ROBERT D. KAPLAN’IN “COĞRAFYANIN İNTİKAMI” KİTABINDAN ÖNEMLİ BÖLÜMLER
Zahide Tuba Kor
Robert D. Kaplan’ın COĞRAFYANIN İNTİKAMI kitabını tercüme ederken önemli gördüğüm
bölümleri Ağustos-Kasım 2021 tarihleri arasında sıcağı sıcağına Twitter
hesabımdan paylaşmıştım. Kitap 2022 yılı içinde Küre Yayınları’ndan çıkacak
inşallah. 12 sayfayı bulan Twitter paylaşımlarımı toplu halde bloğuma da yüklüyorum.
Tvitlerimi bir araya getirerek işimi kolaylaştıran Seyit Muhammet Subaşı’na bir
kez daha teşekkür ederim.
NOT: Blogumda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
3 Ağustos
2021
Şu an
çevirdiğim Robert Kaplan’ın Coğrafyanın İntikamı kitabından son yüz yıldaki
büyük dönüşümü ve önümüzdeki süreçte dünyayı nelerin beklediğini daha iyi anlamamız
için önemli gördüğüm bir bilgiyi paylaşmak istiyorum: “2025’te dünya nüfusunun
üçte ikisinin şehirlerde yaşayacağı öngörülüyor; oysa 20. yüzyılın başlında bu
oran sadece %14’tü.”
Kaplan,
mega şehirlerin 21. yüzyıl coğrafyasının merkezinde yer alacağını söylüyor, ama
ekliyor: “İnsanların önemli bir yüzdesinin gecekondu şartlarında yaşadığı bir
çağdayız.” Ve uyarıyor: “Kötü hayat koşullarından, emtia fiyatlarındaki
periyodik artışlardan, su kıtlığından ve ihtiyacı karşılamayan belediye
hizmetlerinden muzdarip kalabalık mega şehirler, -rejimleri füzeler ve modern,
dışa odaklı ordularla giderek daha fazla takviye edilse bile- hem demokrasinin
hem de radikalizmin yayılması için verimli birer bakteri üretme kaplarına
dönüşecektir.”
Yine varoşlarla ilgili diyor ki: “Tam da
devasa ve fakir şehir yoğunlaşmalarını yönetmenin yükü, devlet olmayı tarihin
herhangi bir zaman dilimindekinden daha zahmetli bir hale getirmiş olup bu, hem
genç demokrasilerin zayıflığının hem de katılaşan diktatörlüklerin çöküşünün
bir nedenidir.”
4 Ağustos 2021
Robert Kaplan’dan basın ve kitle
psikolojisiyle ilgili çevirdiğim bir bölümü paylaşmak isterim:
“Kitle psikolojisinin en büyük jeopolitik
etkisinin olacağı başlıca yer Avrasya’nın mega şehirleridir. (...) Medya bu
süreçte çok önemli bir rol oynayacaktır. Oswald Spengler, 1918 tarihli Batı’nın
Çöküşü eserinde ‘Hiçbir hayvan terbiyecisi hayvanlarını’ medyadan daha
fazla ‘etkisi ve gücü altında tutmaz’ der ve şöyle devam eder: ‘İnsanları bir
okuyucu kitlesi olarak salıverin, sokaklarda öfkeyle fırtına gibi esecek ve
kendisine işaret edilen hedefin üstüne atlayıverecektir. (...) Düşünce
özgürlüğünün bundan daha korkunç bir karikatürü hayal edilemez. Eskiden bir
adam özgürce düşünmeye cesaret edemezdi. Şimdi cesaret ediyor ama
yapamıyor; çünkü onun düşünme arzusu,
yalnızca verilen emri düşünme istekliliğinden ibarettir ve bu onun kendi
özgürlüğü olarak hissettiği şeydir.”
Kaplan’ın özet aktardığı için Spengler’den
bu alıntı paragrafta eksik bıraktığı boşluk kısmı ben tamamlayayım. Spengler
şöyle diyor: “Bugün basın, itinayla örgütlenmiş silahları ve şubeleriyle, subay
olan gazetecileri ve asker olan okuyucularıyla bir ordudur. Ancak her orduda
olduğu gibi asker körü körüne itaat eder ve savaş hedefleri ve operasyon
planları onun bilgisi dışında değişir. Okuyucu hangi amaçla kullanıldığını da
oynadığı rolü de bilmediği gibi, bunu bilmesine müsaade de edilmez.”
1918 Avrupa’sında yazılmış bu eser,
medyanın geçmişten günümüze dünyanın neresinde olursa olsun değişmediğini
ortaya koyuyor. Şimdi bir de anlık bilgi kirliliğiyle dolu sosyal medya fecaati
var...
6 Ağustos 2021
Robert Kaplan diyor ki “Hayatının çoğunu
sürü psikolojisiyle hareket eden insan topluluklarını incelemeye adayan Elias
Canetti’nin Kalabalıklar ve Güç başlıklı eserine göre, hepimiz bir tür
kalabalık içinde olmayı arzularız; çünkü bir kalabalık –veya hatta bir
ayaktakımı güruh- tehlikeden ve dolayısıyla yalnızlıktan koruyan bir
sığınaktır. Milliyetçilik, aşırıcılık, demokrasi özlemi, hepsi kalabalık kitle
oluşumlarının birer ürünü ve dolayısıyla yalnızlıktan kaçış arayışının
tezahürleridir. Geleneksel otoritenin yıkılmasına ve yenilerinin inşasına yol
açan şey de Twitter ve Facebook’la kısmen giderilen yalnızlıktır. Yalnızlık,
yabancıların çok, gerçek arkadaşların ve ailenin ise nispeten az olduğu şehre
özgü varoluşun tipik bir özelliğidir. (...)
İnternet, romancı Thomas Pynchon’un da açıkladığı gibi, sanal bir
kalabalığa koruma sunar. (...) Bu arada medya, halihazırdalığı, yani -olay her
ne ise ona göre- şimdiki ânın öfkesini, coşkusunu ve erdemini iyisiyle,
kötüsüyle abartır. Başka bir deyişle, kitle iletişim çağında siyaset, [an
odaklılık nedeniyle] geçmiş ve gelecek silinmiş olacağından, deneyimlediğimiz
her şeyden daha keskin ve gergin geçecektir.”
Bu satırlar ilginizi çektiyse, Kaplan’ın
2015’te the American Interest dergisi için yazdığı şu yazısını da
mutlaka okuyun derim. “Aleksander Wat’ın Ütopik İdeolojiler Tecrübesi Dünyaya Geri mi Dönüyor?”
Robert Kaplan’ın Avrasya’nın geleceğinden
bahsederken yazdığı bir başka önemli cümlesi de şu: “Yaygın eğitim,
kadercilikten kurtulmuş kötü eğitimli bir yığın insan ürettiğinden
istikrarsızlığa katkıda bulunacaktır.”
7 Ağustos 2021
Robert Kaplan’dan Amerikan deniz gücüne
ilişkin bir alıntı:
“Şu an ABD, yüzyıl önceki Britanya’ya
benzer bir konumda. Amerikan Donanması sayıca küçülüyor: Soğuk Savaş sırasında
mevcut 600 gemiden 1990’larda 350’ye, şimdi 280’e düşmüş olup gelecek
onyıllarda –bütçe kesintileri ve maliyet aşımları nedeniyle– 250’ye düşme
ihtimali bulunuyor. Bu yüzden Hindistan,
Japonya, Avustralya, Singapur gibi deniz müttefikleriyle işbirliğine kucak
açıyor. Amerikan Donanması’nın 2007’de yayınladığı (…) bir belgeye göre, büyük
güç çatışmaları artık incelikli ve asimetrik olmaya meyyal. Geleneksel deniz ve
kara savaşlarından pek bahsedilmiyor. Belgede Çin’in büyüyen deniz gücünden hiç
söz bile edilmiyor. ‘Müşterek güvenlik’ ruhu belgenin her yerinde. ‘Hiçbir
millet, (…) tüm denizcilik sahasının dört bir yanında (…) emniyeti sağlamak
için gerekli kaynaklara sahip değil.’
vurgusu yapılıyor.”
Tabii Kaplan bu kitabı 2012-2013’te
yayınladı. O tarihten sonra yayınlanan yeni Amerikan Donanması belgelerinde Çin’den
bahsedilmemesi imkansız. Çünkü artık ABD’nin baş rakibi Çin. Bunu da not düşmüş
olayım.
15 Ağustos 2021
Robert Kaplan’dan hem diktatörlüklerin
tabiatını daha iyi anlayacağımız hem de haritanın önemini ve şimdiki âna
odaklanmanın yanlışlığını ima eden satırlarını paylaşıyorum:
“Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa bir
süre sonra -Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve başka yerlerde-
düşen rejimler, işim gereği ve seyahatlerim sayesinde yakından tanıdığım
rejimlerdi. Yakından bakıldığında o kadar zapt edilemez ve dayanıklı, o kadar
korku uyandırıcı görünüyorlardı ki... Apansızın çözülmeleri, benim için
yalnızca bütün diktatörlüklerin altında yatan istikrarsızlık hakkında değil,
aynı zamanda şimdiki ânın, ne kadar kalıcı ve karşı konulmaz görünürse görünsün
aslında fani olduğu konusunda dikkate şayan bir dersti. Kalıcı olan tek şey,
halkların haritadaki konumudur. Dolayısıyla kargaşa dönemlerinde haritaların
önemi artar. Siyasi zeminin ayaklar altından hızla kaymasıyla birlikte harita,
başlı başına belirleyici olmasa da, akabinde neler olabileceğine dair tarihsel
bir mantığı kavramanın başlangıcıdır.”
Kaplan’ın, “şimdiki an, ne kadar kalıcı ve
karşı konulmaz görünürse görünsün aslında fanidir; kalıcı olan tek şey
halkların haritadaki konumudur” vurgusu o kadar önemli ki…
Coğrafya, tarih ve sosyoloji bilmeden
sadece üst akıl sayıklayanlar ve günlük gelişmelere odaklananlar hiçbir zaman
doğru bir analiz yapamazlar. Tıpkı şu an Afganistan’dan tutun Suriye’ye ve göç
meselesine kadar ekranlarda bolca konuşanların aslında bomboş konuşması gibi…
R. Kaplan’dan
bir başka önemli cümle: “Güncel olaylarla ne kadar meşgul olup kalırsak, ilgili
bireyler ve onların tercihleri o ölçüde önemli sayılır; ama yüzyılların
perspektifiyle ne kadar bakarsak, coğrafyanın rolü de o derece artar.”
Bu cümleyi sadece uluslararası meseleler
için de düşünmeyin. Mesela çevre ve imar politikalarımızı şekillendirirken
güncele saplanıp da rant gözlüğüyle bakmayıp her boş alana bina yapmasaydık,
coğrafyayı dikkate alsaydık tabii afetlerde bu kadar can ve mal kaybına
uğramazdık.
16 Ağustos 2021
Tam da Afganistan kaynarken ve Taliban’ın
Kabil’i ele geçirmesinin şoku yaşanırken çevirdiğim Robert Kaplan’dan önemli
bir cümle:
“Güneş sisteminin dışına uydular
gönderebilsek de -ve hatta mali piyasalar ve siber âlem sınır tanımasa da-
Hindukuş Dağları hala daha aşılması zor bir engel teşkil ediyor.” (Hindikuş’un
önemli bir kısmı Afganistan’dadır.)
17 Ağustos 2021
Yine R. Kaplan Coğrafyanın İntikamı
kitabında diyor ki “Bugünü anlamak ve gelecek hakkında sorular sormak için
uygun yer, bizzat sahada, olabildiğince yavaş bir şekilde yolculuk etmektir.”
19 Ağustos 2021
Afganistan’ın dünya üzerinde Türkiye’yi en
çok seven ülkelerden olduğunu yazmıştım. Bakın Kaplan’dan son çevirdiğim cümleyi
paylaşayım: “Doğu Afganistan’ı karargâhı kılan Türk savaşçı Gazneli Mahmud, 11.
yüzyılın başlarındaki imparatorluğu altında bugünkü Irak Kürdistanı, İran,
Afganistan, Pakistan ve Delhi’ye kadar kuzeybatı Hindistan’ı birleştirdi.”
Afganistan-Pakistan-Hindistan coğrafyasını
uzun yüzyıllar Türklerin yönettiğini; bugün hala Afganistan nüfusunun büyük
kısmının Türk, kuzeyinin de Orta Asya’nın bir devamı olduğunu söylemeye gerek
var mı?
3 Eylül 2021
Robert Kaplan Avrupa’yı bekleyen bir
tehlikeye değinmiş:
“Avrupa, 2050 yılına kadar çalışma çağındaki
genç, dinamik nüfusunun %24’ünü kaybedecek ve 60 yaş üstü nüfusu %47 artacak.
Bu da muhtemelen Avrupa’nın yaşlanan refah devletlerini desteklemek için Üçüncü
Dünya’dan gençlerin artan göçünü beraberinde getirecektir. Büyük Avrupa
ülkelerindeki Müslümanların oranı 2050’ye kadar üç kat artarak %10’a ulaşacaktır.
(...) Tam da Avrupa ülkelerinin nüfusları daha Afrikalı ve daha Ortadoğulu hale
gelirken, Avrupa kuşkusuz Asya ve Afrika’nın geri kalanı karşısında demografik
olarak küçülme sürecindedir. 1913’te
Avrupa’da Çin’den daha fazla insan mevcutken, 2050’ye gelindiğinde Avrupa, ABD
ve Kanada’nın toplam nüfusu, dünya nüfusunun sadece %12’sini teşkil edecektir
ki bu oran Birinci Dünya Savaşı akabinde %33’tü.”
Bu alıntı üzerine 1800’lere ait dünya nüfus
haritasını ve 2100 yılı beklentisini paylaşmadan geçmek olmaz.
Bu arada tarih boyunca dünya nüfusunun 1/4’i
Çin, 1/4’i Hint Yarımadası, 1/4’i Avrupa kıtasında yaşamış; 1/4 de dünyanın
geri kalanında (yani Osmanlı ve Ortadoğu nüfusu zannettiğimizin aksine azdır).
Avrupa nüfusunda son yüzyıldaki azalış bu açıdan da dikkat çekicidir.
14 Eylül 2021
Coğrafyanın İntikamı
kitabından çevirdiğim Orta Asya’da Rus politikalarıyla ilgili kısmı paylaşmak
istiyorum.
“Sovyetler 20. yüzyıl başlarında uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırları ve yaylalarından etnik sınırlarla uyuşmayan ayrı ayrı devletler üretti; öyle ki, devletlerden herhangi birinin Sovyetler Birliği’nden ayrılmaya kalkışması, etnik gruplar arası savaşa yol açacağından imkansız olacaktı. Sovyetler pan-Türkizm, pan-Farsizm ve pan-İslamizmden korkuyordu; bu nedenle etnik grupların bölünmesi kısmen her derde deva mahiyetindeydi. Bu da bolca anormallikler üretti. Mesela Siriderya/Seyhun vadisi, Kırgızistan’ın Özbek nüfuslu bölgesinde başlar ve Özbekistan’dan geçer, ardından Tacikistan’dan devam eder, tekrar Özbekistan’a döner ve Kazakistan’da son bulur.
Özbekistan’ın başkenti Taşkent’i Özbek vilayeti Fergana’ya bağlayan yol Tacikistan’dan geçmek zorundadır. Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’den etnik Tacik bölgeleri Hucend ve Harug’a gitmek için Özbekistan ve Kırgızistan’dan geçilebilir.
Özbekistan’a yakın olan Çimkent şehri,
Özbek ağırlıklı olsa da Kazakistan’a “bağlıdır”. Ağırlıklı olarak Tacik nüfuslu
Semerkant ise Özbekistan’dadır vs. Bu nedenle Orta Asya’da ortaya çıkan şey,
etnik milliyetçilikten ziyade bir kontrol ve otorite tekniği olarak “Sovyetizm”dir.
Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bile Sovyetizm ayakta kalırken,
bölgedeki etnik Ruslar ötekileştirildi ve bazı yerlerde onlara karşı güçlü bir
düşmanlık da oluştu. Bununla birlikte pan-Türkizm ve pan-Farsizm bölgede
nispeten zayıf kaldı. İran 16. yüzyıldan beri Şii iken, Tacikler ve Orta Asya’nın
diğer Farslaşmış Müslümanları çoğunlukla Sünni’dir. Türklere gelince, modern
Türkiye ancak son zamanlarda Müslüman dünyanın odak noktası olma gayretindedir.”
Velhasıl, emperyalizm her yerde aynıdır.
İngiliz veya Amerikan emperyalizmine mahsus sandığımız nice özellik aslında Rus
emperyalizmi için de geçerlidir. Hatta bazı bakımlardan Ruslarda daha da
şiddetlidir. Ayrıca Sovyet komünistleri antiemperyalizmin bayraktarı olsalar da
kendi rejimleri de basbayağı emperyalistti. Emperyal politikalarının tahribatı
Orta Asya’dan Balkanlara tüm eski SSCB coğrafyasında halen mevcut. Söylem ile
eylem tutarsızlığı tüm ideolojik rejimlerin ortak özelliğidir.
16 Eylül 2021
Kitapta Rus coğrafyasını ve jeopolitiğini
daha iyi anlamamızı sağlayacak önemli bölümler de aşağıda:
“Fransa ve Britanya’nın deniz
imparatorlukları amansız düşmanlarla denizaşırı topraklarda karşı karşıya
kalırken, Ruslar onlarla kendi topraklarında yüz yüze geldiler ve dolayısıyla
tarihlerinin erken döneminden itibaren endişeli ve tedbirli olmayı öğrendiler.
Onlar şu ya da bu biçimde her zaman savaşta olan bir milletti. (...)
Bolşevikler, Kuzey Kafkasya halklarının bağımsız ruhundan korktukları için
onları tek bir cumhuriyet çatısı altında birleştirmeyi reddedip böldüler, sonra
da dilsel ve etnik kalıplarına uymayan suni birimler altında yeniden bir araya
getirdiler. Coğrafyacı Shaw şöyle der: ‘Kabardeylerin Çerkezlerle ve
Balkarların da Karaçaylarla daha fazla ortak noktası olmasına rağmen,
Kabardeyler Balkarlarla bir araya getirildi.’ Dahası Stalin 1944’te Çeçen, İnguş,
Kalmuk ve diğerlerini Almanlarla işbirliği yaptığı iddiasıyla Orta Asya’ya
sürdü. Kafkasya, Rus emperyalizminin yüzünün sertleşmesine çok büyük bir
katkıda bulundu.”
“Ruslar yılmadan ilerlediler ve 19.
yüzyılın ikinci yarısında Rus demiryolu inşasında ani bir artış yaşandı (…).
1857-1882 arasında yapılan 24.000 kilometreyi aşkın demiryolu hattı sayesinde
Moskova, batıda Prusya sınırıyla ve doğuda Nijni Novgorod’la, güneyde ise
Karadeniz kıyısındaki Kırım’la birbirine bağlandı. (...) Bu arada Kafkasya’yı
aşmak için Hazar’ın batı kıyısındaki Bakü’yü Karadeniz’deki Batum’a bağlayan
Transkafkasya Demiryolu inşa edildi. 1891’de Urallardan başlayıp Sibirya ve
Uzak Doğu eyaletlerinin yanı sıra aradaki tüm ormanları, dağları, bataklıkları
ve donuk toprakları aşarak 6500 km. ötedeki Pasifik’e uzanan Trans-Sibirya
Demiryolu hattı inşasına başladı. 1904’e gelindiğinde Rusya’da 60.000
kilometreden fazla demiryolu hattı vardı ki bu da başkent St. Petersburg’un
Bering Boğazı’na kadar toplamda 11 saat dilimine erişimini sağlayan bir
unsurdu. Bunu motive eden şey bir kez daha güvensizlikti: Her yöne saldırmayı
ve keşfe çıkmayı sürdürmek zorunda olan, aksi takdirde kendisi bozguna uğrayan
bir kara gücünün güvensizliği…”
“Bir Avrasya kabartma haritasında Rusya’nın
hikayesini açıklayan büyük bir gerçek göze çarpar. Batıda Karpat Dağları’ndan
doğuda Orta Sibirya platosuna uzanan kıta büyüklüğündeki coğrafyada, küçük bir
kabartı olan Urallar dışında, dümdüz alçak araziden başka bir şey yoktur. Bu düz arazi, Kuzey Buz Denizi’nden başlayıp Kafkasya’ya ve Afganistan’daki
Hindukuş ile İran’daki Zagros dağlarına kadar uzanmaktadır; bu nedenle Rus
emperyalizminin, her daim yakınındaki Hint Okyanusu’na bir sıcak su çıkışı elde
etme umuduyla aklı çelinmiştir.”
“Kuş uçmaz kervan geçmez buzul bölgeye
kaşifleri ilk getiren saik hayvan kürklerinin cazibesiydi. Ardından doğal
kaynaklar aynı işlevi görecekti: petrol, doğalgaz, kömür, demir, altın, bakır,
grafit, alüminyum, nikel, Sibirya’nın muazzam nehirlerinin ürettiği elektrik
enerjisi (...) Madenler gerek çarlık gerekse Sovyet ceza infaz sisteminin can
damarıydı. Sibirya coğrafyası, zulüm ve stratejik zenginlik ile eşanlamlı olup
Rusya’yı hem ahlaken karanlık hem de enerji zengini bir güce dönüştürdü. Rusya’nın
1700’lerin başında Avrupa’nın büyük güçleri arasında birdenbire belirmesi, Ural
ormanlarında bulunan, modern savaş için elzem olan top-tüfek yapımına uygun
zengin demir cevheri kaynaklarıyla ilgiliydi. Yine 1960’larda kuzeybatı Sibirya’da
geniş petrol ve doğalgaz sahalarının keşfi, Rusya’yı 21. yüzyılın başlarında
bir enerji hiper gücü yapacaktı. Sibirya’nın fethinin diğer başarısı, Rusya’yı
Pasifik jeopolitiğinin parçası kılması ve hem Japonya hem de Çin’le çatışmaya
sokmasıydı. Rusya’nın Çin’le çatışması Soğuk Savaş dinamiklerinin tam
kalbindeydi; hatta bu çatışma ABD’nin 21. yüzyılda her iki güçle de başa çıkma
stratejisinin merkezinde yer alabilir.”
17 Eylül 2021
Kaplan’dan alıntıya yine Rus coğrafyasıyla
ilgili önemli bilgilerle devam edelim:
“Rusya’yı her kim yönettiyse, çeşitli
yönlerden komşu devletlere taşan, lanet olası düz bir kara kütlesi gerçeğiyle
yüzleşmek zorunda kaldı. Bunu aşmak için Bolşevikler, selefleri çarlar gibi Rus
emperyalistler oldular; Moldovalılar, Çeçenler, Gürcüler, Azeriler, Türkmenler,
Özbekler, Kazaklar, Tacikler, Moğollar, Tatarlar vd. onların egemenliği altına
girdi. Bolşevikler fetihlerini kolayca rasyonelleştirdi; ne de olsa bu halklara
komünizm nimetini vermişler, hatta onlara kendi Sovyet cumhuriyetlerini
bahşetmişlerdi. (…) Ancak bu cumhuriyetlerin çoğu etnik sınırlarla tam olarak
örtüşmediğinden –mesela Özbekistan’da büyük bir Tacik azınlık ve Tacikistan’da
da daha büyük bir Özbek azınlık vardı– iç savaşsız ayrılmak imkansızdı ve
böylece Sovyetler Birliği bir milletler hapishanesi haline geldi.”
30 Eylül 2021
Gelelim Robert Kaplan’ın Çin’in Afganistan
politikasıyla ilgili satırlarına:
“Dünyanın geri kalan son el değmemiş bakır,
demir, altın, uranyum ve değerli taş yataklarından bazılarına göz diken Çin,
savaşın harap ettiği Afganistan’da Kabil’in hemen güneyinde zaten bakır
madenciliği yapıyor. Çin, doğal kaynakları Hint Okyanusu limanlarından alıp
Pekin’in yeni yeni gelişmekte olan bir tür Orta Asya müstemlekesine bağlayacak
yollar ve enerji boru hatları için güvenli bir kanal olarak gördüğü bir
Afganistan (ve Pakistan) vizyonuna sahiptir. Doğu Türkistan’ı
Kırgızistan-Tacikistan-Afganistan’a bağlayacak yolların inşası noktasında ‘olağanüstü
aktif’tir. (…) Afganistan’ın Vardak vilayetinde karayolu inşa ederek ‘güvensizliğe
meydan okuyor’. Afganistan’a farklı yönlerden ulaşan demiryolu altyapılarını
geliştiriyor. Velhasıl ABD, el-Kaide’yi ve Taliban’ın uzlaşmaz unsurlarını
mağlup etmeye çalışırken, güçlenecek olan Çin’in jeopolitik konumudur. Askeri
konuşlanmalar kısa ömürlüdür; yollar, demiryolu bağlantıları ve boru hatları
ise neredeyse kalıcıdır.”
“Çinliler bağımlılık ilişkisi kurmakta
benzersiz bir deneyime sahiptir. Singapurlu bir yetkili bana şöyle dedi:
Çinliler, seni cezbetmek istediklerinde cezbederler, sıkıştırmak istediklerinde
de sıkıştırırlar ve bunu oldukça sistematik bir şekilde yaparlar.”
15 Ekim 2021
İran coğrafyası ve tarihi ile ilgili Robert
Kaplan’dan bazı paragrafları paylaşıyorum:
“İran’ın kuzeybatı sınırındaki Azerbaycan’da
yaklaşık 8 milyon Azeri Türk’ü yaşarken, kendi Azerbaycan eyaletleri ve Tahran’da
ise bu sayının iki katı kadar Azeri Türk’ü vardır. Azeriler İran yönetiminin
kurucu ortaklarıydı. İran’ın ilk Şii şahı (1501’de Şah İsmail) bir Azeri Türk’üydü.
İran’ın halihazırda önemli Azeri iş adamları ve ayetullahları vardır. Batıda
yanı başındaki Türkiye’de ve Arap dünyasında nüfuzu sağlam temellere
oturmuşken, kuzey ve doğudaki nüfuzu da aynı ölçüde derindir.”
“İran coğrafi konumu, nüfusu ve enerji
kaynakları bakımından Ortadoğu’nun kilit coğrafyasına sahip olduğundan küresel
jeopolitik için birincil derecede önemlidir. 21. yüzyılda ABD’yle rekabete
girecek Hindistan ve Çin’in İran’ın giderek daha fazla peşinden koşmaları
şaşırtıcı değildir.”
“Diğer halkları ve dilleri kendi dil yörüngesine
çeken İran, antik
Yunan ve Çin kadar medeniyetsel bir cazibe merkezidir. (…) Darice, Tacikçe,
Urduca, Hintçe, Bengalce ve Irak Arapçası ya Farsçanın varyantlarıdır ya da
ondan ciddi etkilenmiştir. Bağdat’tan Kalküta’ya seyahat ederken bir tür Fars
kültür dünyası içinde kalırsınız.”
“Safeviler Şiiliği 16. yüzyılda İran’a
getirdi. İsimleri, aslen Sünni olan kendi militan Sufi tarikatı Safevyiye’den
gelir. Safeviler, 15. yüzyıl sonunda doğu Anadolu, Kafkaslar ve kuzeybatı İran’ı
buluşturan Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki dağlık plato bölgesinde meskun
Türk, Azeri, Gürcü ve Fars karışık kökenli bir dizi süvari kardeşliğinden
biriydi. Eklektik dilsel ve coğrafi kökenli bu yeni egemenler, Farsça konuşan
İran platosunda istikrarlı bir devlet inşa etmek için (...) On İki İmam
Şiiliğini devletin resmi dini olarak benimsedi. (…) Moğol kökenli İlhanlıların
hükümdarı Olcaytu 13. yüzyılda On İki İmam Şiiliğine ihtida etmemiş olsaydı,
kuzeybatı İran’da Şiiliğin gelişimi farklı olabilirdi (...) Her halükarda
Şiilik, kuzeybatı İran’da çeşitli Türk tarikatları arasında güç toplayarak,
fetihlerin ardından Şiiliği zorla dayatan ve devlete bağlı din adamları
sınıfının çekirdeğini oluşturmak için güney Lübnan ve Bahreyn topraklarından
Arap alimler getiren Safevi Şah İsmail’in ortaya çıkmasına zemin hazırladı.”
“Şiilik İran’ın modern bir ulus-devlet
olarak dondurulmasının bir aracıydı; 16. yüzyılda Fars olmayan Şii azınlıkların
İranlılaşması da bu konuda yardımcı oldu. İran antik çağdan beri büyük bir
devlet ve ulus olabilir; ancak Safeviler İran platosuna Şiiliği sokarak İran’ı
modern çağ için yeniden donattı. Günümüzün devrimci İran’ı bu mirasın bir
tezahürüdür.”
“İran, Ortaçağ ve kadim geçmişinin
yenilikçi emperyalist geleneklerine sadık kalarak, türünün ilk örneği olan post-modern
bir askeri imparatorluğu ustalıkla inşa etti: sömürgeleri bulunmayan ve güce
mutat olarak eşlik eden tanklar, zırhlılar ve uçak gemileri olmayan bir
imparatorluk.. İran, istila ve işgale dayalı klasik emperyalizmden ziyade, eski
CIA görevlisi Robert Baer’a göre, “üç ayaklı bir vekalet savaşı, asimetrik
silahlar ve mazlumlara hitap stratejisi”nin bilhassa genç ve hüsrana uğramış
sayısız erkeği cezbetmesi sayesinde Ortadoğu’da bir süper güçtür.”
“Ahlaki ve kültürel olarak ilham verici
geçmişin Ahameniş, Sasani, Safevi vd. imparatorluklarının aksine, mevcut İran akıl
imparatorluğu korku ve gözdağıyla, şairlerden ziyade intihar bombacıları
aracılığıyla yönetiyor. Ve bu, onun hem gücünü sınırlıyor hem de çöküşüne
işaret ediyor”
“Zengin kültürü, geniş toprakları,
kalabalık şehirleriyle İran, –Çin ve Hindistan’ın yolunda olup– geleceği büyük
ölçüde iç politika ve sosyal şartlarla belirlenecek başlı başına bir evrendir. Yine
de İran’ın kaderine ilişkin tahmin yürütürken tek bir dayanak belirlenecekse bu
Irak olur. Tarih ve coğrafya bize der ki Irak, başka hiçbir yabancı ülkeyle
olmadığı kadar İran siyasetiyle iç içedir. (…) İranlılar Irak siyasetine
derinden karıştıkça, uzun ve ortak bir sınıra sahip iki milletin yakınlığı, iki
sistemden daha baskıcı olanının altını oyucu bir işlev görebilir. (…) İran’ın
iktisadi krizi yayılmaya devam ederken sıradan İranlılar, hükümetleri
tarafından Irak, Lübnan ve başka yerlerde nüfuz satın almak için harcanan yüz
milyonlarca dolar karşısında öfkeyle dolup taşabilir. İranlıların Irak’ta “Çirkin
Amerikalılar”ın dengi olarak nasıl gittikçe daha fazla nefret uyandıracağına
hiç girmiyorum. (…) Nasıl ki coğrafya, İran’ın Irak siyasetini kurnazca
sömürgeleştirmesini kolaylaştırdıysa, Irak’ın İran üzerindeki nüfuzunu teşvik
edici bir faktör de olabilir.”
“Daha liberal bir İran, ülkenin kuzeyi ve
başka yerlerindeki büyük Kürt, Azeri, Türkmen vd. azınlıklar göz önüne
alındığında, etnik çevrelerin Tahran’ın yörüngesinden uzaklaşmasıyla çok daha
adem-i merkeziyetçi bir yapıya dönüşebilir. İran, bir devletten ziyade
sınırları belirsiz, çok-uluslu bir imparatorluktur. Gerçek boyutu
haritadakinden hem daha büyük hem daha küçüktür. Bugün İran’ın kuzeybatısı Kürt
ve Azeri Türk’ü iken, batı Afganistan ve Tacikistan’ın bazı yerleri kültür ve dil
bakımdan İran devletiyle uyum içindedir.”
15 Ekim 2021
Suud’un Yemen’den korkusuna dair bakın
Kaplan neler yazmış:
“Suudi Arabistan için temel tehlike Yemen’dir.
Yemen, yüzölçümü bakımından Suudi Arabistan’ın yalnızca dörtte biri kadar
olmasına rağmen nüfusu neredeyse eşittir. (...) Yemen sınırları içindeki ateşli
silah sayısı tahminen 80 milyondur; bu, neredeyse her Yemenli için üç silah
demektir. Amerikalı bir askeri uzmanın Yemen’in başkenti Sana’a’da bana söylediklerini
asla unutmayacağım: “Yemen’de –kapı komşusu Suudilerle kıyaslandığında– hepsi
de son derece çalışkan, 20 milyonun üzerinde atılgan, ticari zekaya sahip ve
iyi silahlanmış insan var. Gelecek tam da bu olup Riyad’daki hükümetin ödünü
patlatıyor.”
18 Ekim 2021
Suriye coğrafyası ve tarihi ile ilgili
önemli paragraflar:
“Coğrafya ve tarih, bize 20 milyonluk
nüfusuyla Suriye’nin Arap dünyasındaki çalkantının merkez üssü olmaya devam
edeceğini söyler. Kuzeydeki Halep, başkent Şam’dan ziyade Irak’ın Musul ve
Bağdat’ıyla daha büyük tarihi bağları olan bir pazar şehridir. Şam’ın talihi
yaver gitmediğinde Halep azametini hep geri kazanmıştır. Halep’in çarşılarında
dolaşırken Şam’ın bu denli uzak ve alakasız görünmesi çarpıcıdır. Daha ziyade
Sünni Arapların bir dünyası olan Şam çarşısının aksine, Halep çarşılarına Kürtler,
Türkler, Çerkezler, Arap Hıristiyanlar, Ermeniler vd. hakimdir. Tıpkı Pakistan
ve eski Yugoslavya’da olduğu gibi, Suriye’de de her mezhep ve din belirli bir
coğrafi bölgeyle bağlantılıdır. Halep ile Şam arasında, giderek İslamcılaşan
Sünnilerin merkezi Hama ve Humus yer alır. Şam ile Ürdün sınırı arasında
Dürziler, Lübnan’a bitişik müstahkem dağlarda Aleviler yaşamakta olup her ikisi
de 1000 yıl önce İran ve Mezopotamya’dan gelip Suriye’yi sürükleyen bir Şii
dalganın kalıntılarıdır. 1947, 1949, 1954’teki serbest ve adil seçimler, oyları
bölgesel, mezhepsel, etnik temelde bölmek suretiyle mevcut bölünmüşlüğü daha da
artırdı. Merhum Hafız Esed, 24 yılda 21 hükümet değişikliğinden sonra 1970’te
iktidara geldi. İçeride bir sivil toplum inşa edemeyip geleceği ötelemek
suretiyle 30 yıl boyunca Arap dünyasının Leonid Brejnev’i oldu. Yugoslavya
dağıldığı sırada hala daha aydın bir sınıfa sahipken, Baba Esed’in rejimi
bireysel inisiyatifi yavaş yavaş yok eden boğucu bir yapıda olduğundan Suriye’de
böyle bir aydın sınıf yoktu.”
“Suriye’nin ateşli pan-Arabizmi Soğuk Savaş’ta
(…) zayıf devlet kimliğinin yerini aldı. Biladüşşam (Büyük Suriye) günümüz
Lübnan, Ürdün, İsrail-Filistin’ini de kapsayan bir Osmanlı dönemi coğrafi
tabiri olup Suriye devletinin güdük bırakılmış sınırlarıyla muazzam bir
tahrifata uğradı. Bu tarihi Biladüşşam’ı, Princeton Üniversitesi’nden Philip K.
Hitti şöyle tanımlar: Avrupa, Asya ve Afrika’nın kavşak noktasındaki
coğrafyasında ‘medeni dünyanın minyatür bir tarihi’ni ihtiva eden ‘cismen çok ufak
ama etkisi muazzam olan haritadaki en büyük küçük ülkedir.’ Suriye, Greko-Romen
dünyasına, Stoacı ve Yeni-Eflatuncuların da aralarında olduğu en parlak zekalı
bazı düşünürleri sundu. (…) Roma’dan daha büyük olan ilk Arap hanedanı Emevi
İmparatorluğu’nun da merkeziydi. İslam-Batı tarihinin en büyük draması Haçlı
Seferlerine de sahne oldu. Ancak
son
onyılların modern Suriye’si bu muazzam coğrafi ve tarihi mirasın bir hayaleti
oldu. Lübnan’ın kaybı, Suriye’nin zengin kültürüne hayat vermiş Akdeniz’e olan
çıkışını büyük ölçüde kesti. Fransa 1920’de Lübnan’ı kopardığından beri
Suriyeliler onu geri almak için hep çaresizce uğraştı.”
31 Ekim 2021
Türklerle ilgili bazı paragrafları:
“Araplar, İran platosunun ortasındaki
Sasani İmparatorluğu’nu hicretten sadece 22 yıl sonra MS 644’te fethetti. Ancak
Anadolu dağlık arazileri daha uzak ve yayılmış olduğundan –yani kısmen coğrafya yüzünden– Anadolu’nun
Kalpgâhı ancak 400 küsur yıl sonra 1071’de
Araplar
değil, Selçuklu Türkleri tarafından
Bizans’a karşı Malazgirt Savaşı’yla ele geçirecekti. Selçuklular, (…) Avrasya’nın
derinliklerinden gelmiş bir bozkır halkıydı (...) Türk egemenliği doğuda Hint
Alt-Kıtası’nın en uç noktasındaki Bengal’e kadar zafer kazanacaktı. Türk
göçebeleri, kötü şöhretli Moğol orduları altındaki kabilelerin de büyük bir
kısmını teşkil ediyordu.(...) Hodgson’a göre Moğolların ve Türk halklarının at
göçebeliği tarih açısından Arapların deve göçebeliğinden daha önemliydi. Atlar
Ortadoğu çöllerinin çoraklığına dayanamadığından ve göçebelerin sıklıkla
beraberinde getirdiği koyunlar için yoğun meralar gerektiğinden, Moğol
öncülüğündeki ordular, uzak Arabistan’a girmekten kaçınıp daha yakın ve daha
çevre dostu olan Doğu Avrupa, Anadolu, kuzey Mezopotamya ve İran, Orta Asya,
Hindistan ve Çin topraklarını yakıp yıktılar.(...) Moğol-Türk istilaları,
milattan sonra ikinci binyılda dünya tarihinin muhtemelen en önemli olayıydı ve
bunun başlıca nedeni, coğrafyaya bağlı belirli hayvanların kullanılmasıydı.”
“Doğuda Asya halkları ve batıda Yunanistan
binlerce yıldır birbirleriyle savaşmış olup bunun günümüzdeki zirvesi
Yunanistan ile Türkiye arasındaki gergin ilişkilerdir. Bu gerginliğin 1920’lerden
bu yana doğrudan bir savaşa yol açmamasının temel nedeni, o dönemde yaşanan
kitlesel nüfus mübadelelerinin derli toplu, tek etnili iki devlet üretmesidir.
Başka bir deyişle barış, ancak coğrafyanın dayatmalarına göre işleyen etnik
temizlikten sonra hakim olmuştur.”
3 Kasım 2021
Gelelim Kaplan’ın kitabından Hindistan’la
ilgili bölümlere:
“Hindistan’ın tarihsel perspektifinden
bakıldığında, Pakistan nükleer silaha sahip bir düşmandan, terörizme destek
veren bir devletten ve sınırda burnunun dibinde büyük bir konvansiyonel ordudan
bile çok daha fazlasıdır. Hindistan’ın kuzeybatısında dağların ovayla
birleştiği yerde uzanan Pakistan, tarihi boyunca Hindistan’ı kasıp kavuran tüm
Müslüman akınlarının tam da coğrafi ve milli vücut bulmuş halidir. Pakistan,
tıpkı bir zamanlar geçmişin büyük Müslüman istilacı kuvvetlerinin yaptığı gibi,
Hindistan’ın kuzeybatısında bir heyula gibi beliriyor.”
“Hindistan, 154 milyonluk Müslüman’la
Endonezya ve Pakistan’dan sonra dünyanın üçüncü büyük Müslüman nüfusuna ev
sahipliği yapar. Hindistan’ın üç Müslüman cumhurbaşkanı oldu. Ancak Hindistan
Hindu çoğunluklu bir devlette (…) laik bir demokrasiyken Pakistan bir İslam
cumhuriyetidir (…).”
“Pakistan’ı Afganistan’dan ayıran sınır,
hem bugün hem de tarihte büyük ölçüde bir seraptan ibarettir. Pakistan’ın
Afganistan sınırındaki Kuzeybatı Serhat Eyaleti’nin sarp kayalıkları ve
kanyonları tamamen geçirgendir. Resmi Hayber sınır karakolundan bile her hafta
on binlerce etnik Peştun kimliklerini göstermeden, her gün yüzlerce
boyalı-süslü kamyon da hiç kontrol edilmeden geçip gider. Prosedürlerin
yokluğu, yalnızca sınırın her iki tarafında da aynı kabilelerin varlığını teyit
etmekle kalmaz, aynı zamanda –aralarına sınır çizmenin neredeyse imkansız
olduğu, Hint-İslam ve Hint-Fars sürekliliklerinin tam kalbi olduklarından
coğrafi iç tutarlılıklarının bulunmaması nedeniyle– Afganistan ve Pakistan
devletlerinin bizzat temelsiz tabiatını da ispat eder. Ahameniş, Kuşan,
Hint-Grek, Gazneliler, Babür ve diğer imparatorlukların tümü, hem Afganistan’ı
hem de Pakistan’ı hükümran oldukları toprakların bir parçası yaparak ya
Hindistan’ı tehdit ettiler ya da bazı kısımlarını doğrudan topraklarına
kattılar. Bir de günümüz İran, Afganistan ve Pakistan’ındaki imparatorluk
üslerinden Delhi’yi mağlup eden Orta Asyalı Timur (1398) ve Türkmen Nadir Şah
(1739) var. Bu, Hint seçkinlerin bazı kesimlerinin iliklerine kadar bilirken,
Batı’da çok az kişinin haberdar olduğu zengin bir tarihtir. Alt-kıta
haritalarına baktıklarında –tıpkı kuzeydoğudaki Nepal, Butan ve Bangladeş gibi–
kuzeybatıdaki Afganistan ve Pakistan’ı Hindistan’ın doğrudan nüfuz alanının bir
parçası; keza İran, Fars Körfezi, eski Orta Asya Cumhuriyetleri ve Burma’yı da
kritik gölge kuşaklar olarak görürler. Bu yerleri böyle görmemek, Yeni
Delhi’nin bakış açısından, tarihin ve coğrafyanın derslerine kulak asmamak
demektir. (…) Afganistan savaşı, Hindistan’ın uğraşması gereken bir güvenlik
sorunundan daha ötedir; (…) çünkü Afganistan, Hint Alt-Kıta’sının bir parçası,
Pakistan’ın geri üssüdür.”
19 Kasım 2021
Robert Kaplan, ABD’deki realist dış politika ekolünün bazı görüşlerini de
kitabında paylaşmış:
“ABD üç temel jeopolitik ikilemle karşı
karşıya: Ortadoğu’da kaotik bir Avrasya merkezi, yükselen ve iddialı bir Çin
süper gücü, Meksika’da başı büyük belada olan bir devlet. Çin ve Meksika kaynaklı meydan okumaların
üstesinden en etkili şekilde, Ortadoğu’ya daha fazla askeri müdahalede
ihtiyatlı davranmak suretiyle gelinebilir. Amerikan gücünün gelecek on yıllarda
varlığını sürdürebilmesinin ve uzun vadede hayatta kalabilmesinin tek yolu
budur.”
Ve son not:
Robert Kaplan’ın tercüme ettiğim Coğrafyanın
İntikamı kitabı ne zaman yayınlanır diye soranlar var. 2022’de inşallah.
Daha önce 29 makalesini çevirdim.
Başlıkların listesi aşağıda. Merak edenler, kitap çıkana kadar aşağıdaki
linklerden makaleleri okuyabilir. Aslında kitap 10 yıl evveline ait, aşağıdaki
makalelerin 4’ü hariç diğerleri çok daha yakın tarihlerde kaleme alınmış, yani
daha güncel. Blogumun en başta paylaştığım içerik linkinden de bu makalelere ulaşabilirsiniz.
Bu kadar çok makale arasından hangisini
önceleyelim derseniz en çok önem verdiklerimi koyu renkli olanlar…
Robert
D. Kaplan (Dış Politika Araştırma Enstitüsü (FPRI) Robert
Strausz-Hupé Jeopolitik Kürsüsü Başkanı; Avrasya Grubu Direktörü, Yeni Amerikan
Güvenliği Merkezi Kıdemli Araştırmacısı Amerikalı stratejist ve jeopolitikçi)
İMPARATORLUKLARIN
ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYATI (16 Ekim 2020, National Interest)
KÜRESEL
SALGIN NİÇİN AMERİKA’NIN SAVAŞA BAKIŞINI DEĞİŞTİRMELİ? (Washington
Post, 8.4.2020)
KORONAVİRÜS
KORKTUĞUMUZ KÜRESELLEŞME ÇAĞINI AÇIYOR (Bloomberg, 20.3.2020)
DÜNYA
SORUNLARLA BAŞ EDEMEYECEK KADAR KALABALIKLAŞIYOR MU? (National Interest,
28.2.2020)
ABD,
ASYALI MÜTTEFİKLERİNİ ÇİN’E KAPTIRABİLİR (Foreign Policy, 1.9.2019)
IRAK
VE SURİYE’DEKİ KAOSUN MÜSEBBİBİ BAASÇILIK (Foreign Policy, 7.3.2018)
İMPARATORLUK
TUZAĞI VE OTORİTERLİK (National Interest, 5.3.3018)
AMERİKA’NIN
DARVİNCİ MİLLİYETÇİLİĞİ (National Interests, Eylül-Ekim 2017)
AB,
ZARURİ BİR İMPARATORLUK (New York Times, 5.5.2017)
TRAJEDİYİ
ÖNLEMEK İÇİN TRAJİK DÜŞÜN: ‘BÜYÜK GÜÇ ANARŞİSİ’ ÇAĞINDA ABD’NİN BEKLENTİSİ NE
OLMALI? (The Washington Free Beacon, 16.9.2016)
IRAK
VE SURİYE BİR DAHA ESKİ HALİNE GERİ DÖNEMEZ (Inside EFT’s Europe, 26.4.2016)
DONALD
TRUMP VE DIŞ POLİTİKA SARKACI (National Interest, 22.12.2016)
DONALD
TRUMP DIŞ POLİTİKADA REALİST DEĞİL (Washington Post, 11.11.2016)
ABD’NİN
ESED ÇIKMAZI (The National Interest, 17.10.2016)
AMERİKAN
ÜSTÜNLÜĞÜ ABARTILIYOR MU? (The National Interest, 7.8.2016)
PUTİN’İN BREXIT ZEVKİ NASIL BASTIRILIR? (Wall Street
Journal, 30.6.2016)
POSTEMPERYAL ÇAĞ (The National Interest, Mayıs-Haziran 2016
sayısı)
İSLAM AVRUPA’YI NASIL YARATTI? (The Atlantic, Mayıs 2016)
AVRASYA’DA YAKLAŞAN ANARŞİ (Foreign Affairs, Mart-Nisan 2016)
ALEKSANDER WAT’IN ÜTOPİK İDEOLOJİLER TECRÜBESİ DÜNYAYA GERİ Mİ DÖNÜYOR? (The American Interest, 10.10.2015)
AVRUPA YENİ BİR COĞRAFYAYI KEŞFEDİYOR (Bloomberg, 14.9.2015)
SAVAŞI ÖNLEME SANATI (The Atlantic, Haziran 2015)
ORTADOĞU’DA İMPARATORLUĞUN KALINTILARI (Foreign Policy,
25.5.2015)
İRAN’LA ISINMA (The Atlantic, Şubat 2015)
İMPARATORLUĞU SAVUNMA ADINA (The Atlantic, Nisan 2014)
NİYE JOHN J. MEARSHEIMER (BAZI KONULARDA) HAKLI? (The Atlantic,
Ocak/Şubat 2012)
NÜKLEER BİR İRAN’LA YAŞAMAK (The Atlantic, Eylül 2010)
REAGAN GİBİ OL (The Atlantic, Ocak 2010)
SURİYE: KİMLİK KRİZİ
(The Atlantic, Şubat 1993)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder