28 Haziran 2024 Cuma

Z.T.KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

 

ZAHİDE TUBA KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Röportajı yapan: Esma Kaleli

Yakîn dergisi, sayı 1

NOT: Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Filistin halkının direnişi, geçmişi, tarihi ve doğru bilinen yanlışları araştırmacı yazar Zahide Tuba Kor’a sorduk.

7 Ekim Aksa Tufanı nedir ve neden yapıldı?

Filistin direniş tarihinin en başarılı operasyonu ve İsrail’e yönelik en yıkıcı saldırısıdır. Gazze nüfusunun üçte ikisi mültecidir; yani 1948’de İsrail’in fiili ve psikolojik savaşla ele geçirdiği bölgelerden sığınanlar ve onların sonraki nesilleridir. Dolayısıyla 7 Ekim’de yaşanan, Gazzelilerin 75 yıl evvel dedelerine ait olan topraklara geri dönme çabasıdır.

Neden yapıldı sorunuza gelince, adı üstünde, Mescid-i Aksa’yı savunmak için. Çünkü aşırı sağcı İsrail hükümetinin hem Mescid-i Aksa hem de Batı Şeria’nın Yahudileştirilmesi hedefini gerçekleştirmesine ramak kalmıştı. 2020’de BAE ve Bahreyn’le “İbrahim Anlaşması” adı altında İsrail ile Arap dünyasını barıştırma, daha doğrusu geçmişte gayriresmi ve gizli yürüyen ilişkileri resmiyete dökme sürecinde sona yaklaşılmıştı. Eğer 7 Ekim yaşanmasaydı biz Ekim ayında Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini, bu sayede kurulacak yeni ticaret yollarını ve boru hatlarını vs. konuşuyor olacaktır. Bu gerçekleşseydi Filistin meselesi adeta “tarihin çöplüğü”ne atılacaktı. Çünkü İbrahim Anlaşması’nın mantığı, -ABD’nin Asya-Pasifiğe odaklanmak için Ortadoğu’dan çekilmekte olduğu bir dönemde, Trump’ın damadının mimarı olduğu “Yüzyılın Anlaşması”na boyun eğmeyen ve taraf olmayan- Filistinlilerin yok sayılmasıyla, Amerikan müttefiklerinin uzlaştığı yeni bir bölgesel düzen kurulmasıydı. İşte 7 Ekim’de Filistin direnişi, bizi yok sayamazsınız, yüzyıldır Ortadoğu’nun en önemli meselesi biziz, Filistin-İsrail meselesi çözülmeden yeni bir bölgesel düzen kuramazsınız dedi. Revizyonist Siyonist Netanyahu hükümeti, bölge ülkelerini kendi safına çektiği bir ortamda Filistin üzerindeki emellerini, yani MS 70’te Romalılarca yıkılan tapınaklarını Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde yeniden inşa ve Batı Şeria’yı ilhak sürecini başlatmayı planlıyordu. Bunun önünde tek engel İsrail’i vuran füzeleriyle Gazze’deki direniş olacağından Netanyahu hükümeti 2023 sonunda zaten Gazze’ye kapsamlı bir saldırı düşünüyordu. İzzettin Kassam Tugayları, İsrail halkının Yahudi bayramlar sezonunu kutladığı bir ortamda, beklenmedik bir saldırıyla orduyu ve bütün güvenlik birimlerini dumura uğrattı. Gazze’den sorumlu bütün birlikleri ve komuta kademesini ya öldürerek ya esir alarak saf dışı bıraktı. ABD’nin ve İsrail’in bölge planlarını altüst ettiği gibi İsrail’in bütün acziyetini ve vahşetini de dünyanın gözü önüne serdi. Gazze mahvoldu, ama İsrail de kolay kolay iflah olamayacağı şekilde büyük bir darbe aldı.

İsrail-Filistin arasındaki çatışma ortamının Aksa Tufanı üzerine başladığını öne sürüp Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlayanlar var.  Peki gerçekte işin aslı nedir?

Filistin-İsrail çatışması, Siyonist çetelerin Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirmesiyle fiilen 76 yıl evvel başladı; aslında İngiliz mandası altında çatışma daha da eskiye dayanır. 1967’de bütün Filistin topraklarını işgali altına aldığından beri adım adım Yahudileştirme politikası devam ediyor. Sadece 2023 yılı içinde Batı Şeria’da yirmiye yakın köy, Yahudi yerleşimcilerin İsrail askerleriyle işbirliği içinde Filistinli köylülere sürekli saldırılarıyla boşaltıldı. Dolayısıyla çatışmanın durup dururken 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısıyla başladığını zannetmek, ya bölge tarihine dair cahilliğin ya da ideolojik önkabullerin bir ürünüdür.

Hamas’ın terör örgütü olarak görülmesi yeni bir şey değil. 1988’de resmen kurulduğundan beri İsrail ve Batı tarafından böyle görülüyor. Son yıllarda bazı Arap ülkeleri de bu kervana katıldı. Sadece Hamas değil, geçmişte İsrail’e karşı mücadele yürütmüş bütün ideolojik akımlar ve silahlı hareketler terör örgütü sayılıyordu. Hatta bugün Filistinlilerin meşru temsilcisi olarak görülen, Mahmud Abbas’ın başında olduğu FKÖ ve geçmişteki lideri Yaser Arafat, 1990’lardaki Oslo Barış Süreci’ne kadar Batı’da ve İsrail’de terörist kabul ediliyordu.

Dünyada müesses nizama isyan eden ve direnen hareketlerin birçoğu, silahlı olsun veya olmasın, -farklı kesimlerce- terör örgütü muamelesi görmüştür. Birinin özgürlük savaşçısı dediğini, diğeri terörist sınıfına koymuştur. Kim terörist-kim değil tartışması, çerçevesi belli, üzerinde ittifak edilmiş bir mesele değildir; siyasi çıkarlar ve tehdit algılarıyla bağlantılıdır.

Hamas, aslen Müslüman Kardeşler hareketinin Filistin kolu. Dini-toplumsal bir hareket olarak 1978’de ortaya çıktı, Birinci İntifada’nın başında resmen bir direniş örgütüne dönüştü, silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları 1992’de kuruldu. Geçmişte Filistin direnişinin ana aktörü el-Fetih ve FKÖ’nün Lübnan’dan Tunus’a sürülerek zayıflatıldığı ve 1990’larda İsrail’le barışa razı edildiği bir ortamda Hamas direnişin bayraktarlığını ele aldı. 2005’te siyasete girmeyi kabul etti. Ocak 2006 seçimlerinde Filistin halkının %60’ının oyunu aldı. Kısaca bugün Hamas siyasi, dini, toplumsal ve silahlı bir harekettir.

İsrail tüm dünyanın gözü önünde yüzlerce savaş suçu işlerken hala batı dünyası tarafından desteklenmesinin olası sebepleri nelerdir?

İsrail zaten Batı tarafından, özellikle Protestan (İngiliz ve Amerikan) aklı, parası ve gücüyle kurulup ayakta tutulmuştur. Batı’nın şımarık çocuğudur. İsrail ilk kez savaş suçu işlemiyor; tarihi savaş suçlarıyla doludur. Ancak ABD’nin tam diplomatik himayesi altında olduğundan herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyor.

Ayrıca bugün Gazze’de İsrail’in işlediği katliamlara şaşırmamız bana çok garip geliyor. Benzerleri daha yakın dönemde Irak ve Afganistan’da ABD, Suriye ve Ukrayna’da Rusya tarafından gözlerimizin önünde işlendi. Ama tabii bunları görmek istemedik, görenlerin de sesleri ve tepkileri çok cılız kaldı. Daha da geçmişe gidersek, ABD’nin kuruluşu ile İsrail’inki birbirine benzerdir; hatta ABD’ninki daha da kanlı ve vahşidir. Maceracı, fırsatçı, hapishane kaçkınları da dahil Amerika kıtalarına giden sömürgeci-yerleşimci Avrupalılar, “medenileştirme misyonu” kisvesi altında yerli halkların soylarını kırıp oraları kendilerine “vatan” kıldılar. Siyonist proje de sömürgeci ve yerleşimci bir proje olması, yerli halkın çoğunu sürüp atması bakımından benzerdir. Kendisi hem uzak hem de yakın geçmişte sayısız savaş suçları işlemiş Batı’nın, kendi eliyle kurduğu ve ayakta tuttuğu İsrail’in işlediği savaş suçlarına karşı çıkması beklenemez.

Bu arada bütün genellemeler haksızlıklar barındırır. Batı kategorisi de böyledir. Batı’da İsrail’e karşı çıkan ve yıllardır mücadele yürüten birçok grup var. Boykot-Tecrit-Yaptırım (BDS) hareketi 2005’te yine Batı’da kuruldu. Devletler ile halklar arasında ayrım olduğu gibi, devletler arasında da farklı tutumlar mevcut; mesela İspanya sonuna kadar Filistin yanlısı.

Filistin meselesi üzerinde Müslüman ülkeler ve Ortadoğu neden birlik olamıyor ve de birleştirecek olası unsurlar nelerdir?

Çünkü her ülkenin kendi menfaatleri ve tehdit algıları var. Ve bazı ülkelerin menfaatleri ve tehdit algıları, 2011’den sonra başlayan halk ayaklanmaları ve bölgedeki siyasi değişim ihtimali karşısında İsrail’inkiyle örtüştü. Tam da bu nedenle ilk meyvesi 2013 Sisi darbesi olan Körfez-İsrail yakınlaşması, 2020’de İbrahim Anlaşmalarıyla taçlandı. Bölge, koltuğunu İsrail’in desteğine borçlu liderlerle dolu; Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi bunun baş örnekleri. Ayrıca Ortadoğu’da artık genç liderler kuşağı var ve bu gençler Arap-İsrail savaşları döneminde büyümediler. Onlar, bu konuya babaları gibi bakmıyor, hatta Filistin’i bir ayak bağı olarak görüyorlar. Bölge rejimlerinin birçoğu, “Arap Baharı”nın da etkisiyle Müslüman Kardeşler’i (ki Hamas da bu ekoldendir) kendilerine yönelik baş tehdit olarak görüyorlar. Aralarında yıllardır İsrail’e Hamas’ı yok etmesi için saldırmasını telkin edenler bile var. Eğer Arap ve İslam ülkeleri İsrail’e karşı birlik olabilseydi İsrail soykırıma girişemezdi.

2012 Kasım’ında İsrail Gazze’ye bir haftalık savaş açtı. O dönem Mısır’da Muhammed Mursi cumhurbaşkanıydı. İsrail’in vururum tehdidine rağmen Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin dışişleri bakanları Refah sınırında geçerek Gazzelilere destek çıktı. İsrail onları vuramadığı gibi, Filistinlilerin en avantajına olan ateşkese razı oldu. Ama ondan bir ay sonra Mısır’da darbeye giden sürecin taşları döşenmeye başladı. Şunu demek istiyorum: İsrail ne zaman bölgede bir birlik ihtimali doğsa onu sabote etmiştir, çünkü bunu kendisine yönelik bir tehdit saymıştır.

Kurulumuna Kral Faysal’ın öncülük ettiği ve kuruluş amaçlarından birinin Müslümanlara karşı olası tehditlerde petrol ambargosu uygulamak olan OAPEC’i elindeki gücü kullanmaktan alıkoyan nedir?

Kral Faysal’ın akıbeti. Bu kararı aldırdıktan 5 ay sonra suikastla öldürüldü… Aslında az evvel anlattıklarım bu sorunun da cevabı niteliğinde. BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn gibi Körfez ülkelerinin çıkarı İsrail’le ortaklığı gerektiriyor. Filistin onlar için artık bir anlam ifade etmiyor. Körfez’in parası ile İsrail’in know-how’ı birleşerek yepyeni bir döneme geçilecekti. 7 Ekim Aksa Tufanı, hayallerini bir süreliğine de olsa suya düşürdü.

Yaygın olarak ortaya sunulan “Arapların Osmanlı’yı arkasından vurduğu” tezinin aslı nedir? Araplar bizi sattı mı?

Şerif Hüseyin isyanına katılan Araplar sadece birkaç bin kişiydi, başarısız oldukları için İngilizler esir aldıkları birkaç bin Arap Osmanlı askerlerini daha bunlara kattı; buna mukabil Osmanlı safında savaşan Arapların sayısı on binlerce, hatta belki yüz binlerceydi. (İngiliz arşiv belgelerinde bu isyancıların ne denli beceriksiz ve işe yaramaz olduğu yazar. David Fromkin’in Barışa Son Veren Barış kitabında bu isyan çok iyi anlatılır, okumanızı tavsiye ederim.) Şerif Hüseyin isyan ettiğinde Arap halklarının çok geniş bir kesimi buna karşı çıktı ve katılmadı, hatta onu hain olarak gördü. Ama isyan, hem Sykes-Picot Anlaşması’na rağmen Doğu Akdeniz’i Fransızlara kaptırmak istemeyen İngilizlerin çıkarları gereği kamuoyu önünde abartıldı, hem de Osmanlı sonrası Batılılarca kurulan yeni devletlerin önderlerinin ve daha sonra Arap milliyetçisi kesimlerin bir kahramanlık hikayesine duydukları ihtiyaç nedeniyle köpürtüldü.

Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, Fransa, İtalya, Çarlık Rusya’sı yani Batı’nın başat aktörleri Osmanlı ordusuna arkadan değil, doğrudan saldırıp yüz binlerce askerimizi şehit ettiği halde bunu dile dolamadık; savaştan sonra Batı’yla düşmanlığı bırakıp hem hayat tarzı hem hukuk sistemi olarak onu kendimize bir rol model olarak aldık. Ama İngiliz altınlarıyla satın alınan birkaç bin Arap’ın isyanını -sanki geniş bir kitle katılmış gibi- dilimize pelesenk ettik. Bütün bunlar, yeni Cumhuriyet’in ideolojik yönelimini meşrulaştırmak, Osmanlı-İslam geçmişinden kurtulmak ve bölgeyle aramıza kalın bir çizgi çizmek için abarttığı bir söylemdir.

İsrail’in Filistin işgalini haklı göstermek isteyenlerin başvurduğu savunmalardan en çok konuşulanı “Arapların topraklarını satması” meselesi, Filistinliler gerçekten topraklarını sattılar mı?

Evet, satan tabii ki var. Ama toprakların en fazla %2’si satılmıştır. Filistin’e toplu Yahudi göçleri 1880’lerde başlıyor; Siyonistlerin toprak satın alımı ile ilgili kurumları 1900’lü yılların başında kuruluyor. 1917 sonunda İngiliz işgaline kadar Filistin’de Yahudi nüfus sadece %8 ve ellerindeki topraklar %2. Osmanlı yıkıldıktan sonra burada İngiliz mandası kuruluyor. Osmanlı devlet toprakları İngilizlere geçiyor. İngilizler Siyonistlerin toprak alımını kolaylaştırdığı halde 30 yıla yakın süren İngiliz manda döneminin sonuna doğru (1947 Kasım’ında) Yahudi nüfus %30’a, ellerindeki topraklar %6,5’a çıkıyor. 29 Kasım 1947’de BM’den Filistin’i taksim kararı çıkıyor. Kararda toprakların %56’sının Yahudi devletine, kalanının Arap devletine verilmesi, Kudüs ve çevresinde uluslararası bir yönetim kurulması öngörülüyor. Oysa buralarda hala Filistinliler yaşıyor. İşte bu karardan sonra altı ay sürecek iç çatışmalar ve ardından başlayan ilk Arap-İsrail Savaşı sonucunda İsrail kanla Filistin topraklarının %78’ini ele geçiriyor. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda topraklarını üç kat genişletirken Filistinlilerin yaşadığı diğer %22’lik kısmı da işgal ediyor. Kısaca İsrail Filistin topraklarının kahir ekseriyetini kan dökerek ele geçirmiştir.

Filistin meselesinde bireysel olarak bize düşen görevler nelerdir, biz neler yapabiliriz?

Önce bilmek, öğrenmek gerekir. Bilmeden bilinç sahibi olunmaz, büyük davalar üstlenilmez, üstlenilse de başarıya ulaşılmaz. 7 Ekim, Filistin’i ne kadar bilmediğimize, sahanın gerçeklerinden ne kadar habersiz olduğumuza ayna tuttu. O yüzden hep sizleri İslam’ın ilk emrine davet ediyorum: “Oku!” İkincisi, ikna edici ve doğru söylem üretebilme becerisine kavuşmamız lazım. Sosyal medyada hem ülke içine hem de dış dünyaya hitap edebilecek her kesime ayrı propaganda faaliyetine girişmeliyiz. İsrail’in ve Siyonist lobinin gerçek dışı söylemlerinin altını hakikatlerle oymalıyız. Üçüncüsü, görsellik üzerine kurulu bir devirdeyiz. Etkili belgeseller üretmeyi önemsiyorum. Dördüncüsü, Yahudiler ancak parayla yola getirilebilir. Bu bağlamda kapsamlı bir boykot çok önemli. Batı’da 2005’te kurulan BDS hareketi başarılı bir modeldir; bunu örnek alabiliriz. Ayrıca Siyonistlerin ve destekçilerinin ürettiklerinden daha iyisini üretmeliyiz ki onlara mecbur ve mahkûm kalmayalım. Beşincisi, Müslüman’ın en önemli silahı duadır, bunu hiç bırakmayalım. Altıncısı, eylemlere gidin, ama sadece bağırmak, slogan atmak işe yaramaz; eylemlerde elinize bir Filistin kitabı alıp okuyun veya kulağınıza kulaklık takıp Filistin’le ilgili bir konuşma dinleyin. Tek başına sloganla, gazla veya Siyonistlere bedduayla Filistin kurtulacak olsa, şimdiye kadar bin defa kurtulurdu. Bu noktadan hareketle yedinciye gelelim. Tunus’un 2011-2014 yılları arasındaki Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki, otobiyografisinde şöyle der: “Peki ama mağlup olduğumuz gerçek savaşı –medeniyet, yani ilim ve amel savaşını– kazanamazsak siyasî mücadeleden nasıl galip çıkacağız?” Merzuki, babasının şu sözleriyle gençliğinde siyasetten vazgeçip doktor olduğunu anlatır: “Milletimizin siyasetçilerden çok daha fazla büyük doktorlara, bilim adamlarına, mühendislere, filozoflara ve mütefekkirlere ihtiyacı var. Eğer ki Arapçılığa ve Tunus’a bağlılığını ispatlamak istiyorsan bunu ilmî başarılarınla göstermelisin. Yahudilere bak. Onların gücü, her ferdinin ulaştığı ilmî ve meslekî seviyesinden geliyor.” (Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri, sf. 12-13) Babasının bu sözleri son derece doğru. Dolayısıyla var mısınız ilmî cihada? Son olarak İzzettin Kassam Tugayları, düşmanı İsrail’in hem başarısının sırlarını hem de zafiyet noktalarını çok iyi çalışmış. 7 Ekim’den itibaren düşmanını düşmanının silahıyla vurdu, hem de her alanda.

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder