ABD DÜNYAYA KARŞI:
TRUMP’IN AMERİKA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ
Francis Fukuyama (Stanford Üniversitesi Freeman Spogli Enstitüsü kıdemli araştırmacısı;
“Political Order and Political Decay” kitabının yazarı)
Financial Times,
11.11.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Trump’ın Clinton’ı
şaşırtıcı bir şekilde seçimlerde yenilgiye uğratması sadece Amerikan siyaseti
değil, tüm dünya düzeni açısından bir dönüm noktası. Görünen o ki 1950’lerden
beri inşa edilmekte olan hakim liberal düzenin öfkeli demokratik çoğunluğun
saldırısına uğradığı yeni bir “popülist milliyetçilikler” çağına giriyoruz.
Rakip ve eşit derecede öfkeli milliyetçilikler dünyasına kaymanın riski çok
büyük ve gerçekleştiği takdirde bu, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi
çok önemli bir dönemecin işareti olacaktır.
Seçim sonuçları
haritasına bakıldığında görülecek ki Clinton destekçileri coğrafi olarak
sahillerdeki şehirlerde yoğunlaşmış, kırsal kesim ve küçük şehirler ise
neredeyse bütünüyle Trump’a oy vermiş. En sürpriz değişim ise –daha evvel ezici
çoğunlukla Demokratlara oy veren ve hatta bu nedenle Clinton’ın çantada keklik
sayarak seçim kampanyası yürütmeye pek de tenezzül etmediği– kuzeydeki üç
sanayi şehri Pensilvanya, Michigan ve Wisconsin’de Trump’ın kaydettiği
başarıydı. Trump, sanayileşmenin bitip tükenmesi yüzünden darbe almış durumdaki
sendikalı işçileri, kaybettikleri işlerine kavuşturup “Amerika’yı yeniden büyük
yapma” vaadiyle yanına çekerek bu başarıya ulaştı.
Biz bu hikâyeyi
daha evvel de gördük. Bu, AB’den ayrılma yönünde oy verenlerin kırsal
bölgelerde, küçük şehirlerde ve Londra dışındaki şehirlerde yoğunlaştığı Brexit
hikâyesinin bir benzeri. Keza bu, ebeveynleri ve nine-dedeleri Komünistlere
veya Sosyalistlere oy vermiş işçi sınıfı oylarının Marine Le Pen’in Milli
Cephesi’ne kaydığı Fransa için de geçerli.
Ancak popülist
milliyetçilik bundan çok daha yaygın bir olgu. St. Petersburg ve Moskova gibi
büyük şehirlerdeki eğitimli kesimler arasında popüler olmayan Vladimir Putin’in
ülkenin geri kalanında muazzam bir destek tabanı var. Aynısı, ülkenin
muhafazakâr alt-orta sınıfı arasında çok coşkulu bir destek tabanına sahip
Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan’ı veya başkent Budapeşte dışındaki her yerde
popüler olan Macaristan Başbakanı Viktor Orban için de geçerli.
Bugün bireylerin
eğitim seviyesiyle tanımlanan toplumsal sınıf, gerek sanayileşmiş gerekse
gelişmekte olan sayısız ülkede en önemli toplumsal kırılma haline gelmiş gibi
görünüyor. Bu da 1945’ten bu yana büyük ölçüde ABD tarafından kurulan liberal
dünya düzeninin imkân verdiği küreselleşme ve teknolojinin ilerlemesiyle
doğrudan bağlantılı.
Liberal dünya
düzeni derken son yıllarda küresel büyümeyi tetikleyen kural temelli
uluslararası ticaret ve yatırım sisteminden bahsediyoruz. Bu sistem iPhoneların
Çin’de üretilip yeni yıldan evvel ABD veya Avrupa’daki müşterilere
ulaştırılmasına imkân vermekte. Yine milyonlarca insanın fakir ülkelerden
kendileri ve çocukları için daha büyük fırsatlar bulabildikleri zengin ülkelere
gitmesini kolaylaştırmakta. Bu sistem reklamı yapıldığı gibi işledi: Sadece Çin
ve Hindistan’da değil, Latin Amerika ve Sahra Altı Afrika’da da yüz milyonlarca
insanı fakirlikten kurtaracak şekilde, 1970’ten 2008 Amerikan Finansal Krizi’ne
kadarki dönemde küresel mal ve hizmet üretimi dört kat arttı.
Ancak herkesin acı
içinde fark ettiği gibi bu sistemin faydaları tüm nüfusa yayılmadı. Gelişmiş
ülkelerdeki işçi sınıfları, küresel piyasanın acımasız rekabeti karşısında
şirketler taşeronlaştıklarından ve verimlik baskısına girdiklerinden işlerini
kaybettiler.
Bu uzun dönemli
hikâye, 2008 Amerikan yüksek riskli konut kredisi kriziyle ve birkaç sene sonra
Avrupa’yı vuran avro kriziyle iyice ağırlaştı. Her iki örnekte de elitlerin
dizayn ettiği sistemler –yani Amerika’da liberalleşmiş mali piyasalar ve
Avrupa’da ortak para birimi avro ile serbest dolaşımı öngören Schengen
politikaları– dış şoklar karşısında dramatik bir şekilde çöktü. Bu
başarısızlıkların maliyetleri, elitlere kıyasla sıradan işçilerin sırtına çok
daha ağır bir şekilde yüklendi. Dolayısıyla asıl soru, “Popülizm niçin 2016’da
ortaya çıktı?” değil, “Açıkça görünür hale gelmesi niçin bu kadar gecikti?”
olmalı.
ABD’de sistem
geleneksel işçi sınıfını yeterince temsil edemediğinden siyasi bir başarısızlık
vardı. Cumhuriyetçi Parti’de hâkim olan, kurumsal Amerika’ydı ve müttefikleri
de küreselleşmeden iyice nemalananlardı. Demokratik Parti ise iktisadi
meselelere odaklanmayı çoktandır bırakmış kimlik politikalarının partisiydi:
Kadınlar, Afro-Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler ve LGTB grupları.
Amerikan Solu’nun
işçi sınıflarını temsil etmekteki başarısızlığı aslında Avrupa çapındaki benzer
başarısızlıkların aynası. Avrupa sosyal demokrasisi, geçtiğimiz on yıllarda
Tony Blair’ci merkezcilik veya 2000’lerdeki Alman Gerhard Schröder’in Sosyal
Demokratları formunda küreselleşmeyle barıştı.
Ancak Sol’un daha
geniş anlamdaki başarısızlığı, İngiliz-Çek filozof Ernest Gellner’ın gayet
yerinde ifadesiyle, “sınıf” yazan bir posta kutusuna atılan mektubun
yanlışlıkla “ulus” yazana ulaştırıldığı- 1914’e ve Dünya Savaşı’na giden
süreçtekinin aynısı. “Ulus”, hemen her zaman “sınıf”ı gölgede bırakır; zira
güçlü bir kimlik kaynağıyla, organik bir kültürel cemaate bağlılık arzusuyla
bağ kurar. Bu kimliğe susamışlık hali, şu sıralar [Z.T.K. ana akım
muhafazakârlığı reddeden aşırı Sağ ideolojilerin gevşek bir grubu olan]
Amerikan Alternatif Sağı formunda ortaya çıkıyor – ki bunlar daha evvel bir
şekilde beyaz milliyetçiliğini benimsemiş eskinin toplumdan dışlanmışlar
yığınıydı. Bu aşırı uçlar kervanından olmayan birçok sıradan Amerikan vatandaşı
da toplumlarının niçin göçmenlerle dolduğunu ve mevcut problemlerden şikâyet
dahi edememelerine yol açan başkalarını rencide etmemeye dayalı siyasi doğrucu
dil sistemine kimin izin verdiğini öğrenmek istiyorlar. İşte bu nedenle Donald
Trump, küreselleşmenin kurbanı olmasa dahi ülkelerinin ellerinden alınıp
gittiğini hisseden iyi eğitimli ve daha tuzu kuru seçmen kitlesinden de bu
denli fazla oy aldı. Bunun Brexit oylamasının altındaki temel dinamik olduğunu
söylemeye gerek dahi yok.
Trump’ın zaferinin
uluslararası sistem için somut sonuçları neler olacak? Eleştirenlerinin aksine,
Trump’ın tutarlı ve üzerinde iyice kafa yorulmuş bir pozisyonu yok: İktisat
politikası bakımından ve küresel siyasi sistemle ilişkilerinde milliyetçi.
Açıkça NAFTA ve belki de Dünya Ticaret Örgütü’nünkiler gibi mevcut ticaret
anlaşmalarını yeniden müzakere etmeye çalışacağını ve eğer istediğini alamazsa
anlaşmalardan çekilmeyi düşündüğünü ilan etti. Kararlı adımlarla istediğini
elde eden Rusya’nın Putin’i gibi “güçlü” liderlere olan hayranlığını dile
getirdi. Dolayısıyla Trump, Amerikan gücünden bedavaya faydalanmakla suçladığı
NATO üyelerine veya Japonya ve Güney Kore gibi geleneksel Amerikan müttefiklerine
pek de hayranlık duymuyor. Bu da gösteriyor ki bahsi geçen ülkelere destek,
mevcut maliyet paylaşımı anlaşmalarını yeniden müzakere etme şartına bağlı
olacak.
Bu pozisyonların
gerek küresel ekonomi gerekse küresel güvenlik sistemine yönelik tehlikelerini
mübalağa etmek mümkün değil. Bugün dünya iktisadi milliyetçilikle dolup taşmış
durumda. Geleneksel olarak serbest ticaret ve yatırım rejimi ABD’nin hegemonik
gücüne bağımlıydı. Eğer ki ABD sözleşme şartlarını tek taraflı değiştirmeye
kalkışırsa buna misillemede bulunmaktan ve 1930’ları hatırlatır şekilde
iktisadi bir sürekli düşüşü tetiklemekten mutluluk duyacak dünyada birçok güçlü
oyuncu var.
Uluslararası
güvenlik sistemine yönelik tehlikesi de çok büyük: Rusya ve Çin, son yıllarda
başat otoriter büyük güçler olarak ortaya çıktı ve her ikisinin de toprak
kazanma arzuları var. Trump’ın Rusya’ya yönelik duruşu bilhassa tedirgin edici:
[Seçim kampanyasında] Putin hakkında eleştirel hiçbir şey söylemedi ve
Kırım’ı ilhakının haklı gerekçeleri olabileceğini ileri sürdü. Dış politika
meselelerinde Trump’ın genel cehaleti dikkate alındığında, Rusya’ya ilişkin
ısrarla bu denli açıkça bir duruş sergilemesi Putin’in Trump üzerinde bazı
gizli kozları olabileceğini salık veriyor; mesela Rus kaynaklara verdiği borçlarla
kendi iş imparatorluğunu ayakta tutma gibi. Rusya’yla “iyi iş tutma”ya dayalı
Trumpçı girişimin ilk kurbanı, bağımsızlıklarını sürdürmeleri Amerikan
desteğine bağlı olan mücadeleci demokrasilerden Ukrayna ile Gürcistan
olacaktır.
Daha geniş çerçevede
Trump’ın başkanlığı, dünyadaki yozlaşmış otoriter yönetimler altında yaşayan
halklara Amerika’nın demokrasiyi simgelediği bir dönemin sonuna işarettir.
Amerikan nüfuzu, Irak işgali gibi yanlış güç projeksiyonlarından ziyade hep
“yumuşak güc”e dayanmıştır. Geçen salı Amerikalıların tercihi, liberal
uluslararasıcı kamptan popülist milliyetçi kampa kayışının bir göstergesi.
Trump’ın [Z.T.K. İngiliz milliyetçi sağ partisi] UKIP’in [kısa
süre evvel görevini bırakan lideri] Nigel Farage tarafından kuvvetle desteklenmesi
ve yine seçim zaferinin ardından ilk arayıp tebrik edenlerden birinin Fransız
Ulusal Cephesi lideri Marine Le Pen olması bir tesadüf değil.
Geçtiğimiz yıl yeni
bir popülist-milliyetçi enternasyonel ortaya çıktı; benzer zihniyetteki gruplar
bilgi paylaşıp birbirlerine sınır ötesi destek veriyorlar. Putin’in Rusya’sı bu
davanın en hevesli destekçilerinden biri; tabii ki diğer halkların milli
kimliklerine önem verdiğinden değil, [mevcut düzeni] düpedüz parçalamak
için. Rusya’nın Demokratik Parti Milli Komitesi’nin e-postalarını hekleyerek
açtığı enformasyon savaşının Amerikan kurumları üzerinde zaten devasa bir
yıpratıcı etkisi oldu; bunun daha da devam edeceğini bekleyebiliriz.
Bu yeni Amerika’ya
ilişkin bir dizi büyük belirsizlikler sözkonusu. Trump özünde tutarlı bir
milliyetçi olsa da aynı zamanda oldukça iş görücü. Diğer ülkelerin mevcut
ticaret sözleşmelerini veya ittifak anlaşmalarını Trump’ın şartları
çerçevesinde müzakere etmek istemediğini keşfettiğinde ne yapacak? Yapabileceği
en iyi anlaşmayı kabullenecek mi, yoksa öylece çekip gidecek mi? Bundan böyle
nükleer silahların tetiğinde parmağının olması tehlikesi çokça konuşuluyor; ama
bana kalırsa Trump, dünyada askeri güç kullanmaya hevesli birinden ziyade
aslında çok daha içe kapanmacı. Suriye iç savaşını idare etme gerçeğiyle karşı
karşıya kaldığında Obama’nın politikasını sürdürmek zorunda kalabilir.
İşte bu, karakter
meselesinin devreye girdiği nokta. (…) Geçen hafta Şeref Madalyası kazananlarla
birlikte sahneye çıktığında kendisinin de son derece cesur, “finansal anlamda
cesur” olduğunu pat diye söyleyiverdi. Tüm düşmanlarına ve eleştirenlere karşı
misillemede bulunmak istediğini dillendirmişti. Onu hafife alacak diğer dünya
liderleriyle karşı karşıya geldiğinde acaba kendisine meydan okunmuş bir Mafya
babası gibi mi tepki gösterecek, yoksa ticari ilişki kuran bir işadamı gibi mi?
Bugün liberal
demokrasiye dönük en büyük meydan okuma, Çin gibi aşırı otoriter güçlerden
değil, içeriden geliyor. ABD, İngiltere, Avrupa ve diğer bir dizi ülkede siyasi
sistemin demokratik kısmı, liberal kısmına karşı isyan ediyor; açık ve
hoşgörülü bir dünyaya demir atarak şimdiye kadar davranışlarını kısıtlamış
mevcut kuralları yıkmak için kendi meşruiyetini kullanmakla tehdit ediyor. Bu
sistemi tesis eden liberal elitlerin, kapıları dışındaki öfkeli seslere kulak
vermeleri ve toplumsal eşitliği ve kimliği üzerine eğilmeleri gereken en temel
meseleler olarak düşünmeleri gerekir. Öyle veya böyle önümüzdeki birkaç sene
başımız belada olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder