ALMANYA SEÇİMLERİNDE
BİR HRİSTİYAN İÇ SAVAŞI
Noah B. Strote (Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi)
Foreign Policy,
11.9.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Sabırsızlıkla beklenen, geçtiğimiz hafta yapılan Alman şansölye adayları
tartışmasının gerçek galibi sahnede yoktu bile. Ülkenin en büyük iki partisinin
lideri Hristiyan Demokratlardan Angela Merkel ve Sosyal Demokratlardan Martin
Schulz’un seçimlerden evvelki son düellosu için ekranlara kilitlenmiş milyonların
şahit oldukları şey, daha yeni siyaset sahnesine girmiş yükselişteki Almanya
İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin hayaletinin baskın olduğu bir tartışmaydı.
AfD, Merkel’in Hristiyan Demokrat blogundan (CDU) kopan sağcı bir hareket. 24
Eylül’deki genel seçimler yaklaşırken yapılan son anketlere göre bu popülist
hareket üçüncü sıraya yükselmiş durumda. Siyasi uzmanlar, önümüzdeki yıllarda AfD’nin
çok daha büyük ve çok daha yıkıcı bir hale gelebileceğini öngörüyorlar.
(…) Genel olarak Amerikalı liberaller, –bu yılın başında İngiltere,
Hollanda ve Fransa’da popülizmin yükselişi karşısındaki endişeli bekleyişlerine
kıyasla– Almanya seçimlerine çok daha az aldırış ediyorlar. Ama aslında eskinin
istikrarlı ve sıkıcı Almanya’sında sınırların açılmasına ve çok-kültürlülüğe en
dramatik meydan okuma kapıda.
Şu an Merkel’in temsil ettiği “müesses nizam”ın muhafazakâr siyasetine muteber
bir alternatifin ortaya çıkması, partisi Hristiyan Demokrat Birliği (CDU)’nin
Nazi sonrası dönemin Almanya’sını şekillendirmekte oynadığı rol bakımından son
derece önemli. 1945’te kurulan parti, o günden beri ülke tarihinin neredeyse
dörtte üçünde iktidarda kaldı. CDU, İkinci Dünya Savaşı akabinde özelde Alman
ulusunun ve genelde Avrupa’nın Hristiyan karakterini korumaya ahdedenlerce
kurulmuştu; ancak onların beyaz milliyetçileriyle ilişkileri hep gelgitlerle
seyretti.
Bu, daha partinin kurulmasından önce de hep böyleydi. Nitekim CDU’nın
kurucularının büyük çoğunluğu, tarihsel olarak Hristiyanlığın en kökleşmiş
olduğu ve başlangıçta Nazizm’i desteklemeyi tercih etmiş Almanya’nın batı
bölgelerindendi. [Nazizm’le] İttifakları, bir rastlantı olmaktan ziyade,
demografik korkuların mantıklı bir sonucuydu. İleride partinin ilk lideri ve
ilk şansölyesi olacak Konrad Adenauer, ülkesinin kuzeydoğu kısmının –yani başkenti
Berlin olan Prusya’nın kalbinin– melezleşmiş, Asyalı, saf beyaz ırktan
olmayanlarla dolu olduğu ve bunların Hristiyanlık dışı kültürlerinin yayılma
tehlikesi arz ettiği inancında yalnız değildi. İktidara gelmeden evvel –birçok
nedenle şüphe uyandırsa da– Adolf Hitler, en azından ülkesinin Hristiyan
kimliğini bu tür habis unsurlardan korumaya ahdetmişti.
Hitler’in Hristiyanlığı korumaya kıyasla fetihlerle topraklarını
genişletmeyi çok daha umursadığını ispatladığı İkinci Dünya Savaşı yıllarından
sonra, aynı siyasetçiler bu defa Almanya, Avrupa ve dünya siyaseti için yeni
bir vizyon önerisiyle, –ama bu defa çok daha güvenilir ve güçlü bir ortak olan
ABD’yle birlikte– ortaya çıktılar. Kendilerini Nazizm’den uzaklaştırarak
bireysel özgürlükler, iktisadi serbestlik ve kültürel açıklık değerlerine
dayalı bir “Hristiyan siyaset tasavvuru”nu savundular. Bu vizyon Amerikalı
işgalcileri cezbettiği gibi, CDU, Almanya’nın batı bölgelerinin Rus işgali
altındaki kuzeydoğusundan ayrılmasına yardımcı olduğunda denge, [otomatikman]
Hristiyan Demokratlar lehine bozulmuş oldu. Her ne kadar Soğuk Savaş’ın ilk
dönemlerinde resmen iki Almanya’nın birleşmesi çağrısı yapsalar da Adenauer
gibi CDU liderleri, Hristiyan merkezin demografik olarak Asyalılardan bu
şekilde tecrit olmasından aslında gizliden gizliye memnundu.
Ama bu memnuniyet fazla uzun sürmedi. Katolik Kilisesi’nin pazar ayinlerine
her hafta düzenli katılan ve 1963’e kadar ülkeyi yöneten Adenauer, kanun
yapımında, yönetimde ve milli eğitimde kilisenin öncülüğünü sağlayarak devletin
Hristiyan kültürü güvence altına almasında ısrarcı oldu. Ancak bundan sonra
cinsiyet devrimi ve dünyanın Hristiyan ve beyaz olmayan kısımlarından
(özellikle de nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerden) Batı Almanya’ya artan
göç, CDU’yu seçimlerde kendisine olan ilgiyi korumak adına rota değiştirmeye
zorladı. Soğuk Savaş’ın sonunda Doğu Almanya’yla birleşmeye nezaret eden
1980’lerin ve 1990’ların CDU’lu Başbakanı Helmut Kohl, ebeveyninin Katolik
dindarlığına vurgu yapsa da kendisi kilisenin ayinlerine nadiren katıldı ve
okullarda dini önemsizleştiren Sosyal Demokrat eğitim politikalarının çoğunu
aynen korudu. Kendisi Katolik olmayan bir kadınla evlendi ve yetiştirdiği iki
oğlu da Hristiyan ve beyaz olmayan (biri Türk, diğeri Koreli) kadınlarla
evlendi. Zamanla partinin sosyal politikası Sosyal Demokratlarınkinden giderek
daha az ayırt edilebilir hale gelirken, CDU liderliği parti isminde yer alan “Hristiyan”
kelimesini meşrulaştırmakta gitgide daha da zorlandı.
Almanya’nın mevcut şansölyesi Merkel, uzun yıllar başta kalan CDU
başbakanlarından belki de en az dindar olanı. Geçen hafta yapılan televizyon
tartışmasında moderatör ona ve Sosyal Demokrat rakibine o günün sabahı kiliseye
gidip gitmediğini sorduğunda her ikisi de olumsuz cevap verdi. Bu bakımdan
Merkel, –Almanların sadece %10’unun düzenli olarak kiliseye gittiği
düşünüldüğünde– vatandaşların kahir ekseriyetinin bir temsilcisi sayılır; ancak
bu durum, AfD gibi bir Hristiyan muhafazakâr meydan okuyucu karşısında onu
zayıf hale getiriyor. O makamdaki ilk Protestan olarak Merkel, dinî meşruiyetini
büyük ölçüde Luteryen papaz olan babasının mirasından alıyor. Dinî bağlılığı
olmayan Doğu Alman bir adamla evli Merkel, konuşmalarında –çoğunlukla yerleşik
Batılı hukukî özgürlüklere bağlılık olarak tanımladığı– insanlığın “Hristiyan
tasavvuru”nu sürdürme gibi müphem söylemlere dayanıyor. Merkel, 12 yıllık
başbakanlığının 8 yılını Sosyal Demokratlarla bir koalisyon hükümetiyle geçirdi.
Başbakanın dindar olmaması Hristiyan partisinin daha muhafazakâr kanadını
çok da rahatsız etmemekteydi, ta ki 2015’te Ortadoğu’dan yüz binlerce Hristiyan
ve beyaz olmayan mültecinin Almanya’ya girişine izin verene kadar. İşte o andan
itibaren birçokları, henüz iki sene evvel kurulmuş yeni rakibi Hristiyan muhafazakâr
parti Almanya İçin Alternatif lehine partiden ayrılmaya başladılar.
AfD’nin kurucuları, Merkel’in –AB’nin iktisadi bütünlüğünü korumak adına
elzem gördüğü Almanya öncülüğünde uygulanan Yunan hükümetini kurtarma paketini
savunmak için– 2013’te kullandığı “Bunun alternatifi yok” sözünden esinlenerek
parti isimlerini koydular. “Alternatif” kelimesi, partinin bir yandan milliyetçiliğine
ve Avrupa şüpheciliğine işaret ederek, diğer yandan Almanya’nın –ve Avrupa’nın–
Hristiyan kimliğinin gerçek koruyucusu olma hedefini tanımlayarak AfD’ye çifte
sorumluluk yüklüyor.
Ülkedeki piskoposların çoğundan kabul görmese de AfD destekçileri kervanına
birçok etkili Katolik ve Protestan ilahiyatçı katıldı ve bunlar dinleyici ve
okuyucularına AfD’nin argümanlarını ciddiye almalarını ısrarla tavsiye etmeye
başladı. Hareketin “AfD’li Hristiyanlar” manifestosu, milli eğitimde dinî
bilinci güçlendirme çağrısı yapıyor ve Hristiyan kimliğin buharlaşması “devlet
sistemimizin ve medeniyetimizin temellerini tehlikeye atacaktır” diye de
uyarıyor. Bu bakımdan manifesto, Adenauer döneminin bir belgesine benziyor; tek
farkı, tanımladığı demografik tehdidin Doğu Avrupa’dan değil, Kuzey Afrika ve
Ortadoğu’dan gelmesi. Son günlerde yapılan bir seçim toplantısında AfD
destekçileri “AfD yeni CDU’dur” diyordu.
AB’den çıkma çağrılarının ötesinde, AfD’nin politika önerileri kolaylıkla
özetlenebilir: Müslüman göçünü durdurmak ve aile refahını artırarak beyaz
çocukların doğumunu teşvik etmek. AfD adayları son dönemde yayınlanan bir
hükümet raporundan alıntı yapıyorlar: Yaklaşık 400.000’i aşkın yeni Suriyeli,
“aile birleşmesi” politikası çerçevesinde 2018’de ülkeye gelebilir ve bu da
“toplumsal kaos” yaratabilir. Parti, “Burka mı? Biz bikiniliyiz” sloganıyla
kumsaldaki genç kızları ve “Yeni Almanya? Biz onu kendi kendimize doğuralım”
diyen genç bir beyaz hamile kadını seçim afişi olarak kullanıyor.
Her ne kadar AfD (tıpkı CDU gibi), bu yaz parlamentoda kabul edilen eşcinsel
evlilikleri yasasına karşı çıkmış olsa da seçim listesinin baş sıralarına
koyduğu adaylarından Alice Weidel bir lezbiyen. Önemli olan bakış açısı. Wiedel,
ne de olsa İsviçre kökenli Alman beyaz partnerinden doğmuş iki küçük çocuğu
büyütüyor. AfD Genel Başkanı Frauke Petry, 5 beyaz çocuk annesi 41 yaşında
alımlı bir kadın olup çocuğu bulunmayan ve [bu nedenle] üstü kapalı
şekilde ırkına ve dinine ihanet etmiş gibi sundukları “mülteci başbakan”
Merkel’in güçlü bir tezadı.
AfD, Merkel’in ve CDU’nun her daim değer verdiklerini iddia ettikleri şey –yani
Hristiyan bir Almanya’nın ve Avrupa’nın korunması– uğruna mücadeleye cesaret edemeyeceklerini
göstermeye hevesli. Bunu yaparken de CDU’nun programının özünde saklı bir gerilimi
ifşa ediyor: Bu projenin başarıya ulaşması için belirli bir tür etnik
çoğunluğun korunması elzemdir şeklindeki bastırılmış faraziyeyi... AfD, “beyaz
milliyetçisi” damgasını, model aldığı tarihî CDU’dan daha fazla hak etmediği
iddiasında.
Almanya’da AfD ile CDU arasındaki çatışma, ABD’de Hristiyan siyasetin hâkim
temsilcisi olan Cumhuriyetçi Parti’nin Trump yanlısı kanadı ile müesses nizam
kanadı arasındaki mevcut iç savaşa da ışık tutuyor. Tıpkı Merkel gibi, Senatör
Mitch McConnell ve Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan, sıklıkla parti içindeki
meydan okuyucu kanat tarafından, beyaz Hristiyan Amerika’yı tehdit eden
demografik tehlikeleri açık açık telaffuz etme noktasında fazlaca “siyaseten
doğrucu” görülüyorlar. Bu Atlantik ötesi yakınlaşmayı değerlendirmek için,
AfD’nin seçimlerde yürüttüğü büyük tanıtım kampanyasının danışmanı olarak
Harris Medya şirketinden Hristiyan muhafazakâr genç siyasi stratejist Vincent
Harris’i kiraladığı olgusuna bakılabilir. Harris, etnik demografik korkularla
dinî kimlikleri iç içe geçirerek, daha evvel Donald Trump ve İsrail Başbakanı
Benyamin Netanyahu için cinselliğin kullanıldığı reklam kampanyası çalışmasıyla
tanınıyor.
Son anketlere göre AfD yaklaşık %10’luk bir oy alacak, ama bu sadece bir
başlangıç olabilir. Berlinli siyaset bilimci Oskar Niedermeyer’e göre, AfD’nin
popülizm tarzının potansiyeli, göçün Alman toplumunu kutuplaştırma şekli
dikkate alındığında çok büyük – ki parti liderliğinin profesyonellikten
yoksunluğu nedeniyle bu potansiyelden henüz tam kapasite istifade edilebilmiş
değil. Gerçekten de partinin yol gösteren öncülerinin birçoğu, fazla siyasi
tecrübesi bulunmayan akademisyenler veya uzmanlar. (2015’te basın AfD’ye “profesörler
partisi” adını takmıştı.) Eski nesillere kıyasla siyasi partilerde giderek daha
aktif hale gelen genç Alman seçmenlerin AfD’nin mesajını sahiplenip
sahiplenmeyecekleri temel soru.
Geçen haftaki tartışmada Merkel, CDU’nun ırkçı AfD’yle koalisyon ihtimalinin
sözkonusu dahi olamayacağını belirtti. Aşırı sağcılara sadece Almanya’da değil,
“dünyanın her neresinde olursa olsun” karşı konulması gerektiğinde ısrarcıydı.
Ancak kamuoyu önünde söyleyemediği şey, partisi CDU’nun, şimdilerde kendisinin
kınadığı türden bir siyasetin ta derinliklerinden çıktığıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder