24 Nisan 2020 Cuma

E.KOLBERT: MİKROPLAR DA TARİH YAZAR



MİKROPLAR DA TARİH YAZAR

Elizabeth Kolbert (1999’dan beri New Yorker dergisi yazarı ve “Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih” kitabıyla 2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazandı)
New Yorker, 30 Mart 2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 8.4.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İngilizcesi “Pandemics and the Shape of Human History” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Tarihi yalnızca insanlar değil, mikroplar da yazar. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinin, sömürgeciliğin, Rus Devrimi’nin hangi pandemilerle nasıl bir ilişkisi var? Hangi salgınlar, tarihin hangi dönüm noktasına yol açtı?

Tarih bize sadece geçmişte olan biteni anlatmaz, aynı zamanda geleceğin anahtarlarını sunar. Geleceği öngörebilmek için bugünü bilmek yetmez, öncelikle geçmişi sebep-sonuç ilişkileri içinde iyi anlamak lazım.
Koronavirüs salgınıyla olağanüstü bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde salgınlar tarihine ve salgınların tetiklediği siyasi, iktisadi, toplumsal dönüşümlere odaklanmak orta ve uzun vadede nelerle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu kestirebilmemiz açısından önem taşıyor. Zira bu salgının toz bulutu dağıldığında ne denli derin ve kapsamlı bir dönüşümden geçtiğimizi idrak edeceğiz.
1999’dan beri New Yorker dergisi yazarı olan ve Altıncı Yok Oluş: Doğal Olmayan Bir Tarih kitabıyla 2015’te Pulitzer Ödülü’nü kazanan Elizabeth Kolbert, 30 Mart tarihinde tam da bu konuda bir yazı kaleme aldı.
Kolbert, “Pandemiler ve İnsanlık Tarihinin Şekli” başlıklı New Yorker yazısında Jüstinyen dönemindeki veba salgınından bu yana geçen 1500 yılda yaşanan veba, çiçek hastalığı, kolera pandemilerine ve siyasal-toplumsal sonuçlarına odaklanıyor.
Makale, tarihte ilk pandemi kabul edilen, 541 yılında Mısır’ın kuzeydoğusunda başlayıp ertesi yıl Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u vuran vebayla başlıyor. Tarihçi Prokopius’un dilinden hastalığı şöyle anlatıyor:
“Ateşle hafif bir şekilde başlayan hastalıkta birkaç gün içinde bubonik/hıyarcıklı vebanın klasik semptomları beliriyor ve bundan sonra ciddi ağrı çekilirken hastaların kimisi komaya giriyor kimisi şiddetli bir hezeyan yaşıyordu. Çoğu kan kusuyordu. Hastaya bakanlar ‘sürekli bir tükenme haline giriyordu. Bu nedenle herkes bakıcılara da hastalar kadar acıyordu. Kimin can vereceğini kimin iyileşeceğini hiç kimse bilmiyordu.”
Yazar, vebanın Doğu Roma’nın başkentindeki etkilerine girmeden evvel, dönemin imparatoru Jüstinyen’in tarihçiler tarafından ‘bugüne kadar yaşamış en büyük devlet adamlarından biri’ olarak görüldüğünü vurguluyor. Neredeyse 40 yıl hüküm süren Jüstinyen’in saltanatının ilk bölümünü, başka bir tarihçinin ‘Roma tarihinde neredeyse benzersiz bir eylem fırtınası’ olarak tanımladığına dikkat çekiyor. Nitekim Jüstinyen, vebanın başkente ulaşmasından evvelki 15 yılda Roma kanunlarını sistemleştirdi, Perslerle barış yaptı, Doğu İmparatorluğu’nun mali idaresini elden geçirdi ve Ayasofya’yı inşa etti.
Kolbert, tarihçi Prokopius’tan şunları aktarıyor: “İmparator terk edilmiş ve yokluk içindekilerin cesetlerinin toprağa gömülmesinin masraflarını karşıladı. Ama ölüm oranı çok yüksek olduğundan yetişmek imkansızdı.” Prokopius, ölümlerin günde 10.000’i aştığını söylese de Kolbert bunun teyidinin mümkün olmadığını vurguluyor. Jüstinyen’in diğer bir çağdaşı olan Efesli John’dan ise -bir anda hastalığın vurma ihtimali karşısında- ‘Kimse adının yazılı olduğu bir etiket yanında olmadan kapıdan dışarı çıkmıyordu’ alıntısını yapıyor. Nihayetinde cesetler şehrin kıyısındaki istihkamlara atılmış.
Yazar, vebanın güçlüyü de güçsüzü de aynı şekilde vurduğunu, Jüstinyen’e bile bulaştığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Şanslı olduğundan hayatta kaldı ama yönetimi bir daha gerçek anlamda belini doğrultamadı. Jüstinyen’in generalleri Roma İmparatorluğu’nun batısının çoğunu Gotlar, Vandallar ve diğer muhtelif barbarlardan geri almıştı. 542 sonrası İmparator asker toplamakta ve onlara maaş ödemekte zorlandı. Generallerinin boyun eğdirdiği topraklar isyana başladı.”
Kolbert, vebanın 543’te Roma şehrine ulaştığını ve 544’te İngiltere’ye kadar vardığını; salgının 558’de İstanbul’da bir kez daha patlak verdiğini, 573’te üçüncü ve 586’da dördüncü defa şehri vurduğunu belirtiyor.
Yazar, bu pandeminin dünya tarihinin en önemli imparatorluklarından biri olan Roma’yı nasıl sarstığını ve güç dengelerini değiştirdiğini şöyle anlatıyor:
“Jüstinyen Vebası olarak bilinen bu yangın 750’ye kadar kendi kendine sönmedi. O noktaya kadar yeni bir dünya düzeni oluştu. Güçlü bir yeni din, İslam doğdu ve bu dinin müntesipleri, Arap Yarımadası’nın yanı sıra Jüstinyen imparatorluğunun büyük bir bölümünü de içine alan toprakları yönetti. Bu arada Batı Avrupa’nın çoğu Frankların kontrolü altına girdi. Roma nüfusu (…) yaklaşık 30.000’e düştü. Acaba salgın kısmen de olsa bundan sorumlu mu? Eğer öyleyse, tarih sadece insanlar değil, aynı zamanda mikroplar tarafından da yazılıyor demektir.”

Benekli canavar
Kolbert vebanın ardından ‘benekli canavar’ diye anılan çiçek hastalığına giriyor. 20. yüzyılın ortalarında ölümcül olmaktan çıkana kadar belki de dünyada 1 milyardan fazla insanı öldürmüş olabileceği ve tam olarak bilinmese de virüsün hayvanların evcilleştirilmeye başlandığı dönemde ilk kez insanlara bulaşmış olabileceği tahminine yer veriyor. Konuyla ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“M.Ö. 1157’de ölen V. Ramses de dâhil Mısır mumyalarında çiçek hastalığı belirtileri bulundu. Romalılar, bugünkü Bağdat yakınlarında 162 yılında Partlarla savaşmaya gittiğinde bu hastalığı kapmışa benziyor. (…) 180 yılında ölen ‘Beş İyi İmparator’un sonuncusu Marcus Aurelius da çiçek hastalığına kurban gitmiş olabilir.”
Kolbert, East Stroudsburg Üniversitesi biyoloji profesörü Joshua S. Loomis’in Salgınlar: Mikropların Etkileri ve İnsanlık Üzerindeki Güçleri kitabından hastalıkla ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“15. yüzyıla kadar çiçek hastalığı Avrupa ve Asya çapında sık görülen bir hastalık haline geldi (…). Ölümle sonuçlanma ihtimali %30 gibi korkunç bir orandı; küçük çocuklar arasında ise bu oran çok daha yüksekti, hatta bazı yerlerde %90’dan fazlaydı.” Loomis’in kitabındaki, “Tehlike öylesine ciddiydi ki, ebeveynler doğan evlatlarına isim koymak için genellikle çiçek hastalığını geçirip kurtulmalarına kadar bekliyorlardı” bilgisine de yer veriyor. Kurtulanlar kalıcı bağışıklık kazansa da çoğu kör veya korkunç şekilde yara bere içinde kalıyormuş.

Salgınlar ve sömürgecilik
Kolbert, yazısının devamında salgınların Amerika kıtalarında yaşayan yerli halkları nasıl kırıp geçirdiğini ve bu ‘Yeni Dünya’da sömürgeciliğin gelişimini nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor:
“Tarihçi Alfred W. Crosby, hem ‘Kolomb Takası’ ifadesini hem de ‘risk altındaki nüfusların kendilerini vuran hastalıklarla daha önce hiçbir temasının bulunmaması ve bu yüzden bağışıklık bakımından neredeyse tamamen savunmasız olması’ anlamına gelen ‘bakir toprak salgını’ tabirini ilk kez ortaya atan kişi. Amerika kıtalarında ilk ‘bakir toprak salgını’, Crosby’nin bir başka deyimiyle ‘ilk Yeni Dünya salgını’ 1518 yılı sonuna doğru başladı. O yıl, muhtemelen İspanya’dan biri Haiti adasına çiçek hastalığını taşıdı. Bu, Kolomb’un adada karaya oturmasından çeyrek yüzyıl sonraydı ve yerli Taíno nüfusu çoktan azalmıştı. Benekli canavar kalan yerlilerin kökünü kuruttu.”
Çiçek hastalığı Haiti’den Porto Riko’ya yayılmış. İki yıl içinde, bugün Mexico City olarak bilinen Azteklerin başkenti Tenochtitlan’a ulaşmış ve bu gelişme İspanyol komutan Hernán Cortés’in 1521’de başkenti ele geçirmesine imkan vermiş. Yazar, bir İspanyol rahipten -durumun vahametini ortaya döken- şöyle bir alıntı da yapıyor: ‘Birçok yerde evlerdeki bütün bireyler ölüyor ve muazzam sayıda ölüyü gömmek imkansız olduğundan evleri üzerlerine yıkılıyordu.’
Kolbert şöyle devam ediyor: “Çiçek hastalığı İspanyollardan önce İnka İmparatorluğu’na ulaşmış gibi görünüyor; salgın bir yerleşimden diğerine İspanyol konkistadorlardan [Amerika kıtalarının büyük bölümünü istila edip İspanyol egemenliği altına alan askerler, kâşifler ve maceracılardan] daha hızlı ilerliyordu.”
İlk Yeni Dünya pandemisinde kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Çünkü yazarın aktardığına göre, hem kayıtlar baştan savmaymış hem de Avrupalılar beraberlerinde kızamık, tifo ve difteri de dahil daha birçok hastalığı getirmiş. Ve bu ithal mikroplar toplamda muhtemelen on milyonlarca insanı öldürmüş.
Kolbert, Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden emekli profesör William M. Denevan’ın kitabından ‘Amerika’nın keşfini, dünya tarihinin muhtemelen en büyük demografik felaketi izledi’ satırlarına yer veriyor. Zira Denevan’a göre bu felaket, sadece Avrupa ve Amerika’da değil, Afrika’da da tarihin akışını değiştirmiş; işgücü eksikliğiyle karşı karşıya kalan İspanyollar gittikçe daha fazla köle ticaretine yönelmiş.

Tarihte karantina
Yazar, salgınlara karşı yönetimlerin aldıkları önlemlerden, özellikle de karantina uygulamasından da söz ediyor. Karantina kelimesinin İtalyanca 40 kelimesinden geldiğini hatırlatıyor ve Yale Üniversitesi’nden emekli tıp tarihi profesörü Frank M. Snowden’ın Salgınlar ve Toplum: Kara Ölümden Günümüze kitabına atıfla, 40 gün süren karantina uygulamasının tıbbi gerekçelere değil, Tevrat ve İncil’de arınma bağlamında 40 gün-40 geceye sıkça referans yapılmasına dayandığını belirtiyor. En eski resmî karantinalar, 1347-1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini öldüren ve ‘ikinci veba salgını’ olarak tarihe geçen Kara Ölüm’e karşı bir önlem olarak getirilmiş.
Yazar, 15. yüzyılda salgının yeniden alevlendiği bir sırada Venediklilerin ücra adalarda tecrit alanları kurarak gelen gemileri demir atmaya zorladıklarını anlatıyor. Snowden’a göre, bu tedbirler ‘kurumsallaşmış halk sağlığı’nın ilk formları olup modern devletin ‘iktidarın yavaş yavaş genişlemesi’ni meşrulaştırmasına da yardımcı olmuş.
İkinci pandeminin Avrupa’daki son büyük salgınlarından biri 1720’de Marsilya’da meydana gelmiş. Ancak salgını kontrol altına alma çabalarının etkili olup olmadığı bir yana, Snowden’ın ifadesiyle ‘kaçınma, direniş ve isyan’ı kışkırtmış. Zira halk sağlığı tedbirleri, tıpkı şu anki gibi, din ve gelenekle çatışıyormuş. Sevdiklerinden koparılma korkusu birçok aileyi vakaları gizlemeye itmiş. Ve kuralları uygulamakla yükümlü olanların da halkı korumak genellikle umurlarında değilmiş.

Pandemi ve isyanlar
Yazar, daha yakın bir tarihte, 1800’lü yıllarda ortaya çıkan ve birçok isyanı tetikleyen ürkütücü salgın hastalıklardan kolerayla yazısına devam ediyor.
“Kolera bakterisi (…) insanlık tarihi boyunca Ganj Deltası’yla sınırlıydı. 1800’lere gelindiğinde buharlı gemiler ve sömürgecilik kolera bakterisinin yayılmasını sağladı. İlk kolera salgını 1817’de Kalküta yakınlarında patlak verdi. Karadan günümüz Tayland’ına ve gemiyle de Umman’a, oradan da Zanzibar’a taşındı. İkinci kolera pandemisi 1829’da yine Hindistan’da başladı. Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye doğru yol aldı. Pek de sınıf ayrımı yapmayan veba ve çiçek hastalığının aksine, kirli gıda veya su yoluyla bulaşan kolera, esasen şehirlerdeki gecekondu mahallelerinin bir hastalığıydı.”
“İkinci pandemi Rusya’yı vurduğunda, Çar I. Nicholas katı karantinalar kurdu. Böylelikle yayılmayı yavaşlatmış olabilir, ancak salgına yakalanmış olanlara yardım etmek için hiçbir şey yapmadı. Loomis’e göre durum, sağlık yetkililerinin kolera kurbanları ile diğer hastaları aynı yere doldurmasıyla daha da kötüleşti. Doktorların kasten hastaları öldürmeye çalıştığı söylentileri yayıldı. 1831 baharında St. Petersburg’da isyanlar başladı.”
Ertesi bahar Liverpool’da da kolera isyanları baş göstermiş. Benzer isyanlar Aberdeen, Glasgow ve Dublin’de yaşanmış… Beşinci pandemi sırasında 1890’larda en şiddetli kolera isyanlarından biri, şu an Ukrayna sınırları içinde bulunan Donetsk şehrinde patlak vermiş. Çok sayıda dükkan yağmalanmış, evler ve işletmeler ateşe verilmiş. Bu şiddet karşısında St. Petersburg’daki Rus yetkililer ‘kanunsuzluğu’ teşvik etmekle suçlanan işçilerin üzerlerine gidip göz açtırmamış. Ancak Loomis’e göre, baskı ve sıkı önlemler daha fazla iç kargaşaya, bu da yönetimin daha fazla baskısına yol açmış ve sonunda kolera, dolambaçlı bir şekilde Rus Devrimi için ‘sahnenin kurulması’na yardımcı olmuş.

Yakın dönemli salgınlar ve yabancılar
Yedinci kolera salgını 1961’de Endonezya’nın Sulawesi adasında başlamış. Müteakip on yılda Hindistan’a, Sovyetler Birliği’ne ve birçok Afrika ülkesine yayılmış. Sonraki çeyrek yüzyılda kitlesel salgınlar olmamış. 1990’lı yıllara gelindiğinde, kolera 1991’de Peru’yu vurarak 3500 kişinin hayatına mal olmuş; 1994’teki diğer bir salgında ise bugünün Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 12.000 kişi hayatını kaybetmiş.
Kolera bir kez daha Ekim 2010’da Haiti kırsalında -hem de 7.0 şiddetindeki depremin ülkeyi enkaza çevirmesinden dokuz ay sonra- patlak vermiş, sonra hızla başkent Port-au-Prince ve diğer büyük şehirlere yayılmış. Başlangıçta inkar edilse de bu kolera salgının kaynağı, Birleşmiş Milletler’in Nepal’den gelen barışı koruma birliklerini barındıran bir askeri üsmüş. Buna bir tepki olarak Cap-Haïtien şehrinde isyanlar çıkmış. Salgın sırasında 800.000 Haitili hastalığa yakalanmış ve bunlardan yaklaşık 10.000’i ölmüş.
Kolbert yazısının son bölümünde tarih boyunca insanların salgınlar için sık sık içlerindeki yabancıları suçladığına dikkat çekiyor:
“Salgınlar tabiatı gereği bölücüdür. İyi günde yardım için başvurabileceğiniz komşunuz, salgın döneminde bir enfeksiyon kaynağı haline gelebilir. Günlük hayatın alışkanlıkları hastalığı bulaştırma fırsatlarına, karantinayı uygulayan devlet yetkilileri de birer baskı unsuruna dönüşür.” diyor ve Profesör Snowden’ın kitabından, Kara Ölüm sırasında Strazburg Yahudilerinin başına gelenleri şöyle aktarıyor:
“Yerel yetkililer, bu ölümcül vebadan -Yahudiler su kuyularını zehirledi söylentileriyle- onların sorumlu olduğunda karar kıldılar ve Yahudilere bir seçenek sundular: Ya ihtida edecekler ya da öleceklerdi. Yarısı ilk seçeneği tercih etti. [Hristiyanlığa ihtida etmeyenler ise] 14 Şubat 1349’da ‘tek tek toplanıp Yahudi mezarlığına götürüldü ve diri diri yakıldı’. Papa VI. Clement, Yahudilerin de vebadan öldüğünü ve kendi kendilerini zehirlemelerinin mantıklı olmadığını belirten papalık emirnameleri yayınlasa da pek bir şey değişmedi. 1349’da Frankfurt, Mainz ve Köln’deki Yahudi topluluklar yok edildi. Şiddetten kaçmak için Yahudiler toplu halde Polonya ve Rusya’ya göç ederek Avrupa’nın nüfus yapısını kalıcı olarak değiştirdi.”
Kolbert, her salgın hastalığın birbirinden farklı siyasal sonuçlar ürettiğini yazısının sonunda şu şekilde örneklendiriyor: “Kolera isyanları sırasında insanlar dışarıdakileri değil, içeridekileri suçladılar; hedef alınan kitle, doktorlar ve hükümet yetkilileriydi. Çiçek hastalığı, İspanyolların Aztek ve İnka İmparatorluklarını ele geçirmesini sağladı; ancak diğer salgın hastalıklar sömürge güçlerinin mağlubiyetine yol açtı. Mesela Haiti Devrimi sırasında 1802’de Napolyon bu Fransız kolonisini yaklaşık 50.000 askerle geri almaya çalıştı. Ancak askerlerinin o kadar fazlası sarı hummadan öldü ki bir yıl sonra bu girişimden geri adım attı ve ayrıca Louisiana toprağını Amerikalılara satmaya karar verdi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder