11 Haziran 2017 Pazar

J.HANNAH: KATAR ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI



KATAR ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI

John Hannah (Demokrasileri Savunma Vakfı kıdemli danışmanı. George W. Bush’un ilk döneminde Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu konusunda milli güvenlik müsteşar yardımcısı olarak ABD’nin Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin-İsrail Barış Süreci ve teröre karşı küresel savaş politikalarını şekillendirdi. Bush’un ikinci döneminde başkan yardımcısının milli güvenlik müsteşarlığına terfi etti. Daha evvel Baba Bush ve Bill Clinton dönemlerinde dışişleri bakanlığında üst düzey görevler aldı)
Foreign Policy, 22.5.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu yazıyı okumadan evvel, yazılış nedenini daha iyi algılamak için mutlaka şu yazıyı OKUYUNUZ.

Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Arap-İslam dünyası liderleriyle bir araya gelmekteki temel hedefi, başta terörizm ve İran tehditleriyle mücadele olmak üzere, ortak değerlerimizi savunma yükünü daha fazla omuzlama konusunda onları teşvik etmekti. Bu bağlamda Başkan, küçücük bir emirlik olan Katar’ı ana önceliklerinden biri yapmakta isabetliydi. Müttefik olduğu varsayılan ve güvenliği için tamamen ABD’ye bağımlı olan Katar, 20 yılı aşkın bir süredir sistematik biçimde, Ortadoğu’da Amerikan menfaatlerine sadece ket vurmakla kalmayıp çok fazla sayıda vakada aktif şekilde menfaatlerimizin altını oyan bir dizi politika takip etti. 
Aslında Katar ikiyüzlü dostların tipik bir örneği: Bir yandan Ortadoğu’daki en önemli Amerikan askerî tesislerinin bir kısmının güvenilir bir ev sahibi; ama öte yandan bölgedeki en radikal, istikrarsızlaştırıcı ve tehlikeli güçlerden bazılarının –siyasi, mali, askeri ve Doha merkezli devlet destekli el-Cezire kanalı üzerinden ideolojik olarak– belki de kilit destekçisi.
Katar hakkındaki suç isnatları bu yazı içinde tek tek hepsini sıralamak için son derece kabarık. Ama bir örneklem almak bile durumun vahametini gözler önüne sermek için yeter. Mayıs ayı başında HAMAS’ın İsrail’e yönelik soykırımvari gündemini örtbas edip temize çıkarma çabasına [Z.T.K. HAMAS’ın kuruluş beyannamesinde değişikliklere gitmesini kastediyor] Katar’ın baş sponsorluk yapma rolü, buzdağının sadece görünen yüzüydü. Nitekim Katar, yıllardır HAMAS’ın hem en önemli finansörü hem de liderliğine kucak açan dışarıdaki baş destekçisi. Amerikan destekli Filistin Otoritesi ile ABD’nin terör örgütleri listesindeki HAMAS arasında Filistin ulusal hareketinin nüvesi olma mücadelesinde Katarlılar, kesin olarak –ve ekseriyetle cezasız da kalarak– İsrail’i yok etmeye kendisini adamış Gazze’deki şiddet kullanan İslamcılardan yana bahis oynadılar.
HAMAS’la da sınırlı değil. 2011 Arap Baharı’nın İslamcı Kış’a dönüşmesinde Katar’dan daha fazla sorumlu herhangi bir dış güç herhalde yoktur. Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin o korkunç Müslüman Kardeşler hükümetini finanse etti. 2013’te Mursi’nin devrilmesinden sonra da hem el-Cezire’yi ve Katar destekli diğer yayın platformlarını Mısır Müslüman Kardeşleri’nin hizmetine vermek hem de başlangıçta sürgündeki liderlerinden birçoğuna Doha’da kucak açmak suretiyle Abdülfettah es-Sisi’nin laik rejimini gayrimeşrulaştırarak ve istikrarsızlaştırarak kendi yoluna devam etti.
Katar’ın Libya’da ve Suriye’de yıkım becerisi çok daha korkunçtu; zira her türlü radikal İslamcı akışa, sadece para ve teşvikle değil, aynı zamanda silah da temin ederek katalizör oldu. Beyaz Saray, Amerikan müttefiklerinin desteklerini her iki ülkede de daha pragmatik ve laik güçlere doğru kaydırması konusunda ısrarlı çabalar gösterse de Katarlılar, Washington’daki karar alıcıları çokça kaygılandıran radikal militanların çoğuna büyük miktarlarda silahlar akıtmak suretiyle mütemadiyen Amerikan endişelerini görmezden geldi.
Yazık ki bunların hiçbiri yeni birer olgu da değil. Alın size tipik bir örnek: Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın ekibinde görev yaptığım 1990’ların ortasında Washington, –akim kalan– ABD’ye giden sivil uçakları patlatma planına katılmış bir cihatçıya Katar hükümetinden üst düzey yetkililerin ev sahipliği yapmak üzere olduğunun farkına vardı. Ancak FBI’ın bu kişiyi yakalaması için Katar’a başvurmasının ardından zanlı bir anda ortadan kayboldu. İstihbarat yetkilileri arasındaki yaygın kanaat, teröriste Katar hükümetindeki en üst düzey patronları tarafından haber uçurulduğu yönünde. FBI Başkanı Louis Freeh, Katar dışişleri bakanına zehir zemberek bir mektup yollayarak (…)
Bu cihatçı kim mi? Yoluna devam ederek 11 Eylül saldırılarını planlayacak Halid Şeyh Muhammed’in ta kendisi. Dikkat çekici ayrıntı ise, Muhammed’e barınak sağlamak ve desteklemekten en fazla sorumlu olan kişinin 2013’e kadar Katar hükümetlerinde kesintisiz bir şekilde bakan olarak görev yaptığına inanılması, özellikle de iç güvenliğin başı olarak.
Şahsi arşivimden bir şey daha aktarayım. 2004’te Irak’taki isyan tam gaz ilerlerken ben dönemin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin milli güvenlik ekibindeydim. Amerikalı pilotlar Iraklı teröristlere karşı öldürücü misyonlarını Katar’daki el-Udeyd Hava Üssü’nden havalanarak yürütmelerine rağmen el-Cezire kanalı dur durak bilmeden ısrarla Arap dünyasını Amerikan güçlerine karşı kışkırtıyordu. Günden güne ölen kadınların ve çocukların en tüyler ürpertici fotoğrafları neredeyse mütemadiyen ekranlarda döndürülerek bölgeyi kasıp kavurdu; sözde savaş suçlarını, seyircilerin zihinlerinde –el-Cezire’nin provokatif ifadesiyle– “ABD’nin Irak’a savaşı”na bağlayarak… 11 Eylül’den sonra Usame bin Ladin’in Amerika’ya karşı cihat çağrısı yaptığı ses kayıtlarının (son derece şüpheli bir şekilde) tercih edilen yayın mecrası haline gelerek –Cheney’nin ifadesiyle “Usame’nin dünyaya çıkış noktası”na dönüşen– bu televizyon kanalı, Irak Savaşı’nın en kötü yıllarını isyancılar adına propagandayla geçirdi.
Amerikalı uzmanlar, tam da Amerikan kuvvetlerine yönelik dikkat çekici bir saldırı anında tesadüf eseri olay mahallinde bulunan el-Cezire kameralarınca olayın kaydedilmesinin kaç defa tekrarlandığının hesabını dahi tutamaz oldular. (…) Benzer bir eleştiri, o dönemde Ortadoğu’daki Amerikan birliklerinin komutanı General John Abizaid’den de gelmişti: “Ne zaman bir rehine krizi veya bir başka problem ortaya çıksa o anda el-Cezire’nin suç mahallinde olmayı nasıl başardığı hep bana manidar gelmiştir.” Irak’ta Koalisyon Geçici Yönetimi’nin genelkurmay başkanı Patrick Kennedy, suçlayıcı bir mektup kaleme alaral el-Cezire’nin yönetimine şu soruyu yöneltti: “Bir çalışanınız, siviller ve askeri veya sivil personel de dahil insanların ölümü veya yaralanmasıyla sonuçlanabilecek eli kulağındaki bir saldırı, patlama veya açıkça belirtilmemiş bir olay hakkında bilgi aldığında takip edilecek prosedürler nelerdir?”
El-Cezire’nin vaziyeti Amerikan ordusunca o denli zarar verici görüldü ki Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 2004 Nisan’ında ABD’ye gelen Katar dışişleri bakanıyla Cheney’nin West Wing ofisinde olağandışı bir toplantı düzenleme ihtiyacı hissettiler. Yönetimin en güçlü iki yetkilisi, böylelikle misafirlerini tongaya getirip ağır bir şekilde uyararak iki taraflı sıkıştırdılar. Tek konuşma mevzusu gayet netti: el-Cezire, Irak’ta Amerikalıların öldürülmesine yol açıyordu. Ya Katar bu televizyon kanalının yalanlarını, kışkırtmalarını ve düşmanla kâr sağlamayı dizginleyecekti ya da ABD Doha’yla ikili ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalacaktı.
Mesaj geçici de olsa Katar’ın dikkatini çekmeyi başardı. Süratle hükümet, el-Cezire’nin daha fazla profesyonelleşmesi gerektiğini açıkladı. Kısa süre sonra kanal, büyük tantanayla yeni bir mesleki ahlak kurallarını benimsediğini ilan etti.
Ama bu fazla uzun sürmedi. İşte size bir örnek: Cheney-Rumsfeld toplantısından sadece birkaç ay sonra, el-Cezire’nin en popüler haftalık programlarından birinin misafiri olan Mısırlı meşhur din adamı ve Müslüman Kardeşler’in dünya çapındaki manevi lideri Yusuf el-Karadavi, Kahire’deki bir konferansta şöyle bir fetva yayınladı: “Irak’taki bütün Amerikalılar muhariptir; siviliyle askeri arasında bir fark yoktur; Amerikalı siviller işgale hizmet etmek için geldiklerinden hepsiyle savaşılmalıdır. Irak’taki Amerikalıların kaçırılması ve öldürülmesi (dinî) bir görevdir.” Fazla söze hacet yok, fetvayı tevil ve örtbas etmeye dönük bazı eveleyip gevelemelere rağmen Karadavi’nin el-Cezire’deki star görüntüsü kesintisiz devam etti. Doha’daki huzurlu sürgün hayatı hiç tehlikeye girmedi.
Peki ne oldu? Basitçe söylemek gerekirse, Katarlılar başarılı bir şekilde ABD’nin blöfüne hodri meydan dedi. Cheney, tehdidini, Udeyd Hava Üssü’ne alternatifler bulmak için Pentagon’a bir çalışma başlattırarak desteklemek istemişti. Saptayabildiğim kadarıyla, Amerikan ordusu bu öneriyi ağırdan aldı ve yavaş yavaş ölüme terk ederek toprağa gömdü. Anlaşılan, Amerikan Merkezî Komutanlığı Katar’ın ikiyüzlülüğü yüzünden çileden çıksa da iş o raddeye geldiğinde Amerikan ordusunun Katar’da tadını çıkardığı o muazzam anlaşmayı riske atmaya o kadar da değmezdi: teknoloji harikası tesisler, sınırsız operasyon özgürlüğü ve son derece cömert ve uysal bir ev sahibi ülke… Çok daha önemlisi, öyle görünüyor ki o dönemde ordu, bu avantajların ABD’nin başka bir ortağı tarafından aynen temin edilmesinin imkânsız olacağına kâniydi ve bunda çok da haksız sayılmazdı. Diğer hepsi, İslam dünyasının farklı coğrafyalarında alenen savaş veren binlerce Amerikan askerinin topraklarındaki varlığının siyasi sonuçlarına karşı çok daha hassas bir durumdaydı.
Bunun üzerinden on yılı aşkın bir süre hızla geçip gitti ve bugün Trump yönetimi belki çok daha farklı bir durumla karşı karşıya. Katar politikasının ABD’ye yönelik sıkıntılı dualitesi devam etti ve hatta birçok bakımdan daha da kötüleşti, özellikle de 2011’den bu yana. Aynı zamanda Katar’ın komşuları –bilhassa Suudi Arabistan ve BAE– Doha’nın bölgesel istikrarsızlık tohumları ekmekteki öncü rolüne karşı çok daha fazla teyakkuza geçtiler ve ayrıca Washington’la aralarındaki askerî ortaklıkları teşhir etmede daha şeffaf ve kendinden emin hale geldiler. Son dönemde Suudi liderlerle gizlice buluşan Amerikalılar, Kraliyet’in 2003’te Prens Sultan Hava Üssü’nden Amerikan birliklerinin geri çekilmesine (ve Udeyd’e yerleşmelerine) yol açan kararlarını “Bizim en büyük hatalarımızdan biri” diye nitelediklerini duydular. Amerikalıların Katar’da sahip olduklarına eşdeğer veya onu da aşan [kalitede] üs alternatiflerine kavuşmaları için, kaynaklarını birleştirdikleri ortak bir Suud-BAE girişiminin var olduğuna dair söylentiler var. 
Basra Körfezi değişiyor. Ve böylelikle ABD’nin baskı gücü de. Bölgenin Obama yönetimiyle nahoş tecrübesi ve hâlihazırda yüz yüze oldukları tehditlerin büyüklüğü karşısında Körfez, Amerikan liderliğine her zamanki gibi yine aç durumda. Bu konuda azıcık bir şüpheniz varsa Trump’ın Riyad’da nasıl aşırı bir tezahüratla ağırlandığını izlemeniz yeterli. Bütün bunlar, Amerikan Başkanı’nın Katarlıları ve bölgedeki diğer müttefiklerini ellerini daha fazla taşın altına sokturmaya çalışırken onun kaptan köşkünde “iş bitirme sanatı”na doğrudan yarayabilir [Z.T.K. Trump’ın iş ve özel hayatını anlattığı 1987’de yayınlanan kitabının adı da “İş Bitirme Sanatı”dır].
Ve tabii ki temel hedef, Doha’nın aşırıcıları destekleyen gayrimeşru faaliyetleri konusunda dürüst davranmasını sağlayarak ABD’nin Katar’la stratejik ilişkisini muhafaza etmek olmalı. Katarlılar bunu kabul etmeyi ister umursasın ister umursamasın, vakıa şu ki Doha’nın ABD’yle ilişkileri yavaş yavaş ama emin adımlarla fena halde yıpranıyor. Biz bu tahriş edici cerahate ve onun olabildiğince metastaz yapmasına izin vererek kendimize iyilik etmedik. Başkanın ekibi Katarlı mevkidaşlarıyla işbirliği içinde, bu gerçekle dürüstçe ve açıkça yüzleşmeli/mücadele etmeli. Değişimin ölçüleri net bir şekilde belirlenmeli, uygulanmalı ve katı bir şekilde zorla yaptırılmalı. ABD-Katar ilişkisi çok daha sürdürülebilir bir temele dayandırılmalı yoksa kopuş riski artacaktır. Bu, giderek artan bölgesel seçenekleriyle ve stratejik esnekliğiyle ABD’nin kesinlikle kaldırabileceği ve her şeye rağmen başarılı olacağı bir gelişme. Peki ya Katarlılar? İşte bundan çok da emin değilim.
Hiç şüphesiz bazıları çıkıp da diyecekler ki, ABD söz konusu olduğunda her iki tarafa da oynayan sanki sadece Katar’mış gibi insafsızca seçilip öne çıkarılmamalı. Haklı olabilirler. Suudiler de onlarca yıldır bu kategorideydi, yani hem problemin bizzat kendisi hem de çözümün bir parçasıydı. Son yıllarda Türkiye de bu yolda. ABD’nin bu ülkelerle ilişkilerinde de dost acı söyler kabilinden bazı katı tedbirleri ve sınırlamaları hayata geçirmesi gerektiği tabii ki doğru.
Ama bu noktada benim iki önemli gözlemim var: Birincisi, en azından Suudilerle alakalı olarak, ne kadar moral bozucu olursa olsun, aşırıcılıkla mücadelede onların eylemleriyle bizim menfaatlerimiz arasındaki mesafe 11 Eylül’den bu yana hep çok yavaşça da olsa daraldı. Aksine, Katarlılarla bu mesafe maalesef giderek genişledi; eğim çizgisi negatif yönde ilerledi. İkincisi, Amerikalı diplomatların yüzleştiği oldukça katı bir realite var. Hem Suudi Arabistan hem de Türkiye, Amerikan ittifakından çıkışları Amerikan menfaatlerini hesapsız derecede altüst edebilecek, muazzam stratejik önemi haiz, büyük ve son derece çetrefilli ülkeler. Ancak Katar, (arzın giderek arttığı) küresel enerji piyasasında önemli bir oyuncu olmakla birlikte, topu topu 250.000 kişilik yerli nüfusuyla Arap Yarımadası’nda ufacık bir benek. Washington’daki eski Suudi Büyükelçisi Prens Bender bin Sultan, acımasız bir espri yapmıştı: Katar [dediğin ne ki] “topu topu 300 kişi… ve bir de televizyon kanalı[ndan ibaret]”.

Gerçek şu ki, bölgedeki diğer vakalara kıyasla, ufacık Katar’ın Amerikan karşıtı politikalarını değiştirmek için girişilen ortaklaşa bir Amerikan diplomatik hamlesinin başarılı olma şansı bugün gelinen noktada yüksek. Tabii ki hiç arzu edilmemekle birlikte, olası bir başarısızlık riski de daha kontrol edilebilir ve üstesinden gelinebilir türden. Uzun lafın kısası, eğer ki Trump yönetimi, Körfez bölgesindeki Amerikan müttefiklerini Amerikan menfaatlerini desteklemeye daha fazla yardımcı hale getirtmek istiyorsa Katar işte bir başlangıç noktası olmaya gayet elverişli.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder