İSLAMİ
ŞİDDET AVRUPA’NIN GELECEĞİNİ YÖNLENDİRİYOR
Daniel
Pipes (Middle East
Forum başkanı)
Washington
Times, 9.10.2016
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
Neredeyse tüm kuzey
Avrupa şehirlerinin dışında ortaya çıkmış ekseriyeti Müslüman banliyölerini ziyaretlerde
sürekli bir soru akıllara gelir: Niçin dünyanın bazı en zengin, iyi eğitimli,
seküler, durağan ve homojen ülkeleri tutup da en fakir, en az modernleşmiş,
oldukça dindar ve en az istikrarlı ülkelerinden göçmenlere kapılarını açmakta
bu denli istekli?
(...)
Bu ve benzeri
soruların tek bir cevabı yok. Tarihsel açıdan yabancıları bu denli kabullenme
eğiliminin arkasındaki (sekülerleşme gibi) birçok faktörden en kritik olanı şu:
Batı Avrupa’nın suçluluk duygusu.
Batı Avrupalı
eğitimli nicelerine göre, kendi medeniyetleri aslında -bilimsel ilerlemeler,
daha evvel görülmemiş derecede refah ve insanoğlunu eşsiz şekilde özgürleştirme
başarılarından ziyade- sömürgecilik, ırkçılık ve faşizme dayanıyor.
Fransızların Cezayir’i kanlı fethi, Almanların Yahudilere yönelik eşi benzeri
görülmemiş soykırımı ve aşırı milliyetçilik mirası, birçok Avrupalının -Fransız
entelektüel Pascal Bruckner’in analiziyle- kendilerini fakirlikten çevreye
karşı yırtıcılığa ve yıkıcılığa kadar her küresel meselenin baş müsebbibi “gezegenin
hasta adamı”, “her nereye gitse felaket ve yıkım tohumları eken beyaz adam”
olarak görmelerine yol açtı. Aslında zenginlik hırsızlığın iması, açık ten
rengi ise günahkârlığın dışa vurumuydu.
Son ziyaretlerim
sırasında Sayın Bruckner’ın “suçluluğun baskısı” olarak kavramsallaştırdığı bu
“kendinden nefret etme” halinin bazı canlı yansımalarıyla karşılaştım. Mesela
bir Fransız Katolik rahip, kilisenin sicilinden duyduğu büyük vicdan azabını
dile getirdi. Muhafazakâr bir Alman entelektüel, kendi Alman vatandaşlarına
kıyasla Suriyelileri ve Iraklıları daha tercih edilir buldu. İsveçli bir turist
rehberi, İsveçlileri küçümsedi ve kendisinin böyle düşünen tek kişi olmadığını
dile getirdi.
Gerçekten de birçok
Avrupalı, suçluluk duygusunun onları daha üstün kıldığı hissiyatında;
kendilerinden duydukları nefretin büyüklüğü ölçüsünde yine kendileriyle
gururlanıyorlar. Bu da tuhaf bir kendinden nefret ile ahlaki üstünlük
karışımını aşılıyor ve bunun çeşitli sonuçlarından biri de çocuk doğurmak için
zaman ve para ayırmaktaki isteksizlik. İrlandalı bilim adamı William Reville
şuna dikkat çekiyor: “Avrupa kendine olan inancını ve güvenini kaybediyor,
doğum oranları dibe vurmuş durumda.”
Gerçekten de mevcut
bu felaketvari doğum azlığı varoluşsal bir nüfus krizi yaratıyor. 2014
verilerine göre AB’de kişi başı doğum oranının 1,58 çocuk olması, nüfusun
kendini ikame edemeyeceğini ve zamanla etnik Portekizli, Yunan ve diğerlerinin
sayısının keskin bir düşüş yaşayacağını ortaya koyuyor. Refah devletini ve
emeklilik sistemini ayakta tutabilmek için yabancıların ithal edilmesi
gerekiyor.
Gerek suçluluğunu
affettirecek bir harekette bulunma gerekse çocuk yetersizliğinin yerini
doldurma güdüleri bir araya geldiğinde, Batılı olmayanların Avrupa’ya kitlesel
göçünü teşvike, Fransız yazar Renaud Camus’nun deyimiyle “büyük ikame”ye yol
açıyor. Büyük Britanya’da Güney Asyalılar, Fransa’da Kuzey Afrikalılar ve
Almanya’da Türklere ilaveten her yere yayılmış durumdaki Somalililer,
Filistinliler, Kürtler ve Afganlar, ekonomiye istihdam sağlama beklentisi
kadar, Avrupa’yı tarihî günahlarından arındırma iddiası da taşıyabilir.
Amerikalı yazar Mark Steyn’in belirttiği gibi “İslam, artık yeni Avrupalıların
temel ihtiyaçlarını karşılayan unsur”.
Müesses Nizam veya
benim 6P dediğim (politikacılar, polis, savcılar, basın, profesörler ve
papazlar) her şeyin yolunda gideceği konusunda genellikle ısrarcıdır: Kürtler
verimli işçiler, Somalililer iyi vatandaşlar olacaklar ve böylelikle
İslamcılıktan kaynaklı problemler eriyip gidecektir.
Bu bir teori ve
bazen bu tür teoriler doğru da çıkabilir. Ancak kahir ekseriyetle, Müslüman
göçmenler, -en belirgin haliyle kadın-erkek ilişkilerine yansıdığı şekilde-
yerleştikleri yeni Avrupa yuvalarının kültüründen uzak kalıyorlar veyahut bunu
reddediyorlar; bazıları Müslüman olmayanlara vahşice saldırılar düzenliyorlar.
Ve yine kahir ekseriyetle, çok çalışma becerisi ve motivasyonundan yoksun olup
sonunda ekonomik bir yüke dönüşüyorlar.
Topluma entegre
olmayan Müslümanların akını, geçen bin yıldaki Avrupa medeniyetinin ayakta
kalıp kalamayacağı derin sorusunu beraberinde getiriyor. Acaba İngiltere bir
Londonistan ve Fransa bir İslam cumhuriyeti mi olacak? Müesses Nizam, bu
meseleleri gündeme getirenleri aşırı sağcılar, ırkçılar ve neo-faşistler diye
yaftalayarak kıyasıya eleştiriyor, kapı dışarı ediyor, gözden düşürüyor, aforoz
ediyor, bastırıyor ve hatta tutukluyor.
Buna rağmen
İslamcılaşma ihtimali, giderek daha fazla Avrupalıyı kendi geleneksel hayat
tarzları uğruna mücadele vermeye itiyor. Tıpkı entelektüel Oriana Fallaci,
romancı Michel Houellebecq, Macaristan Başbakanı Viktor Orbn ve Hollanda’daki
popüler bir partinin lideri Geert Wilders gibi.
Göçmen karşıtı
siyasi partiler şimdilik oyların %20’sini alıyorlar. Ama kitleleri cezbetmeye
devam edecekleri ve destek tabanlarını belki %30’lara kadar çıkarabilecekleri
konusunda bir görüş birliği de var. Kamuoyu yoklamaları Avrupalı büyük bir
çoğunluğun İslam’dan korktuğunu ve göçmenlerin, özellikle de Müslüman
olanlarının etkisini durdurmak, hatta geriye çevirmek istediklerini gösteriyor.
Bu bilgiler ışında Avusturya’daki son seçimlerde [Z.T.K. aşırı sağcı cumhurbaşkanı adayı] Norbert
Hofer’ın oyların %50’sini alması çok büyük bir başarı.
Avrupa’nın
yüzleştiği en büyük soru şu: Kıtanın geleceğini Müesses Nizam mı yoksa halk
tabakası mı yönlendirecek? Cevabı İslamcı siyasal şiddetin ölçeğinin
belirlemesi muhtemel: (Tıpkı 2015 Ocak’ında Fransa’da olduğu gibi) sansasyonel
toplu katliamların davul sesi ibreyi halktan yana çeviriyor; aksi bir durum ise
Müesses Nizamın sorumluluğunu sürdürmesine imkan verecektir. Göçmen
davranışlarının Avrupa’nın kaderini büyük ölçüde şekillendirecek olması ne
kadar da garip!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder