SADE SODA’NIN ZAHİDE TUBA KOR İLE
SÖYLEŞİSİ
Söyleşi: Zahide Tuba Kor
Söyleşiyi yapanlar: Mediha Sümeyye Kara, İclâl Yılmaz, Rüveyda Korkut, Büşra
Karayıl
Sade Soda dergisi, “Aynı Sırayı Paylaşanlar” bölümü, sayı 16, yıl 7/2023, s. 42-45
NOT: Sade Soda dergisinin bendenizle yaptığı
bu söyleşi uzun olduğu için bir kısmı dergide yayınlanamadı; derginin internet sayfasında yayınlanacak o kısımları da ekleyerek
blogumda paylaşıyorum. Aynı zamanda söyleşinin mümkün mertebe kısa olması için söyleyemediklerim /yazamadıklarımı da birkaç yere ekledim. Eklemelerin tamamı kırmızı renklidir.
NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Sade Soda’nın bu sayısında “Aynı Sırayı Paylaşanlar” Zahide Tuba Kor’u ağırlıyor. Orta Doğu çalışmaları ile tanıdığımız konuğumuzun, bu alanla yolunun nasıl kesiştiğini, çalışmayı hayat tarzı hâline getiren düşünce sistemini, yazarlık serüvenini konuştuk ve yönü İslam dünyasına dönük duran bir hayatı daha yakından tanımaya çalıştık.
Zahide Tuba Kor kimdir? Sizi kendi
dilinizden tanımak isteriz.
1991’de
Kadıköy İmam Hatip’e başladım, İngilizce ağırlıklı Süper Lise kısmından 1999’da
mezun oldum. 7. sınıftan itibaren tek hayalim matematik okuyup Kadıköy İmam
Hatip’te öğretmenlik yapmaktı ama 28 Şubat sağ olsun, zorlu imtihanlar
sonucunda beni çok daha güzel yerlere getirdi. 28 Şubat’ın İHL’lere katsayı
engeli çıkartmasının ilk mağdurlarındanım ve bu nedenle yaşadığım savrulmanın hikâyesi
uzun. Şöyle özetleyebilirim: Üniversite sınavına yıllar evvelinden sayısal
olarak hazırlanmaya başladım ama son sene katsayı engeline karşı bir önlem
olarak yabancı dilden sınava girdim. Deprem bölgesindeki Sakarya İlahiyat’ı kazandım.
Eşit ağırlık puanımın yüksek olması sayesinde Kıbrıs’a Uluslararası İlişkiler
okumaya gittim. Orada bir sene okuduktan sonra yatay geçiş için başvurduğum her
iki üniversiteden de kabul aldım. Önce 15 gün İstanbul Bilgi Üniversitesine
gittim, sonra Marmara Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler bölümünde eğitimime devam ettim. Yani 13 ayda 4 üniversite
değiştirdim.
Üniversiteden 2003’te mezun oldum. 2007’de Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine yüksek lisansımı tamamladım. Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk yaptığım iş, İHH’nın Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin kitabını güncellemek oldu. Daha sonra Anlayış dergisinde yazar ve editör olarak 6 sene çalıştım. Ardından BİSAV’ın Küresel Araştırmalar Merkezinde 4 sene koordinatör yardımcılığı yaptım. 2014’te Arapça dil eğitimimi tamamlayabilmek hedefiyle işi bıraktım. O zamandan beri serbest çalışıyorum. 7 kitabım, 100’den fazla yazım ve 700 çevirim var. Suriye konulu 2 kitabım daha çıkacak inşallah. Ortadoğu üzerine semineler veriyorum. 2016’dan bu yana gençlerle sürekli okuma grupları düzenliyorum. Bu sene 17. grubumu tamamladım. Kısaca hayatımı siz gençlere adadım.
Her
söyleşide muhakkak sorduğumuz bir sorumuz var: İmam Hatip yıllarınıza dair
unutamadığınız bir anınız var mıdır ve İmam Hatipli olmak hayatınızı nasıl
etkiledi?
Çok şanslıydım çünkü Süper Lise kısmında okuduğum için hocalarımız seçilmişti. Hayatımda iz bırakan iki hocamı zikretmek isterim. 6. sınıfta Kur’an-ı Kerim dersime giren Hasan Uysal, aynı zamanda müdür muaviniydi. Derslere mecburen 5 dakika geç kalırdı. Her seferinde bize derse geç geldiği için çok üzüldüğünü, muavinliği idarenin zorlamasıyla yaptığını söylerdi. Ve derdi ki vaktinde gelebilsem o 5 dakikada ben size neler neler anlatırdım. Yine o yıllarda öğretmen maaşları düşüktü gerçekten. Kendisi mahallesindeki pazarda çorap satardı ve “Öğrencilerim görüp koskoca müdür muavini pazarda çorap satıyor diye şaşırıyor. Hâlbuki ailemin geçimini helal parayla sağlıyorum. Bu benim için şereftir.” derdi.
Diğeri, 11. sınıfta Akaid dersime giren Mustafa Engin. Üniversite sınavına odaklandığımız için meslek derslerini önemsemeyip test çözmek için ısrar ederdik. Mustafa hocamız, biz dersi dinlemeyip test çözdüğümüz hâlde dönem boyunca düşük bir ses tonuyla kendi kendine akaid anlattı. O zamanlar bu duruma gülerdim. Yıllar sonra şunu fark ettim ki hocam mesleğinin gereğini yaptı, dersini öğrenci istiyor diye boşlamadı ve ailesinin boğazından helal lokma geçirdi. Bu, o kadar önemli ki. Belki arkadaşlar arasından anlattıklarını dinleyenler de olmuştur. Lise çağında insan önemli ile önemsizi, değerli ile değersizi ayırt edemiyor. Yıllar geçtikten sonra birçok hocamızın ne kadar haklı olduğunu gördük…
Ben bu değerli hocalarımdan hem helal kazancın ne denli önemli olduğunu hem de boşa geçecek her dakikanın bir kul hakkı olduğunu öğrendim ki bunlar aynı zamanda kendi annem-babamdan öğrendiğim şeylerdi. Bu yüzden derslerimde ve seminerlerimde hiç boş vakit geçirmem ve boş kelam da etmem, her anın hakkını vermeye çalışırım.
Bir gününüz nasıl geçer? Rutinleriniz var mıdır?
Sabah 9.30 gibi çalışmaya başlarım. Günde 12 saat çalışırım. Aynı anda birkaç farklı iş yapamam. Birini bitirip öbürüne başlarım. Sadece çok yorulup zihnim çalışamaz hâle geldiğinde ailemle deniz kenarında kahvaltıya çıkarım, o kadar. Çok şükür ki çalışıp üretmekten başka bir rutinim yok. İnşirah Suresinde zaten “İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul, Rabbine yönel.” buyuruluyor.
Kendi hikâyemizi yaşarken başkalarının
hikâyelerinden etkileniriz, zaman zaman kendimize paylar çıkarırız. Şöyle bir
baktığınızda hikâyenizde en çok kimin\kimlerin izlerini görüyorsunuz?
Ben
hayatta her şeye ibret nazarıyla bakmayı öğrendim. Çünkü Müslüman’ın nazarı
ibret nazarı olmalıdır. Dolayısıyla tabiatta bir dut ağacından tutun dünyada yaşanan
herhangi bir olaya, her bir insanın hayat hikâyesine kadar her şey benim için
son derece öğreticidir. Mesela üniversitede uluslararası siyaset dersinde Soğuk
Savaş dönemi işlenirken Amerika’yla Sovyetler Birliği’nin rekabetinden ve
çatışmasından kendime ve insan ilişkilerine dair nice paylar çıkardım.
Depremden pandemiye kadar yeryüzünde yaşanan ve kâinatta var olan her şey
insanın kendine pay çıkarması, çekidüzen vermesi içindir.
Yine de belli bir isim vermem gerekirse hayatımı en çok etkileyen kişiler annem ve babamdır. Yazarlık hayatımı etkileyen Mustafa Özel’dir. Düşünce hayatımda ise önemli bir mütefekkir ve tıp doktoru olan Tunus’un eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki’dir.
Orta Doğu üzerine kapsamlı
çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Orta Doğu’ya ilginiz ne zamanlarda
başlamıştı?
Ben
Birinci İntifada çocuğuyum, ilgim 7-8 yaşlarında başladı. Akşamları haberlerde İsrail
askerlerinin taş atan çocukların kollarını kırdığı görüntüleri izlerdik. Her
seferinde Filistinlilere yardım edebilmek için Allah’a dua ederdim. Filistin
hassasiyetim ve okumalarım hep devam etmekle birlikte bu dualarımı unuttum. Nasıl
oldu bilmiyorum ama 31 yaşındayken Mavi Marmara yolcularıyla röportaj kitabımın
mizanpajı sırasında bir anda çocukluktaki dualarımı hatırladım.
Geçmişime baktığımda hayretler içinde şunu fark ettim: 28 Şubat’ta yaşadığım imtihanlar, çocukluktaki dualarımın gerçeğe dönüşmesinde en önemli merhaleydi. O süreçte ben 180 derece değiştim. İmam Hatip yıllarımda biri bana ileride Orta Doğu uzmanı olup konuşmalar yapacağımı, yazılar yazacağımı söylese inanmazdım. Çünkü kompozisyon dahi yazamazdım, tarihi ezber bir alan zannederdim, kafamın sözele çalışmadığını düşünürdüm, sayısalcı kibri içindeydim. Dolayısıyla samimiyetle edilen dualar çok önemli.
Hayatta karar vermekte zorlananlara,
ikilemde kalanlara neler söylemek isterdiniz?
Yapmayı
ihmal ettiğimiz en önemli şeylerden biri Allah’a tevekkül. Bir arkadaşımın çok
beğendiğim bir sözü vardır, “Allah ayarlasın.” der. Kul olarak kavli ve fiili
duayı yapıp, yani çalışıp elimizden gelen bütün çabayı gösterip sonrasını
Allah’ın takdirine bırakmak gerekir. Çünkü Rabbimiz bizi bizden daha iyi tanıyor.
Bir diğer önemli nokta da imtihanı yaşarken nasıl bir duruş sergilediğimizdir. İsyan
edip her şeyi berbat da edebiliriz, İslam’a yaraşır şekilde davranıp güzel bir sonuç
da alabiliriz. 34 yaşıma geldiğimde şunu gördüm ki hayatım boyunca her neye
üzüldüysem boşuna üzülmüşüm. Yaşadığım her imtihan, doğru bir duruş sergilemem
sayesinde, bana hayalini dahi kuramayacağım çok güzel kapılar açtı.
Doktora yapmayı bilinçli olarak tercih etmediniz. Bizim için bu konuyu biraz açabilir misiniz? Sizi akademiden uzak tutan durum neydi? Hatta sorumuzu şöyle soralım: Türk akademisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yazarlık
hayatımda beni en çok etkileyen kişi Mustafa Özel demiştim. Kendisi
iktisatçıdır. Yazılarını öyle bir yazardı ki ilkokul mezununa da iktisat
profesörüne de aynı anda hitap ederdi. Bu çok zor bir iş. Yazılarını okurken
sadece akılla değil gönlü de katarak yazmak gerektiğini fark ettim. İyi bir
yazı için dört organ çalışmalı: göz, kulak, akıl ve kalp. Göz, yazıda imla ve
harf hatalarının olmasını engeller. Kulak, metni anlaşılır kılmaya, kelimelerin
bir nehir gibi akmasına yardımcı olur. Akıl, yazının mantıklı olmasını ve argümanların
çelişmemesini sağlar. Gönül, yazının kalıcı bir etki bırakmasını sağlar ve hatta
okuyanın düşüncesini ve davranışını değiştirebilir. Bunu keşfettikten sonra
uzun süre yazı yazamadım. Yazılarım başkaları tarafından beğenilse bile benim
için değersizleşti. İstediğim üsluba ulaşana kadar çok sancı çektim ve sonunda
başardım. Buna ulaştıktan sonra akademiye dönmedim.
Akademi
belli bir kesime hitap ediyor ama ben ulaştığım üslupla her çeşit insana
dokunabiliyorum. Akademik dil, soğuk ve mesafeli; bilgi vermesi bakımından
değerli ama okuyucunun eylemlerinde bir değişime yol açmıyor. Ayrıca bize şöyle
düşünmelisin diye dayatıyor; ben her türlü dayatmaya karşıyım. Üniversite öğrencilerinin
birçoğunun hedefi dersi öğrenmek değil diploma almak, ama benim okuma
gruplarıma yalnızca öğrenmek için geliyorlar. O kadar çok kişi “Hayatımı,
düşünce dünyamı değiştirdiniz.” dedi ki akademide bunu yapamazdım. Benim hakkımda
tek başına bir enstitü diyenler var. Çok şükür, kendi kendime bunu yapabiliyorum,
bir yere bağlı olmak zorunda değilim. Ama bu konuda beni örnek almayın, sonra üzülürsünüz.
Çünkü benim çok farklı bir hayat felsefem var.
Üniversitelerimize gelince birçoğu yüksek lise formatında maalesef. Öğrencilerin seviyesi de düşük. Daha ortaokul-liseden itibaren karne notları şişiriliyor gibi geliyor bana. Bu, öğrencilere çok büyük bir kötülük. Velhasıl kaliteli akademisyenler de karşılarına gelen öğrencilerin kapasitesi yüzünden çıtayı yükseltici fazla bir şey yapamıyorlar. Öte yandan akademiyi eleştirebiliriz de siz gençler kendinizi üniversiteye layık olacak şekilde yetiştirdiniz mi?
Dil becerisi nasıl geliştirilir? Yeni
bir dil öğrenmek için yola koyulanlara tavsiyeniz ne olur?
Öncelikle
ana dilin iyi öğrenilmesini tavsiye ediyorum. Bir dil sizin ana diliniz diye iyi
bildiğiniz anlamına gelmiyor. Yabancı dile gelince, gramer ve kelime bilmek
yetmez; o dilin ürettiği anlam, fikir ve değer dünyasını da bilmek gerekir. Bu
arada okuma, dinleme, yazma ve konuşma becerisini geliştirmenin metotları
farklıdır, her birine ayrı emek vermek lazımdır. Bu arada Türkçenin mantığıyla
yabancı dilleri öğrenmeye çalışmayın, her dilin ayrı bir mantığı vardır.
Yabancı
dili de ana dilinizi de iyi öğrenmek için o dili iyi kullanan insanların
yazılarını okuyun. Bir kitabı veya yazıyı üç şekilde okuyabilirsiniz: muhtevaya
odaklanarak, üslubu inceleyerek, metoda bakarak okuma. Genellikle kitapları muhtevayı
öğrenmek için okuyup kapatırız ama diğer yönler de önemlidir. Ben hiç yapmadım
ama şarkı ve çizgi film izlemek de tavsiye ediliyor.
Liseyi bitirmeden Türkçenizi, üniversiteyi bitirmeden de yabancı dilinizi tamamlamalısınız. Dil, bir alet ilmidir. Yani ilmin kendisi değildir, ilme ulaşma aracıdır. Eğer o araca sahip değilseniz ilmi de yerli yerinde anlayamazsınız. Bu durum hem ana dil hem yabancı dil için geçerlidir.
Acı tecrübeleri olan bölgelerde
çalıştınız, mülakatlar yaptınız... Bize buralardan anlatabileceğiniz bir anınız
var mıdır? Ve bu şahit olduklarınızdan hareketle herkesin bilmesinde yarar
gördüğünüz bir hayat tecrübesi...
Çok
etkili ve öğretici hikâyeler var. Beni en çok etkileyenlerden biri, Kilis’teki
bir yaralı bakım evinde karşılaştığım kanser hastası kadındı. 5 yıldır
Kilis’te tedavi görüyor, Türkiye’den Suriye’ye bir kere
geri dönenin girişine tekrar izin verilmediği için Suriye’ye dönemiyordu. Eşi 3 sene evvel vefat etmişti.
9 ile 18 yaş arasındaki 7 çocuğu Azez’deki bir çadır kampta kalıyordu. Çocuklarını
kime emanet ettiğini sordum. Dedi ki “Hiç kimsem yok, Allah’a emanetler.” Düşünün,
çocuklarından 4 ila 13 yaşlarındayken ayrılmak zorunda kalmış. (Söyleşi yayınlandığında bu hanımın vefat haberini aldım.)
Savaş
bölgelerindekilerin hikâyelerini dinledikçe bizim ne kadar yanlış çocuk
yetiştirdiğimizi görüyorum. Türkiye’de ebeveynler çocuklarına karşı aşırı koruyucular
ve sorumluluk vermiyorlar. Sanıyorlar ki kendileri bu dünyada ilelebet
yaşayacaklar. Ebeveynlerin en önemli görevi, çocuklarını iki ayağı üzerinde,
ele muhtaç kalmadan, şerefiyle yaşayacak şekilde yetiştirmektir.
Kilis’te
tanıştığım Halep’teki bir ortaokulda müdire olarak çalışmış bir hanımın hikâyesi
de çok çarpıcıydı. Öğrencilerinin hafızlık icazet töreni sırasında Rus uçakları
okulu bombalamış. 70 öğrencisi ve yeni evlendiği eşi orada ölmüş, kendisi görme
yetisini kaybetmiş ve felç olmuş. “Tepemize düşen bombayla bütün sıhhat ve afiyetim, işim, yuvam,
eşim, emniyetim, huzurum, görme yetim... hiçbir şeyim kalmadı.” dedi. İnsanoğlu
sahip olduğu her şeyi bir anda yitirebiliyor.
Savaşı
yaşayanlarda ibretlik çok hikâyeler var. Savaş çalışırken Kur’an ayetlerini, mesela
mülkün Allah’a ait olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Yıllardır
öğrencilerime hep hayat tarzımızın çok şımarıkça olduğunu, dertlerimizin dert
olmadığını söylüyorum. Bir insan karnı toksa, başını yastığın üstüne koyup tüm
gece uykusu bölünmeden uyuyabiliyorsa çok şanslıdır. Çünkü Orta Doğu’da yıllardır
milyonlarca insan gece yataklarında ve tok karna uyuyamıyor.
Kavgalarımız
ve dertlerimiz boş, tatminsiziz, sürekli eksiklerimizi görmekten şükretmeyi
bilmiyoruz diye yıllardır uyarıyordum. Suriye’nin 10 yılda savaş yüzünden
yaşadığı yıkımın bir benzerini biz de 2 dakikada depremlerle alıverdik
maalesef. Suriyelilerle yaptığım röportajlarda yıllardır ne duyduysam şimdi
depremzedelerimiz benzerlerini söylüyor ve yaşıyorlar. Bu çok çarpıcı ve
sarsıcı bir durum. Savaşlar da doğal afetler de son derece öğreticidir.
Bu arada zihnimizdeki bilgi kirliliği yüzünden gayet iyi niyetle baktığımızda da birçok şeyi göremiyoruz. O yüzden okumak çok önemli. Mesela okuma gruplarıma katılan 50 yaşlarında bir hanım vardı. Bütün ömrünün İslam davasıyla geçtiğini ama okuma grubum sayesinde İslam dünyasıyla ilgili hiçbir şey bilmediğini fark ettiğini söyledi. Hiçbir şey bilmeden yüklendiğimizi zannettiğimiz büyük davalar nasıl başarıya ulaşabilir ki? Bilmeden nasıl bilinç sahibi olunabilir mi?
Çevremizde savaşlar var ve bizler
dünyanın Müslüman gençleri olarak bunlara ilaç olmak istiyoruz. Fakat ekonomi,
savaş vb. yarınlara bakan gözlerimizin ışığını yitirmesine sebep oluyor... Bu
coğrafyadaki birçok parametreyi bilen, civarı okumuş biri olarak bize neler
söyleyebilirsiniz? Hatta şöyle desek olur mu? Bizleri nasıl teselli edersiniz,
yoksa teselli mümkün değil mi?
İslam
ile kapitalist sistem arasındaki en büyük fark şu: Kapitalist sistem sonuca
bakar ve başaramayanı adam yerine koymaz ama İslam tam tersine sonuca değil
sürece bakar ve zafer değil gayret bekler. Yine süreç boyunca atılan her adımın
da hesabını sorar. Yani İslam’da amaca ulaşmak için her yol mubah değildir.
Her
birimiz kendi kapasitemize göre bir binanın tuğlası, çimentosu, demiri veya
kapısı, penceresi, çatısıyız. Tek başımıza bina olma hayaline kapılmamalıyız. Mesele,
binadaki sorumluluğumuz olan boşluğu doldurabiliyor muyuz ve bunu doğru düzgün
gerçekleştirebiliyor muyuz? Eğer misyonumuzu doğru düzgün yapmıyorsak depremde
gördüğümüz gibi binanın yıkılmasına bile yol açabiliriz.
Bana “Filistin için ne yapabiliriz?” diye soruyorlar. Onlara “Sizin
ne yapacağınıza ben karar veremem” diyorum. Çünkü Allah hepimize farklı yetenekler
vermiş. Hem yeteneklerinize göre gayret gösterin hem de samimiyetle dua edin ki
Allah sizi yönlendirsin.
Öte yandan gençler 150 yıldan fazladır tartışılan konularda bizden hap
bilgiler ve hızlı çözüm reçeteleri istiyor. Derin meselelerin hızlı çözümü
yoktur. Bu arada pek farkında değiliz ama 150 yıldır üretilmiş tüm fikri
akımların kendini tükettiği bir dönemdeyiz. Bu, Türkiye, İslam dünyası ve Batı için
de geçerli. Dolayısıyla siz yeni neslin görevi, geçmişin tecrübesini çok iyi
bilip ve dünyanın gidişatını görüp hayalci değil ayağı yere basan yeni fikirler
üretmek. Geçmişteki hatalarla ve yakıcı hakikatle yüzleşmeye cesaretiniz var
mı?
Ayrıca biz hep devlet odaklı bakıyoruz. Oysa Kur’an-ı Kerim’de
keşfettiğim en önemli şey insana odaklanmasıdır. Allah, devlete ve topluma değil
bireye hitap ediyor, insanı yeni bir zihniyetle yeniden üretmeyi önceliyor. “Dünyayı
ve başkalarını düzeltmeliyiz” diye kolları sıvamadan evvel “Ben düzelmezsem
dünya düzelmez” mottosuyla hareket edin derim. Öğrencilerime hep şunu söylerim:
Âleme nizam vermeden evvel kendinize ve ailenize nizam verin.
Şunu da bilmeliyiz ki tek bir nesille kurtuluş gelmez, her şey
birikimseldir. Tarihten örnek vereyim. Hanefilik hiç yoktan İmam-ı Âzâm Ebu
Hanife tarafından kurulmadı. O, sahabe Abdullah bin Mesud’dan başlayan fıkıh
metodunu geliştiren zincirin 3. veya 4. halkasıdır. Yeniden bir Selahaddin çıksın
ve İslam dünyasını kurtarsın diye bekliyoruz. Oysa Selahaddin-i Eyyubi tek
başına ortaya çıkıp Kudüs’ü kurtarmış değil. Babası, dönemin önemli bir siyasetçisiydi.
Ordu komutanı olan amcası, ileri derecede askerî bir dehaydı. Haçlıların elinden
Suriye topraklarını geri almaya ilk başlayan, Eyyub ailesinin emri altında
girdiği İmâdüddin Zengî ve oğlu Nûreddin Zengî idi. Selahaddin bu kişilerle
birlikte Selahaddin olmuştur, tek başına değil. Benzer şekilde Theodor Herzl
Siyonizm’in temellerini attıktan sonra fazla yaşamadı. Onun arkasından davasını
yürüten çok önemli isimler vardı ve 50 yıllık mücadelenin sonunda İsrail
devleti kuruldu. Öğrencilerime hep şunu soruyorum: Var mısınız 50 yıllık bir
mücadeleye?
Mucizeler beklemeyin. Tarihte, Allah’ın Ebabil kuşlarıyla müdahale ettiği çok az olay vardır. Hz. Peygamber (sav)’in bile 23 yıl uğraştığını hiç unutmayın ki bu, dünya tarihinde alınmış en hızlı sonuçlardan biridir. Kısa zamanda kolay zaferleri Allah peygamberlerine bile nasip etmemiş, biz kimiz ki? Sizi uzun, hatta nesiller boyu sürecek bir çabaya davet ediyorum. Var mısınız?
“Algılar ve Gerçekler
Arasında Suriye” seminerlerinizde bahsettiğiniz konular özelinde
ülkemizde/dünyada mültecilik algıları/gerçekleri birbiriyle çatışmak zorunda
mıdır?
Algılarla gerçekler eğer bilmiyorsanız ve öğrenmeye tenezzül etmiyorsanız
yahut sosyal medyayı bir bilgi kaynağı zannediyorsanız çatışır. Hakikat
arayışındaysanız -ki Müslüman öyle olmalıdır- ve araştırma yöntemlerini
biliyorsanız, dünyaya ve insana önyargıyla bakmıyorsanız algılarınız gerçeklerle
örtüşür. Bugüne kadar hiç komşunuz veya iş ya da okul arkadaşınız Suriyelilere “Ne
yaşadınız da ülkenizi terk etmek zorunda kaldınız?” ve “Burada ne gibi
sıkıntılar yaşıyorsunuz?” diye önyargısız, sadece öğrenmek kaygısıyla sordunuz
mu?
Algı bozukluğumuzun temel sebebi Suriye’de 12 yıldır sahada neler yaşandığını hiç ama hiç bilmememiz. Bu da Suriye’yi ve dünyadaki diğer olayları hep kendi deneyimlerimiz, güvenlik kaygılarımız ve iç tartışmalarımız üzerinden okumamızdan kaynaklanıyor. Oysa her milletin kendi tarihi, siyasi, iktisadi ve toplumsal gerçekliğinden neşet eden kendi gerçekliği vardır. Neticede, kendimizi yaşamadığımız imtihanların galibi sanıyoruz ki bu çok tehlikeli. Kendimizi temel kıstas alarak dünyaya bakıyoruz ama kendimizi ne kadar bildiğimiz de koskoca bir soru işareti. Yani “Algılar ile Gerçekler Arasında Türkiye” başlıklı seminerlere de ihtiyaç var.
KISA KESELİM AYDIN HAVASI OLSUN
Yıkmak istediğiniz bir algı var mıdır?
Bütün
önyargılar. Daha özelde de savaş algıları.
Şu röportajı ben yapsaydım dediğiniz
röportaj?
Aslında
yaptım. Tunus’un Eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki ile iki defa röportaj
yaptım.
Son okuduğunuz kitap?
Salyangoz
Suriye Zindanları, Mustafa Halife.
Son izlediğiniz YouTube videosu?
Talha
Çiçek’in Osmanlı Modernleşmesine Çölden Bakmak Konuşması.
Sizde en çok iz bırakan kitap?
Arap
Dünyasının Krizleri, Munsif Merzûkî.
Şu an ruhunuzun bulunmak istediği yer?
Özbekistan.
Şam deyince aklınıza gelen üç şey?
Tatlı
(özellikle kuru baklava), Şam Emevi Camii, Şam’ın muhteşem eski evleri.
Kudüs deyince aklınıza gelen üç şey?
Harem-i
Şerif, Peygamberler ve dinler tarihinin izini süreceğiniz ve insan tiplerini
gözlemleyebileceğiniz yer, İslam dünyasının yıkıma uğramamış son tarihî
beldelerinden biri.
Elinizde sizi dilediğiniz zamanda
dilediğiniz yere ulaştıracak bir güç olsa hangi zamanda nereye gitmek
isterdiniz?
“Allah
bana burada ve bu dönemde bir misyon biçmiş.” diye düşünüyorum. Bu dönemde,
burada yaşadığım için çok mutluyum.
Yaşlanınca nerede yaşanır?
Tabiatın
sesini işiteceğim, kokusunu duyacağım yerde.
En sevdiğiniz şehir?
Dünyada
Üsküp ve Hive, Türkiye’de Mardin.
Türkiye’de doğmasaydınız nerede doğmak
isterdiniz?
İstanbul’da
doğup büyümek Allah’ın en büyük nimetidir. Neden başka yer isteyeyim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder