28 Temmuz 2024 Pazar

Z.T.KOR: GAZZE İLE İLGİLİ BU HABERİ MUHTEMELEN NEDEN OKUMAYACAKSINIZ?

 

GAZZE İLE İLGİLİ BU HABERİ MUHTEMELEN NEDEN OKUMAYACAKSINIZ? 

Zahide Tuba Kor

Fayn Press, 25.7.2024

https://www.fayn.press/gazze-ile-ilgili-bu-haberi-neden-okumayacaksiniz/

 

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Spot: İsrail, ateşkese gitmek bir yana dursun saldırılarını git gide artırırken Filistin meselesi neden artık tepki çekmiyor? Sebebi yaz rehaveti mi, her gün değişen gündem mi yoksa “Türk tabiatı” bunu mu gerektiriyor? 

Tarih, 13 Temmuz 2024; yer, Han Yunus’un batısında İsrail’in sözde “güvenli bölge” ilan ettiği el-Mevasi. 80 binden fazla Gazzelinin çadırlarıyla dolu alana İsrail’in yaptığı saldırı öylesine dehşet vericiydi ki çığlık ve tekbir sesleri altında göğe yükselen kara kesif duman, 2020’de Beyrut Limanı’ndaki 2750 ton amonyum nitrat dolu deponun patlama anını hatırlattı. 

Biden yönetiminin uzun süre direnip sonunda İsrail’e yolladığı 900 kiloluk bombaların ve füzelerin hedefi, güya Hamas’ın askeri kanadı İzzettin Kassam Tugayları komutanı Muhammed Deyf’ti. (Tabii ya, İsrail’in defalarca suikast girişiminden kurtulmuş, 2014’te eşini ve çocuğunu İsrail saldırısında yitirmiş Deyf, öyle saf ve akılsızdı ki -yerin üstünde ajanlar cirit atarken ve kendisini ararken- tünellerden çıkıp Hamaslı komutanlarla toplantı yapacak, direniş planları hazırlayacaktı!)

Dokuz aydır kesintisiz, yıllardır da belli aralıklarla İsrail bombalarını ve füzelerini tatmaya alışmış Gazzeli tanıklar, “Ömrümüzde böyle bir katliam görmedik; manzarayı tasvir mümkün değil” diyorlardı. “Yer deprem gibi sarsılmış, toz dumandan gökyüzü kararmıştı.” 

Saldırı mekânında 18 metre çapında koca bir krater açılırken kumlar birçok çadırı içindekilerle birlikte yuttu. Gazzeliler o kraterin dört bir yanını elleriyle veya kazma küreklerle kazarak yakınlarını bulmaya çalıştı. Kumların yuttukları şanslı sayılırdı; bir kısmı sağ çıktı, ölenler de tek veya birkaç parçaydı. Diğerlerinin ise bedenleri patlamanın etkisiyle paramparça etrafa savrulup sağ kalanların üzerine yağdı, kimisi yandı. Krater ve çevresinde hiçbir şey kalmadı… 

Saldırı sonrası yaralıları kurtarmaya koşan sivil savunma ekipleri ve ambulansların, havadaki SİHA’larca bombalanarak olay mahalline ulaşmaları tam yirmi dakika engellendi. İnsanlar yaralılarını at ve eşek arabalarına doldurup kendi imkanlarıyla hastanelere götürmeye çalıştı. SİHA’lar gökyüzünden çekildikten sonra cenazeler üst üste ambulanslara dolduruldu.

Saldırılarda yüzlerce çadırın yanı sıra bir yardım dağıtım merkezi, deniz suyunu tuzdan arındırma tesisi ve gıda dağıtım yeri de kullanılamaz hale geldi. Aynı gün Şati mülteci kampında açık alanda cemaatle namaz kılan kalabalık da vuruldu, yine bir yığın Gazzeli namazda öldürüldü ve yaralandı. 

Peki ama neden?

Kaybetmeye ve düşmanının taleplerini de gözeten bir ateşkese varmaya hiç alışkın ve hazır olmayan İsrail, içte ve dışta artan baskıya rağmen, “Hiçbir hedefine ulaşamadan savaşı bitirdi” gibi gözükmemek için saldırılarını akıl almaz boyutlara taşıdı. Öyle ki yakıcı sıcaklarda açlık, susuzluk ve hastalıklara eşlik eden çılgınca bombardımanlar ve katliamlar altında Gazzeliler dokuz ayın en kötü günlerini yaşadıklarını söylüyorlar. 

Ama ne “güvenli bölge” el-Mevasi’deki ne de diğer yerlerdeki katliamlar ABD Başkan Adayı Donald Trump’a yönelik suikast girişimi, evsiz köpekler ya da Avrupa Futbol Şampiyonası kadar gündemimiz oldu. 

Peki ama Gazze’ye bu ilgisizlik neden?

Bunun hem zamanlamayla hem “Türk tabiatımız”la hem de ideolojik konumumuz ve inançlarımızla bağlantılı çeşitli gerekçeleri var.

Ateş saçan havalarda ateş altındaki Gazze

Zamanlamayla başlayalım… 

Gazze gündemini diri tutmaya çalışan programlar ve çalışmalar, yaz aylarının gelmesiyle büyük ölçüde sonlandı. Kimse havalar mevsim normallerinin üstünde ateş saçarken bir de ateş altındaki Gazze’nin bunaltıcı gündemini takip etmeye gönüllü değil. Dahası 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası varken, çeyrek finalde elenip Avrupa’yı futbolla “fethetme” imkanını kaçırsak da, Gazze’nin ve Ortadoğu’nun bitmeyen kanlı gündemi o kadar da heyecan verici durmuyor sanki?

Peki ya yaz rehaveti, futbol heyecanı ve Trump’a suikast girişimi olmasa el-Mevasi katliamını duyacak, bilecek miydik? Muhtemelen hayır… İşte bu noktada da “Türk tabiatımız” devreye giriyor. 

Türkiye gündeminin civcivli hali

Türkiye’nin iç gündemi her daim o kadar olaylı ve civcivlidir ki herhangi bir konunun uzun süre, istikrarlı bir şekilde gündemimizde kalması pek vaki değildir. Bu, hem hafızamızın kısa dönemli çalışmasından hem de emek ve odaklanma gerektiren sorumluluklardan kaçmamızdan kaynaklanıyor. Kriz anlarında bir kıvılcım gibi hızla parlayıp seferber oluyor, ardından kısa sürede sönüyoruz. 

Hatırlayalım, 2022 Şubat’ında Rusya Ukrayna’ya savaş açtığında dünya medya kuruluşları gibi bizim muhabirlerimiz de sahaya koşmuş, Ukraynalıların dramı haftalarca ana gündem maddemiz olmuş, ama sonra sanki savaş bitmişçesine konu kapanmıştı. Rusya’nın Ukrayna’da İsrail’i aratmayan saldırıları ve katliamları şu an kimin gündeminde? Peki geçmişte kanlı savaşlar yaşamış Suriye, Irak ve Afganistan’daki feci katliamlar gündem olmuş muydu? Yani Gazze’ye mevcut duyarsızlığımız bir istisna değil. 

Bu tabiatımızın en çarpıcı örneklerinden bir diğeri ise 6 Şubat depremleriydi. Felaket duyulur duyulmaz ülkemizin dört bir yanında halkımız hızlıca seferber olmuş ve bölgeye çok büyük yardımlar akmıştı. Fakat eş zamanlı akış yüzünden yardımların epeyce bir kısmı çöp olmuş, bir müddet sonra depremzedelere halkın bireysel yardımları kesilivermişti. Üzerinden 1,5 sene geçen o büyük felaket bugün kaçımızın gündeminde? Kendi insanımızın acısını bile uzun süreli paylaşamazken, başka ülkedekilerin katliamlarını nasıl daimi gündemimiz kılabiliriz ki? 

En büyük problemimiz, İsrail’i kuran ve ayakta tutan Siyonist önderlerin tam aksine, süreklilik içinde ve uzun vadeli iş tutabilme becerisine sahip olamayışımız. Tam da bu yüzden Gazze’de olaylar patlak verdiğinde tepkisini eylemlerle ve başka yollarla ifade eden insanlarımızın bir kısmı, aradan geçen dokuz ayda geri çekildiler. 

Bunda bazılarının Gazze’deki katliamları izledikçe elinden bir şey gelmemesinin acziyeti içinde psikolojik çöküntü yaşayıp takibi bırakmasının payı var. Bazıları da “Devletimiz en doğrusunu yapar” refleksine ve bahanesine sığınıp gevşediler. 

Medyamız mı? Onların da birer ticari kuruluş olduğunu, reytinglere ve ticari bağlantılara bağlı hareket ettiklerini anımsamakta fayda var. Dış haberlere yönelik zayıf ilgi nedeniyle dünyada ne yaşansa ekranlarda Türkiye üzerinden okunur ve bizi yok etme girişimlerine bağlanır ki izlenme oranı artabilsin. Çünkü çoğumuzun dünya algısı adeta 783.562 km2’lik T.C. sınırlarıyla kısıtlıdır. 

Aslında uzun süren her savaş, işgal ve yıkıcı gelişme bir noktadan sonra sıradanlaşıp gündemden düşer ve bu, sadece biz Türklere mahsus bir refleks de değildir. 

 

Suriye savaşıyla ilgili haberlerin okunma/izlenme oranı da el-Cezire takipçileri arasında dahi 2012-2013 gibi çok erken bir tarihte azalmaya başlamış; 2015’ten sonra -dış askeri müdahalelerle katliamların en büyüklerinin işlenmesine ve halk zorla göç ettirilmesine rağmen- savaş dünyanın ve ana akım medyanın gündeminden düşmüş, Suriye haberleri mülteci meselesine indirgenmişti. 

Uzayan ve tırmanan her şiddetin kanıksanmaya mahkum olduğunu dünyada en iyi bilenlerin başında işgalci İsrail yönetimleri gelir. Dünya vicdanını yaralayan ve infiale yol açan en haksız ve hukuksuz eylemlerinde dahi izledikleri “geri adım atmayıp zamana yayma taktiği” sayesinde yaptıklarının yanlarına kâr kaldığını sayısız defa deneyip gördüler. Bugün yaşananlar ve halkın kayıtsızlığı da bu deneyimin getirdiği güvenin bir sonucu…

Kimin neyi savunduğuna göre pozisyon almak ya da almamak

Gelelim ideolojik konumlara ve inançlara… 

Aslında bu, son dönemde Gazze’nin gündemden düşme gerekçesi değil, ilk günden beri farklı kesimlerin tepkisi(zliği)nin nedeni diyebiliriz. En son evsiz köpekler meselesinde de gördüğümüz üzere, her şeyin aşırı siyasallaştığı ve kutuplaşma konusu olduğu ülkemizde -inançlardan, ideolojilerden ve siyasetten bağımsız- ahlaki ve vicdani bir duruş sergileyebilenler hakikaten az. 

Uzun yıllardır uzmanlarımızın neredeyse tamamen askeri-güvenlik ve/ya ekonomi-politik eksenli analizleri de insani-vicdani perspektifi azaltan diğer bir faktör.

Geçmişte Filistin davasını savunmakla övünen solcuların birçoğu bugün sessiz; sırf İslami direniş örgütleri öncü diye… Yıllarca antiemperyalizm vurgusu yapanlar, 21. yüzyılın tipik bir sömürgeci gücü olan işgalci İsrail’in katliamlarına karşı bir pozisyon alamıyorlar. Oysa şu an Gazze’de laik ve sol silahlı örgütler de İslami örgütlerle birlikte İsrail’e karşı savaşıyorlar. 

Keza sığınmacı düşmanlığı altında aslında Arap ve İslam düşmanlığını yayan aşırı sağcı-ırkçı çevrelerin yıllardır yürüttükleri tezvirat da Gazze’deki katliamlara seyirci kalmanın, umursamamanın nedenlerinden biri oldu. 7 Ekim’den sonra gençlerin takip ettiği mecralarda “Araplar bizi sırtımızdan vurdu”, “Filistinliler topraklarını sattı”, “Filistinliler Kıbrıs’ı tanımadı” tarzı çok rahat çürütülebilecek iddiaların devreye sokulması da katliamlar karşısında kayıtsızlığın “meşrulaştırıcı” gerekçelerindendi. 

Kısaca ideolojik saiklerin devreye girmesiyle Türkiye’nin entelektüelleri, sanatçıları, akademisyenleri, üniversite öğrencileri -Batı’daki muadilleriyle kıyaslandığında- kötü bir performans sergilediler. Filistin’de direnişin bayraktarı örgütler geçmişteki gibi seküler çizgide olsaydı acaba pozisyonlar aynı mı kalırdı? Halbuki gerçek hak ve adalet savunucuları, ötekinin hakkını ve adaletini de savunabilenler arasından çıkar. 

Hafıza sorunlarımız ve sabırsızlığımız

Tavırsızlığımızda önemli bir faktör de bilgi seviyemizin düşüklüğü ve bir nevi hafıza problemimiz… 

7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu gerçekleştiğinde istisnasız bütün kesimlerin zihinleri allak bullak oldu. “Durup dururken” Hamas neden İsrail’e saldırmıştı? Bu soru, hem İsrail’in 76 yıllık işgal tarihinden hem de Filistinsiz kurulmak üzere olan yeni bölgesel sistemden habersizliğin bir ürünüydü. Filistin konusunda cehaletimiz yeni değil. Geçtiğimiz yıllarda ABD-İsrail ikilisi Filistin’de işgali kalıcılaştırma yolunda çok kritik adımlar atarken yayınlanan analizler ve haberler de rağbet görmüyordu. “Filistin benim davam” diye sahiplenenlerin bile bilgi seviyesi çok düşüktü. 7 Ekim, bilmeden bilinç ve vicdan sahibi olunamayacağını bir kez daha gösterdi.

Velhasıl, Gazze’ye karşı çeşitli kesimlerde baştan beri var olan duyarsızlık, duyarlı kesimlerde de yaz rehaveti ve ümitsizlik nedeniyle yayılmışa benziyor. Buna bir de savaşın süresinin uzaması eklenince, ilk anda verilen refleksler gittikçe zayıflıyor. Halbuki yanıbaşımızda bir etnik temizlik yaşanırken en çok sahip olmamız gereken yetiler, sabırla olayları takip etmek ve parlayıp sönmeye müsaade etmeden tepkilerimizi sürekli kılabilmek olmalı. 

 

 


18 Temmuz 2024 Perşembe

Z.T.KOR: SİYONİSTLERİN FİLİSTİN’İ NÜFUSSUZLAŞTIRMA POLİTİKASI 1948'TEN BU YANA DEVAM EDİYOR


SİYONİSTLERİN FİLİSTİN’İ NÜFUSSUZLAŞTIRMA POLİTİKASI 1948'TEN BU YANA DEVAM EDİYOR

Zahide Tuba Kor

Anadolu Ajansı, 18.7.2024

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/siyonistlerin-filistin-i-nufussuzlastirma-politikasi-1948ten-bu-yana-devam-ediyor/3278444

 

NOT: Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Spot: Filistinliler, 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani Büyük Felaket derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir.

 

 Teröre başvurulmasaydı, Yahudi bağımsızlığının o tarihte elde edilmesi pek mümkün olmazdı. 

(Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Araştırma Merkezinden Mordechai Nisan)

 

7 Ekim Aksa Tufanı akabinde İsrail, Gazze’de intikam ve yeniden işgal amacıyla insanlık tarihinin en yoğun ve yıkıcı bombardımanına girişti. Şehit düşen Gazzelilerin sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğiz; keza yaşanan soykırımın ve yıkımın yol açtığı maddi-manevi hasarı ve bedeli de… Ama bunların hiçbiri yeni değil. Belki tek yenilik, tarihin artık kameralar önünde ve çok daha ölümcül silah sistemlerinin kullanımıyla tekerrür etmesi diyebiliriz. İngiliz manda döneminde özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı sürecinde başlayan, 1948’de etnik temizlikle devam eden ve işgal altında bugünlere gelen süreçte Filistinliler defalarca silahlı şiddete maruz kaldı, sevdiklerini yitirdi, yersiz yurtsuzlaştı, mülksüzleşti, fakirleşti ve acılarıyla kendi kaderlerine terk edildi. Son 9 ayda 76 yıllık hikâyenin hızlandırılmış bir özetini izliyoruz sadece.

BM siyonist diplomasinin önünü nasıl açtı?

Siyonist önderlerin 1900 yıl sonra Filistin’e geri dönerek demokratik bir Yahudi devleti kurma hedefi, işgali ve etnik temizliği beraberinde getirir. Nitekim 1880’lerde başlayan Doğu Avrupa’dan göçler sonucunda –İngilizlerin 1917 Balfour Deklarasyonu’yla “milli yurt” kurulmasına verdiği desteğe rağmen– 1947’ye gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfus yüzde 8’den ancak yüzde 30’a çıkar; elde edebildikleri toprak parçası da Filistin’in sadece yüzde 6’sı kadardır.

Siyonistler, İngiliz manda döneminde bir yandan müstakbel Yahudi devletinin kurumsal temellerini atarken diğer yandan işgal ve etnik temizlik planlarını hazırlarlar. Kullandıkları uluslararası siyasi ve diplomatik araçlara ilaveten 1939’da silahlı siyonizm de devreye sokulur. Bugünkü terminolojiyle tipik birer terör örgütü olan siyonist çeteler (Hagana, Irgun ve Stern), silahı 1940’larda sadece Filistinlilere değil, müstakbel Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak görmeye başladıkları İngilizlere karşı da kullanırlar. İngiltere, 1944-1947 arası Yahudilerin silahlı isyanı karşısında meseleyi Birleşmiş Milletler’e havale eder.

29 Kasım 1947’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) baskısıyla kabul edilen ve iki devletli çözümü öngören BM Taksim Planı, siyonist diplomasi için tam bir zaferdir. Zira 70 yılda ancak yüzde 6’lık toprağa ve yüzde 30’luk nüfusa sahip olabilen Yahudilere, müstakbel devlet için Filistin’in yüzde 56’lık kısmı ayrılır. Ancak burada yaşayan yüz binlerce Filistinlinin varlığı, demokratik bir Yahudi devleti kurma önünde engeldir. İşte bu noktada siyonist çeteler üç aşamalı etnik temizlik politikasına girişir.

Siyonist çetelerin üç aşamalı etnik temizlik politikası

Önce birbirinden kopuk Yahudi kolonileri arasında yer alan Arap topraklarını işgal etmek için C Planı’nı devreye sokarlar; ama Mart 1948’e gelindiğinde Filistin nüfusunun yüzde 5’ten azı sürülerek 30 köyü insansızlaştırılır. Ancak siyonist hedefler için bu yeterli değildir. BM planında kendilerine tahsis edilen yüzde 56’lık alanın ötesine geçip Kudüs de dahil mümkün olduğunca fazla toprak elde edebilmek ve demografiyi tamamen değiştirebilmek amacıyla bir D Planı hazırlarlar. İktisadi yıkım ve psikolojik harp eşliğinde fiili saldırıyı içeren bu D Planı, Filistinlilerin kitlesel göçünü ve mülteci meselesinin doğuşunu tetikler. Özellikle Deir Yasin, Tantura, Duveyme, Ebu Şuşa, Safsaf, Beled eş-Şeyh gibi köylerden yayılan kan dondurucu katliam haberleri, kitleleri terörize edip panik içinde kaçmalarını sağlamada etkili olur. Öyle ki sadece 1 Nisan-15 Mayıs arasında 182 köy boşaltılır, Filistin şehirleri ele geçirilir. Akabinde başlayan ilk Arap-İsrail savaşında ve ateşkes sonrasında da etnik temizlik politikası sürer. Böylelikle siyonistler, 1950’lere gelindiğinde 1300 Filistin yerleşiminin yarısını tamamen yerle bir eder, ardından buraları ya ormanlık alana, park-bahçeye ya da yeni Yahudi yerleşimlerine dönüştürürler. 1947’den 1949’a gelindiğinde kontrollerindeki Filistin toprağını terör taktikleri ve savaşla yüzde 6’dan yüzde 78’e çıkartmış olurlar. Kalan kısımları Ürdün ve Mısır kontrolüne alır.

Peki bu süreçte çeteler neler yapar? Köyleri kuşatırlar, direnen köylerde çocuk-kadın demeden katliama girişirler, genç erkekleri olabildiğince çok infaz ederler, mahalleleri bombalarlar, evleri –içinde yaşayanlarla birlikte– havaya uçururlar, tarlaları ateşe verirler, evlerde kalan değerli eşyaları çalarlar, molozlara mayınlar yerleştirerek kaçanların geri dönmesini engellerler, Hayfa gibi yoğun nüfuslu şehirlerin dar sokaklarına benzin ve dinamit dolu varil bombaları atar, havan toplarıyla bombalarlar; hoparlörlerden Filistinli kadınların başka yerlerde kaydedilmiş çığlıklarını yayınlarken bir yandan da “Hayatını seven kaçsın, Yahudiler zehirli gaz ve nükleer silah kullanıyor” anonsu yaparlar. Kadınlara tecavüz haberleri de kitlesel kaçışlarda önemlidir. Daha evvel siyonistlerin her saldırısında direnen köylerin ahalisi bile panik içinde ayrılır.

1948 Savaşı’nda 15 bin Filistinli hayatını kaybederken 1,4 milyon Filistinliden 800 bini (yüzde 60’ı) mülteci konumuna düşer, aileler paramparça olur. Ancak göç yollarında ve sığındıkları yerlerde susuzluktan, hastalıktan, sıcaktan, denizde boğularak, siyonist çetelerin kurşunuyla ölenlerin sayısı bilinmez.

İsrail kurulduktan sonra da etnik temizlik sürer. İsrail içinde kalan 156 bin Filistinliden 30 bini (yüzde 15’i) 1950’lerin ortalarına gelindiğinde ülkeden kovulur. Dünya Yahudileri ise 1948’den itibaren yeni devlete akar. Filistinlilerin çiftlikleri, hayvanları, bağ-bahçeleri, fabrikaları, bankalardaki paraları, yıkılmamış güzel evleri, eşyaları, sanat eserleri, kıyafetleri, ata yadigarı her şey adeta savaş ganimeti gibi Yahudilerin eline geçer.

Savaştan sonra yitirdiği evini görmek, değerli eşyalarını veya geçim kaynaklarını almak, kaybettiği aile bireylerini ve akrabalarını bulmak için sınırdan sızmaya çalışan mülteciler çok şiddetli cezalandırılırlar. Öyle ki sızmaların olduğu Batı Şeria ve Gazze’deki noktalar vurulur, Mısır ve Ürdün hedefleri bombalanır, 1949-1956 arası çoğu silahsız binlerce Filistinli sınırı geçmeye çalışırken öldürülür veya yaralanır.

Bu arada fiziki katliamlara bir de hafıza katliamı eklenir. Daha savaş esnasında Filistin yerleşimlerinin ve coğrafi yüzey şekillerinin isimleri, Tevrat ve diğer dini-tarihi metinlere göre arkeologlarca İbraniceleştirilir ve 1300 yıllık Arap geçmişiyle bağ kopartılmaya çalışılır.

Mülteciler çadırlarda sersefil hayat mücadelesi verirken topraklarından hiç ayrılmayan Filistinliler İsrail vatandaşlığı alır ama hayatları daha iyi olmaz. Zira siyonizmin sömürgeci-yerleşimci projesinin ilk elden ve en uzun şahidi onlardır. Kendi topraklarında “istenmeyen misafir”diler; “stratejik ve demografik tehdit” sayılarak 1966’ya kadar OHAL düzenlemeleriyle sıkı bir askeri yönetim altında tutulurlar 1967’den sonra Gazze ve Batı Şerialılar da benzer bir askerî işgal yönetimi altına alınacaktır. Askerî valilere Filistinlilerin hayatının her alanını kontrol için; nüfusu sürgüne yollama, keyfi gözaltı, idari (yargılanmadan) tutukluluk, güvenlik veya kamu yararı adına topraklara ve mülklere el koyma, süresiz sokağa çıkma yasağı, köylerin giriş-çıkışlarını daimi kontrol, seyahati engelleme, vakıflara el koyma gibi alanlarda sınırsız yetki verilir. Şehirlerde kalanlar ya civar köylere sürülür ya da şehirlerin en fakir mahallelerinde oluşturulan küçük gettolara gönderilir. İlk yıllar tel örgüler ve çitlerle çevrili küçük alanlarda ikamet etmeye zorlanırlar. Daimi aşağılanma, mülksüzleşme ve marjinalleşmeye maruz kalırlar. Toprak sahipliği, su kaynaklarına erişim ve arazi satın alma hakları kanunla ellerinden alınır.

Devam eden Nekbe

Filistinliler 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani “Büyük Felaket” derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir. Vatansız kalan Filistinliler ve onların nesilleri sığındıkları ülkelerde binbir türlü sıkıntılarla boğuşurlar. İsrail’in her yaptığı katliamın yanında kâr kalması, yargılanmaması, dokunulmaması Nekbe’nin devamlılığını sağlayan temel faktördür. Kurucu elitler, 1948’de toprakların tamamını ele geçirmemiş olmanın pişmanlığı içinde sınırları genişlemek için sürekli fırsat kollar. Hatta 1956’da Gazze ve Sina’yı işgal ederler ama ABD’nin ve SSCB’nin tehditleri karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar. Gazze’nin sadece dört aylık bu işgalinde 1000 Filistinliyi öldürürler.

1967’de altı günde topraklarını üç kat genişleterek hayallerine fazlasıyla ulaşırlar ama bu sefer kontrollerine giren büyük Arap nüfus karşısında Yahudi devleti olma vasfını yitirme endişesine kapılırlar. Tam da bu yüzden 1967 Savaşı akabinde işgalcinin tehditleri veya oyunlarıyla 300 bine yakın Filistinli, yani Batı Şeria’daki nüfusun yüzde 20’si ve Gazze’dekilerin yüzde 10’u Ürdün’e göçüp ikinci kez mülteci olur. Ayrıca işgal sırasında (7 Haziran 1967 itibarıyla) yurtdışında olan hiç kimsenin geri dönüşüne izin verilmez; yani yurtdışında okuyanlar, çalışanlar veya turistik seyahatte olanlar vatansız kalırlar. İzinsiz geri dönmeye çalışanlar yakalandığında vurulurlar. Topraklarını hiç terk etmeyenler ise İsrail işgali ve asker yöneticilerin OHAL altında, kademeli etnik temizlik ve mülksüzleştirme odaklı, hukuk kılıflı keyfi uygulamalarıyla türlü felaketlere düçar olurlar. Siyonistler için “Büyük İsrail”i inşa edebilmenin tek yolu, daimi bir kurumsal şiddete başvurmaktır; tam da bu yüzden Filistinlilerin en ufak bir silahlı veya barışçıl direniş girişimi tanklar ve ağır silahlarla bastırılır.

Bu arada 76 yıldır siyonist politikaların mağduru sadece Filistinliler de değildir; komşu ülkelerdeki milyonlarca Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye vatandaşı da –tıpkı buralardaki kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler gibi– İsrail’in “misilleme” kisvesi altındaki saldırıları ve bilfiil işgali yüzünden ya kalıcı olarak ya da belli bir süreliğine yerinden yurdundan olur, çok canlar yitirirler.

İmajına çok önem veren ve varlığını “ahlaki” temellere dayandıran İsrail, “etnik temizlik” argümanına karşı “nüfus transferi” tabirini kullanır. Tıpkı Batı Şeria’nın çevresini kuşatan 8 metre yüksekliğinde son teknoloji ürünü türlü güvenlik aygıtlarıyla teçhiz edilmiş ırkçı-ayrımcı duvar için “güvenlik çiti” demeleri, ordunun resmi adının “İsrail Savunma Ordusu” olması ve “dünyanın en ahlaklı ordusuna sahibiz” diye övünmeleri gibi… Yıllardır İsrail’in hem siyasi ve dini lideri hem de işgalci yerleşimciler, geriye tek bir Filistinli dahi kalmayacak şekilde yeni bir “nüfus transferi” çağrısını giderek daha fazla dillendiriyorlardı. 7 Ekim 2023’ü, bu hayali sadece Gazze’de değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de gerçekleştirmek için bir fırsat bildiler.

Peki Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi politikalarının temelinde ne var? İnsanoğlu muhatabını insan-dışılaştırmadan veya tekfir etmeden kolay kolay katliama başlamaz. 7 Ekim’den sonra Savunma Bakanı Yoav Galant, Filistinliler için “insansı hayvanlar” demişti. Bu bakış yeni değildir. Temel dertleri, Avrupa’daki Yahudi sorununa çözüm üretmek ve devletlerini inşa etmek olan siyonist önderler, daha ilk göçlerden itibaren yerli Arap nüfusun varlığını reddeder ve onları ya bedevi ya da yabancı hatta istilacı sayar, dolayısıyla gelecek planlarına dahil etmezler. Theodor Herzl günlüklerinde Filistinlilerin nasıl sinsi yöntemlerle kaçırtılması gerektiğini anlatır. Siyonist tarih yazımında ise etnik temizliği ve mülteci meselesini yok sayma ve sorumluluktan kurtulma amacıyla Filistinlilerin hiçbir zaman var olmadığı ispatlanmaya çalışılır. Ülkenin Golda Meir gibi başbakanları da Filistinli diye bir halk olmadığını savunur. Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışında hiçbir sorumluluk kabul edilmez; Arap devletlerinin yönlendirmesiyle kendi kendilerine toprakları terk ettikleri iddiasındadırlar.

İsrail, silah gücüyle ve terör taktikleriyle kurulur, silah gücüyle ve devlet terörüyle ayakta kalır. Çünkü silahlı çetelerin liderleri ve milisleri, yani etnik temizliğin mimarları ve uygulayıcıları, bağımsızlık sonrası başbakanlık dahil en kritik makamları doldururlar. David Ben-Gurion, Menahem Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler koltuklarını geçmişte işledikleri katliamlarla “hak eden”lerdir. Misilleme doktrininin mimarı Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’a göre İsrail ilanihaye eli kılıçla yaşamak zorundadır. “Biz yerleşimci nesliyiz; çelik miğfer ve silah namlusu olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev kurabilirdik. (…) Bu, neslimizin kaderi, hayat tarzımızdır. Tek seçeneğimiz, hazırlıklı olmak, silahlanmak, güçlü ve kararlı durmaktır” der. Yönetici elitin, askeri işgalin insan gücünü, refah düzeyini, itibarı, özgüveni ve siyonist ideolojiyi güçlendireceği beklentisi, işgalin ve etnik temizliğin tekrarlanmasının temel nedenidir.

 

Kaynaklar:

Felaketi Gördüm: Filistinliler 1948’de Yaşadıklarını Anlatıyor, (haz.) Alâ Ebu Dahîr, İz Yayıncılık, 2011.

David Hirst, Silah ve Zeytin Dalı: Ortadoğu’da Şiddetin Kökenleri, İyidüşün Yayınları, 2015.

Ilan Pappe, Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi: İşgal Altındaki Toprakların Tarihi, Küre Yayınları, 2023.

Ilan Pappe, Unutulmuş Filistinliler, Küre Yayınları, 2020.

Avi Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları.

Radvâ Âşûr, Tanturalı Kadın, Ketebe, 2019.

Jean-Pierre Filiu, Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, 2016.

“The Nakba did not start or end in 1948”, el-Cezire, 23.5.2017, https://www.aljazeera.com/features/2017/5/23/the-nakba-did-not-start-or-end-in-1948

“Massacres and the Nakba”, Al-Majdal Magazine, sayı 7, Güz 2000,  https://www.badil.org/publications/al-majdal/issues/items/489.html.