KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: DEMOKRASİYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Munsif
Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap
dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru,
tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire
Arapça, 15.5.2020
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
NOT: “المراجعات
الموجعة (2): الديمقراطية”
başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ.
Daha
evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve
Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük
ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre
Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki
yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Tunus’un
eski cumhurbaşkanı (2011-2014), aynı zamanda tıp doktoru, insan hakları
aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi olan Munsif Merzûkî, 3 Mayıs’ta el-Cezire’de
yayınlanan “Koronavirüs, Acı Verici Gözden Geçirmeleri Gerekli Kılıyor”
yazısında pandeminin, toplumlarımızın farklı ideolojik kesimlerinin en kutsal
fikrî mukaddesatında var olan tüm eski çatlakları ifşa ettiğini belirtmişti. Bu
bağlamda vatanperverlik (milliyetçilik), ilerlemecilik, demokrasi, liberalizm,
insan hakları ve siyasal İslam’ın son derece maliyetli ve acı verici gözden
geçirmelere mecbur olduğunu vurgulamış ve tek tek bu konuları işlediği bir yazı
dizisini başlatmıştı.
Bu yazı
dizisinin 15 Mayıs’ta yayınlanan popülizm, diktatörlük ve demokrasiyi konu alan
bölümünün tercümesini sizinle paylaşıyoruz:
Geçen
yaz Fransa’nın kuzeyinde Atlantik Okyanusu kıyısındaki bir köyde bir
arkadaşımın evinde eşimle tatil yapıyordum. Bir gün gazetede Pierre Rosanvallon’un
Popülizm Yüzyılı (Le siècle du populisme) başlıklı yeni bir kitap
yayınladığını okudum. Eşime kitabı edinmek istediğimi söylediğimde, “Köyde kitapevi
yok, en yakın kitapevi de 250 km uzaklıktaki Nantes şehrinde” diyerek itiraz
etti. Dedim ki “Sorun ne? Gün batmadan önce geri dönmüş oluruz.” Bana gülerek
baktı ve dedi ki: “Çarnaçar gideceğiz.”
Şüphesiz,
yıllardır büyük bir şevkle okuduğum ve kendisinden demokrasi tarihi hakkında sahip
olduğum her bilgiyi öğrendiğim bir yazardan başkasının kitabı için tutup da
eşimi tek başına 500 km araba sürme meşakkatine katlandırtacak değildim (gözlerimin
durumu malumunuz). “İnsan, tarihini iyice bilmediği bir konuyu idrak edemez”
diyen ne kadar da haklı...
Yazarın Macaristan,
Polonya, Venezuela ve Brezilya’da demokrasinin belini büken ve en eski ve
sağlam kaleleri olan Amerika, İtalya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde ise
demokrasiyi tehdit eden popülizm denen dalganın şiddetlendiğini ispat ettiği
kitabını derin bir endişe içinde okuyup bitirdim. Belli ki bu tehdit daha da
yayılacak; hatta günün birinde bizim kapımıza da gelebilir ve artık hiçbir
hatayı kaldıramayacak noktaya ulaşan halimizi daha da kötüleştirebilir.
Neden mi
bu endişe? Çünkü eşzamanlı gelişen iktisadi sıkıntılar, çevresel tehlikeler, korona
pandemisi ve bunların beraberinde getirebileceği şeyler halkların çoğunu büyük
bir sıkıntıya ve daimi acılara maruz bıraktı ve bırakacak. Bu da onları, korku
ve öfke duygularına oynamakta mahir şarlatanların ve düzenbazların bir avı
haline getirecek ve -bocaladığını gördüğü egemen seçkinlerin aksine-
problemlerini çözecek sihirli formüle sahip olduğunu yalancılıkla ve sahtekârlıkla
vaat eden bir kurtarıcı aratacak. Bu kurtarıcının önerdiği çözümün hastalığın ta
kendisi olabileceği ise akıllarından bile geçmeyecek.
Kitabı
okurken, popülistlerin ve diktatörlerin bugün
temsili demokrasiye yönelik eleştirilerini dile getirirken aslında bu
eleştirilerin 1830, 1870, 1934 ve 1948 yıllarında, yani özelde Fransa’yı ve genelde
Avrupa’yı vuran bütün krizler esnasında bin bir dille ve bin bir platformda
aynı terimlerle tekrar tekrar dile getirildiğinden habersiz olduklarını
keşfettim ki bu son derece ironik bir durum.
***
Birisi
benden demokrasiyi üç kelimeyle özetlememi istese şöyle derdim: Bu imkânsız,
ama müsaadenizle üç cümlede şöyle özetleyebilirim:
-
Doğası gereği çoğulcu bir toplumda, birlik ve istikrarı koruyarak çatışmaların
barışçıl bir yolla çözülmesidir.
-
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan tüm hakları sahiplerine teslim
eden, kimsenin hakkına el koymayan ve hiçbir hakkı kısıtlamayan bir hukuk
sisteminin hâkimiyetidir.
-
Seçilmiş kişiler tarafından [şahsi çıkarları doğrultusunda] kullanılmak yerine [bizzat]
seçilmiş kişileri kullanan, özgür ve adil bir şekilde seçilen sürdürülebilir
kurumsallaşmış yapıların yönetimidir.
Diktatörlerin
ve popülistlerin ise -tam da bunun aksine- toplumu “onlar” ve “biz”, hainler ve
vatanseverler diye böldüğünü görürsünüz. Bazılarınız, o meşum 2013 yazında
Mısır’da demokrasiye karşı darbeye eşlik eden “Siz de halksınız, biz de”
şarkısının dehşetini hatırlayabilir…
Yöntem
olarak iktidara geldiklerinde başlattıkları ilk şey, parlamentoya boyun
eğdirmek veya onu feshetmektir; zira parlamento, temsili demokrasinin en önemli
kurumudur ve bu temsili üreten partiler ve seçimler olmadan da var olmaz. Bu
nedenle sistemi değiştirir ve yok ederler.
Temsili
demokrasilerden nefret noktasında diktatörler ve popülistler tek yürektir; ama
farklı nedenlerle. Popülistlere göre, [temsili demokrasi] halkın egemenliğine, sözümona
kendisini temsil eden -parlamento gibi- kurumlar aracılığıyla el koyar ve
aslında sadece yozlaşmış seçkinleri temsil eder. Halkın “gerçek” egemenliğini tesis
etmenin yolu ise insanları tüm karar alma merkezlerine yerleştiren doğrudan
demokrasiden geçer.
Diktatörlere
gelince, lider sultası ve çetesini örten bir kılıf olma dışında, düşünce
dünyalarında ne temsili demokrasiye ne de diğer doğrudan türlere yer vardır; zira
küçümsedikleri halkın egemenliğine aslen inanmazlar.
***
Diktatörlerin
parlamentodan nefretinin nedenini gözlemlemekten daha kolayı yoktur. Nasıl
olmasın? Nitekim –bu kurumun Avrupa’da ortaya çıkmasından itibaren sayısız
çatışmalar ve savaşlarla, 1642 İngiliz ve 1789 Fransız Devrimi başta olmak
üzere devrimlerle– ister kral ister cumhurbaşkanı olsun mutlak otorite
sahibinin yetkilerini kısıtlamaktan hiç geri durmadı ve sonunda elindeki en
tehlikeli dosyayı da kaptı: vergi koymak ve devlet bütçesini idare etmek.
Popülistlerin
parlamentodan nefret nedeni ise çok daha karmaşık; en iyi demokrasi biçiminin doğrudan
ya da konsey demokrasisi olduğunu iddia ediyorlar, çünkü onlara göre “temsil göz
boyamadır”. Göz ardı ettikleri nokta ise şudur: Temsili demokrasi aslında bir konsey
demokrasisidir, ama kanun yapıcı ve sürdürülebilir bir türdür. Parlamento;
belediye meclisleri, sivil toplum kuruluşlarının veya sendikaların yönetim
kurulları gibi diğer binlerce konseyin yanında en büyük konseydir. Bunların hepsi,
toplumun birçok kesimi için birer sorumluluk taşıdıkları aktif katılım alanlarıdır.
Temsile
gelince, popülistler bunu başkaları için olduğunda reddediyor, kendileri için
kabul ediyorlar. Liderlerinin halkın bir temsilcisi olduğunu söylemiyorlar mı
ve ardından, bir bütün olarak halkın yabancı ülkelerle müzakere etmesinin
mümkün olmadığı, bu görevin cumhurbaşkanı olarak adlandırılan temsilciye emanet
edilmesi, onun da yabancı ülkeler nezdinde kendi adına dışişleri bakanı ve
diplomatlar gibi temsilcileri vekil kılması gerektiği zımni itirafı gelmiyor
mu? Aslında onlar bu argümanla gerçek sebebin üzerini
örtüyorlar.
Pierre
Rosanvallon, popülist lideri “halk adamı” olarak tanımlıyor; yani
takipçilerinin nazarında, halkın elemlerinin ve emellerinin tüm işaretlerini
-keskin hissiyatıyla- alabilen, elemleri dindirmek ve emelleri gerçekleştirmek
için hayatını vermeye kalkışan bir adam... Öyle ki, bu denli ilhama haiz bir
varlığın tek ihtiyacı, müritler ve [emirleri] uygulayıcı kişilerdir.
Bu durumda, -tıpkı kilisenin Rab ile kulları
arasında bir siper olarak durması gibi- parlamentonun da kendini feda eden
kurtarıcı lider ile onun hayali mukaddes halkı arasında bir engel olduğunu,
oysaki liderin de Yaratan’ın da herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadığı gibi,
onların [yani kilise ve parlamentonun] sadece araya burnunu sokan davetsiz
misafirler ve asalaklar olduğunu düşünmelerine şaşmamak lazım. Diktatörlerin en iyi sloganı,
Fransa Kralı XIV. Louis’in “Ben devletim” dediği ünlü haykırışıdır. Popülist
lider ise bunu daha da ileri götürerek şu sloganı dillendirir: “Ben halkım.”
Bazen devletle, bazen de halkla özdeşleşmek isteyen
bu “Ben”, trajikomik isimlerle kendisi sarıp sarmalar: Tunus’taki “En Büyük Mücahit”
[Habib Burgiba], Arap diktatörlüklerinin çoğunda “Önder Başkomutan”, İspanya’da
“El Caudillo (Önder)” General Franco, Romanya’da “Conducatorul
(Şef)” Nikolay Çavuşesku, Sovyetler Birliği’nde “Ulusların Küçük Babası” Stalin
ve Çin’de “Ulu Amiral” Mao Zedong gibi.
İnsanoğluyla aynı türden olduğundan onu insanlar
arasında “biricik” diye niteleyeceğiz. Zira gerek kendi gerekse takipçileri nazarında
zamanının ender şahsiyeti olduğundan halkından hiç kimse onun bir dengi
değildir ve -sıradan insanların aksine- devleti tüm karmaşıklığıyla veya halkı tüm
farklılıklarıyla ve çelişkileriyle hazmetme kapasitesine sahiptir.
Hezeyan ve delilikle suçlanmamak için bu fikri
naiflik ve ilkellik olarak niteleyelim. Bütün hikâye Ben ve kurumlar arasındaki
mücadeleye indirgendiğinden devlet ve halk olmayı hayal eden bu Ben’e ve neden
ikisinin birlikte olamayacağına ışık tutmak gerekir.
Fikri açıklayabilmek için öncelikle içerdiği
çerçeveyi ortaya koymak lazım:
- Çocuğu bencillik, şiddet ve adaletsizlikten
kurtarmak ve ona paylaşmayı, ortaklığı ve ötekini kabulü öğretmek ev içindeki
eğitimin görevidir. Bu, kolektif düzeyde ise dinin, hukukun ve kültürün
görevidir.
- Bireysel ya da kolektif düzeyde eğitimin başarısı
sonu olmayan bir süreçtir ve nesiller ardı ardına gelirken her nesille birlikte
eğitim sıfırdan yeniden başlar. Bu da başarısı değişken bir süreçtir ve önünüzde
birçok ihtimal vardır.
Tüm çocuklar yıllar geçtikçe yaşça büyürler, ancak
olgunlaşma süreci bazılarında herhangi bir yaşta durabilir. Böylelikle 30’unda
veya 50’sinde, hatta 70’inde çocuklarla karşılaşırsınız. Çünkü yaşları büyüse
de çocukların en temel özelliklerini hala içlerinde korurlar; yani narsisizmi,
bencilliği, haksızlık ve adaletsizliği, şiddeti ve bitmek bilmeyen karşılıksız
talepleri…
Sözün özü diktatörlük, -tıpkı popülizm gibi- yaşça
büyüse de bir türlü olgunlaşmayan çocukların ideolojisidir. Hangi zamanda ve mekânda
olursa olsun, bu sistemde aynı yapıyı bulursun:
Bir tarafta, milletin tamamının kendisine bir anne
olmasını, kendisini kesintisiz bir hayranlık ve sevgi seliyle bağrına basmasını,
gece gündüz methiyeler düzmesini, tüm isteklerine itaat etmesini ve onda
evrenin merkezini görmesini isteyen, yaşı kemale erse de çocuk kalan biri
vardır.
Diğer tarafta, kendilerini koruyup kollayan ve
taleplerine rıza gösteren, -belki de okul bahçesinde oynarken hayallerindeki beklentiyi
karşılayamamış biyolojik babalarına karşılık gelecek- bir baba isteyen yaşı
kemale erse de çocuk kalanları bulursunuz.
Aksine demokrasi, yıllar geçtikçe büyürken olgunlaşan,
çocukluktan -yani çocuğun içgüdülerinden- tümden kurtulamasa da en azından onu kontrol
edebilen bir sistemdir.
Bu yüzden [demokrasi dendiğinde], misyonlarının
sadece kurumları işletmekten geçtiğini kabul eden, hadlerini ve üstlendikleri
sorumlulukların muazzam karmaşıklığını bildiklerinden başlıca özellikleri
tevazu olan yöneticiler göreceksiniz. Ve yine kendilerine tebaa veya mürit gibi
muamele edildiğinde ayaklanan ve sorumlu, yetişkin vatandaşlıktan başka bir
konumu kabul etmeyen yönetilenler göreceksiniz.
***
Popülistlerden
ve diktatörlerden tutumlarını gözden geçirmelerini ve şunu sorgulamalarını
istemek saçmadır: Neden son iki yüzyılda tüm popülist ve diktatör rejimler bir bir çökerken demokrasi, tüm dünyayı
istila etti ve hatta -sahtekârlık veya aldatmacayla da olsa- diktatör ve popülist rejimlere kendi mekanizmalarıyla [yani demokratik
mekanizmalarla] iş tutmayı dayattı?
Bu,
demokrasinin birçok hatasının bulunduğunu, hatta popülistlerin ve diktatörlerin -kötü niyetle yapmış olsalar da- eleştirilerinin
haklı olduğunu söylemeyi engellemez. Demokratların -kastedilen kötü niyete bakmaksızın-
haklı eleştiriler üzerinde düşünmeleri bir görevi değil mi?
Devrimden
dokuz yıl sonra Tunus’taki parlamento, -Tunuslulara olabilecek en kötü resmi
verirken- performansını nasıl savunabiliyoruz? Şeffaflık politikası bağlamında
bu yıllar boyunca televizyonlarımız ne çok kavgayı naklen yayınladı da -bu satırların
yazarı da dahil- insanların ekseriyetinde adeta bir tiksinti duygusu uyandırdı.
Tunus parlamentosu hakkında söylenenler, en eski demokratik ülkelerde bile
duyduğunuz sözlerin aynısı. Bu nedenle soruları genelleştireceğiz ve Tunus,
Irak veya başka bir ülkeyi ayrı değerlendirmeyeceğiz.
Fakir
çoğunluğun iktisadi haklarını garanti altına alan bir sosyal demokrasi olmaksızın
salt siyasi bir demokrasinin havanda su dövmek anlamına geldiği doğru değil mi?
Yolsuzluğun demokratik partilerin çoğunu çürüttüğü yanlış mı? Dolayısıyla şu
soru ortaya çıkıyor: Yozlaşmış partiler yolsuzluğu nasıl ortadan kaldırabilir?
Bu soru içinde bir soru daha var: Sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra sağlıklı
bir demokrasi için gerekli bu tür örgütlenmelerde, mümkün olan azami dürüstlüğü
ve el temizliğini sağlamak için -özellikle finansmanla ilgili- hangi
mekanizmalar gözden geçirilmeli?
Yozlaşmış
sermayeye bağımlı olan bazı medya organlarının -varlığına bizzat izin veren-
demokrasiye yönelik en ciddi tehdit olduğu doğru değil mi? Bugün medya;
bilincin, kültürün ve değerlerin tahrip edilmesinde en büyük faktör. Halkı
yanıltmak ve gizli lobilerin çıkarları doğrultusunda, halkın çıkarlarının aksi konumlar
almaya zorlamak için bir araca dönüştü. Dolayısıyla soru şu: Fikir ve ifade
hürriyetinden taviz vermeden halkı, aldatıcı haberlerden nasıl koruyabiliriz?
Mevcut
haliyle seçimlerin partilerden başka kimseye hizmet etmediği doğru değil mi? Birbirini
yiyen rakip gruplar ve hatta şüpheli insanlar iktidara ulaşmadı mı? Böylelikle
-siyasetçilerden problemlerini çözmesini bekleyen- vatandaşlar, siyasetçilerin problemlerini
izlemek üzere vakitlerinin çoğunu ekranların önünde geçirmeye başladılar.
Hal
böyleyken seçim kanunlarını; en iyi insanlar dışındakilerin parlamentolara girişini
zorlaştıracak, şüpheli ve başarısız pazarlıklara girmeden yönetebilen bir
çoğunluğu her daim üretecek ve yönetimin iyi ile kötüyü ayırt edebilen uyumlu
çoğunluk hükümetleri arasında el değiştirmesine imkan verecek şekilde nasıl yeniden
formüle edebiliriz?
Demokratik
vatandaşlığın her seçimde oy kullanmaktan ibaret olmadığı doğru değil mi?
Dolayısıyla soru şu: Demokratik bir sistemin en yüksek hedefine -yani çoğulculuk,
hürriyet ve barış çerçevesinde adil kanunlar ve temiz kurumlar tarafından
yönlendirilen vatandaşlardan müteşekkil bir halka- yaklaşabilmemiz için seçmen
ile seçilen arasındaki katılım ve iletişimin kapsamını nasıl genişletebiliriz?
Masaya
yatırılması ve aldatma yoluna gitmeden teşhis konup acı da olsa süratle tedavi
edilmesi gereken ne çok soru var. Ancak hepsini burada zikretmek mümkün değil.
***
Demokrasi
ile popülizm ve diktatörlük arasındaki en büyük fark şudur: Demokrasi kendi
hastalıklarını daha fazla demokrasi, yani daha fazla diyalogla, kanunları
iyileştirerek ve kurumları kazanılan tecrübelere göre yeniden inşa ederek
tedavi edebilir. Diktatörlüğe gelince, daha
fazla diktatörlükle, yani daha fazla şiddet, yolsuzluk ve alavere dalavereyle kendisini
iyileştiremez; aynı şekilde popülizm de kendisini daha fazla slogan, demagoji
ve kaosa teşvikle iflastan kurtaramaz.
Bu
nedenle bugün demokratların -gerek Tunus gerekse tüm Arap ülkelerinde, ister
iktidarda ister muhalefette olsun- saflarını birleştirmeleri, hatalarının
çoğunu gözden geçirmeleri ve -daha evvel defalarca olduğu gibi bizi pek de
ileri götürmeyecek ve fakat pahalıya patlayacak- popülizm ve diktatörlük
pandemisiyle yüzleşmeye hazırlanmaları gerekir. Zira bu zavallı millet şimdiye
kadar başkalarından çok daha fazla bedeller ödedi; artık yeter…
Kuşkusuz
yüksek bedel, kısmen, diğer uluslardan daha fazla hastalığa yakalanmamıza yol
açan kültürel bağışıklık yetersizliğimizden kaynaklanıyor. Tam aksi doğru
olduğu halde, çocuksu şairin [Ömer İbn Ebî Rebi‘] “Aciz olan despotluk etmez” mısraıyla
coşmuyor muyuz? Pek çok kişi, -sanki Gandhi veya Mandela zayıflardan, Bin Ali
veya Esed de güçlülerdenmiş gibi- vakar ile kibri, güç ile şiddeti birbirine
karıştırmıyor mu?
Toplumlarımız
ve siyasi sistemlerimizle ilgili şu kanaat kalplerimize ve zihnimize yerleştiğinde
ancak ve ancak güçlü olacağız: En güçlü kurumlara ve en adil kanunlara
dayanandan daha güçlü bir toplum ve siyasi sistem yoktur; keza büyümeyi ve
olgunlaşmayı reddeden bir çocuk ruhuyla hareket eden erişkinin yönettiği,
ordunun tüfekleri ve polisin coplarıyla idare edilenden ise daha zayıfı yoktur.
NOT:
Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî'nin yazılarını tercüme ederken
içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman
başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt'a ve Firas
Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder