SURİYE FELAKETİ: KÖRDÜĞÜM, İBRETLİK DERSLER VE ÇIKIŞ
Suheyl Gannuşi (Tunuslu akademisyen ve yazar)
El-Cezire Arapça, 5.1.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT:
Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 13.1.2017 tarihinde
yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/suriye-felaketi-kordugum-ibretlik-dersler-ve-cikis
İlham verici bir devrim nasıl olup da bir felakete, derin bir kördüğüme
dönüştü? Yüz binlerce şehit, sakat, dul ve yetim… Milyonlarca mülteci… Topyekûn
imha… Her türden insanın birbiriyle çatışmasının mubah sayıldığı bir ülke…
Yıkıcı bir uluslararası, bölgesel ve iç savaş… Tünelin sonunda bir ışık bile
yok. Üstelik bütün bunlar Suriye içindeki ve dışındaki hür erkek ve kadınların
muazzam çabalarına ve büyük fedakârlıklarına rağmen yaşanıyor.
Bu trajedi ve kördüğüm karşısında ne yapmak lazım? Aynı başarısız yaklaşımı
mı benimseyeceğiz? Yani inkâr, gerekçe arama, gelişigüzellik, mazlumiyet ve
sorumluluktan sıyrılma yaklaşımını... Sövüp sayma, yalvarıp yakarma, inat etme,
öfkeyi yatıştırma, acıyı teskin etme ve sonra da gevşemiş halde bir sonraki
yangını bekleme yaklaşımını... Bugüne kadar söz konusu yaklaşımın bir ürünü
olarak atalet, geri kalmışlık, bağımlılık, felaketler, hataların tekrarı ve
fırsatların kaçırılmasından başka bir şey elde edemedik.
Krizlerimizle başa çıkmada daha ciddi, daha cesur ve daha metodolojik
olmamızın ve ayrıca teşhis koyma, sorumluluk üstlenme ve ibret alma noktasında
Kur’ânî yaklaşımı benimsememizin vakti geldi.
Uhud Savaşı yenilgisinden sonra nazil olan ayetlerde hezimetin
sorumluluğunun tamamen sahabelerde olduğu ifade edilmişti. Ayette buyuruluyor
ki: “De ki: O (musibet), kendinizdendir.” (Âli İmran-165)
Bir başka ayette ise şöyle buyuruluyor: “Nihayet sevdiğiniz şeyi
(zaferi) size gösterdikten sonra, za'f gösterdiniz. (Peygamber'in verdiği) emir
konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden dünyayı isteyenler de
vardı, ahireti isteyenler de.” (Âli İmran-152)
Kur’ân-ı Kerim’in burada hezimetin sorumlusu olarak karşı taraftan, yani
Mekkeli Müşriklerden hiçbir şekilde söz etmemesi manidar. Zira bu şekilde
Müslümanların kendilerini komplo teorileri ile teskin edip kurban psikolojisine
kapılması önlenmek isteniyor.
Hakikatlerle yüzleşmek
Ne kadar şok edici olursa olsun, hakikatlerle yüzleşmekten ve gerekçe
uydurmayı bırakmaktan başka seçeneğimiz yok. Durumun ince detaylarına girmek ve
öfkeyi yatıştırmak yerine, krizin köklerini tedavi etmek için analiz ve
planlama yapmaya odaklanmalıyız.
Yahudiler soykırıma uğradı, peki tepkileri ne oldu? Dediler ki “Bir daha
asla”. Nüfuslarının azlığına rağmen, kısa bir süre içerisinde nüfuz sahibi,
saygı ve korku duyulan büyük bir güce dönüştüler.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya yerle bir edildi. Ama on
yıllar içinde her ikisi de dünyanın en büyük iktisadi ve sınai gücüne dönüştü.
Üstelik Japonya, doğal kaynaklardan mahrum ve tabii afetlere sıkça maruz kalan
bir ada devleti olduğu halde bunu başardı.
Japonya’nın Mısır’ın modernleşme tecrübesinden istifade etmek üzere 1862’de
ülkeye bir heyet göndermesi ne kadar da ironik. Heyet, Mısır’ın o
dönemki temizliğine ve trenlerine şaşırıp kalmış. Aynısını 1962 yılında
Güney Kore de yaptı. Çevremizdeki ülkeler sıçrama kaydedip ayağa kalkarken biz
daha hâlâ yerinde sayma ile gerileme sarkacında gidip geliyoruz.
Suriye trajedisinde ise eğer başarısız ve teskin edici yaklaşımları bir
kenara bırakıp, tasvir ve gevezelikleri aşıp doğru düzgün bir teşhis
koyabilsek, Suriye’de herhangi bir partizan veya mezhepçi bayrağın taşınmadığını,
hürriyet ve onurlu bir hayat uğruna ilham verici ve barışçıl bir halk devrimi
yaşandığını görebiliriz. Devrimin bu hali, zulüm aygıtının şiddetine, sızma ve
raydan çıkarma çabalarına rağmen aylar boyunca böyle devam etti.
Devrimin siyasi bir liderliği yoktu ve bu yüzden diğer Arap devrimlerinin
de maruz kaldıklarına uğradı. Devreye o uğursuz geleneksel elit girdi. Ve bu
elit, devrimi, hangi yolla ve her ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek için
bir fırsat olarak gördü.
Devrimi raydan çıkaran tuzaklar
Bunun için devrim silahlandırılıp militerleştirildi, hizipleştirildi,
ayrışmalar yaşandı, dışarıdan destek arayışları ve dolayısıyla dışarıya
bağımlılık başladı. Bütün bu tuzaklar, herhangi bir devrimi raydan çıkarmak ve
başarısızlığa uğratmak için yeterliydi.
Arap devrimlerinin tamamı bu şekilde başarısızlığa uğratıldı. Tabii burada
militerleşmesi mümkün olmayan ve zaten uluslararası alanda da bunun istenmediği
Tunus örneğini hariç tutmak gerekiyor. Zira bu örnekte devrim konsensüs yoluyla
düşürüldü.
Suriye halkı, hürriyet ve onur ısrarını sürdürdü ve devrim, barışçıl
yaklaşımı ve milli kimliğini sağlamlaştırdı. Daha sonra halkın önemli
kazanımlar elde etmesinin ve yeni bir gerçeklik üretmesinin ardından devrim
kritik bir noktaya ulaştı ve itibarını yitiren rejimle muhalifler
arasındaki güçler dengesi nispi olarak değişti.
İşte o an, temel hedef, kazanımları sağlamlaştırmak olacak şekilde
stratejide bir değişime gitmek gerekiyordu. İstenen ve gereken şey, sahadaki
başarıların meyvesini toplayacak, devrimi başarılı kılıcı faktörlere ve karar
almada bağımsızlığa bağlı kalarak çatışmayı yönetecek, böylelikle devrimi
sağlamlaştırıp bölgesel ve uluslararası güçlerin maşası olmaya razı gelmeyecek,
tarafsız bir liderlik ve siyaset üretmekti.
Ancak burada süreç giderek tırmandı ve hedef, hiçbir net program veya
alternatif plan olmadan rejimi düşürmeye dönüştü. Bu, gelişigüzel bir dönüşümdü
ve devrimi çok ciddi kumpaslara ve tuzaklara düşürdü. Ayrıca devrimi
militerleştirmek, ideolojileştirmek, hizipleştirmek, imajını bozmak ve
uluslararasılaştırmak suretiyle, rejimin devrimi başarılı kılacak faktörlerin
altını oymasını kolaylaştırdı.
Hiç şüphesiz iktidar hevesi ve sabırsızlığı bazılarını bu yöne itti.
Tıpkı Uhud Savaşı’nda okçuların ganimet hevesiyle mevzilerini terk
etmesi ve açılan bu boşluk yüzünden zaferin hezimete dönüşmesine yol açtığı
gibi... Ancak buna yol açan en önemli faktör, Mısır veya Tunus senaryosunun
tekrarlanacağı yanılsamasına düşülmesiydi.
Hatalı kıyaslamalar
Bu kıyaslama siyaseten çok ciddi bir hataydı. Zira dış görünüşteki
benzerlikler dışında Suriye’nin durumuyla Tunus ve Mısır’ınki arasında herhangi
bir benzerlik neredeyse yok denecek kadar az.
Tunus’ta ve Mısır’da milli bir ordu, canlı bir sivil toplum, artıp
azalmasına rağmen Suriye’ye kıyasla hatırı sayılır derecede bir
hürriyet ortamı ve bir siyasi pratik ve muhalefet tarihi var.
Bu iki ülkedeki rejimler ideolojik veya mezhepçi bir asabiyyeye dayanmıyor.
Batı eksenine bağlı olduklarından demokratik bir rejim görüntüsü vermeye
çalıştıkları için, insan hakları konusunda baskılara daha açık ve daha cevap
verebilir durumdaydılar. Bu da her iki rejimin şiddete eğilimini dizginlemişti.
Tunus ordusu sistemin daha kenarında ve siyasetten uzak bir ordu.
1952’den beri ülkeyi yöneten Mısır ordusu ise kendisinden sonra oğlunu başa
geçirmeye hazırlandığından Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e karşı olumsuz bir
tavır takınmıştı. Her iki örnekte de ABD’nin hafif bir ittirmesiyle ordu,
rejime desteğini kesti ve böylece rejimin başı düşüşe terk edildi; devletin
aygıtları ise korundu ve daha sonra sistemde bir dizi düzeltme ve parlatmayla
ayakta tutuldu.
Suriye rejimi ise –imajını ve itibarını umursamadan– muhaliflerini kanlı
bir şekilde bastırmış, mezhepçi, totaliter bir rejimdi. İdeolojik bir parti ve
mezhepçi bir orduya sırtını dayıyordu. Kendisini destekleyen güvenilir ve güçlü
müttefiklere sahip olduğundan bölgede güçlü bir nüfuzu vardı. Yani yerel,
bölgesel ve uluslararası arenalarda kök salmış durumdaydı.
Suriyeliler devrimin başında senaryonun Mısır ve Tunus’unkine benzeyeceğini
düşündü. Bu yanılgıda her fırsatta “Esed meşruiyetini kaybetti” diyen Barack
Obama, Hillary Clinton ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ateşli konuşmalarının da payı
vardı.
Tunus ve Mısır senaryosunun Suriye’de tekrarlanacağı yanılsaması
buharlaşmaya başladığında ise bu defa yerine Libya senaryosunun tekrarlanacağı
yanılsaması, yani Esed rejiminin ABD ve NATO müdahalesiyle düşürüleceği
senaryosu geçti. Aynı ateşli açıklamalar bu yanılsamayı da besledi.
Burada da yapılan hesaplar tamamen yanlıştı. Libya, bir devlet müessesesi
olmayan, Avrupa’ya yakın bir petrol ülkesiydi ve Kaddafi’nin herhangi bir
müttefiki yoktu. Onu düşürmek kolaydı. Ayrıca Libya, sadece rejimin zafiyeti ve
ülkenin zenginliği yüzünden değil, aynı zamanda Kaddafi’nin tehlikeli bilgi ve
sırlarla dolu bir karakutu olması nedeniyle de cazip bir hedefti.
Buna mukabil Suriye’de yaşananlar, İsrail’in isteyip hayalini kurduğu
durumun da ötesine geçti. İstenen, iç savaşın çevrelenip uzadıkça uzamasıydı.
Bu yüzden muhalifler silahlandırılıp finanse edilse de onlara savaşın sonucunu
belirleyecek türden silahlar verilmedi.
Maalesef ki Suriye’nin temennilere dayalı kararlar yüzünden felakete duçar
olması bir ilk değil. Rejim 1982’de Hama şehrini yerle bir etmiş ve binlerce
Suriyeli genci katletmişti ki bu gençler yine yanılsamalarla bir soykırıma
sürüklenmişti. Bu felaket, sanki bir tabii afetmişçesine herhangi bir
değerlendirme ve muhasebe yapılmadan öylece gelip geçti.
İnsani çizgisini hiçbir sapma olmadan her daim koruyan Türkiye’nin siyaseten ikircikli tavrı ve
söylemleriyle eylemlerinin örtüşmemesi Suriye devrimine zarar verdi.
Yine dünyanın her yerinden yabancı savaşçı akışı da (içeri girişlerini
kimin kolaylaştırdığı, kimin eğitip finanse ettiği ve niçin bunu yaptığından
bağımsız olarak) devrime zarar verdi. Bu, sahadaki durumun karmaşıklaşıp
bozulmasına ve devrimin imajının kirletilmesine katkıda bulundu. Sanki savaş,
her biri bölgesel ve küresel güçlerce desteklenen istibdat ile terör
arasındaymış gibi bir görüntü ortaya çıktı.
Suriye küresel ve bölgesel yıkıcı bir savaşın sahasına dönüştü ve
Suriyelilerin kararı dışarıya bağımlı hale geldi. Tıpkı diğer Arap devrimleri
ve daha öncesinde Filistin meselesi gibi, Suriye devrimi de bölgesel ve
uluslararası gündemlerin labirentlerinde kaybolup gitti.
Bir kez daha büyük bir fırsatı kaçırmak ve fahiş hataları tekrarlamakla
karşı karşıyayız. Yakın geçmişte Irak, benzer bir şekilde istibdat, yanlış
hesaplar ve dışarıdan alınan medetlerle parçalandı.
Arap halklarının ürettiği bütün devrimler ve fırsatlar, elitlerin iktidar
hevesi yüzünden heba olup gitti. Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören
elitler, etkili dış aktörlerin kucağına atladı. Bu kesim, dışarıdan aldığı
destekle bir tankın üstünde veya askeri darbeyle veyahut dışarıdan demokratik
görünen kirli bir anlaşmayla yönetime gelmek istedi.
Ancak çöküşün bir faydası varsa o da nazarıdikkate almak isteyenler için
acımasız dersler içermesi ve –durumu inkâr etme imkânının ortadan kalkmasından
ya da teskin edicilerin etkisinin geçmesinden sonra– yeni bir başlangıç fırsatı
sunmasıdır.
Çıkarılması gereken dersler
İlham verici devrimin bir felakete dönüşmesinden çıkarmamız gereken bazı ibretlik
dersler var:
Birincisi, istibdat ve sömürgecilikle geçen asırların zihinlerde,
gönüllerde ve Arap toplumlarında yol açtığı kitlesel yıkımdan sonra nesiller
sürecek köklü bir reforma ihtiyaç var. Zira burada önemli olan, ülkeyi doğru
raylara oturtmak ve kurtuluş ile kalkınma yolunda ilerlemek.
Öte yandan, yanlış bir gidişat, ne sarf edilen çabaların ve verilen
kurbanların çokluğuyla ne de zamanla düzeltilebilir. Tepeden inme hızlı değişim
çabaları, maliyeti yüksek, getirisi sınırlı, hatta bazen zararı faydasından
daha büyük bir yol olabilir. Tedrici değişim ise halklarını bilinçli veya
bilinçsiz rezil edip yarı yolda bırakan başarısız narsist elite alternatif yeni
bir elitin oluşumu ve gelişimi için bir fırsat sunar.
İkincisi, reformun yolu tektir; o da bedeli her ne olursa olsun ve ne
kadar çok vakit alırsa alsın, halkı istibdada, yolsuzluğa, geri kalmışlığa ve
bağımlılığa karşı imkânların fırsat verdiği ölçüde barışçıl bir direnişe
katılmaları için bilinçlendirmek ve motive etmektir. Hz. Şuayb’ın kavmine
dediği gibi “Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) ıslah etmek
istiyorum” (Hud Suresi-88).
Hedef, vatanı koruyarak toplumsal reform olmalı, yoksa bedel veya yöntem ne
olursa olsun rejimi düşürmek değil. Bu yüzden, ne kadar mezalim
ve şiddeti teşvik edici şeyler olursa olsun, halk hareketlerini
militerleşmeye ve şiddetin çekiciliğine karşı güçlendirmek gerekir.
Üçüncüsü, her ne çeşit olursa olsun dışarıdan yardım isteme ve güç
takviyesi fikrinden tamamen uzaklaşmak gerekiyor. Yani askeri müdahalelerden,
silah ve para desteği almaktan uzak durulmalı, milli karar almada bağımsızlık korunmalı.
Bunun tek istisnası, baskı oluşturmak için adaletli davaların uluslararası
arenalarda tanıtılması ve kamuoyu oluşturulması olmalı.
Bağımlılık, hastalığın temel sebebi ve kötülüklerin anasıdır. Bu yüzden bağımlılığın gölgesinde ne demokrasiye ulaşılır ne de kalkınma sağlanır.
Bağımlılığı yücelterek işe başlayan reformların veya devrimci projelerin başarıya
ulaşması mümkün değildir. Bu bağlamda, Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı kendisine
yardım teklif eden Rum Kayseri’ne kat’i bir dille ret cevabı verdiği meşhur
mektubu okumanızı tavsiye ederim.
Dördüncüsü, Arap Baharı dalgalarındaki terslikler, bizim neredeyse
hâlâ işgal altında olduğumuzu gösteriyor. Bu yüzden partileşme, seçimler,
iktidar mücadelesi gibi konulardan bahsetmek için henüz çok erken. Zira bu,
bağımlılığı daha da pekiştirir ve böylece kendimizi kısır döngü içinde buluruz.
Bu yüzden ülkeyi işgal ve bağımlılıktan kurtarana kadar bu tür
tartışmaları ertelemeliyiz.
Bu nedenle milli bir harekete, milli bir kurtuluş ve kalkınma projesi
etrafında halkı yerli bir sancak altında toplayan barışçıl bir halk devrimine
ihtiyacımız var. Halkların kahir ekseriyetinin ideolojik ve partizan olmaması
buna yardımcı olacak.
Suriye’de bu reformcu devrimsel dalganın başarı fırsatlarını kaçırdığına
hiç şüphe yok. Birbiriyle çatışan bölgesel ve uluslararası tarafların hiçbiri
(kendilerine göre sebep, yol ve yöntemlerle) bu devrimin başarılı olmasını
istemedi; isteyenler de ya ciddi değildi ya da başarılı olamadı.
Suriye çıkmaz bir karanlık tünelde ilerliyor. Suriyeliler hem kendi
elleriyle hem de devrimin başarısını önlemek üzere bölgesel ve küresel
gündemleri uygulayan başkaları vasıtasıyla Suriye’yi yerle bir ediyorlar. Terör
örgütleri ve Suriye’nin düşmanları dışında hiç kimse bu gidişata razı değil.
Bundan sonra ne yapılmalı?
Suriye kördüğümü kolay çıkışlara ve arzu edilen çözümlere dirençli olsa da
bazı temel hususlar, ehvenişer seçeneklere ulaşmamıza yardımcı olabilir.
Birincisi, hayatın her alanında, yanlış yolda ilerlediğini fark edenin
gidişatı düzeltmek için durması hikmet gereğidir. Yolunu karıştıran şoför böyle
yapar; keza kaybını sınırlayıp sermayesini kurtarmak ve başka yatırım
fırsatlarını değerlendirmek için zarar eden işini kapatan tüccar da.
Resulullah (SAV), Mute Savaşı’nda kendisini orantısız bir savaşın içinde
bulduğundan, dönemin süper gücü Doğu Roma İmparatorluğu’yla ilk
karşılaşmasında kısmi bir başarının hemen akabinde ordusunu geri çeken Halid
bin Velid’i tebrik etmişti.
İkincisi, hayatın her alanında –ama bilhassa siyasette– inat
öldürücüdür; alternatifleri keyfi olarak dışlayıp gereksiz yere tek bir
seçenekle sınırlandırmak ve geri dönüşü olmayan bir yola girmek de öyle. Bu saydığım hastalıklar
uzunca bir süredir Arap siyasetini perişan etmekte. Siyasette etkinlik, manevra
ve müzakere kabiliyetini güçlendirmek için bütün alternatifleri açık tutmayı
gerektirir.
Bütün bunlar bizi tek bir yöne sevk ediyor: Artık reform ve değişim
savaşının bir sonraki safhasına kafa yormak şart. Bu da hasarları
sınırlandırmak için mevcut safhayı ve bu çarpık ve yıkıcı gidişatı durdurmayı
gerektiriyor – hem de ne kadar acımasız ve sancılı olursa olsun mümkün olan her
tür yolla. Zira bu, aynı yolda devam etmekten daha zorlu ve daha acılı
olmayacak.
Sonuçta siyaset, bir yarış arenasındır. Bir gün galip, öbür gün mağlup
olunur. Gidişatı düzeltmek için akan kanı durdurmak hayırlı bir iştir.
Hayırların en iyisi ise acilen gelenidir.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilŞu makale içimdeki hisleri yazıya dökmüş gibi...
YanıtlaSilÇok istifade edici, derli toplu bir yol haritasına sahip makale.
YanıtlaSilBarışçıl bir yöntem denemek ,”Müslüman yılan deliğinden bir kere ısırılır” Hadisi Şerifine binaen fazlasıyla uyanık olmayı da gerektirecek.Yoksa çoğu barışçıl düşünce, uygulanamadan saf dışı kalabilir , mevcut rejime rağmen barışçıl bir dil kullanmak , belki toplumun öncelikli ihtiyacını karşılamada yeterli olabilir ama süreç bir 100 yılı gerektirebilir.Savaşmak hiç çare değil ,Allah cc yardımı yakın olsun. Demek ki ; Allah’a cc olan tevekkülümüz az yada yok! Kuran ve sünnet yolunda olmadıkça bunlar oluyor.
YanıtlaSil