acı hikayeleri depremzedelerden dinledim. Kısaca, misafirliğin kısası makbul sayılıyor, uzadıkça huzursuzlukları tetikliyor.
Yüzyılın başından itibaren ulus devletlerin çoğalması ile birlikte zihinlerde Suriyeli, Ürdünlü, Lübnanlı gibi kimlik kalıpları oluştu. Halbuki bu ülkelerde birçok mülteci kampları ve göçmenler de bulunuyor. Arap coğrafyasındaki göçmen hareketlilikleri ulus devletler için bir kimlik çatışmasına sebep oluyor mu?Aslında ulus-devlet dense de Ortadoğu uluslaşmamış bir devletler sistemidir. Çizilen sınırların içine farklı kimlikler dayatılsa da bunların çoğu sunidir. Ama devletler sistemi kalıcılaşırken suni kimlikler de yerleşti tabii ki. Ortadoğu, -tıpkı Anadolu gibi- mültecilerin ve göçmenlerin hem kaynağı hem geçiş yolu hem de nihai varış noktasıdır. Bu göç hareketliliği, bölgenin siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısını/kaderini etkiler. 20. ve 21. yüzyılda en çok mülteci alan ülkeler Suriye, Ürdün ve Lübnan; en çok ekonomik göçmen alan ise Körfez’dir. Mesela Ürdün’de nüfusun yarıdan fazlası mültecidir (Filistinli, Iraklı, Suriyeli); ama Filistinlilerin çoğuna Ürdün vatandaşlığı verilir. Lübnan nüfusunun 2023 itibarıyla dörtte biri mültecidir (Filistinli, Suriyeli) ve mülteciler istenmediğinden çekip gitmeleri için gayriinsani şartlarda yaşamaya mahkûm edilir. Suriye de 20. yüzyılın başından itibaren Ermeni, Asuri, Çerkez, Kürt, Filistinli, Iraklı vd. mültecilere sığınak olur; öyle ki savaştan evvel 2007’de dünyada en çok mülteci barındıran ikinci ülke konumundaydı.
Aynı zamanda bölgede sadece savaşlar değil, baskıcı rejimlerin varlığı ve zulümleri yüzünden de Ortadoğu ülkeleri birbirine veya dışarıya bolca göç verir. Mesela Baas rejiminden kaçan muhalif Suriyeliler 1960’lardan itibaren Lübnan, Ürdün, Mısır, Körfez ve Batı’ya göçer. Veya Mısır’da Müslüman Kardeşler mensupları 1950’lerden itibaren Körfez ülkelerinde kendilerine hayat alanı bulur. Özellikle akademisyen ve profesyonel meslek sahibi bu göçmenler, gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller oynadıkları gibi, siyasi fikirlerini de taşıyarak siyasetin yasak olduğu kraliyet rejimlerinde yerli muhalif unsurların doğuşuna zemin hazırlarlar ve bu bağlamda kimlik çatışmasından ziyade fikri uyanışa vesile olduklarından zaman içinde bir kısmı, rejimler tarafından tehdit olarak algılanır.
Göçmen hareketliliğinin kimlik çatışmasına yol açtığı en çarpıcı örnek Lübnan’dır; bu da siyasi sistemin 1932 nüfus sayımı esas alınarak mezhepler temelinde şekillenmesinden, yani kimlik siyasetinden kaynaklanır. Filistinli mültecilerin varlığı nüfus dengelerini Sünni Lübnanlılar lehine değiştirdiği ve mülteci kampları İsrail’e karşı direnişin merkezine dönüştüğü, bu da İsrail’in saldırılarını tetiklediği için özellikle Hristiyanların öfkesini çeker. Mültecilerin varlığı ve direnişi -Lübnan içi çözümsüz meselelerin ve Lübnanlı aktörlerin kendi kimlik mücadelelerinin de etkisiyle- 1975’te iç savaşı, 1982’de İsrail işgalini tetikler. Lübnan’ın kendi özgün şartları ve bölünmüşlüğü, mültecilerin varlığını bir tehdit kaynağına dönüştürür.
Buna mukabil kurulduğunda oldukça geri haldeki Ürdün’ü ve Körfez ülkelerini modern devletlere dönüştürenler, başta Filistinli mülteciler olmak üzere göçmenlerdir. Filistinliler Arapların en eğitimli ve çalışkan kesimi olup gittikleri yerin kalkınmasında önemli roller icra etmişti. Önemli bir not da düşmek isterim: Mülteciler, genellikle bir güvenlik tehdidi, bir çatışma kaynağı olarak sunulur. Oysa can tehlikesi altında her şeylerini geride bırakıp zorunlu olarak göçtükleri için yabancı ortamlarda hayata tutunabilmek ve kendilerini kabullendirebilmek, aynı zamanda kurtuluş için çareler aramak amacıyla -yerli halklara kıyasla- çok daha fazla çalışıp çabalamak, düşünmek ve üretken olmak zorundadırlar. Tam da bu yüzden dünya tarihinde çığır açıcı işler, fikirler ve icatlar çoğu zaman göçmenlerden çıkmıştır.
Bir göçmenin yeni muhitinde sosyal olarak karşılaştığı en temel problemler nelerdir?Göçmenlik birkaç türlüdür. Gönüllü veya ekonomik sebeplerle göçenler vardır; bunların gittikleri yere uyum sağlaması daha kolaydır. Can havliyle vatanından ayrılanların, hele de savaştan kaçanların problemleri diğer türlerle kıyaslanamaz. Çünkü onlar, tek bir sırt çantasıyla veya şanslıysa en fazla bir araba eşyayla kaçarlar; sahip oldukları tüm malı-mülkü, aile-akraba-arkadaşları, hatıraları, hatta sevdiklerinin kabirlerini geride bırakarak bilinmez bir yolculuğa çıkarlar. Göç yolları da çoğu zaman tehlikelerle doludur.
Mülteci/sığınmacı, kökünden kopan, vatanını -yani aidiyetini ve onurunu- yitirendir. Gittiği muhite -hele de dili, kültürü farklıysa- ayak uydurmakta zorlanır, yabancılık hisseder. Hangi ülkeye giderse gitsin, isterse aynı dil ve kültürden olsun fark etmez, dışlamacı zihniyettekilerin aynı klişelerine ve aşağılamalarına maruz kalır, değersizleştirilir. Bana en ilginç gelen, Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarına sığınmış Suriye’den gelen bazı Filistinli mültecilerin kamptaki bazı Lübnanlı Filistinlilerce benzer klişelerle dışlanmalarıydı. Yabancı olduklarından muhitinde gözler hep onların üzerindedir. Her hal ve davranışları farklı bir kesimde rahatsızlık uyandırır, eleştirilere konu olur. Sürekli kendini savunma pozisyonunda bırakılır. Mültecinin hep bir mülteci olarak kalması beklenir; normalleşmesi ve daha iyi bir hayata kavuşması yadırganır.
Bulundukları ülkelerin vatandaşları neden muzdaripse mülteciler de aynısından, daha fazlasıyla muzdariptirler. Buna rağmen yaşanan iktisadi, sosyal ve siyasi gelişmelerin günah keçisi ilan edilirler. Güvenlik tehlikeye girdiği veya iç siyasi dengeler değiştiği anda ilk bedel ödeyen gruptur. Tam da bu yüzden kolay kolay istikrara kavuşamazlar; kavuşsalar bile gün gelir yeniden göç yollarına düşmek zorunda kalırlar. Resmen mülteci statüsünde değillerse hukuki korumadan mahrum kalırlar. Tam da bu yüzden sığındıkları ülkelerdeki suçluların cazip hedefine dönüşürler. Hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, şantajla para koparma, taciz-tecavüz, kaçakçıların eline düşme, ırkçıların saldırıları gibi suçlara maruz kalma riskleri, eğer haklarını arama imkânı yoksa, yerli halktan çok daha yüksektir. Sağlık problemleri diğer insanlara kıyasla daha fazladır. Ülkelerinde yaşadıkları, göç yollarında karşılaştıkları, gittikleri ülkelerde maruz kaldıkları travma ve üzüntüler, belirsiz bir gelecekten ve/ya ailenin geri kalanından haber alamamaktan duyulan sürekli kaygı, sığındıkları yerlerde sağlıksız evlerde/ortamlarda yaşamaya/çalışmaya mahkûmiyet gibi nedenler, bağışıklık sistemlerini zayıflatır, bu da psikolojik ve fizyolojik sağlıklarını olumsuz etkiler.
İyi bir eğitim almak bütün göçmen çocuklar için en temel, hatta varoluşsal bir meseledir. Ancak bazı çocuklar savaşın ve göçün etkisiyle eğitim fırsatını kaçırır, bazıları hem çalışıp para kazanması hem de okuması gerektiği için okulda başarılı olamaz, bazıları dil farklılığı yüzünden dersleri anlamakta zorlanır, bazıları da derslerinde başarılı olsa bile akran zorbalığı ve ırkçılık nedeniyle sosyalliğini yitirip içe kapanır ve okula gitmek istemez. Ne kadar kalifiye ve profesyonel meslek sahibi olurlarsa olsunlar her işte çalışamazlar. Mesela Lübnan’da Filistinli mültecilerin 70 küsur alanda çalışması yasaktır. Çalışma izni almak kolay olmadığından çoğunlukla kaçak ve ucuz iş gücüdürler, bazen düşük ücretlerini bile tam alamazlar. Ama yerli halk göçmenlerin iş alanında yaşadığı mağduriyetleri bilmediğinden onları kendi işlerini gasp edenler olarak görür. Hayat tarzları, değerler sistemi, aile yapısı ve aile içi ilişkiler, bireysel alışkanlıklar değişir. Çocuklar ve gençler okullarda dil öğrenip yeni ortama daha kolay uyum sağlarken ebeveynler -yaşlarına ve eğitim seviyelerine bağlı olarak- bu noktada geride kalırlar. Bu da ebeveyn-çocuk ilişkisini değiştirir. En büyük zorluğu, uyum imkânı olmayan ve vatan hasreti çeken yaşlılar yaşar. Göçmenlerin üçüncü nesil, tamamen asimile olup yaşadığı ülkenin kültürü, dili ve dinini benimser.
Suriye’de savaş sonrası farklı mezhep ve ideolojilere sahip birçok kişinin savaş ve göçe dair tanıklıklarını “Tuz ve Taş Üstünde: Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç” kitabınızda derlediniz. Kitabınıza isim olarak seçtiğiniz Nizar Kabbani’nin bir şiirinde geçen “Tuz ve Taş Üstünde Uyuyan Kentler” ifadeleri sizde neleri çağrıştırdı?
Aslında kitaba bu ismi veren yayıneviydi, editörlerden Nermin Tenekeci’nin teklifiydi. Sebebi, Suriye’yle ilgili kitapların çok az okunmasıydı. Benim istediğim Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç başlığı tek başına konsa satılmayabilirdi. Biraz gizemli bir başlık olsun, merak uyandırsın istediler. Tuzun halkın çektiği acıyı ifade etmesinden ve savaşta Suriye yerleşimlerinin bombardımanlarla yerle bir edilmesinden, bazı yerlerde taş taş üstünde kalmamasından hareketle, çok önemli bir Suriyeli şair, yazar ve diplomat olan Nizar Kabbani’nin 1984’te Beyrut’ta iç savaş yaşanırken kaleme aldığı “Yasaklanmış Şiirler”inden bu dizeyi üst başlık yaptılar. Düşünebiliyor musunuz, 2011’den beri sınır komşumuzda savaş var ve ülkemize 4 milyona yakın Suriyeli sığınıyor, birlikte yaşıyoruz; ama Suriye ve Suriyelilerle ilgili kitaplar okunmuyor! Tam da bu yüzden sosyal medyada yalan yanlış her türlü bilgi yayılıyor, halkımızın zihnini manipülatörler dolduruyor, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor. Bu üzücü bir durum… Öte yandan kitabım büyük ilgi gördü, 6. ayında 2. baskıyı yaparak bizi şaşırttı. Bu, muhtemelen hem piyasaya çıkışının 7 Ekim Aksa Tufanı’nın akabine denk düşmesiyle, hem de sözü Suriyelilere verip onlara kendilerini anlattırmamla alakalı. Suriye’yi yılladır yakından takip edip bu konuda yazıp çizenler bile kitabımı okuyunca “hiç bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki”, “ne kadar çok şeyin farkında değilmişiz” diye geri dönüş yaptılar.
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Senelerden beri bu sahada araştırmaları olan birisi olarak birçok mülteci kampı gördünüz ve göçmenlerle de görüşmeleriniz oldu. Son olarak göçmenlik ve göç konusuna dair unutamadığınız hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz?
Türkiye, Suriye, Lübnan ve Avrupa’dan yüzlerce Suriyeli mülteciyle online veya yüz yüze görüştüm. Suriye ve Lübnan’daki kampları gezdim. Unutamadığım o kadar çok hikâye ve hatıra var ki... Rejime karşı savaşırken felç düşmüş veya sakat kalmış hayatının baharında yatağa bağımlı gencecik erkekler… Bütün oğulları ve damatları savaşta şehit düşmüş anneler… Kanser olup yatağa düşene kadar Suriye’de savaşmış babalar… Rejimin kuşattığı Şam Kırsalı’ndaki ilçesine, tünel kazarak rejim bölgesinden yiyecek kaçırma operasyonuna katılan 300 arkadaşından dörtte üçünü bu süreçte şehit veren bir bacağı kesilmiş savaşçı…
Rejimin hapishanesine düşen aile bireylerinden yıllarca haber alamayıp sabır içinde bekleyenler… (En ilginci, 1982’de rejim tarafından kaybedilen nişanlısını hala ya bir gün gelirse ümidiyle bekleyen 50’li yaşlarında Halepli bir hanımdı.)
Bütün ailesini savaşta yitirip tek başına veya birkaç kardeş kalan, bir anda büyümek zorunda kalan çocuklar…
Halep’te müdirelik yaptığı ortaokulda öğrencilerinin hafızlık icazet töreninin Rus savaş uçaklarınca bombalanması sonucu 70 öğrencisiyle birlikte yeni evlendiği eşini, işini, emniyetini, sağlığını, görme yetisini ve nihayet diğer bir bombalamada evini yitiren, Kilis’te felçli halde yatağa bağımlı yaşayan gencecik öğretmen…
İdlib’de rejimin bombaladığı ilkokuldan battaniyeler dolusu çocuk ceset parçaları topladığını anlatan üniversite öğrencisi genç kız… Doğu Guta’da rejimin bombaladığı alana yaralıları kurtarmak için koştuğunda aynı yerin yeniden bombalanması sonucu bir bacağını kaybeden adam…
Bir ağabeyini rejimin zorla askere aldığı, diğer ağabeyi de gönüllü olarak muhaliflere katılan ve her ikisi de savaşırken hayatını kaybeden, bu acılara dayanamayan annesi ve babasından biri kansere, diğeri kalp hastalığına yakalanıp ölen, kendisi de üzüntüden hastalanan Azez’de bir kreşte öğretmenlik yapan 20’li yaşlarında genç hanım…
Rejimin aylar veya yıllar süren kuşatması altında hayvan yemi arpa, ağaç yaprakları, otlar, kaktüsler, hatta karton, pul biber yiyerek hayatta kaldığını anlatanlar… Şam’daki Yermük Kampı’nın kuşatmasında hastalıktan annesi ve susuzluktan babası ölen, kaçarken göç yolunda 13 yaşında kardeşini kaybeden, kuzeyde Azez’deki çadır kampa iki kardeşiyle sağ salim ulaşan Filistinli mülteci gencecik kız…
Ziyaret ettiğim bazı evlerdeki yoksulluk değil, kelimenin tam anlamıyla yokluk … Suriye’nin kuzeyinde parasızlıktan günde tek bir öğün yiyebilenler, hatta bu yüzden günlerini oruçlu geçirenler…
Azez’de yaşadığı çadırda çıkan yangın sonucu bütün vücudu yanmış, Türkiye’de tam 25 ameliyat olması gereken küçücük çocuk…
Bütün fertleri türlü türlü hastalıklarla boğuşan aileler… Kendisi de hasta olup evdeki hastalara bakmaktan bitap düşen ev hanımları…
IŞİD’in çarşıda herkesin gözü önünde kafa kesmelerine şahit olan çocuklar…
Afrin’de bitmemiş inşaatlara sığınıp kapısız (kapı namına battaniye asılı) dairelerde yaşamaya mahkûm kalanlar…
Suriye’de yerinden edilenlerin ve Lübnan’da mültecilerin kaldığı, en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı, elektriksiz-susuz, kışın çamur deryası olan sefil çadır kamplar...
Ziyaret ettiğim kliniğin fizik tedavi bölümünde yetersiz beslenme yüzünden kas ve iskelet sistemi gelişemediğinden yürüyemeyen kız çocuk... (Görüştüğüm doktorlar, çocuklarda açlığın fizyolojik, psikolojik ve zihinsel problemlere, hatta hasarlara yol açtığını anlattı.)
Azez’deki psikososyal destek uzmanından dinlediğim, kadınlar arasında dahi intiharların ve intihar eğilimlerinin çok arttığına dair bilgi…
Suriye’de maddi durumu iyiyken Türkiye’de beş parasız hayata tutunmaya çalışanlar… Okula giden çocuğu, 2019’da günde sadece 1 TL istediği halde onu bile veremeyen anne…
Emniyet arayışıyla bombardımanlardan kaçıp Türkiye’nin güneyine veya Suriye’nin kuzeyine sığınan ama 2023’teki depremlerde ailesini yitirenler, evleri bir kez daha mezarlarına dönüşenler…
İki dakikalık depremle hem şehirlerimizin aldığı yıkımın görüntüsünün on yıllık savaşta Suriye’nin aldığı yıkıma hem de depremzedelerimizin değişen hayatının ve duygu-düşüncelerinin Suriyelilerinkine benzemesinin şoku… Öyle ki Türk depremzedelerle görüşmelerimde bana söyledikleri bazı cümleler, Tuz ve Taş Üstünde kitabımda geçen Suriyelilerin savaş ve göçle değişen hayatlarına ve duygu durumlarına dair kurdukları cümlelerle birebir aynıydı.
Bütün acılarını anlatıp sonunda “her halimize hamdolsun” diyebilen sefalet içindeki Suriyelilere karşılık, nimetler içinde yüzdüğünün farkında bile olmayan, sürekli şikâyet eden ve şükretmeyi bilmeyen bizler…