MİKROPLAR
DA TARİH YAZAR
Elizabeth Kolbert (1999’dan beri New
Yorker dergisi yazarı ve “Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih” kitabıyla
2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazandı)
New
Yorker, 30 Mart 2020
Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba
Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir
Turu web sitesinde 8.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
İngilizcesi “Pandemics and the Shape of Human
History” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki
yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Özet: Tarihi yalnızca insanlar değil, mikroplar da yazar.
Roma İmparatorluğu’nun çökmesinin, sömürgeciliğin, Rus Devrimi’nin hangi
pandemilerle nasıl bir ilişkisi var? Hangi salgınlar, tarihin hangi dönüm
noktasına yol açtı?
Tarih bize sadece geçmişte olan biteni
anlatmaz, aynı zamanda geleceğin anahtarlarını sunar. Geleceği öngörebilmek
için bugünü bilmek yetmez, öncelikle geçmişi sebep-sonuç ilişkileri içinde iyi
anlamak lazım.
Koronavirüs salgınıyla olağanüstü bir
dönemden geçtiğimiz şu günlerde salgınlar tarihine ve salgınların tetiklediği
siyasi, iktisadi, toplumsal dönüşümlere odaklanmak orta ve uzun vadede nelerle
karşılaşma ihtimalimiz olduğunu kestirebilmemiz açısından önem taşıyor. Zira bu
salgının toz bulutu dağıldığında ne denli derin ve kapsamlı bir dönüşümden
geçtiğimizi idrak edeceğiz.
1999’dan beri New Yorker dergisi yazarı olan ve Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih kitabıyla
2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazanan Elizabeth Kolbert, 30 Mart tarihinde tam da
bu konuda bir yazı kaleme aldı.
Kolbert, “Pandemiler ve İnsanlık Tarihinin
Şekli” başlıklı New Yorker yazısında Jüstinyen
dönemindeki veba salgınından bu yana geçen 1500 yılda yaşanan veba, çiçek
hastalığı, kolera pandemilerine ve siyasal-toplumsal sonuçlarına odaklanıyor.
Makale, tarihte ilk pandemi kabul edilen,
541 yılında Mısır’ın kuzeydoğusunda başlayıp ertesi yıl Doğu Roma
İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u vuran vebayla başlıyor. Tarihçi
Prokopius’un dilinden hastalığı şöyle anlatıyor:
“Ateşle hafif bir şekilde başlayan
hastalıkta birkaç gün içinde bubonik/hıyarcıklı vebanın klasik semptomları
beliriyor ve bundan sonra ciddi ağrı çekilirken hastaların kimisi komaya
giriyor kimisi şiddetli bir hezeyan yaşıyordu. Çoğu kan kusuyordu. Hastaya
bakanlar ‘sürekli bir tükenme haline giriyordu. Bu nedenle herkes bakıcılara da
hastalar kadar acıyordu. Kimin can vereceğini kimin iyileşeceğini hiç kimse
bilmiyordu.”
Yazar, vebanın Doğu Roma’nın başkentindeki
etkilerine girmeden evvel, dönemin imparatoru Jüstinyen’in tarihçiler
tarafından ‘bugüne kadar yaşamış en büyük devlet adamlarından biri’ olarak
görüldüğünü vurguluyor. Neredeyse 40 yıl hüküm süren Jüstinyen’in saltanatının
ilk bölümünü, başka bir tarihçinin ‘Roma tarihinde neredeyse benzersiz bir
eylem fırtınası’ olarak tanımladığına dikkat çekiyor. Nitekim Jüstinyen,
vebanın başkente ulaşmasından evvelki 15 yılda Roma kanunlarını sistemleştirdi,
Perslerle barış yaptı, Doğu İmparatorluğu’nun mali idaresini elden geçirdi ve
Ayasofya’yı inşa etti.
Kolbert, tarihçi Prokopius’tan şunları
aktarıyor: “İmparator terk edilmiş ve yokluk içindekilerin cesetlerinin toprağa
gömülmesinin masraflarını karşıladı. Ama ölüm oranı çok yüksek olduğundan
yetişmek imkansızdı.” Prokopius, ölümlerin günde 10.000’i aştığını söylese de
Kolbert bunun teyidinin mümkün olmadığını vurguluyor. Jüstinyen’in diğer bir
çağdaşı olan Efesli John’dan ise -bir anda hastalığın vurma ihtimali
karşısında- ‘Kimse adının yazılı olduğu bir etiket yanında olmadan kapıdan
dışarı çıkmıyordu’ alıntısını yapıyor. Nihayetinde cesetler şehrin kıyısındaki
istihkamlara atılmış.
Yazar, vebanın güçlüyü de güçsüzü de aynı
şekilde vurduğunu, Jüstinyen’e bile bulaştığını belirtiyor ve şöyle devam
ediyor: “Şanslı olduğundan hayatta kaldı ama yönetimi bir daha gerçek anlamda
belini doğrultamadı. Jüstinyen’in generalleri Roma İmparatorluğu’nun batısının
çoğunu Gotlar, Vandallar ve diğer muhtelif barbarlardan geri almıştı. 542
sonrası İmparator asker toplamakta ve onlara maaş ödemekte zorlandı.
Generallerinin boyun eğdirdiği topraklar isyana başladı.”
Kolbert, vebanın 543’te Roma şehrine
ulaştığını ve 544’te İngiltere’ye kadar vardığını; salgının 558’de İstanbul’da
bir kez daha patlak verdiğini, 573’te üçüncü ve 586’da dördüncü defa şehri
vurduğunu belirtiyor.
Yazar, bu pandeminin dünya tarihinin en
önemli imparatorluklarından biri olan Roma’yı nasıl sarstığını ve güç
dengelerini değiştirdiğini şöyle anlatıyor:
“Jüstinyen Vebası olarak bilinen bu yangın
750’ye kadar kendi kendine sönmedi. O noktaya kadar yeni bir dünya düzeni
oluştu. Güçlü bir yeni din, İslam doğdu ve bu dinin müntesipleri, Arap
Yarımadası’nın yanı sıra Jüstinyen imparatorluğunun büyük bir bölümünü de içine
alan toprakları yönetti. Bu arada Batı Avrupa’nın çoğu Frankların kontrolü
altına girdi. Roma nüfusu (…) yaklaşık 30.000’e düştü. Acaba salgın kısmen de
olsa bundan sorumlu mu? Eğer öyleyse, tarih sadece insanlar değil, aynı zamanda
mikroplar tarafından da yazılıyor demektir.”
Benekli canavar
Kolbert vebanın ardından ‘benekli canavar’
diye anılan çiçek hastalığına giriyor. 20. yüzyılın ortalarında ölümcül
olmaktan çıkana kadar belki de dünyada 1 milyardan fazla insanı öldürmüş
olabileceği ve tam olarak bilinmese de virüsün hayvanların evcilleştirilmeye
başlandığı dönemde ilk kez insanlara bulaşmış olabileceği tahminine yer
veriyor. Konuyla ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“M.Ö. 1157’de ölen V. Ramses de dâhil
Mısır mumyalarında çiçek hastalığı belirtileri bulundu. Romalılar, bugünkü
Bağdat yakınlarında 162 yılında Partlarla savaşmaya gittiğinde bu hastalığı
kapmışa benziyor. (…) 180 yılında ölen ‘Beş İyi İmparator’un sonuncusu Marcus
Aurelius da çiçek hastalığına kurban gitmiş olabilir.”
Kolbert, East Stroudsburg Üniversitesi
biyoloji profesörü Joshua S. Loomis’in Salgınlar: Mikropların Etkileri
ve İnsanlık Üzerindeki Güçleri kitabından hastalıkla ilgili şu
bilgileri aktarıyor:
“15. yüzyıla kadar çiçek hastalığı Avrupa
ve Asya çapında sık görülen bir hastalık haline geldi (…). Ölümle sonuçlanma
ihtimali %30 gibi korkunç bir orandı; küçük çocuklar arasında ise bu oran çok
daha yüksekti, hatta bazı yerlerde %90’dan fazlaydı.” Loomis’in kitabındaki,
“Tehlike öylesine ciddiydi ki, ebeveynler doğan evlatlarına isim koymak için
genellikle çiçek hastalığını geçirip kurtulmalarına kadar bekliyorlardı”
bilgisine de yer veriyor. Kurtulanlar kalıcı bağışıklık kazansa da çoğu kör
veya korkunç şekilde yara bere içinde kalıyormuş.
Salgınlar ve sömürgecilik
Kolbert, yazısının devamında salgınların
Amerika kıtalarında yaşayan yerli halkları nasıl kırıp geçirdiğini ve bu ‘Yeni
Dünya’da sömürgeciliğin gelişimini nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor:
“Tarihçi Alfred W. Crosby, hem ‘Kolomb Takası’
ifadesini hem de ‘risk altındaki nüfusların kendilerini vuran hastalıklarla
daha önce hiçbir temasının bulunmaması ve bu yüzden bağışıklık bakımından
neredeyse tamamen savunmasız olması’ anlamına gelen ‘bakir toprak salgını’
tabirini ilk kez ortaya atan kişi. Amerika kıtalarında ilk ‘bakir toprak
salgını’, Crosby’nin bir başka deyimiyle ‘ilk Yeni Dünya salgını’ 1518 yılı
sonuna doğru başladı. O yıl, muhtemelen İspanya’dan biri Haiti adasına çiçek
hastalığını taşıdı. Bu, Kolomb’un adada karaya oturmasından çeyrek yüzyıl
sonraydı ve yerli Taíno nüfusu çoktan azalmıştı. Benekli canavar kalan
yerlilerin kökünü kuruttu.”
Çiçek hastalığı Haiti’den Porto Riko’ya
yayılmış. İki yıl içinde, bugün Mexico City olarak bilinen Azteklerin başkenti
Tenochtitlan’a ulaşmış ve bu gelişme İspanyol komutan Hernán Cortés’in 1521’de
başkenti ele geçirmesine imkan vermiş. Yazar, bir İspanyol rahipten -durumun
vahametini ortaya döken- şöyle bir alıntı da yapıyor: ‘Birçok yerde evlerdeki
bütün bireyler ölüyor ve muazzam sayıda ölüyü gömmek imkansız olduğundan evleri
üzerlerine yıkılıyordu.’
Kolbert şöyle devam ediyor: “Çiçek
hastalığı İspanyollardan önce İnka İmparatorluğu’na ulaşmış gibi görünüyor;
salgın bir yerleşimden diğerine İspanyol konkistadorlardan [Amerika kıtalarının
büyük bölümünü istila edip İspanyol egemenliği altına alan askerler, kâşifler
ve maceracılardan] daha hızlı ilerliyordu.”
İlk Yeni Dünya pandemisinde kaç kişinin
öldüğü bilinmiyor. Çünkü yazarın aktardığına göre, hem kayıtlar baştan
savmaymış hem de Avrupalılar beraberlerinde kızamık, tifo ve difteri de dahil
daha birçok hastalığı getirmiş. Ve bu ithal mikroplar toplamda muhtemelen on
milyonlarca insanı öldürmüş.
Kolbert, Wisconsin-Madison
Üniversitesi’nden emekli profesör William M. Denevan’ın kitabından ‘Amerika’nın
keşfini, dünya tarihinin muhtemelen en büyük demografik felaketi izledi’
satırlarına yer veriyor. Zira Denevan’a göre bu felaket, sadece Avrupa ve
Amerika’da değil, Afrika’da da tarihin akışını değiştirmiş; işgücü eksikliğiyle
karşı karşıya kalan İspanyollar gittikçe daha fazla köle ticaretine yönelmiş.
Tarihte karantina
Yazar, salgınlara karşı yönetimlerin
aldıkları önlemlerden, özellikle de karantina uygulamasından da söz ediyor.
Karantina kelimesinin İtalyanca 40 kelimesinden geldiğini hatırlatıyor ve Yale
Üniversitesi’nden emekli tıp tarihi profesörü Frank M. Snowden’ın Salgınlar ve Toplum: Kara Ölümden Günümüze kitabına
atıfla, 40 gün süren karantina uygulamasının tıbbi gerekçelere değil, Tevrat ve
İncil’de arınma bağlamında 40 gün-40 geceye sıkça referans yapılmasına
dayandığını belirtiyor. En eski resmî karantinalar, 1347-1351 yılları arasında
Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini öldüren ve ‘ikinci veba salgını’ olarak
tarihe geçen Kara Ölüm’e karşı bir önlem olarak getirilmiş.
Yazar, 15. yüzyılda salgının yeniden
alevlendiği bir sırada Venediklilerin ücra adalarda tecrit alanları kurarak
gelen gemileri demir atmaya zorladıklarını anlatıyor. Snowden’a göre, bu
tedbirler ‘kurumsallaşmış halk sağlığı’nın ilk formları olup modern devletin ‘iktidarın
yavaş yavaş genişlemesi’ni meşrulaştırmasına da yardımcı olmuş.
İkinci pandeminin Avrupa’daki son büyük
salgınlarından biri 1720’de Marsilya’da meydana gelmiş. Ancak salgını kontrol
altına alma çabalarının etkili olup olmadığı bir yana, Snowden’ın ifadesiyle
‘kaçınma, direniş ve isyan’ı kışkırtmış. Zira halk sağlığı tedbirleri, tıpkı şu
anki gibi, din ve gelenekle çatışıyormuş. Sevdiklerinden koparılma korkusu
birçok aileyi vakaları gizlemeye itmiş. Ve kuralları uygulamakla yükümlü
olanların da halkı korumak genellikle umurlarında değilmiş.
Pandemi ve isyanlar
Yazar, daha yakın bir tarihte, 1800’lü
yıllarda ortaya çıkan ve birçok isyanı tetikleyen ürkütücü salgın
hastalıklardan kolerayla yazısına devam ediyor.
“Kolera bakterisi (…) insanlık tarihi boyunca
Ganj Deltası’yla sınırlıydı. 1800’lere gelindiğinde buharlı gemiler ve
sömürgecilik kolera bakterisinin yayılmasını sağladı. İlk kolera salgını
1817’de Kalküta yakınlarında patlak verdi. Karadan günümüz Tayland’ına ve
gemiyle de Umman’a, oradan da Zanzibar’a taşındı. İkinci kolera pandemisi
1829’da yine Hindistan’da başladı. Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye
doğru yol aldı. Pek de sınıf ayrımı yapmayan veba ve çiçek hastalığının aksine,
kirli gıda veya su yoluyla bulaşan kolera, esasen şehirlerdeki gecekondu
mahallelerinin bir hastalığıydı.”
“İkinci pandemi Rusya’yı vurduğunda, Çar
I. Nicholas katı karantinalar kurdu. Böylelikle yayılmayı yavaşlatmış olabilir,
ancak salgına yakalanmış olanlara yardım etmek için hiçbir şey yapmadı.
Loomis’e göre durum, sağlık yetkililerinin kolera kurbanları ile diğer
hastaları aynı yere doldurmasıyla daha da kötüleşti. Doktorların kasten
hastaları öldürmeye çalıştığı söylentileri yayıldı. 1831 baharında St.
Petersburg’da isyanlar başladı.”
Ertesi bahar Liverpool’da da kolera
isyanları baş göstermiş. Benzer isyanlar Aberdeen, Glasgow ve Dublin’de
yaşanmış… Beşinci pandemi sırasında 1890’larda en şiddetli kolera isyanlarından
biri, şu an Ukrayna sınırları içinde bulunan Donetsk şehrinde patlak vermiş.
Çok sayıda dükkan yağmalanmış, evler ve işletmeler ateşe verilmiş. Bu şiddet
karşısında St. Petersburg’daki Rus yetkililer ‘kanunsuzluğu’ teşvik etmekle
suçlanan işçilerin üzerlerine gidip göz açtırmamış. Ancak Loomis’e göre, baskı
ve sıkı önlemler daha fazla iç kargaşaya, bu da yönetimin daha fazla baskısına
yol açmış ve sonunda kolera, dolambaçlı bir şekilde Rus Devrimi için ‘sahnenin
kurulması’na yardımcı olmuş.
Yakın dönemli salgınlar ve yabancılar
Yedinci kolera salgını 1961’de
Endonezya’nın Sulawesi adasında başlamış. Müteakip on yılda Hindistan’a,
Sovyetler Birliği’ne ve birçok Afrika ülkesine yayılmış. Sonraki çeyrek
yüzyılda kitlesel salgınlar olmamış. 1990’lı yıllara gelindiğinde, kolera
1991’de Peru’yu vurarak 3500 kişinin hayatına mal olmuş; 1994’teki diğer bir
salgında ise bugünün Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 12.000 kişi hayatını
kaybetmiş.
Kolera bir kez daha Ekim 2010’da Haiti
kırsalında -hem de 7.0 şiddetindeki depremin ülkeyi enkaza çevirmesinden dokuz
ay sonra- patlak vermiş, sonra hızla başkent Port-au-Prince ve diğer büyük
şehirlere yayılmış. Başlangıçta inkar edilse de bu kolera salgının kaynağı,
Birleşmiş Milletler’in Nepal’den gelen barışı koruma birliklerini barındıran
bir askeri üsmüş. Buna bir tepki olarak Cap-Haïtien şehrinde isyanlar çıkmış.
Salgın sırasında 800.000 Haitili hastalığa yakalanmış ve bunlardan yaklaşık
10.000’i ölmüş.
Kolbert yazısının son bölümünde tarih
boyunca insanların salgınlar için sık sık içlerindeki yabancıları suçladığına
dikkat çekiyor:
“Salgınlar tabiatı gereği bölücüdür. İyi
günde yardım için başvurabileceğiniz komşunuz, salgın döneminde bir enfeksiyon
kaynağı haline gelebilir. Günlük hayatın alışkanlıkları hastalığı bulaştırma
fırsatlarına, karantinayı uygulayan devlet yetkilileri de birer baskı unsuruna
dönüşür.” diyor ve Profesör Snowden’ın kitabından, Kara Ölüm sırasında
Strazburg Yahudilerinin başına gelenleri şöyle aktarıyor:
“Yerel yetkililer, bu ölümcül vebadan
-Yahudiler su kuyularını zehirledi söylentileriyle- onların sorumlu olduğunda
karar kıldılar ve Yahudilere bir seçenek sundular: Ya ihtida edecekler ya da
öleceklerdi. Yarısı ilk seçeneği tercih etti. [Hristiyanlığa ihtida etmeyenler
ise] 14 Şubat 1349’da ‘tek tek toplanıp Yahudi mezarlığına götürüldü ve diri
diri yakıldı’. Papa VI. Clement, Yahudilerin de vebadan öldüğünü ve kendi
kendilerini zehirlemelerinin mantıklı olmadığını belirten papalık emirnameleri
yayınlasa da pek bir şey değişmedi. 1349’da Frankfurt, Mainz ve Köln’deki
Yahudi topluluklar yok edildi. Şiddetten kaçmak için Yahudiler toplu halde
Polonya ve Rusya’ya göç ederek Avrupa’nın nüfus yapısını kalıcı olarak
değiştirdi.”
Kolbert, her salgın hastalığın birbirinden
farklı siyasal sonuçlar ürettiğini yazısının sonunda şu şekilde
örneklendiriyor: “Kolera isyanları sırasında insanlar dışarıdakileri değil,
içeridekileri suçladılar; hedef alınan kitle, doktorlar ve hükümet
yetkilileriydi. Çiçek hastalığı, İspanyolların Aztek ve İnka İmparatorluklarını
ele geçirmesini sağladı; ancak diğer salgın hastalıklar sömürge güçlerinin
mağlubiyetine yol açtı. Mesela Haiti Devrimi sırasında 1802’de Napolyon bu
Fransız kolonisini yaklaşık 50.000 askerle geri almaya çalıştı. Ancak
askerlerinin o kadar fazlası sarı hummadan öldü ki bir yıl sonra bu girişimden
geri adım attı ve ayrıca Louisiana toprağını Amerikalılara satmaya karar
verdi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder