DONALD TRUMP DIŞ POLİTİKADA REALİST DEĞİL
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan
Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
Washington Post, 11.11.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Yeni Amerikan
başkanı seçilen Donald Trump’ın dış politikada bir “realist” olduğu
dillendiriliyor. Buna inanmayın. Bazı ham realist içgüdüleri olabilir; ancak bu
onu sadece realizmin berbat bir taşıyıcısı kılar. Benim gibi realistler onun
seçilmesine son derece sinirlenmiş olmalı.
Realizm bir
hassasiyet, önsezi yeteneğidir; her krizde ne yapılması gerektiğine dair özel
bir talimatname değildir. Ve yine realizm, trajik olana, yani dış politikada
yanlış gidebilecek her şeye karşı olgun bir sezme yetisidir; bu nedenle basiret
ve tarih bilgisi realist zihniyete iyice yerleşiktir. Realizm, en azından MÖ 5.
yüzyılda Thucydides’in insan doğasını korku, şahsi çıkar ve gururla hareket
eden şey olarak tanımladığı Peloponez Savaşları eserini kaleme
aldığından bu yana bizimle. Realistler, bu temel güçlere karşı çıkmak yerine
onlarla birlikte hareket edilmesi gerektiğini, mesela düzenin özgürlükten ve
çıkarların değerlerden evvel geldiğini bilirler. Nihayetinde düzen tesis
edilmeden hiç kimse özgür olamaz ve çıkarlar olmadan da bir devletin kendi değerlerini
yansıtma ve yayma hevesi olmaz.
Trump, bunların
herhangi biri üzerinde kafa yormuş, herhangi bir tarih bilincine sahipmiş gibi
görünmüyor; bu nedenle trajik olana dair olgunlaşmış bir önsezisi de yok. Tarih
bilinci büyük ölçüde okumalar yaparak şekillenir. Müttefiklerimize karşı
yükümlülüklerimizin ve Batı’nın savunucusu olma rolümüzün işte bu sayede
bilincindeyiz. Modern dönemdeki gelmiş geçmiş tüm Amerikan başkanları, birer
entelektüel olmasalar da belli ölçülerde okuyan insanlardı. Ancak Trump, hiçbir
şeyin ince elenip sık dokunmadığı, her şeyin bağlamından yoksun olduğu ve
yalanların hızla çoğaldığı dijital çağa doğrudan zıplayarak kitaplar konusunda
kestirmeden sonuca varmış bir elektronik medya okur-yazarına (post-literate)
benziyor.
Realistler
hakikate taparlar; tarihin verdiği en temel ders ise “şartların hakikati
çoğunlukla nahoştur”. Ancak Trump’ın
kampanya boyunca yaptığı açıklamalar, olguları göz ardı ettiği gerçeğini tekrar
tekrar ortaya döktü.
Realistler, güç
dengesinin her derde deva olmadığını, ama rakiplere karşı avantajlı bir güç
dengesini sürdürmenin genellikle ülke çıkarına olduğunu bilirler. Rusya lideri
Vladimir Putin, Orta Avrupa’dan Ortadoğu’ya güç dengesini altüst ediyor ve
bizim, hiç olmazsa Rusya’ya karşı daha güçlü bir müzakere pozisyonu elde
edebilmek için güç dengesini acilen düzeltmemiz lazım. Ama Trump bunu anlamışa
hiç benzemiyor; Putin hakkındaki yumuşak açıklamaları tehlikeli bir şekilde
naif.
Realistler,
değerler çıkarları takip ettiğinden, Asya’da serbest ticaret rejiminin bölgede
bize daha büyük bir pay verdiğini ve bu sayede burada değerlerimizi yansıtmak
için elimizde daha fazla teşvik biriktiğini bilirler. Müttefiklerimizle
aramızda bir serbest ticaret rejiminin tesisi, -Trump’ın da engellemek
istediği, ancak kendisi bir realist olmadığından bunu nasıl yapacağı konusunda
sağlam bir fikre sahip olmadığı- Çin’in
ezici nüfuzuna karşı da bir direnç gösterir.
Realizm
ölçülülük demektir. İdealistler sadece statükodaki sorunları/sakıncaları
görürken realistler statükodaki değeri görürler. Bu yüzden realistler
değişimden sakınırlar. Trump ise, tam aksine, ticaret savaşlarının fitilini
ateşlemekten Meksika’yla gerginliği artırmaya ve NATO’nun altını oymaya kadar
uluslararası sistemde bir büyük değişim istiyor. Baltık ülkelerini NATO’ya
kabul etmek realist perspektiften bakıldığında çok da akıllıca bir şey
olmayabilir. Ancak şu anda ittifak içinde olduklarına göre NATO’nun (ve
Batı’nın) inandırıcılığı ve itibarı onları savunmaya bağlı. Trump ve
destekçileri işte bunu idrak edemiyor.
Realizm, bir
strateji değil de bir hassasiyet, bir önsezi yeteneği olduğundan, dünyada
Amerika’nın konumuna dair tarihsel açıdan tam doğru bir vizyonla birleşmesi
gerekir. ABD’nin konumunu, Washington D.C.’deki Holokost Anıt Müzesi’nin Milli
Park’a bitişik olmasından daha iyi hiçbir şey tanımlayamaz; zira Avrupa’daki
Yahudilere karşı yapılan soykırım, mutabakatla milli bilincimize girmişti. Bu demek değil ki ABD, her ne zaman bir yerlerde
insan hakları ihlalleri baş gösterse oralara müdahale etmeli – bu gerçekçi de
olmaz. Ama bu tür olayları mutlaka dikkate alıp uygun olduğunda bir karşılık
vermeli; zira İkinci Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş’ın potasında şekillenen
ABD’nin görevi, dünya çapında -her nerede mümkün olursa- sivil toplumun
sınırlarını genişletmeye çalışmak olageldi. Bu konuyu bir saplantı haline
getirenler idealistler; realistler değil. Realistler ulusal çıkarın herhangi
bir küresel çıkardan evvel geldiğini bilirler. Ancak realistlerin de en azından
hatırı sayılır bir kısmı uluslararası bir vizyona sahiptir.
Tarih akıp
gidiyor. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş çoktan bitti. Ancak ABD
yeryüzündeki en zengin ve coğrafi bakımdan en avantajlı konumdaki büyük devlet.
Bu talihli olma hali, kendi sınırlarımızı aşan sorumluklarla birlikte gelmiş
durumda. Sadece bizim 300 savaş gemisinden müteşekkil Donanmamıza ve uçak
gemilerimizin bulundukları yerlere bakmak yeterli. Realizm, bu gücü
müttefiklerimizi çatışmaya girmeksizin korumak demektir. Yoksa onları kendi
hallerine terk etmek ve bunun sonucunda çatışmaya girmek değildir. Ümit edelim
Trump bir realiste dönüşsün, ama bunun için gidecek daha çok yolu var.
Bu konu ile alakadar okuduğum en net yazı ellerinize sağlık teşekkür ederim
YanıtlaSil