KORONAVİRÜS
SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: SİYASAL İSLAMCILIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK
Munsif
Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap
dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru,
tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire
Arapça, 11.7.2020
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme Dünya Bülteni
web sitesinde 28.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
“المراجعات
الموجعة (5): الإسلام السياسي”
başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ.
Daha
evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve
Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük
ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre
Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki
yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Bu makale, Allah’a iman ve Rasulullah’ın
getirdiği güzel ahlakla amel etme esasına dayalı İslam’la da, davetçi veya
hayırsever İslam’la da ilgili değildir; siyasal İslam yani iktidara ulaşmak,
uygulamak ve iktidarda kalmak için İslam’ı fikrî referans çerçevesi kılan siyasi
hareketlerle alakalıdır.
Tabii ki aklı başında olan, IŞİD gibi
bir terörist örgüt ile Hamas gibi bir milli direniş hareketini aynı sepete
koymaz. Tabii ki İslamcıların isyan ettiği sınırlarımız içindeki baskı ve
yolsuzluğun varlığı da Uygur, Rohingya ve Keşmir gibi dünyadaki Müslümanların
geçmişte ve bugün uğrayageldikleri büyük mezalim olgusu da birer hakikattir.
Hiç şüphesiz şehit Mısır Cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’ye yönelik darbe, demokrasiye karşı büyük bir suçtur ve
İslamcılar serbest seçimlerde başarılı oldukları her yerde demokratik sözleşme
şartları çerçevesinde iktidar yetkisini kullanma hakkına sahiptir. Ve elbette
siyasal İslam eleştirisi, bu akımın en baş düşmanlarının, bilhassa Mısır’ın
felaketi Abdülfettah es-Sisi ve Arapların belası Muhammed bin Zayid’in duruşlarına
katılmak manasına kesinlikle gelmez.
Tabii ki [Tunus] Nahda Hareketi’yle bir
hesaplaşma peşinde değilim; aksine, bedelini pahalıya ödediğim [2011-2014
arasında kurulan üçlü] koalisyondan pişman olmadığımı da teyit ederim. Bu, hem
laikler ile İslamcılar arasındaki uçurumu kapatmak için ilkesel bir seçenek, hem
de son derece zorluklarla dolu geçiş aşamasını yönetmek için rasyonel bir siyasal
seçenekti. Tunus’un istikrarını ve demokrasisini korumak için tek çözüm,
Allah’a şükür, tam da başardığımız şeydi.
Ancak bu koalisyon, 2014 seçimlerinden
itibaren Nahda’nın karşı-devrimle iş tutmayı tercih etmesiyle birlikte sona
erdi. Churchill, her ne pahasına olursa olsun uzlaşma adı altında şer
odaklarını yatıştırma politikasını “timsahı en son ye’nilen olma umuduyla
besleme” olarak adlandırmıştı. Tam da bu nedenle, vatandaşlardan müteşekkil
halk projesini[1] benimle paylaşan herkesle,
vatanın timsahların şantajına ve tahakkümüne maruz kalmaması için mücadeleye
devam ettim.
Bununla birlikte, tıpkı İslamcıların
haklarının yenmesini kabul etmediğimiz gibi, siyasi hareketlerine kutsallık atfeden
herhangi bir entelektüel terörizmi de, diğer tüm hareketlerin tâbi olduğu –niyetlere
değil, eylemlerin neticelerine göre hesaba çekilme– temel siyasi kuralından
geri durmalarını da kabullenmiyoruz.
Bu girişle her şeyi yerli yerine
koyduğumuza göre, çağdaş siyasal İslam’ın Mısır’da başlamasından yaklaşık bir asır
sonra neyi başardığını şu üç düzlemde sorgulayabiliriz: imaj, performans ve
maliyet.
Siyasal İslam’ın imajı
Siyasal İslam yelpazesine bakıldığında
dikkati çeken şey, toplumun bir kısmıyla değil, kendi kendisiyle çatışmasıdır.
Şii ve Sünni siyasal İslamlar arasındaki kronik düşmanlığı inceleyin, ki bunun son
halkası, şehit Yemen’de Suudi Arabistan ile İran arasında yürüyen vekâlet
savaşıdır.
Sünni İslam yelpazesine ve buradaki iç
mücadelelerin şiddetine bakın: 1990’larda Afganistan’da Hikmetyar ve Mesud cemaatleri
arasındaki iç savaş ve ardından Taliban’ın onlara karşı açtığı savaş, son on
yılda ise el-Kaide ile IŞİD, Suriye’deki İslami gruplar ve birbirini tekfir
eden tüm grupları arasındaki çatışmalar…
Yelpazenin silahsız kısmına odaklanırsanız,
bir yanda –Tunus’un Nahda’sı veya Fas’ın Adalet ve Kalkınma Partisi gibi–
kendilerini ılımlı olarak sınıflandıranlar ile –ılımlıları davaya ihanet
edenler olarak gören– Selefi kesim arasındaki, diğer yanda halkların devrimini
destekleyenler ile istibdatla uzlaşıp karşı-devrimle aynı hizaya gelenler
arasındaki derin çatlağı keşfedeceksiniz.
Kendi sorunlarını çözmekten acizken “İslam
çözümdür” sloganını atan siyasi hareketlerin inandırıcılığı ve güvenilirliği acaba
ne kadardır? Çözüm içinde çözümler giderek artar ve birbirlerini yerken bunlar
arasından hangi çözümü benimsemeliyiz?
Siyasal İslam’ın performansı
Şimdi de performansı değerlendirin: Geçmişte
veya hâlihazırda siyasal İslam’ın yönettiği Ömer el-Beşir’in Sudan’ı, Suudi
Arabistan ve İran gibi ülkeleri kim ciddi ciddi başarılı ülkeler olarak
sunabilir? Sivil İslami partilerin egemen yolsuzluk sistemine uyum sağlama
kabiliyeti ve hatta iktidarda onunla ortaklık konusunda nasıl bir görüntü
verdiğini açık açık konuşmak lazım. Tıpkı Tunus örneği gibi.
Uzun uzun üzerinde durulması gereken
örnek ise siyasal İslam’ın başarısının en parlak delili olarak sunulan Türkiye’dir.
Bir asrı aşkın bir süredir Arap ve
İslami siyaset sahnesini bölen fikrî çatışma, esasen –aldığı tüm biçimleriyle–
laiklik ve –tüm tezahürleriyle– siyasal İslam arasında olup temel ihtilaf din-devlet
ilişkisi konusundadır.
Siyasal İslam’a göre, dinin devletten
ayrılması sapkınlıktır, çünkü İslam sadece iman ve ibadetlerden ibaret değildir.
Temel tezi, meşruiyetini ve şeriatını [kanununu] bu dinden alan bir devlet inşa
etmektir.
Laik eğilime göre, –tüm tarihi tecrübeler
insanoğlu dışında bir din ya da devletin var olmadığını gösterdiğinden ve
insanların iyi ve kötü olduğu ilkesinden yola çıkarak– dini iktidarlarını
yaymak için kullanan siyasetçilerin şerrinden ve siyaseti de dini kendi
nüfuzlarını yaymak için kullanan dindarların şerrinden korumak gerekir. Yani
iktidar için çekişenlerin dürüstçe ilerlemeleri ve dini, kimsenin tek başına
temsil iddiasında bulunma hakkının olmadığı –tıpkı dil, vatan ve ilim gibi–
ortak hazinemiz olması için kendi haline bırakmaları gerekir.
Bugün Türkiye’ye baktığınızda, herhangi
bir rehberin/mürşidin emirlerine amade olmayan bir ülke görürsünüz; –Suudi
Arabistan ve İran’a kıyasla– siyasi ile dini olan arasındaki ayrım gün gibi açıktır.
Ayrıca seçimlerden çıkarak hükümet kuran, pozitif bir anayasaya ve meclis
tarafından yapılan kanunlara tâbi olan bir yönetim görürsünüz... Ve hatta o
meclis idam cezasını bile kaldırdı!
Türkiye’nin liderleri demokratik ve
başarılı Müslümanlarsa eğer, Türkiye’yi tebrik etmemiz ve sıranın bize de
gelmesini ümit etmemiz lazım. Çünkü inançlı ve ahlaklı liderler ile demokratik
kurumların birleşiminden daha iyisi yoktur. Fakat bunu siyasal İslam’ın
hanesine yazmak haksızlık olur.
İslam Hıristiyanlıkla kıyaslanabilir,
nihayetinde her ikisi de birer dindir. Ancak demokrasi ile İslam’ı kıyaslamak
olmaz; zira demokrasi bir din olmadığından aralarında hayali buluşma noktaları
aramak abesle iştigaldir. Yalnız demokrasi ile siyasal İslam’ı kıyaslamak
mümkündür, nihayetinde her ikisi de toplumu düzenlemek için dünyevi birer siyasi
projedir. Bu bağlamda, ikisi arasında herhangi bir uyuşma şimdiye kadar olmadı
ve olmayacak; çünkü çıkış noktaları, araçları ve hedefleri bakımından birbirine
zıt taraftalar.
Tunus’ta da Türkiye’de de demokratik rejim
siyasal İslam’dan tek bir fikir almış değil; ancak Türkiye’deki, –ılımlı ve
rasyonel biçimiyle– saygınlığa ulaştı ve demokrasinin tüm fikirlerini,
değerlerini ve mekanizmalarını benimseyerek demokratikliğini “tereddütsüzce ilan
etti”.
Bazıları şöyle diyor: “Biz en eski demokratlar
değil miyiz, dosdoğru olan dinimizin 14 yüzyıldır bize emrettiği zaten şûrâ
değil mi?” Bu nasıl bir dil ve tarih istismarı! Sanki şûrâ bütün bu yüzyıllar
boyunca tatbik edilmiş de ya da sanki egemenlik halka bütünüyle verilmiş ve
iktidarın barışçıl şekilde el değiştirmesi sağlanmış da yahut sanki –düşmanları
için bile– hak ve hürriyetler korunmuş da!
Sonuncu ve bir o kadar da önemlisi: Siyasal
İslam’ın maliyeti
Batı acı verici terör saldırılarına maruz
kaldı; ancak hep unuttukları şey, silahlı siyasal İslam’a atfedilen terör saldırısı
kurbanlarının %90’ının Arap ve Müslüman olmasıdır.
Ayrıca ortada ülkelerimizin ödediği siyasi,
toplumsal ve insani bedeller var. Terörizm, terörle mücadele adı altında
Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst ve orta sınıfların desteğini arkasına almayı
ve iktidarının ömrünü uzatmayı başaran bütün yolsuz istibdat rejimlerine şeytanın
bahşettiği çok değerli bir hediye oldu. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra
Afganistan’da yaşandığı gibi doğrudan işgale bir bahane sunmasına hiç
girmiyorum bile.
Silahlı siyasal İslâm’ın Suriye devriminin
gidişatına müdahalesiyle veya 2014 seçimlerinde eski rejimin geri dönüşüne
önemli bir zemin hazırlayan Tunus’taki terör saldırılarıyla Arap Baharı’nda
oynadığı yıkıcı rolü de unutmuyoruz.
Siyasal İslam’a atfedilen terörizmin,
en köklü demokratik halkların bile hürriyetlerinin alanını ne ölçüde
daralttığını hesaba katanlar az. 11 Eylül olaylarının hemen ardından Amerikan
Kongresi’nden Vatanseverlik Kanunu adı altında geçen ve halen yürürlükte olan yasal
düzenleme polise geniş yetkiler verirken daha önce görülmemiş bir şekilde Amerikalıların
hürriyetlerini kısıtladı. Bu terör faaliyetlerinin sınırlarımız dışındaki meyvelerinden
biri de, dünya ülkelerinin tüm havaalanlarında ve sokaklarında insanların nefeslerini
sayan muazzam sayıda kameralar.
En acısı ise Müslümanları
itibarsızlaştırması ve onları dünyanın her yerinde şüphe odağı ve düşman haline
getirmesi. Şüphesiz Batı’da, Çin’de veya Hindistan’da milyonlarca Müslüman’ın
durumu, siyasal İslam’a atfedilen terörizmin ortaya çıkışından önce de hiç
kolay değildi; ancak terörizm hayatları benzeri görülmemiş bir şekilde
zehirledi. Hindistan’daki Müslümanların sıkıntıları yeni değildi; ancak 2008’deki
Bombay saldırısı, çektikleri sıkıntıları son derece tehlikeli bir seviyeye çıkardı.
Düşünün, Gandhi –ölümünden yetmiş yıl sonra– Müslümanları savunmasının bedelini
ödüyor; bugün aşırılıkçı Hindu hareketleri bu pozisyonu nedeniyle onun katilini
tanrılaştırıyor.
Özetle, silahlı siyasal İslam’ın bütün
dünyada hürriyetler alanında geriye doğru bir sıçramaya neden olduğu ve halklar
ve medeniyetler arasındaki yakınlaşmaya darbe vurduğu söylenebilir ki bunun bizzat
İslam’ın imajına nasıl feci bir zarar verdiğini varın siz düşünün. Yol açtığı
bu yıkımı tamirin ne kadar uzun zaman alacağını hiç kimse bilmiyor.
En büyük sorun, başarısızlık ve bunun
beraberinde getirdiği bedel değil –ki bu olgu zaten aklı başında birinin tartışmayacağı
kadar açık–; asıl sorun bunun sebebi. Kanaatimce başarısızlığın İslam’la da
niyetlerle de bir alakası yok; hiç kimse bunun Müslümanların hakiki ve samimi
gayretinden kaynaklandığına şüphe edemez. Tarihî trajedimiz, vatanperverlik,
milliyetçilik ve ilerlemeciliğin siyasi, iktisadi ve teknolojik geri kalmışlığımıza
ilişkin sorulara hep yanlış cevaplar vermesi; siyasal İslam’a gelince, onun
cevapları zaten hep konu dışıydı.
Hiçbir şey, iktidar tecrübesi kadar,
insanı gerçekler ile hayaller arasındaki farkı ve toplumun en temel
ihtiyaçlarını ayırt edebilecek bir konuma getiremez. Burada ayrıntıya girmeyip
sadece bazı başlıklara değineceğim.
Popülistlerin ve yozlaşmış insanların
kolayca ele geçiremeyeceği bir demokratik sistemi nasıl kurarız? Vahşi
liberalizmin gölgesinde dayanışmacı bir ekonomiyi nasıl yaratırız? Genç
işsizliğiyle nasıl baş ederiz? Yolsuzluğun kökünü kazıyan ve bozulmayacak sürdürülebilir
bir mekanizmayı nasıl yaratırız? Milletler arasında bir yerimizin ve itibarımızın
olması için tüm halklarımızın çoğulculuğuyla Arap sistemini nasıl yeniden
kurabiliriz? Çin, İran, Rusya ve Suudi Arabistan’ın, yani istibdada korkunç bir
enerji veren mutlak kontrol ve denetim rejiminin oluşturmaya çalıştığı türde yeni
bir İnternet sistemiyle nasıl yüzleşeceğiz, yoksa buna mukabil, bir avuç
Amerikan şirketine tüm milletlerin zihinlerini ve gönüllerini (ve seçimlerini)
kontrol etme yetkisi veren eski düzenin devamını mı kabulleneceğiz? Peki, yapay
zekâ denilen eli kulağındaki yakın tehlikeye karşı ne yapacağız? Zira bu, Araplar
ve Müslümanlar olarak bizi, –petrolün ve paranın kontrolünden binlerce kat daha
tehlikeli olan– yapay zekâya tahakküm eden milletlerden ışık yıllarınca geride
bırakacak. Gelecek nesillerin varlığını tehdit eden iklim değişikliği
felaketinin sonuçlarını gidermek için hazırlığa nereden başlayacağız?
Sizinle halifelik, şeriat, din-devlet
ilişkisi ve sahabelerin ihtilafları hakkında konuşuyorlar; bazıları da hicri ilk
yüzyılın savaşlarını sanki daha dün gerçekleşmiş gibi sürdürmekte ısrar ediyorlar.
Siyasal İslam’ın sorumluluğu arasında işsizlik,
İnternet, iklim değişikliği ve yapay zekâ tehlikesi ile ilgili çözümler sunma var
mı diye soranlar olabilir. Tabii ki. Nihayetinde kendisinin bir çözüm olduğunu
iddia etmiyor mu? En tehlikelisi olmasa da yüz milyonlarca Müslüman’ı tehdit
eden sorunlar hakkında hangi çözümden bahsediyor? Müzakerecimiz şunu da
ekleyebilir: Peki liberalizm ya da demokrasi çözüm mü? Elbette hayır,
liberalizm bizzat en büyük sorundur ve demokrasi ise yalnızca tüm fikirlerin
varlığına izin verme ve önerilen tüm çözümleri de deneme rolü oynar.
Kesin olan şu ki, eşi benzeri
görülmemiş sorunlarla karşı karşıyayız ve fakat hiçbirinin –[İslam’ın] alamet-i
farikası olduğu ve kurtuluşun onun eliyle geleceği– ciddi bir İslami çözümü yok.
Bu, diğerleri için de geçerli bir kaide olup karşı karşıya olduğumuz muazzam
meydan okumaların herhangi bir Hristiyan, Yahudi, Budist veya Hindu çözümü de
yok. Hatta seküler ideolojilerin bile hızla eskidiğini, ya topyekûn
yenilenmelerinin ya da iflaslarının kaçınılmaz olduğunu görüyoruz.
Bu nedenle İslami hareketler önümüzdeki
on yıl içinde hepsi de acı olan iki seçenekle karşı karşıya:
Birincisi, sabitelere tutunma ve böylelikle
çoğulcu toplumlarla yolları geri dönüşü olmayan şekilde ayırma; en kötü durumda
ise tarihin gidişatının dışında IŞİD veya Talibanvari rejimler kurma.
İkincisi, bugünün ve yarının dünyasını üreten,
–demokrasi, ilerlemecilik, milliyetçilik ve küreselleşmenin müstakbel formları
başta olmak üzere– büyük siyasi-fikri sistemlere dahil olma.
Evet,
buna bir de İslami değerleri ekleyeceksiniz diyenler olabilir. Ama bu yanlış;
zira sözkonusu siyasi-fikri sistemler, değerlerini siyasal İslam’dan bekleyecek
kadar değerden yoksun değil. Buna bir de –tıpkı yerçekimi kanununun füzelere de
planörlere de işlemesi gibi– siyasetin kanunlarının da referansları her ne
olursa olsun tüm siyasi partiler için geçerli olmasını ekleyin. Yani İslami
partilerin içinde diğer partilerdekilerin benzerlerini –en uç Makyavelizmden en
uç idealizme kadar uzanan ahlaki yelpazenin ve partizan uygulamaların her
türünden insanı– kaçınılmaz olarak bulacaksınız.
Fiiliyatta hiçbir şey, yaratılmışların
en hayırlısı ve ilk numune-i imtisalinin [Peygamber Efendimizin] getirdiği
güzel ahlaktan daha önemli olmamalıdır; ancak bunun sahası, Müslümanların
sadece bir kısmını temsil etme iddiasındaki partiler değildir, toplumun
bütününün bunu başarmaya çalışması gerekir. İşte o zaman, değerler bizi birleştirdiği
müddetçe fikirlerin bizi ayırıp ayırmamasının bir önemi olmaz, yeter ki karşı
gelinmez bir emir olan [Âl-i İmrân suresi 110. ayetteki gibi] “insanlar için
ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” olmayı gerçekleştirmek için bir adım da
olsa birlikte ilerleyebilelim.
Son olarak, başkalarının talihsizliği
ve musibetine sevinme bâbından siyasal İslam’ın başarısızlığından bahsettiğimi
düşünen herkes hata eder. Çünkü ben, hepimizin –halkların ve insanlığın
problemlerine çözüm arayışını nesilden nesle bırakmayan– aynı kolektif aklın
son derece zeki ve son derece canlı hücreleri olduğumuza inanan bir vizyon çerçevesinde
hareket ediyorum. Her başarılı tecrübe hepimizin başarısı ve yine her
başarısızlık hepimizin başarısızlığıdır.
Denediğimiz vatanperver, milliyetçi,
sosyalist ve İslamcı çözümlerin başarısızlığı karşısında üzüntüye gark
olmamalıyız veya suçluluk kompleksine kapılmamalıyız. Zira içtihat kapısı hala
ardına kadar açıktır ve bu aşamada zaruri slogan şudur: Nakil değil, akıl.
Yapmamız gereken tek şey
kibirlenmememiz, cesaretimizin kırılmaması ve geçmişteki tüm hatalarımızdan ve
acı tecrübelerimizden ders çıkararak yeni bir fikrî sistem geliştirmek için
içimizdekilerin en iyilerini harekete geçirmemizdir. Daha evvel hiç olmadığı
kadar girmemiz gereken bahis şudur: Olmak ya da olmamak…
[1] Aralık 2014’te yapılan cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin ikinci turunun kaybetmesinin ardından Munsif Merzûkî, 2015’te eski
rejim döneminde ötekileştirilenler başta olmak üzere bütün Tunuslular arasında
aktif yurttaş katılımını teşvik eden bir sivil hareket olarak Halkın
Vatandaşlığı Hareketini kurarak siyasi mücadelesini sürdürmüştür.
NOT:
Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî'nin yazılarını tercüme ederken
içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman
başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt'a ve Firas
Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder