KATAR ÜZERİNE DÜŞENİ
YAPMALI
John Hannah (Demokrasileri Savunma Vakfı kıdemli danışmanı. George W. Bush’un
ilk döneminde Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu konusunda milli
güvenlik müsteşar yardımcısı olarak ABD’nin Irak, İran, Suriye, Lübnan,
Filistin-İsrail Barış Süreci ve teröre karşı küresel savaş politikalarını
şekillendirdi. Bush’un ikinci döneminde başkan yardımcısının milli güvenlik
müsteşarlığına terfi etti. Daha evvel Baba Bush ve Bill Clinton dönemlerinde
dışişleri bakanlığında üst düzey görevler aldı)
Foreign Policy, 22.5.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: Bu yazıyı okumadan
evvel, yazılış nedenini daha iyi algılamak için mutlaka şu yazıyı OKUYUNUZ.
Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Arap-İslam dünyası liderleriyle bir araya gelmekteki temel hedefi, başta terörizm ve İran tehditleriyle mücadele olmak üzere, ortak değerlerimizi savunma yükünü daha fazla omuzlama konusunda onları teşvik etmekti. Bu bağlamda Başkan, küçücük bir emirlik olan Katar’ı ana önceliklerinden biri yapmakta isabetliydi. Müttefik olduğu varsayılan ve güvenliği için tamamen ABD’ye bağımlı olan Katar, 20 yılı aşkın bir süredir sistematik biçimde, Ortadoğu’da Amerikan menfaatlerine sadece ket vurmakla kalmayıp çok fazla sayıda vakada aktif şekilde menfaatlerimizin altını oyan bir dizi politika takip etti.
Aslında Katar ikiyüzlü
dostların tipik bir örneği: Bir yandan Ortadoğu’daki en önemli Amerikan askerî
tesislerinin bir kısmının güvenilir bir ev sahibi; ama öte yandan bölgedeki en
radikal, istikrarsızlaştırıcı ve tehlikeli güçlerden bazılarının –siyasi, mali,
askeri ve Doha merkezli devlet destekli el-Cezire kanalı üzerinden
ideolojik olarak– belki de kilit destekçisi.
Katar hakkındaki suç
isnatları bu yazı içinde tek tek hepsini sıralamak için son derece kabarık. Ama
bir örneklem almak bile durumun vahametini gözler önüne sermek için yeter.
Mayıs ayı başında HAMAS’ın İsrail’e yönelik soykırımvari gündemini örtbas edip
temize çıkarma çabasına [Z.T.K. HAMAS’ın kuruluş beyannamesinde değişikliklere
gitmesini kastediyor] Katar’ın baş sponsorluk yapma rolü, buzdağının sadece
görünen yüzüydü. Nitekim Katar, yıllardır HAMAS’ın hem en önemli finansörü hem
de liderliğine kucak açan dışarıdaki baş destekçisi. Amerikan destekli Filistin
Otoritesi ile ABD’nin terör örgütleri listesindeki HAMAS arasında Filistin
ulusal hareketinin nüvesi olma mücadelesinde Katarlılar, kesin olarak –ve
ekseriyetle cezasız da kalarak– İsrail’i yok etmeye kendisini adamış Gazze’deki
şiddet kullanan İslamcılardan yana bahis oynadılar.
HAMAS’la da sınırlı değil.
2011 Arap Baharı’nın İslamcı Kış’a dönüşmesinde Katar’dan daha fazla sorumlu
herhangi bir dış güç herhalde yoktur. Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin
o korkunç Müslüman Kardeşler hükümetini finanse etti. 2013’te Mursi’nin
devrilmesinden sonra da hem el-Cezire’yi ve Katar destekli diğer yayın
platformlarını Mısır Müslüman Kardeşleri’nin hizmetine vermek hem de
başlangıçta sürgündeki liderlerinden birçoğuna Doha’da kucak açmak suretiyle
Abdülfettah es-Sisi’nin laik rejimini gayrimeşrulaştırarak ve
istikrarsızlaştırarak kendi yoluna devam etti.
Katar’ın Libya’da ve
Suriye’de yıkım becerisi çok daha korkunçtu; zira her türlü radikal İslamcı
akışa, sadece para ve teşvikle değil, aynı zamanda silah da temin ederek
katalizör oldu. Beyaz Saray, Amerikan müttefiklerinin desteklerini her iki
ülkede de daha pragmatik ve laik güçlere doğru kaydırması konusunda ısrarlı
çabalar gösterse de Katarlılar, Washington’daki karar alıcıları çokça
kaygılandıran radikal militanların çoğuna büyük miktarlarda silahlar akıtmak
suretiyle mütemadiyen Amerikan endişelerini görmezden geldi.
Yazık ki bunların hiçbiri
yeni birer olgu da değil. Alın size tipik bir örnek: Dışişleri Bakanı Warren
Christopher’ın ekibinde görev yaptığım 1990’ların ortasında Washington, –akim
kalan– ABD’ye giden sivil uçakları patlatma planına katılmış bir cihatçıya
Katar hükümetinden üst düzey yetkililerin ev sahipliği yapmak üzere olduğunun
farkına vardı. Ancak FBI’ın bu kişiyi yakalaması için Katar’a başvurmasının
ardından zanlı bir anda ortadan kayboldu. İstihbarat yetkilileri arasındaki
yaygın kanaat, teröriste Katar hükümetindeki en üst düzey patronları tarafından
haber uçurulduğu yönünde. FBI Başkanı Louis Freeh, Katar dışişleri bakanına
zehir zemberek bir mektup yollayarak (…)
Bu cihatçı kim mi? Yoluna
devam ederek 11 Eylül saldırılarını planlayacak Halid Şeyh Muhammed’in ta
kendisi. Dikkat çekici ayrıntı ise, Muhammed’e barınak sağlamak ve
desteklemekten en fazla sorumlu olan kişinin 2013’e kadar Katar hükümetlerinde
kesintisiz bir şekilde bakan olarak görev yaptığına inanılması, özellikle de iç
güvenliğin başı olarak.
Şahsi arşivimden bir şey
daha aktarayım. 2004’te Irak’taki isyan tam gaz ilerlerken ben dönemin Başkan
Yardımcısı Dick Cheney’nin milli güvenlik ekibindeydim. Amerikalı pilotlar
Iraklı teröristlere karşı öldürücü misyonlarını Katar’daki el-Udeyd Hava
Üssü’nden havalanarak yürütmelerine rağmen el-Cezire kanalı dur durak
bilmeden ısrarla Arap dünyasını Amerikan güçlerine karşı kışkırtıyordu. Günden
güne ölen kadınların ve çocukların en tüyler ürpertici fotoğrafları neredeyse
mütemadiyen ekranlarda döndürülerek bölgeyi kasıp kavurdu; sözde savaş
suçlarını, seyircilerin zihinlerinde –el-Cezire’nin provokatif
ifadesiyle– “ABD’nin Irak’a savaşı”na bağlayarak… 11 Eylül’den sonra
Usame bin Ladin’in Amerika’ya karşı cihat çağrısı yaptığı ses kayıtlarının (son
derece şüpheli bir şekilde) tercih edilen yayın mecrası haline gelerek
–Cheney’nin ifadesiyle “Usame’nin dünyaya çıkış noktası”na dönüşen– bu televizyon
kanalı, Irak Savaşı’nın en kötü yıllarını isyancılar adına propagandayla
geçirdi.
Amerikalı uzmanlar, tam da
Amerikan kuvvetlerine yönelik dikkat çekici bir saldırı anında tesadüf eseri
olay mahallinde bulunan el-Cezire kameralarınca olayın kaydedilmesinin
kaç defa tekrarlandığının hesabını dahi tutamaz oldular. (…) Benzer bir
eleştiri, o dönemde Ortadoğu’daki Amerikan birliklerinin komutanı General John
Abizaid’den de gelmişti: “Ne zaman bir rehine krizi veya bir başka problem
ortaya çıksa o anda el-Cezire’nin suç mahallinde olmayı nasıl başardığı
hep bana manidar gelmiştir.” Irak’ta Koalisyon Geçici Yönetimi’nin genelkurmay
başkanı Patrick Kennedy, suçlayıcı bir mektup kaleme alaral el-Cezire’nin
yönetimine şu soruyu yöneltti: “Bir çalışanınız, siviller ve askeri veya sivil
personel de dahil insanların ölümü veya yaralanmasıyla sonuçlanabilecek eli
kulağındaki bir saldırı, patlama veya açıkça belirtilmemiş bir olay hakkında
bilgi aldığında takip edilecek prosedürler nelerdir?”
El-Cezire’nin vaziyeti Amerikan ordusunca o denli zarar verici görüldü ki
Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 2004 Nisan’ında ABD’ye gelen
Katar dışişleri bakanıyla Cheney’nin West Wing ofisinde olağandışı bir toplantı
düzenleme ihtiyacı hissettiler. Yönetimin en güçlü iki yetkilisi, böylelikle
misafirlerini tongaya getirip ağır bir şekilde uyararak iki taraflı
sıkıştırdılar. Tek konuşma mevzusu gayet netti: el-Cezire, Irak’ta
Amerikalıların öldürülmesine yol açıyordu. Ya Katar bu televizyon kanalının
yalanlarını, kışkırtmalarını ve düşmanla kâr sağlamayı dizginleyecekti ya da
ABD Doha’yla ikili ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalacaktı.
Mesaj geçici de olsa
Katar’ın dikkatini çekmeyi başardı. Süratle hükümet, el-Cezire’nin daha
fazla profesyonelleşmesi gerektiğini açıkladı. Kısa süre sonra kanal, büyük
tantanayla yeni bir mesleki ahlak kurallarını benimsediğini ilan etti.
Ama bu fazla uzun sürmedi.
İşte size bir örnek: Cheney-Rumsfeld toplantısından sadece birkaç ay sonra, el-Cezire’nin
en popüler haftalık programlarından birinin misafiri olan Mısırlı meşhur din
adamı ve Müslüman Kardeşler’in dünya çapındaki manevi lideri Yusuf el-Karadavi,
Kahire’deki bir konferansta şöyle bir fetva yayınladı: “Irak’taki bütün
Amerikalılar muhariptir; siviliyle askeri arasında bir fark yoktur; Amerikalı
siviller işgale hizmet etmek için geldiklerinden hepsiyle savaşılmalıdır.
Irak’taki Amerikalıların kaçırılması ve öldürülmesi (dinî) bir görevdir.” Fazla
söze hacet yok, fetvayı tevil ve örtbas etmeye dönük bazı eveleyip gevelemelere
rağmen Karadavi’nin el-Cezire’deki star görüntüsü kesintisiz devam etti.
Doha’daki huzurlu sürgün hayatı hiç tehlikeye girmedi.
Peki ne oldu? Basitçe söylemek gerekirse, Katarlılar
başarılı bir şekilde ABD’nin blöfüne hodri meydan dedi. Cheney, tehdidini,
Udeyd Hava Üssü’ne alternatifler bulmak için Pentagon’a bir çalışma
başlattırarak desteklemek istemişti. Saptayabildiğim kadarıyla, Amerikan ordusu
bu öneriyi ağırdan aldı ve yavaş yavaş ölüme terk ederek toprağa gömdü.
Anlaşılan, Amerikan Merkezî Komutanlığı Katar’ın ikiyüzlülüğü yüzünden çileden
çıksa da iş o raddeye geldiğinde Amerikan ordusunun Katar’da tadını çıkardığı o
muazzam anlaşmayı riske atmaya o kadar da değmezdi: teknoloji harikası tesisler, sınırsız operasyon özgürlüğü ve son
derece cömert ve uysal bir ev sahibi ülke… Çok daha önemlisi, öyle görünüyor ki
o dönemde ordu, bu avantajların ABD’nin başka bir ortağı tarafından aynen temin
edilmesinin imkânsız olacağına kâniydi ve bunda çok da haksız sayılmazdı. Diğer
hepsi, İslam dünyasının farklı coğrafyalarında alenen savaş veren binlerce
Amerikan askerinin topraklarındaki varlığının siyasi sonuçlarına karşı çok daha
hassas bir durumdaydı.
Bunun üzerinden on yılı aşkın bir süre hızla geçip gitti
ve bugün Trump yönetimi belki çok daha farklı bir durumla karşı karşıya. Katar
politikasının ABD’ye yönelik sıkıntılı dualitesi devam etti ve hatta birçok
bakımdan daha da kötüleşti, özellikle de 2011’den bu yana. Aynı zamanda
Katar’ın komşuları –bilhassa Suudi Arabistan ve BAE– Doha’nın bölgesel istikrarsızlık
tohumları ekmekteki öncü rolüne karşı çok daha fazla teyakkuza geçtiler ve
ayrıca Washington’la aralarındaki askerî ortaklıkları teşhir etmede daha şeffaf
ve kendinden emin hale geldiler. Son dönemde Suudi liderlerle gizlice buluşan
Amerikalılar, Kraliyet’in 2003’te Prens Sultan Hava Üssü’nden Amerikan
birliklerinin geri çekilmesine (ve Udeyd’e yerleşmelerine) yol açan kararlarını
“Bizim en büyük hatalarımızdan biri” diye nitelediklerini duydular.
Amerikalıların Katar’da sahip olduklarına eşdeğer veya onu da aşan [kalitede]
üs alternatiflerine kavuşmaları için, kaynaklarını birleştirdikleri ortak bir
Suud-BAE girişiminin var olduğuna dair söylentiler var.
Basra Körfezi değişiyor. Ve böylelikle ABD’nin baskı gücü
de. Bölgenin Obama yönetimiyle nahoş tecrübesi ve hâlihazırda yüz yüze
oldukları tehditlerin büyüklüğü karşısında Körfez, Amerikan liderliğine her
zamanki gibi yine aç durumda. Bu konuda azıcık bir şüpheniz varsa Trump’ın
Riyad’da nasıl aşırı bir tezahüratla ağırlandığını izlemeniz yeterli. Bütün
bunlar, Amerikan Başkanı’nın Katarlıları ve bölgedeki diğer müttefiklerini
ellerini daha fazla taşın altına sokturmaya çalışırken onun kaptan köşkünde “iş
bitirme sanatı”na doğrudan yarayabilir [Z.T.K. Trump’ın iş ve
özel hayatını anlattığı 1987’de yayınlanan kitabının adı da “İş Bitirme
Sanatı”dır].
Ve tabii ki temel hedef, Doha’nın aşırıcıları destekleyen
gayrimeşru faaliyetleri konusunda dürüst davranmasını sağlayarak ABD’nin
Katar’la stratejik ilişkisini muhafaza etmek olmalı. Katarlılar bunu kabul
etmeyi ister umursasın ister umursamasın, vakıa şu ki Doha’nın ABD’yle
ilişkileri yavaş yavaş ama emin adımlarla fena halde yıpranıyor. Biz bu tahriş
edici cerahate ve onun olabildiğince metastaz yapmasına izin vererek kendimize
iyilik etmedik. Başkanın ekibi Katarlı mevkidaşlarıyla işbirliği içinde, bu
gerçekle dürüstçe ve açıkça yüzleşmeli/mücadele etmeli. Değişimin ölçüleri net
bir şekilde belirlenmeli, uygulanmalı ve katı bir şekilde zorla yaptırılmalı.
ABD-Katar ilişkisi çok daha sürdürülebilir bir temele dayandırılmalı yoksa
kopuş riski artacaktır. Bu, giderek artan bölgesel seçenekleriyle ve stratejik
esnekliğiyle ABD’nin kesinlikle kaldırabileceği ve her şeye rağmen başarılı
olacağı bir gelişme. Peki ya Katarlılar? İşte bundan çok da emin değilim.
Hiç şüphesiz bazıları çıkıp da diyecekler ki, ABD söz
konusu olduğunda her iki tarafa da oynayan sanki sadece Katar’mış gibi
insafsızca seçilip öne çıkarılmamalı. Haklı olabilirler. Suudiler de onlarca
yıldır bu kategorideydi, yani hem problemin bizzat kendisi hem de çözümün bir
parçasıydı. Son yıllarda Türkiye de bu yolda. ABD’nin bu ülkelerle
ilişkilerinde de dost acı söyler kabilinden bazı katı tedbirleri ve
sınırlamaları hayata geçirmesi gerektiği tabii ki doğru.
Ama bu noktada benim iki önemli gözlemim var: Birincisi,
en azından Suudilerle alakalı olarak, ne kadar moral bozucu olursa olsun,
aşırıcılıkla mücadelede onların eylemleriyle bizim menfaatlerimiz arasındaki
mesafe 11 Eylül’den bu yana hep çok yavaşça da olsa daraldı. Aksine,
Katarlılarla bu mesafe maalesef giderek genişledi; eğim çizgisi negatif yönde
ilerledi. İkincisi, Amerikalı diplomatların yüzleştiği oldukça katı bir realite
var. Hem Suudi Arabistan hem de Türkiye, Amerikan ittifakından çıkışları
Amerikan menfaatlerini hesapsız derecede altüst edebilecek, muazzam stratejik
önemi haiz, büyük ve son derece çetrefilli ülkeler. Ancak Katar, (arzın giderek
arttığı) küresel enerji piyasasında önemli bir oyuncu olmakla birlikte, topu
topu 250.000 kişilik yerli nüfusuyla Arap Yarımadası’nda ufacık bir benek.
Washington’daki eski Suudi Büyükelçisi Prens Bender bin Sultan, acımasız bir
espri yapmıştı: Katar [dediğin ne ki] “topu topu 300 kişi… ve bir de
televizyon kanalı[ndan ibaret]”.
Gerçek şu ki,
bölgedeki diğer vakalara kıyasla, ufacık Katar’ın Amerikan karşıtı
politikalarını değiştirmek için girişilen ortaklaşa bir Amerikan diplomatik
hamlesinin başarılı olma şansı bugün gelinen noktada yüksek. Tabii ki hiç arzu
edilmemekle birlikte, olası bir başarısızlık riski de daha kontrol edilebilir
ve üstesinden gelinebilir türden. Uzun lafın kısası, eğer ki Trump yönetimi,
Körfez bölgesindeki Amerikan müttefiklerini Amerikan menfaatlerini desteklemeye
daha fazla yardımcı hale getirtmek istiyorsa Katar işte bir başlangıç noktası
olmaya gayet elverişli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder