ARAPLARIN
EN TEHLİKELİ YANILSAMASI: ADİL MÜSTEBİT
Munsif
Merzûkî (Tunus’un demokratik
yollarla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı)
El-Cezire Arapça, 27.7.2021
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme Fikir Turu web
sitesinde 5.8.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/araplarin-en-tehlikeli-yanilsamasi-adil-zorba/
“أخطر أوهام العرب” başlığıyla yayınlanan makalenin Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ.
Bu makale, Munsif Merzûkî'nin makalelerinden derlediğim Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri kitabının ikinci baskısında yayınlanmıştır. Kitaptaki makale ile Fikir Turu'nda yayınlanan aşağıdaki ilk versiyonu birebir aynı değildir.
NOT:
Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
Spot: Cumhurbaşkanı Kays Said’in, Başbakan
Hişam el-Meşişi’yi görevden alarak Meclis’in yetkilerini durduğu Tunus, son on
yılının en büyük siyasi krizine sahne oluyor. Bu noktaya nasıl gelindi ve
sonrasında ülkeyi ne bekliyor? Tunus’un demokratik yollarla seçilen ilk
Cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî yazdı.
Tunus’ta
yaşanan “anayasa darbesi”nin ardından halkın sokaklarda sevinç gösterileri
düzenlemesi, ülkedeki gelişmeleri yakından takip etmeyenleri şaşırttı. Bu
sevincin ardında, halkın 10 yıldır yükselen beklentilerinin karşılanamaması,
koronavirüs salgınıyla ağırlaşan kronik işsizlik ve fakirlik, siyasi
kavgalardan duyulan bıkkınlık ve öfke gibi birçok faktör var.
Tunus’un
demokratik yollarla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı (2011-2014) Munsif Merzûkî, 27
Temmuz’da el-Cezire’de yayınlanan yazısında,
hiç gündeme gelmeyen daha derinlerdeki bir konuya, “adil
müstebit” yanılsamasına odaklanıyor.
Merzûkî, Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden olup, aynı zamanda alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi. Yazısından bazı bölümleri aktarıyoruz:
Tunus
Cumhurbaşkanı Kays Said yürütme, yasama ve yargı yetkilerine el konduğunu ve
meclisin askıya alındığını duyurduğunda benim açımdan en önemli şey insanların
tepkisiydi.
Tunus’un
yolsuzluğu ve çürümüşlüğü
Ülke
sokaklarının tanık olduğu büyük sevinç beni şaşırtmadı doğrusu; çünkü sokağın,
meclislerin yüz kızartıcılığı altında, birbiriyle çatışan siyasi tabakaya
duyduğu nefretin derinliğini biliyordum.
Ayrıca
sosyal medyanın Nahda Hareketi’ne karşı yaydığı patolojik kinin
derinliğine de şaşırmadım; Nahda darbenin ilk kurbanı oldu. Bu partinin
alamet-i farikası haline gelen [ve on yıldır iktidarlara ortak olmasını
sağlayan] siyasi “taktik”, İslami hareketin köküne kibrit suyu dökmek
isteyenlerin nefretine -malum sebeplerle- devrimcilerin kinini de eklemişti.
Zira Nahda, karşı-devrimin stepne lastiği ve siyasi alanda ardı ardına gelen
yolsuzluğa batmış partilerin değişmez müttefiki ve hevesli ortağı olmuştu – ki
ortak olduğu “Nida Tunus (Tunus’un Çağrısı)”, “Tahya Tunus (Yaşasın Tunus)” ve “Kalb Tunus (Tunus’un Kalbi)” partilerini “Fesad Tunus (Tunus’un Yolsuzluk ve Çürümüşlüğü) 1,
2 ve 3” diye adlandırmak daha doğru olurdu.
Halkın
sevincini açıklamak için bazı demokratlar, bunun eski rejim yanlılarının bir
coşkusu olduğunu söylerken, diğerleri bunun darbenin hoş karşılanması değil,
bütünüyle egemen sistemin kınalar yakması olduğunu dillendiriyorlar.
Bu
sevincin ardında birçok sebep olup o gece bambaşka gruplar tek bir noktada
buluştu: nefret edilen bir meclisin ve yıpranmış bir hükümetin -hangi
mekanizmayla yapıldığına da, akıbete de bakılmaksızın- sona erişine duyulan
memnuniyet…
Gelecek
umut etme hakkı
Demokratlar,
belki de en ciddi sebeplerin farkında değillerdi veya belki de bilinçaltları bu
olgunun açıklanması noktasında daha derinlere inmeyi reddetmişti.
Sokaklara
dökülen bu kitleler kendiliğinden, naifliklerinden, gayriihtiyari bir şekilde,
yaşadıkları kâbusu protesto etme meşru hakları ve daha iyi bir gelecek umut
etme hakları bağlamında darbeye desteklerini ifade ettiler; tıpkı daha evvel [eski
Suriye liderleri] Hüsnü Zaim ve Edib Çiçekli, [eski Irak liderleri] Abdülkerim
Kasım, Abdüsselam Arif ve Saddam Hüseyin, [eski Sudan lideri] Ömer el-Beşir, [eski
Yemen lideri] Ali Abdullah Salih, [eski Libya lideri] Muammer Kaddafi, [Mısır
lideri] Abdülfettah es-Sisi, [eski Moritanya lideri] Muhammed Veled Abdülaziz
ve diğerlerini samimiyetle karşılamak için Atlantik Okyanusu’ndan Basra
Körfezi’ne her tarihî münasebetle sokağa dökülen aynı aldatılmış kitleler gibi…
Modern
tarihimiz boyunca tekerrür eden bu sahneyi incelediğinizde, bunun arkasında
fakirleştirilme, zulüm ve adaletsizlik, cahilleştirilme, aşağılanma ve
sömürülmenin tüm objektif nedenlerinin olduğunu keşfedersiniz. Ancak yozlaşmış
ve şiddete meyyal azınlıklar tarafından -tarih boyunca- haysiyetleri ve geri
kalan hakları çalınmış bu kitlelerin ümit ve beklentilerini daha yakından
araştırırsanız, bu defa tüm sorunlarının nihai çözümünün bulunduğuna dair bir
yanılsamanın canlanışını keşfedersiniz. Çoğunluğun zihninde çözüm bir sistem,
kurumlar ve kanunlar değildir; “adil müstebit” denilen, merhametli mukadderatın
bahşettiği uzunca bir süredir beklenen kişidir.
“Adil
müstebit”in soğuk ateş ve sıcak kar türünden dilsel bir safsata [oksimoron]
olduğunu fark eden çok az kişi var; nasıl ki bir erkek kadın değilse, bir
müstebit de adil olamaz. Tüm yetkiyi tekeline almak, çok büyük sayıda insanı
iktidar payından -ve buna bağlı olarak itibardan ve servetten- mahrum bırakan başlı
başına bir zulüm ve adaletsizlik değil mi? İstibdadı uygulayanın haşin ve
zalimden başka bir şey olması mümkün değilken adil kişi nasıl bir müstebit
olabilir?
En
ideal model: Ömer bin Hattab
Bununla
birlikte kavramın ortak akla nüfuzunu ve bugüne kadarki etki gücünü anlamak
için tarihimizde -iyi yönetişimde en ideal modelimiz olan- Ömer bin Hattab’la
ilişkilendirildiği unutulmamalı. Sorun şu ki adil müstebit ile el-Faruk’u [Hz.
Ömer’in lakabıdır] bir araya getirmek muazzam bir hatadır.
Müstebidin
temel özelliği, kanunu okuyup yorumlama şeklinin kanunun ta kendisi olması ve
bazen de herhangi bir kanuna dahi ihtiyaç duymamasıdır; öyle ki kanun denen şey
onun irade ve buyruğudur, heveslerinden ve dengesiz ve sorumsuz sözlerinden
bahsetmiyoruz bile…
Ömer
bin Hattab ise hiçbir zaman heva ve heveslerine göre hükmetmedi; iradesini
Müslümanların iradesinin, hele de kutsal metnin [yani Kur’an-ı Kerim’in] emrettiklerinin üzerine koymadı.
Bin
Hattab, hata yaptığı takdirde, başkalarının kılıcının ucuyla düzeltilme hakkına
boyun eğdi ve tüm kararlarını ve eylemlerini o çağın anayasası olan Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine tâbi kıldı; bu nedenle irade
ve kararlılığı istibdatla ve meşruiyetin gücünü, gücün meşruiyetiyle açıkça
birbirine karıştırıp da onu bir müstebit olarak tanımlamak yersizdir.
Peki,
o zaman bu zehirli adil müstebit kavramı nereden geldi?
Sıradan
insanlar arasındaki kökleri, hayali tarih içinde bir yanlış anlamaya
dayanıyorsa, Arap entelektüeller arasındaki kökleri de 18’inci yüzyılın Batılı
Aydınlanma düşüncesine gider.
Muhammed
Abduh (1848-1905), tam tercümesi “aydınlanmış despot” olan Fransızcadan (Le despote éclairé) çevrilmiş bu kavramı toplumda yayan
ilk kişi olabilir. Bu kavramı iki Fransız yazara borçluyuz: Voltaire
(1694-1778) ve D’Alembert (1717-1783).
Aydınlanmış
despot
Avrupa’nın
yüzyıllar boyunca mutlak monarşi şeklinde vücut bulan istibdadın baskısı
altında yaşadığını unutmamalıyız. Böylelikle -reformist düşünürlerin
zihinlerinden onunla çeşitli yüzleşmeler sonuncunda- “aydınlanmış despot” efsanesi
çıktı ve buna göre, mutlak monarşinin yetkilerini koruması zımnen kabul
ediliyor, ancak zavallı halkı iyi muamele ve adalet kırıntılarıyla taltif ve
memnun etmesi isteniyordu.
Avrupa
ve Amerikan devrimleri, bu ürkekçe ve başarısız stratejiyi aşarak, istibdadı
sevimli göstermeyi değil, ortadan kaldırmayı dayatmak ve bunu da demokratik
rejimler kurarak yapmak üzere gerçekleşti. Haydi bugün bir Batılıya, -derin ve
giderek büyüyen bir kriz olan- Batı’daki demokrasi krizini aydınlanmış despota
dönerek aşmayı teklif edin bakalım, ne olacak… Yüzünüze koskoca bir kahkaha
patlayacaktır.
Ancak
-Lübnan, Irak ve Tunus’ta demokrasiyle uğranan hayal kırıklıkları karşısında-
halklarımızın çoğu adil müstebit efsanesine dönüşü kabul etmeye gayet hazır;
yolsuzluğun ve kul-köleliğin gölgesinde bile olsa, en azından istikrarı
sağlamış istibdat dönemlerini hasretle arayanların çokluğu bunun bir kanıtı.
Tüm
aldatılanların, -uzak ve yakın tarihimizin tecrübelerinin sürekli kanıtladığı
üzere- “kurtarıcı”nın iktidara yerleştikten sonra her geçen gün istibdadının
artarak ve umulan adaletinin ise azalarak en nihayetinde -tıpkı selefi ve
halefi gibi- halkına bedel ödeten, yozlaşmış ve suçlu bir despota dönüştüğünü
keşfetmeleri fazla uzun sürmez. Ve kitleler, tüm komedileri ve tüm trajedileri
bir araya getirme rolünü oynamak üzere meçhulden beliren her yeni temsilciyi
alkışlamaya her daim hazırdır.
Peki,
bu dizinin günün birinde biteceğine dair bir umut var mı?
Batı,
aydınlanmış despot kavramını unutup gitti ve toplumları da kurumlar ve hukuk
devletine geçti. Bu durum, kültürel olarak henüz Arap insanının ulaşamadığı
seviyeye yükselmiş Batılı insanın niteliksel değişikliğinden kaynaklanmıyordu.
Demokrasinin ortaya çıkmasını ve ayakta kalmasını sağlayan unsur, -toplumların
mücadelesi ve birçok devrimin yanısıra- Batı’nın tarım uygarlığından sanayi
uygarlığına geçişidir.
Bunun
manası şudur: İnşa etmekte olduğumuz demokrasiler halen kırılgan; zira modern
kurumlarımızı üzerine inşa ettiğimiz iktisadi ve toplumsal temel, yöneten ile
yönetilen arasındaki ilişkide geri bir anlayışla, hâlâ tarım uygarlığı
sistemine dayanıyor. Bu anlayış çoban-sürü ilişkisi olup çobandan bütün istenen
ve beklenen, koyunlarına karşı haddi aşmaması ki, sürü başındaki idarecisine
isyana kalkışmasın.
Çok
şükür, toplumlarımızın ivme kazanan gelişimi ve çağdaş teknolojik sıçrama,
onları adil müstebit yanılsamasına sırtını dönen bir yola girmeye zorluyor; her
ne kadar halkın en fakir, en az bilinçli, cahilleştirilmeye ve aldatılmaya en
çok maruz kalan kesimlerinde bir despot bulunmaya devam etse de…
Hürriyeti
tatmış yeni nesiller
Bu
da demek oluyor ki, [iktidarda] ebedi bir rol arzulayanların tamamı, hırçın bir
tarihî akıntıya karşı kulaç atıyorlar ve -akıntı tükenip de tarih istedikleri
şekilde ters yöne akmaya başlamadan evvel- kendileri bitap düşüp boğulacaklar.
Hürriyeti
tatmış yeni nesillerin görevi, biz Araplar da tabaa halklardan vatandaş
halklara dönüşene ve köleleştirilmiş halklara sahip müstebit devletlerden
kurumlara ve hukuk devletlerine sahip hür halklara geçene kadar bu tehlikeli
geri kalmışlara karşı var güçleriyle karşı koymaktır. Ve işte o gün bu nesiller
hayır diyecekler, biz artık [1890-1957 yılları arasında yaşamış Lübnanlı şair]
İliyâ Ebu Mâdî’nin “laneti”ni bitirdik:
Bir
zalim eliyle bir zalimden kurtuluşu diliyoruz
Köle taciri köle tacirinden kurtarmaz
Hiç şüphesiz her gecenin bir sabahı
vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder